Birkaç gün önce bir yoldaşımızın yazdığı bir makaleyi okudum. Doğrusu bugünü çok iyi ifade ettiği için bu makalenin büyük bir bölümünü buraya alarak bugüne dönük birkaç söz söyleme ihtiyaç duyuyorum.
Şöyle diyor yoldaşımız:
“Geçenlerde Almanya da yaşayan bir Kürt kızı ile görüştüm. Okul okuyan, aydın bir Kürt kızı. Üstelik orada doğmuş ve orada yaşamakta. Almanya da estirilen Türk şoven dalgası üzerine görüşlerini söylüyordu.
“İlk kez böyle bir şey yaşıyorum.
Sanki biz bir devletiz -üstelik antidemokratik bir devletiz- ve onlar-yani Türk yurttaşlar-mağdur ve mazlum ezilen bir halk.
Sanki biz vuran ve onlar vurulan.
Sanki biz saldıran onlar saldırıya uğrayan.
Sanki biz işkenceci ve onlar işkence gören.
Sanki biz faili meçhul cinayet işleyen onlar ise fail meçhul bir şekilde katl edilen.
Sanki biz tank ve top sahibiyiz onlar ise kazma kürekle kavga eden.
Ve sanki biz sömüren ve işgalci onlarsa sömüren ve işgal edilenler.
Sanki biz dev gibi devlet ve OYAK sahibi ordu onlar ise halkın yardımlarıyla geçinenler.
Dünya tersine dönmüş. Bu yukarıda söylediklerimi bir de Almanlara anlatabiliyor ve iknada ediyorlar. Ve gerçekten sanki her şey onların söylediği gibi imiş bir havayı da yaratıyorlar. Müthiş zorluyor.
Üstüne üstelik bununla kalmıyorlar. Saldırıyorlar. Küfürler ediyorlar. Hem de çok düzeysiz küfür ve hakaretler. Ağızlarında çıkan kan ve ölümdür. Öldürmedir.
Ancak biz onların seviyesine inmeyeceğiz. Biz onların düzeyiyle tartışmayacağız. Biz kendi haklı olan ve bir o kadar da anlamlı olan insancıl felsefemizle mücadele edeceğiz. Onların seviyesizliği onların olsun!”
“Evet, biz devrimciler, yeniyi yaratmak isteyenler, halklarla buluşmak isteyenler, elbette egemenler diliyle konuşamayız. Onların düşünceleriyle düşünemeyiz ve onların yöntemleriyle çalışamayız. Hani derler ya “amaçlar kadar araçlarında temiz olması”. Biz bu ilkesel davranışımızı sürdüreceğiz.”
Bugünlerde etrafımıza bakıyoruz ve Yeşil Türki Faşist devletin dünyayı fır dönerek özgürlük hareketine ve onun özgürlük gerillasına karşı bir başarı elde etmek için inanılmayacak ölçüde taklalar atıyor. Öyle ki dünya gerçekten de devlet olan, emperyalistlerin taşeronluğunu yapan, bankalarda milyarlarca parası olan ve devasa bir halkı vergilere boğarak ceplerini dolduranların biz olduğunu sanacak. Sanmayacak neredeyse inanacak. Doğrusu fakir fukara Türk halkını bile buna inandıracaklar.
Dünyanın neresinde ölümcül silah ticareti varsa oraya giderek takla atarak Türkiye’nin neyi var neyi yok pazarlayarak mutlaka o ölümcül silahı alıp özgürlük gerillasına karşı kulllancak. Ölümcül tekniklerle sözde kendi prestijini kurtaracak.
Acınacak olan durum sadece bu kadar ölümcül silahların peşlerine düşmeleri değildir. Acınacak olan durum dünyanın her yerinde gidip bizlerin ne kadar teknolojiye sahip olduğumuzu söylemeleridir. Ne kadar para pul sahibi olduğumuzdur. Hatta öyle ki neredeyse dünyanın tüm mafya trafiğini bize bağlayacaklar. Sözüm ona ne kadar çok paraya sahip olduğumuzu dünyaya söyleyerek kendilerini fukara göstererek bir şeyler koparacaklar.
Doğrusu bu yapılan diz boyu ahlaksızlık kokuyor. İnsan bu kadar kendini rezil duruma getirmemelidir. Karşınızda neredeyse sadece çıplak bedenleriyle ve iradeleriyle duran bir özgürlük hareketi ve onun özgürlük gerillası varken bu kadar dibe vuran yalanlarla kendilerine menfaat sağlamaya çalışmak tek kelimeyle ahlaksızlıktır.
Şunu peşinen söyleyelim: bizde olupta sizde olmayan çok şey olduğu doğrudur. Ancak biz de olupta sizde olmayanlar maddi değerler değildir. Maddi değerler açısından dünyanın belki de en fakir en hareketi olmanın yanı sıra en mütevazi yaşayan insanlarıyız. Felsefemiz bir lokma bir hırka üzerine kuruludur. Kaldı ki dayandığımız tek güç kendi halkımızdır ve halkımızın dünya da nasıl süründürüldüğünü de bilmeyen yoktur. Dünyanın belki de en fakir halkının gerillasıyız. Halkımız maddi olarak ne kadar zenginse bizim de zenginliğimiz ancak o kadardır.
Gerçekler böyle olmasına rağmen sözde böyle ahım şahım geçmişe sahip olan bir devlet neden bu kadar yalan söyleme ihtiyacı duyar doğrusu şaşıyoruz. Doğrusu bu durum esefle karşılıyoruz. Doğrusu bu yaklaşımları gördükçe iğreniyoruz. İktidar bu kadar insanı küçük düşürmemeli diye de doğrusu sizlere acıyoruz.
“PKK’li OLMAK dedim yukarıda. PKK’li demek bir nevi ilk sömürüsüz, ilk tahakkümsüz, ilk baskısız ve ilk sade insan gibi yaşamak demektir. İlk günden başlayarak adaleti ve eşitliği arayan ve bu idealler uğruna gerektiğinde gözünü kırpmadan ölümün üstüne üstüne gitmek olarak öğrendik. Dahası PKK’li olmayı halkın ve insanlığın çıkarı için uğruna ölecek kadar sevme olarak öğrendik. Ve bunun pratiklerini henüz biz çocukken PKK’nin büyük önderlerinin yaşamlarında kendilerini ölümüne feda ederlerken öğrendik. Daha da öğreneceğiz.”
Bugünlerde bizim kellemiz üzerine siyaset yapanlar, bizim imhamız için dünyanın dört bir yanına giderek kendilerini pazarlayanlar, ağızlarından sadece ve sadece kan kokusu gelen, halkımıza ve onun öncülerine pervasızca saldırarak zindanları layık görenler şunu bilsinler ki:
“Geçmiş tarihi derslerle doludur!
Bir adalet ve özgürlük arayışçısı olarak PKK’lilik bugün daha fazla aranıyor.
Bir kendin olma ve kendi halk çıkarı için hiç kimseye boyun eğmeden olduğu gibi olma, hiç kimsenin yürürken tepeden bakmasına izin vermeden, kimsenin küçümsemesine kendinden kompleks yaratmadan benlik olma her zamandan daha fazla anlamlıdır.
Böylesine adeta dört yandan gelen saldırılara karşı PKK’lilik yekvücut olarak dimdik umut dolu geleceğe –gerekirse kele koltukta-bakabilmektir. Ve eğer gelecek-özgür gelecek-baskının, zulmün, sömürünün bulaşmadığı mekânlar yani DAĞLAR’ DA ise o zaman PKK’Lİ OLMANIN GURURU VE MUTLULUĞU bu dağlara çıkmaktan geçer.
Onun için hep bir ağızdan tekrardan ve tekrardan bir iki üç daha fazla gerilla diyerek PKK ruhuyla buluşmak üzere dağlara…”
E. Nuda
- Ayrıntılar
AKP-Fethullah Gülen’in öncülüğünü yaptığı yeşil faşizm Kürdistan’da, yurtsever Kürt halkına karşı tam bir sömürgeci devlet topyekün savaş temelinde tam bir terör estirmektedir. Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde giderek ağırlaşan tecrit, yurtsever Kürtler ve aydın dostları üzerinde uygulanan siyasi soykırım operasyonları, seçilmiş belediye başkanlarının ve meclis üyelerinin rehin alınması, Kürdistan özgürlük gerillalarına karşı kimyasal silah kullanma ve en son Kürt basınına yönelik operasyonla yoğunlaşarak devam etmektedir.
Bu operasyonlarda yeni olan bir durum ortaya çıktı. O da, Kürdistan’daki kimi eğitim destek evleri de sudan bahanelerle kapatıldı. Celadet Ali Bedirxan, Orhan Doğan eğitim destek evlerinin kapatılması bu alana yönelik saldırıda bir başlangıçtır. Sömürgeci AKP’nin yetkilileri, birer birer çıkıp bu operasyonları yaptırdıklarını söylemektedirler. Yani hukuki bir durumun olmadığını, direkt kendilerinin planı ve pratiği olduğunu açıkça söylemektedirler. Ancak hala bazı kesimler, sanki sorun hukukiymiş gibi bir yaklaşım ve davranış içinde bulunmaktadırlar.
Sömürgeci Türkiye Cumhuriye devleti, Kürt ulusunun inkarı, imhası temelinde yani katliam ve soykırım planlamasına dayanarak oluşturulmuş bir devlettir. Dolayısıyla Kürdistan’daki varlığı, askeri,istihbari, idari ve siyasi zora, kültürel soykırıma, ekonomik olarak bir lokma ekmeğe muhtaç kılarak kendisine bağımlı kılmaya dayanır. Türk Hukuku adı verilen olay ise, Türk sömürgeciliğini Kürdistan’da kurumlaştırmak, meşrulaştırmak ve kalıcı kılma, Türk sömürgeciliğine karşı direnenleri ise cezalandırma, imha etmeye dayanmaktadır.
Mezopotamyanın en eski halkı Kürtleri ve ülkesi Kürdistan’ı Cumhuriyetin ilanıyla, bir kalemde ortadan kaldırma, Kürt halkının hukukunu çiğneme ve yoksayma anlamına gelmektedir. Bu hukun varlığını savunanları, bunun için düşünce üreten bütün beyinler yok edilmiş, örgütlemeleri dağıtılmış, dilleri yasaklanmış, asimlasyon-soykırım bütün kurum ve kuruluşlarıyla işletilmeye başlanmıştır.
19. yüzyıldan itibaren, Osmanlılar döneminde de Kürdistan’ın özerklik statüsüne dayalı hukuk sistemi ortadan kaldırılarak, merkezi hükümetin hukuku geçerli kılınmıştır. Bu hukukun oturtulması için ise, özel uygulamalar geliştirilmiştir. İttihat-Terraki dönemi böyle bir dönemdir. Kürdistan’daki demografik yapıyı bozmaktan tutalım, her türlü yok etme stratejisi geliştirilmiştir. Buna da hukuk denilmiştir. Daha doğrusu kendi hakları görülmüştür.
Sömürgeci Türk devleti takrir sukun yasasını, iskan kanunun, istiklal mahkemelerininin oluşumunu, Şeyh Sait isyanından sonra gündeme getirmiştir. Kürt ulusunun varlığını ve haklarını ortadan kaldırmak için böyle bir sistem geliştirilmiştir. Mahkemeler hiçbir zaman Türk toplumunda uygulandığı gibi uygulanmamıştır. Aynıymış gibi gösterilmesine özel bir gayret gösterilerek, Kürt ulusu aldatılmaya çalışılmıştır. Sömürgecilik gizlenmeye çalışılmıştır.
Özel kanunlar çıkarılmıştır. Bu kanunlardan birisi ise, Tunceli Kanunudur. Dersim’deki halkımızın özgürlük iradesini kırmak, soykırımı gerçekleştirmek için özel olarak geliştirilmiş bir kanundur. Bu kanunun pratikleştirilmesi yüzbin Dersimlinin katledilmesi, onbinlercesinin sürgün edilmesi, Dersimli Kızların-kadınlara el konulmasına yol açmıştır. Daha yeni yeni Dersimin yitik kızlarına ilişkin yazı dizileri yayınlanmakta, belgeseller yapılmaktadır. Tabi bunlar hiçbir Kürdün unutmaması, hafızasında sürekli diri tutması gereken ulusal felaketler olmaktadır.
Tarihimizde meşhur 49’lar olayı vardır. Ayşe Hür de yazdı. Ancak biz filozofumuz, ölümsüz şehidimiz, aksakallı bilgemiz Musa Anter’in anılarında dayanarak, Türk devletinin Kürtlere karşı Kürdistan’da nasıl bir hukuk sistemi uyguladığını ortaya koymak istiyoruz. Biraz uzun ancak, biz okuyucunun affına sığınarak özetleme gereği duymadık. Şöyle yazıyor bilgemiz:
“Celal Bayar, İkinci Kurmay Başkanı Cevdet Sunay, Turancı Devlet Bakanı Tevfik ileri, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu toplanıyorlar. O zaman Milli Emniyet’in Kürt sorunu şefi Ergun Gökdeniz’in -ki bu zat, 1975- 76 yılları arasında Mardin’e Vali tayin edildi- hazırladığı rapor okunuyor. Raporun içeriği genel hatlarıyla şöyledir: 1- Eğer Türiye’de bin tane Kürt aydını yokedilirse Türkiye’de Kürt sorunu en aşağı otuz yı1 geriler. 2- Operasyonda seçeceğimiz Kürtlere kominist demeliyiz, çünkü Kürtler komünistleri sevmez ve tutmazlar. 3- Bunların siyasi partilerde kuvvetli yakınları olmamalıdır vb.
Celal Bayar ve Cevdet Sunay, “Tamam” diyorlar. Celal Bayar Dersim’deki tecrübelerine güvenerek, “Zaten inkila (köklerini kazımak) lazımdır” diyor. Tevfik İleri, “Arkadaşlar, siz beni bilisiniz. Ben bir Kürt dostu değilim, ama böyle bir harekette bulunursak sakın Cezayir’i Kürdistan’a getirmiş olmayalım’” diye soruyor. (O ara Cezayir’de Cezayirliler ile Fransızlar arasında şiddetli çarpışmalar ve milli kurtuluş savaşı devam ediyordu) Fatin Rüştü Zorlu, “Böyle şey olmaz. Ben şimdiden istifa ediyorum, zaten dışarıda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış. ‘Ermeni Soykırımı’dır; Rum Soykırımıdır, ‘Kürt Soykırımı’dır, tarih içinde bir parça kabuk bağlamışken yeniden bu soykırımı kimseye karşı savunamayız” diyor. En son Adnan Menderes kalmış, “Peki arkadaşlar, zaten müfettiş beyin anlattığı suçlar idamlık suçlardır. Biz bunlardan elli tanesini tutuklar, mahkeme kararı ile idam ederiz. Böylece ellişer ellişer tutuklar ve mahkeme kararı ile de idam edersek, bini tamamlarız” demiş. Buna karar veriliyor. Tabii öncelikle Ankara Kara Kuvvetleri Mahkemesi’nden elli tane adsız tutuklama müzekkeresi çıkarılarak Milli Emniyet’e veriliyor. Milli Emniyet kimin adını koyarsa, o tutuklama kararı onun oluyordu.”
Şimdi böyle bir mahkemenin oluşturulmasının temelinde nasıl bir zihniyet, politika ve hukuk mantığı vardır. Normal görülebilir mi? Şimdi aynı zihniyetle soykırım operasyonu yapılmıyor mu? Fazla yorum yapmıyoruz.
70’li yılların sıkıyönetim mahkemeleri, DGM’leri, 12 Eylül askeri mahkemeleri, olağanüstü hal valiliği, özel kolordu, özel ordu, özel tim, jitem, SS Kararnameleri, KHK’ler yeterince açıklık getiriyor konuya.
Diğer bir önemli olay da, 90’lı yıllarda, Kürdistan’da komutanlık yapan Altay Tokat ismindeki bir faşist aynen şunları söylüyordu, “ burada öyle bir kanun uygulanmalı ki, ot bile bitmesin”.
Fakat bunlar durup dururken ortaya çıkmıyor. Tarihi temelleri, dayanakları vardır. Kürdistan bugünkü konumda bulunmasında temel rol oynayanlardan birisi olan faşist-ırkçı İsmet İnönü, Kürdistan’da şark islahat planının daha da pratik kılmak için raporunu hazırlarken, “ özel mahkemelerden” sözetmektedir.
Kürdistan’da sömürgeciliğin oturtulması için, Birinci umumi müfettif Abidin Özmen ise, Kürdistan’da çalışma yürütecek mahkemelere ilişkin, şunları yazmaktadır: “ Kürtlük hakkında ne şekilde hareket edersek edelim, idaresi başında bulunduğum bölgenin memleketin diğer tarafına hiçbir yönden benzeyişi olmadığını, aynı kanunlarla idaresine devam etmenin, bu bölgede arzu edilen huzur ve sükunu ve temsil işini haledemeyeceğini kabul etmek zarureti vardır. “
“Bölgeyi bugün Kürtlük propagandası, yarın Kürtlük bağımsızlık ceryanı kaplasa, bugünkü adli prensiplerin memleketi kurtaracağına kanat getiremiyorum. Megerki bölgedeki amme hukuku müdafi olacak arkadaşlar ulusal duyguyu her şeyin üstünde tutmaya azm etmiş şahıslar olmalı”
Tüm bunlar kaynağını, Türk anayasının Kürde ve Kürdistan’a inkar-imha politikasının fermanı niteliğindeki 1,2,3 ve 66. başlıca maddelerinden almaktadır. Dolayısıyla siyasi soykırım operasyonlarını bir hukuk sorunu ve ona karşı mücadeleyi bir hukuk mücadelesi olarak görmek yanlış, yanıltıcıdır. Hiçbir sömürgecinin varlığı, hukuki ve meşru olamaz. Uygulamaları da...
Uzatmadan şunları söylemek mümkündür. Adına gözaltı, tutuklama denilen olay, aslında bir rehin alma, bir esir alma olayıdır. Dolayısıyla tam bir ulusal refleksle, hiçbir Kürt bireyi bunu kabul etmemelidir. Kürt ulusu, bireyi, artık nerede olursa olsun, kendisine yönelik her türlü saldırı karşısında kendisi savunmalı, karşılık ta vermelidir. Türk hukuk sistemi Kürde hayat hakkı tanımıyorsa, Kürt niye onu kabul etsin ki… neden Türk sömürgeci hukuk sistemine hayat hakkı tanısınki? İşte en son Kürt çocuğunun kafasını parçalayan aşağılık özel tim elemanı için verilen mahkeme kararı ortada.
Zaten Kürdistan halkı polisler için, AKP’nin, Fethullahın çeteleri demiyor mu? Çetelere karşı neden kendimizi tüm gücümüz ve imkanlarımızla savunmayalım ki? Bu nedenle Kürtler Batman’da olduğu gibi, tümüyle sömürgeci amaçlarla, Kürt gençlerini, oğullarını-kızlarını Fethullah Gülenin dershanelerine ve özel okuma evlerine yönlendirmek için kapatılmak istenen kurumlarını sahiplenmelidir. Şimdi herkes Batman’da kapatılmak istenen dershanenin önünde toplanmalı. Kapatılmasına izin vermemeli.
Belediyelerin basılmasına, belediye başkanlarının, meclis üyelerinin, siyasetçilerinin, sanatçılarının, gazetecilerinin, avukatlarnın Türkler tarafından rehin alınmasına izin vermemeli. Kurumlarını işgal etmesine müsaade etmemelidir. Savunulamayan kurumlar geliştirilemez, kalıcılaştırılamaz. Bunun için de Kürdistan halkı tam bir ulusal refleksle her türlü sömürgeci saldırı karşısında direnişini yükseltmelidir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Dağılan Osmanlı ve Kürtler
Birinci paylaşım savaşında Osmanlı devletinin müttefikleriyle beraber resmen yenik sayılmasıyla beraber, Osmanlı devletinin paylaşılmasını kabul eden antlaşmayı imzalaması, Kürtler açısından da yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 30 Ekim 1918 Mondros mütarekesiyle Ermeni ve Kürtlerin statülerinin gündeme gelmesi ile beraber Kürt hareketinde de ciddi bir hareketlenme oldu.
1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyetinin İstanbul başta olmak üzere, Kürdistan’da da örgütlenme girişimleriyle beraber Kürt hareketleri, Kürdistan’a kaymaya başlarlar. Osmanlı içinde Bağımsız Kürdistan istemiyle ortaya çıkan Kürt egemenleri hem Osmanlı ilişkilerini sürdürmüş, hem de İngiliz ve Fransızlarla bağlantılarını sürdürmüşlerdir. Ağırlıkta Osmanlı bürokratı olan bu kesimler, her iki ilişkiyi sürdürmeye devam etmişlerdir. Kendilerine özgüven yoksunluğundan dışarıya dayanarak güç olmayı düşünmüşlerdir. Ancak bu dönemde Kürdistan topraklarında büyük bir kısmını içine alacağı varsayılan Ermeni devletinin kurulacağı korkusu, Kürt egemenlerinin ve halkın çoğunluğunun, “Osmanlıyı kurtaracağım” diye ortaya çıkan M. Kemal’i desteklemelerine götürür.
Kaldı ki; Hamidiye alayları gelişen Ermeni milliyetçiliğine karşı, Osmanlı kışkırtıcılığıyla katliam yapmaktan çekinmemişlerdir. Osmanlının son dönemlerinden başlayarak geliştirilen bir ilişkinin devamı olan bu tavır “gâvura karşı Müslüman milletinin birlikteliği olarak geliştirilmiştir.”
“Türk Kürt egemenlerinin bu ittifakına batıda Yunan saldırısıyla Rumlar, doğuda ise Ermenilerin geniş iddiaları eklenince, tek doğru, kurtuluş yolu olduğu açıktır. Ayrılık hele hele bir birine karşıt olmak elde var olanında gerçekten gitmesi olacaktır.” A. Öcalan-AİHM Savunmaları
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Kürt ve Türk birlikteliğinin işlenmesinin temel sebebi başta işgalcilere karşı güç birlikteliğinin gerekliğidir. Anadolu ve Kürdistan da işgallere karşı yerel düzeyde kendiliğinden gelişen direnme hareketlerinin bu kongrenin sonucunda birleştirilmesiyle, tüm cephelerde savunma heyetleri oluşturulmuştur. Bu dönemde Kürt örgütlerinden bir kısmı Sultanla hareket ederken, diğerleri ise ciddi bir etkinlik göstermediler. M. Kemal tarafından oluşturulan Millet Meclisi, Kürt egemenleri tarafından desteklendi.
İstanbul meclisinin dağılmasıyla kaçan parlamenterler ve Anadolu’daki direnişçi grupların temsilcilerinin, Ankara’da oluşturdukları Büyük Millet Meclisi, Anadolu’da bulunan Osmanlı birliklerinin terhisleri durdurularak kendilerine bağlarken, Kürtlerinde desteğiyle Doğu Cephesinde savaş kazanıldı. Maraş, Antep ve Urfa’da halkın kendi örgütlülüğüyle işgal karşısındaki başarısından sonra batıda da Yunanlılara karşı Cephe açıldı. Batıda daha zor geçen direnişte, yerel direnişçi gruplara Kürtlerin desteğiyle başarı sağlandı. Böylece Sevr Antlaşması pratik olarak da işlevsiz bırakıldı.
Kasım 1922’de Lozan da görüşmelere başlandı. Ve aynı yıl Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları, 24 Temmuz 1923’de kabul edilerek antlaşmayla sonuçlandı. Cumhuriyetin ilanından önce yapılan antlaşma da Kürtleri temsilen katılan meclis üyelerinin olmasına rağmen, İsmet İnönü’nün kendisini hem Kürtlerin, hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirmesi sadece bir aldatmaca değildir.
Bunun temelinde yatan o dönem meclisinin hala Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesidir. Böyle tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin, Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmektedir. 1919’da Koçgiri Direniş’inde izlenen yol barışçıl ve uzlaşma içeriklidir. Nitekim öyle de sonuçlanmaktadır. Yine çeşitli süreçlerde yapılan açıklamalar, ağırlıklı Kürtleri tanımaya dönüktür. Amasya Tamimi, Cizre Komutanlığına gönderilen talimatlar, İzmir Basın Açıklamaları hep Kürtlerle, Türklerin nasıl birlikte daha güçlü yaşayacağını dile getirirler. Türk’ün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf olacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti yapılmıştır. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç kenetlenmeyi getiriyordu.
Sevr, Lozan ve Kürdistan
Uluslararası sömürge Kürdistan’ın bugünkü statüsü, 18–26 Nisan 1920 tarihleri arasında tartışmaları sürdürülen, San Remo Konferansı ve bu konferans sonrasında imzalanan antlaşma ile belirlenmeye başlamıştır.
Sevr, 10 Ağustos 1920’lerde bağımsız bir Ermenistan ve Özerk Bir Kürdistan ve küçülmüş bir Türkiye öngörüyordu. Kürtler kendi topraklarının da küçüleceğini düşünerek ve yine Hıristiyanlara karşı Müslümanların yanında yer almanın halifeliğe bağlılığın bir gereği olarak düşünülüyordu.
Sevr Anlaşması, sömürge imparatorluğu Osmanlı’nın toprakları üzerinde, bir Kürdistan (ve Ermenistan) devletinin kurulmasını karara bağlamakta idi. ve tabii ki işgalcilere de epey topraklar bırakılacaktı. Esasta Sevr bir emperyalist oyundur desek çokta yanlış olmaz. Yani ‘Kahraman’ın koyunu sonra çıkar oyunu’ misali. Emperyalist oyunlarının foyalarını, biz 80 yıl sonra Irak’ta göreceğiz. Öyle bir düzenlenmiş ki, her zaman her çağda kavga bitmesin. Çelişkilerin, kavganın olduğu yerde, etkin arabulucular iyi rol oynarlar. Aynen nasıl ki bugün Irak’ta İngilizler, hem Kürtlere, hem Sunilere, hem Şiilere, hem Asurîlere, hem Yezidilere, hem Aşiretlere ve ne kadar azınlık ve dini inanç grupları varsa hepsinin yanında İngilizler var ise, aynen öyle Türkiye’de de olacaktı. Yani sürekli istikrarsızlık ve bunun sonucunda kavga…
Bu antlaşmanın 62, 63 ve 64. maddeleri bağımsız Kürdistan devletinin hangi aşamalardan geçerek kurulacağını saptamaktaydı. Antlaşmanın 62. maddesi, Kürdistan’ı: Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileri de tespit edilecek olan Ermenistan’ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş olan ve Kürtlerin hakim çoğunlukta bulundukları bölgeleri olarak tanımlamakta idi. “Önce İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetlerinin garantörlüğünde otonom bir idari yapı olarak kalacaktır. Geçen bir yıllık müddet içinde bulunan Kürt halkı, yani bu bölgelerde oturan halk çoğunluğu, Türkiye’den ayrılarak tamamen bağımsız olmak ister ve Milletler Cemiyeti’ne başvurursa ve Cemiyet de, bu halkın bağımsızlık isteğini gerçekleştirecek bir kapasitede bulunduğuna kanaat getirir ve bunun yerine getirilmesini tavsiye ederse, Türkiye bunu aynen uygulamayı ve bu bölgedeki tüm haklarından vazgeçmeyi garanti eder.” (Madde:64.) ve antlaşmanın, ilgili bölümü şöyle bitmekte idi: “Kürdistan devletinin bağımsızlığı gerçekleştirildikten sonra bu bağımsız Kürt devletine, Kürdistan’ın bir parçası olan Musul vilayetinde yaşayan Kürtlerin de kendi arzularıyla birleşmeyi istemeleri durumunda, müttefik güçler buna karşı bir itirazda bulunmayacaklardır“ der.
Hiç şüphesiz bağımsız ya da ayrılmış bir Kürdistan’ı düşünen fikirlerde olmuştur. Dış güçlerle ilişkilenme–karakterleri gereği-zaten vardı. Kendine güvensiz, yine tarih boyunca süzülerek gelen dış güçlere yamanma, yaranma, kendi halkına güvensiz yaklaşımlar ve davranışlarda eklenince, başkalarına dayanarak güç olunacağı düşünülebilir. Ancak 1919 da Mahmut Berzenci'nin başına getirilenler göz önüne getirildiğinde –İngilizler Şeyh M. Benzenciyi 20'lerde tutsak alarak Hindistan’a sürmüşlerdi-her zaman dış güçlerin güvenilecek unsurlar olamayacağını gösteriyordu. Yine dış destekli tahrikler ve kışkırtmalar, Kürdistan da Asurîlerin isyanları ve Kürtlere yöneltilmeleri gibi hususlarda dikkate alındığında, Kürtlere gösterilecek kısmi uzlaşmacı yaklaşım, Kürtleri Türklere çekebilirdi. Gerçekleşende bu oldu. Kürtler tarihlerinde üçüncü kez Türklere ellerini uzatarak tarihi tehlikelerle dolu bir badireden geçmelerine yardımcı oluyorlardı. Bu da Lozan antlaşması ile olacaktı.
Neydi Lozan?
“Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. Türkiye’yi temsil eden heyet ve Ankara’da oluşan yönetim kendisini Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı olmadı, yeri olmadı. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti, ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar. Lozan’da Kürtler yok sayıldı
Oluşan devletin üçte birini oluşturan bir toplum olmasına rağmen yer almadı. Yok sayıldı aslında. Hasıraltı edildi. Birbiriyle Kürdistan üzerinde sert mücadele yürüten, anlaşamayan taraflar sonuçta Kürdü yok sayarak, Kürt toplumuna dair herhangi bir şeyi anlaşma metnine koymayarak anlaştılar. Kürt inkârı işte böyle oluştu ve başladı. Daha sonra Kürt aşiret ve dini önderlikleri, ileri gelenleri ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadılar. Buna itiraz ettiler. Kuzey Kürdistan’da ettiler. Güney Kürdistan’da itiraz ettiler. Doğu Kürdistan’da itiraz ettiler.” (Selahattin Erdem)
Nasıl ki 1071 yılında Malazgirt’te Alparslan’a Anadolu yolu açılmış ise ve nasıl ki 1514 yılında Yavuz Sultan Selime doğu yolu açılarak cihan imparatorluğunun yolu açılmışsa, bu kez silinmekle yüz yüze kalan tarihinin en zorlu süreçlerinden belirsizliğe yuvarlanmanın önünü tekrar Kürtler alıyorlar. Bu dayanışma ve ortaklık, TBMM’nin oluşumuna kadar gider. Meclis Kürt ve Türklerin meclisidir. 24 Temmuz 1923’te, yeni Türk Cumhuriyeti ile imzalanan bir antlaşmayla bugünkü üniter-ulusal devletin temelleri atılmıştır.
M. Kemal 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit'te, gazetecilerle yaptığı bir söyleşide şunları söylemektedir: “…Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da (Kürtleri de) birlikte ifade etmek gerekir. İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Türklerin, hem de Kürtlerin yetkili vekillerinden (milletvekillerinden) oluşur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve geleceklerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz..." demektedir (Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge)
Türk tarafının dağıtılma, bölünme fobisi ve özelde Musul-Kerkük'te İngilizlerin girişimleri dikkate değerdir. Kürtlerin saltanat ve hilafet yanlısı çıkışları ve cumhuriyetle çok sıcak yaklaşmamaları, devletin yereldeki otoriteleri daraltma girişimleri, dış kaynaklı tahriklerle desteklenince, birliktelik gerilemeye başlamıştır. Kürtlerde yeterince süreci sezecek ve ona uygun çözüm geliştirerek öncülüğün, liderliğin bulunmaması, Türklerde gelişkin olunan Türkist yaklaşımlarla birleşince, Türk ve Kürtlerin bağlarının kopmasına gidilmiştir. Giderek hilafetin kaldırılması, Kürt dilinin resmi dil olarak kabul edilmemesi, daha önce tanınan hakların verilmemesi derken Kürtlerin büyük tehlike olarak görülmesi gelişecek yirminci yüzyıl direnişlerin kapısını sonuna kadar açmıştır.
------------
1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni bir örgüt 8. Kolordu bölgesinde kurulur. “Azadi” adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini, eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusundaki bazı Kürdistanlı subaylar oluşturmaktaydı. Kuruluş gerekçesi geçmişte verilen vaatlerin yerine getirilmemesiydi. Özelde Lozanla başlayan inkar büyük rahatsızlık yaratıyordu.
Azadi Cemiyeti’nin liderleri Cibran Aşireti ağalarından Halit Bey ile Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Beydi. Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye Ordusu için kurduğu aşiret mekteplerine devam etmişti. Bu yüzden aşiret liderlerinin çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı. Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi. Ankara Meclisine Bitlis milletvekili olarak seçilmişti. Rahat hareket etme imkânı bu pozisyonundan dolayı mevcuttu. Cibranlı Halit Bey, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu.
Şeyh Said Direnişi:
Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı, Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti.
Şeyh Said İsyanı diye bilinen direniş bir isyan ya da ayaklanma olmayıp tümden bir direniştir. Şeyhin bulunduğu köye Şubat 1925 yılında gelen TC askerleri bilinçli olarak Azadi öncülüğünde geliştirilen örgütlemeyi provake ederek erken doğum yaptırmak istemişlerdir. Bu provakasyon öncesi zaten Cibranlı Xalit ile Yusuf Ziya Paşa tutuklanmışlardır. Özcesi gelişebilecek bir direnişin öncülüğü zaten içeri atılmıştır. Geriye kalan ise Kürdistan’ı tümden kendi kültürel yayılma alanı haline getirmek için sahte bir isyan patlatarak henüz örgütlenmemiş yapıyı ezmektir. Bastırmaktır. Nitekim yaşanan da bu olacaktır. Elbette alçakça tertiplenmiş bir provakasyona Şeyh Sait öncülüğünde bir cevap verilecektir. Ancak dediğimiz gibi ciddi bir hazırlık yapılmadan içerisine girilen eylem ters tepecek ve Kürdistan’da gelişecek olan katliamların önü açılacaktır. Türkiye’de İzmir Suikastı olayıyla muhalefet ve muhalif olabilecekler susturulurken Kürdistan’da Şeyh Sait olayıyla ile birlikte tümden yeniden bir işgal hareketi başlatılacaktır. Kürtler bu yeniden işgale karşı gösterdikleri direnç sadece ve sadece meşru olan direniş olmuştur. Öyle kimilerinin söylediği gibi devlete karşı ayaklandılar, devleti bölmek istediler, parçalamak istediler gibi tüm sözler ve söylemler büyük safsatalardır.
Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra 1926 yılında on iki Dersim Aşiret Reisi’nin idamı Hozat’ta direnişe neden olmuştur. Aynı yıl Sason’da bulunan Şeyh Said Direnişine katılmış olup hala direniş halinde bulunan Musa Bey ve aşiretine yönelik geliştirilen askeri hareket başarı sağlayamamıştır. Kürdistan’ın birçok yerinde halen devletle çatışan gruplar dağlarda varlıklarını sürdürmekteydiler. Bu döneme kadar bastırma, imha ve sürgün politikaları ağırlıklı olarak uygulanırken, diğer bir taraftan ise “yatıştırma, kazanma, yumuşatma” politikaları devreye konulmuştu.
Özelde Dersim aşiretlerine bu politika denge unsuru olarak ele alınırken, Bektaşi liderlerinin Dersim’e ziyaretleri de eksilmiyordu. Diğer taraftan ise aşiretleri birbirlerine karşı örgütleme yoluna gidilmiştir. Bu arada bir milyona yakın Kürt sürgüne tabi tutulmuştur. Siyaseten ve ruhen çok yönlü Kürdün doku yapısı tanındığı için, aşiret ve özelde de reislerini “şeker politikasıyla” kazanma tüm hızıyla sürmüştür. Kürdistan’a özgü sıkıyönetim diye de tabir edeceğimiz genel müfettişliklerle, idari yapı sürdürülmeye çalışılıyordu. Ancak bir durulma, rahatlama, sakinleşme görülmüyordu. 1927 yılında çıkarılan af yasası ile Şeyh Said İsyanı’na katılanlar af edilirken, Kürdistan’ın birçok yerinde göreceli bir serbestlik, rahatlama yaşanmıştır.
Devlet Takriri Sükûn gibi kanunları çokta gündemleştirmeden sessizce ve derinden uygularken, kimi aşiret ve reislere yerel haklar tanımış, devlete bağlılığı kanıtlanmış olan aşiret, reis ve ağaların Kürdistan’a dönmelerine izin vermiştir. İzlenen bir nevi Abdülhamit politikasıdır. Hep bir şekliyle devlete bağlı tutulmalarıdır. Ayrıca güçsüzleşen ve iradesi kırılan Kürt egemenlerini kullanma politikasıdır.
İsyan dedikleri olaylar:
Şeyh Sait direnişi ardından 9-12 Ağustos 1925 İsyana hazırlandığı gerekçesiyle Sinkan, Reşkotan ve Bukran aşiretlerine karşı tedip yani terbiye etme hareketi başlatılır. Bu harekette TC aşiretler arası çelişkileri de kullanarak kimi aşireti öncü birlik olarak kullanılacaktır.
Türk ordusu, 1925 ile 1937 arasında Sason’a dört kez saldırı düzenler. Hedef halkta bulunan silahları toplamaktır. Halktan 430 kişi öldürülür. Düşmanın saldırısına uğrayan bölge yakılıp yıkılır.
O dönemin Diyarbakır Valisi Ali Cemal’in: "Yalnız Çemişgezek’in 22 km. Kuzeydoğusunda Kozluca'da yerleşik Kör Seyit Han (Koçuşağı aşiretinden) şakiliği sanat edinmiş alışkanlığıyla, Koçgiri hadisesinin mahkûm ve sanıklarından bazılarını yanına toplayarak Çemişgezek, Arapgir, Kemah, Kemaliye taraflarına saldırılarda bulunmaktadır. Silahlarını teslim edeceğini ve itaat edeceklerini sanmıyorum. Çemişgezek’teki alay ve süvarilerle yok edilmeleri mümkündür ve çok iyi olacaktır. Böyle bir hareket ötekiler üzerinde tesirli olacaktır" diyecek ve kısa sürede saldırı başlatılacaktır. Havadan ve karadan yapılan saldırılarla her taraf tarumar edilecektir. Şiddetli saldırının altında yatan hedef devletin ne kadar güçlü olduğunu göstermektir. Halk tabiriyle gözdağı verilmek istenmiştir. Yıl 1926’dır.
1927 yılında bu kez hedef Mutki’dir. Bitlis Valiliği, toplam 8 aşirete mensup 35 köyde yaşayan halkın hem silahlarının toplatılması, hem de başka bölgelere sürgün edilmesini emretmesi üzerine harekât başlar. Halkta buna karşı çıkarak direnen ve böylece Mutki olayları başlar. Ordu 26 Mayıs 1927'de direniş bölgesini kuşatır. Direnişi Şeyh Evdirehmanê Mala Eliyê Ûnis ve Zorikli Selim gibi isimler önderlik eder. Direniş önderlerinin katledilmesi sonrasında, direniş bastırılır. Neredeyse tüm Kürt direnişlerinde bir kene gibi Kürt halkının boğazına yapışan ihanet burada da katmerli bir şekilde yaşanır.
Kürt tarihinde isimler hep değişse de, değişmeyen ihanetin ismi bu kez Cemile Çeto’dur. TC devletinin yanına geçerek adeta dağ dağ Mutki’de direnişçilere karşı düşmanın yanında hatta önünde öncülük temelinde yer alan bu ihanetçiye daha doğrusu haine Evdirehmanê Mala Eliyê Ûnis “Ger em taştê bin, tu yê firavîn bî.” Yani “eğer biz kahvaltı olursak sende öğlen yemeğe olursun” diyerek, TC’nin karakterini söylemeye, anlatmaya çalışır ancak Cemile Çeto TC’nin yanında yer alarak direnişi bastırır.
İsyan bastırıldıktan sonra Cemile Çeto da idam edilir. Ve idam edilirken “beni yedi köyün arasına gömün, mezarıma Cemile kere keto diye yazın” ( yani eşekten düşmüş-doğmuş anlamında ) diyecektir.
1927 yılında Şeyh Sait direnişin en etkin olduğu yerlere yeniden bir ders verilmek istenir. Bu saldırıya karşı geliştirilen direnişe Bicar direnişi denilir. Yıl Kasım 1927’dir. Dağ dağ, tepe tepe, dere dere, taş taş her yer aranır. Yıllar sonra Dersim’de geliştirilecek olan Sel Hareketine benzeyen bu harekât, yaklaşık 300 köyün yakılmasıyla sonuçlanacaktır. Binlerce insan katledilecektir. “Siz misiniz bu direnişi geliştiren” diyerek yapılanlar, tam bir intikam girişimidir.
Tendürek Harekâtı 1929 da TC devleti tarafından başlatılır. Tam da TC’ye yaraşan bir harekâttır bu. Şeyh Abdulkadir ve aşiretine karşı 14 Eylül günü saldırı başlatılır. Şeyh Tendürek’te üslendiği için hızla İran’a geçer. Böylece saldırı boşa çıkar. Ancak TC ordusu aşiretin arkalarında bırakmak zorunda kaldıkları eşya ve hayvanlara ele koyacaklardır.
Savur Harekâtı Mardin’e bağlı Savur alanına TC askeri güçleri her taraftan saldırarak onlarca köy yakarlar. Yakıp yıkmalar ardından geri çekilirler. Yıl 1930’dur.
Benzer bir harekât Oramar’a 1930 yılında yapılır.
Aynı yıl Pülümür alanına da bir saldırı yapılır. Fevzi Çakmak’ın yaptığı izlenimler sonucu Erzincan’a bir saldırı başlatılır. İzlenimlerine göre Kürtler, Erzincan’da nüfus üstünlüklerini kullanarak etrafta bulunan Türkleri, Aleviliğin verdiği avantajlarla Kürtleştirmeye çalışırlar. Eğer önü alınmazsa, müdahale yapılmazsa gelecek açısından vahim sonuçlar yaratacağını dile getiren Fevzi Çakmak’ın raporu ardından, Erzincan’a bir saldırı başlatılır. Yüzlerce köy yakılıp yıkılacaktır.
Adım adım Dersim’de gelişeceklerin ayak sesleri gelmektedir. Ne yazık ki bu ayak sesleri duyulmayacak ve Dersim için yeterince tedbir geliştirilmeyecektir. Ve sıra bu kez Zilan’a gelir. Yıl yine 1930’dur. Ve Kürdistan’ın en büyük katliamının yaşanacağa Zilan… Zilan’a saldırı yapılacak Kürtler gerilla tarzıyla direneceklerdir. Bu kez İranlarla anlaşarak Kürtler büyük bir katliamdan geçirileceklerdir. Türkler bu direnişe Ağrı isyanı diyeceklerdir. Hem de sözde on binlerce Kürt’ün katıldığı Ağrı direnişi diye. Hâlbuki Nuri İhsan Paşa “bırakın on bini keşke 500 savaşçım olsaydı” diye hayıflanarak hatıralarında dile getiriyor bu çarpıtmayı.
Evet, direnişler bastırılmıştır. Ağrı direnişinin bastırılması ardından her zaman olduğu gibi her direniş sonrası gelişecek olan soykırım girişimleridir. O Dönemin Adliye bakanı; "dost düşman bilmeli ki, bu memleketin efendisi Türklerdir! Türkiye içerisinde yaşayıp damarlarında temiz Türk kanı olmayanların bir tek hakkı vardır; uşaklık ve esirlik!" diyecektir. 1400 Kürt ailesi sürgün edilir, çoğu sürgün yolunda katledilir. Ve Kürtlere tarihin en vahşi katliamlarından biri olan Zilan katliamına başlanır. Tendürek'ten başlayarak Çaldıran’a uzanan vadi-geniş bir vadidir, onlarca yerleşim merkezi bulunuyor-boydan boya kana boğulur. Tendürek'ten gelerek aşağıdan da Çaldıran’dan vadiye girerek tek bir canlı bırakılmaz. Kimi yazara göre 45 bin Kürt katledilecektir. Yıllar sonra Zilan vadisinde halen mağaralarda, kayalarda insan kemiklerine rastlanılması vahşetin düzeyini gözler önüne sermektedir.
TC devleti Şeyh Said öncülüğünde gelişen direnişi bastırınca, zafer edasıyla Kürdistan’ın her yerine dönük bir saldırı planı başlatmıştır. Bu saldırının ilk hedefi, sindirmek için ne gerekiyorsa onu yapmaktı. Bunun için ilk elden soykırıma başladılar. Direniş liderini, liderlik potansiyeli taşıyabilecekleri ipe götürürken, kentleri ve kırsalı topa tutmuşlardır. On binlerce Kürt insanını direniş sonrası çıkarılan Mecburi İskân Yasasına dayanarak Kürdistan'dan sürgün etmiştir. Türkleştirme planlarına yoğunca girişmiştir. İttihat Terakki döneminde, dile getirilen Türkleştirme projelerine hız verilerek, Kürdistan coğrafyasına da Kürt olmayan binlerce Türk ya da göçmen özenle seçilerek yerleştirilmiştir. Kürdistan bu yıllarda özel uygulamalarla baskı ve zorla yürütülecektir. Takrir-i Sükûn Kanunu, İstiklal Mahkemeleri, özel oluşturulan Umumi Müfettişlikler, Kürdistan için devletin korkutarak eritme kurumlarıdır.
Devletin bu faşizan saldırılarına karşı, Kürdistan’ın birçok yerinde direniş gelişti. Küçük çaplı olanından, kapsamlı olanına kadar onlarca direniş yaşandı. Var olan tabloya karşı Kürtlerin yapacakları başka bir şeyleri de yoktu. Ya teslim olacaklar-ki bu onursuzluk olacak, ya da direnecekler bu da sonu belli olmayan yenilgiler olacaktı. Tipik bir Kürt Kapanı…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toplumumuzda Duygu Sömürüsü bolca kullanılan bir deyimdir. Anlamı bir insanın ya da toplumun duygu dünyasını, iyi niyetini, hassasiyetlerini, duyarlılıklarını güzel sözlerle, vaatlerle, övgülerle, kandırmalarla suiistimal etme olayıdır. Bunun içindir ki toplumumuz toplumlarımız duygu sömürüsüne karşı genelde tepki gösterir. Bir kandırmanın, kandırılmışlığın söz konusu olduğunu bildiği için, karşı refleks de gösterir.
Egemenler bizlerin bu duygu dünyasını bilirler. Ne de olsa onların en önemli görevleri ya da kendilerine biçtikleri bu misyon bizi gütme üzerine kuruludur. Onlar ne de olsa egemendiler. Onlar bu dünyayı yürütmek için gelmişlerdir. Bu onlara “tanrı buyruğu” ve “bahşedilişidir.”
Egemenler toplumları yönlendirebilmek için birçok yol yöntem denerler. Ne de olsa onlar tarihi yazanlar olarak insanlığın özgür bir duruştan nasıl bir köle statüsüne çevrildiğinin hikâyesini iyi bilirler. Bilmenin de ötesinde bu durumu yaratanlar olarak buna dönük özel çalışma yürütür hatta eğitilirler. Bunun içindir ki hangi toplum nasıl yönlendirilir, hangi insan hangi refleksi verir, neyi kabul eder, neyi kabul etmez, kabul etmezse hangi kabul ettirici yol yöntemlere ihtiyaç duyulur tüm bunları bir bir bilirler. Sözün yetmediği yerde şiddet, şiddetin yetmediği yerde maddiyat, maddiyatın yetmediği yerde, komplo, komplonun yetmediği yerde ise yanına çekme derken bir yolunu bulmak bunların temel görevlerindendir.
Evet, egemenler bu dünyayı yönetmek için görevlendirildikleri için özel eğitilirler. Ancak buna rağmen yönetilenler her zamanda bu özel eğitilmiş olan egemenlere göre hareket etmezler. Ara sıra onların sinir uçlarına dokunarak asaplarını bile bozabilirler. Nitekim dünya tarihi böylesine binlerce örnekle doludur. Ne de olsa insan sosyolojisi egemenlerin aldıkları eğitimlere benzemeyecek kadar renkli bir sahayı ifade ediyor. İnsan ruh dünyası öyle renklidir ki kendine has çizgiler içerir. Bunun içindir ki her zaman egemenlerin istediği gibi bir seyir izlemez.
Türkiye’de 9 yıldır iş başına getirilen yeni yetme Rus Mafya tipi karakterli olan Yeşil Türki Faşistler insan karakterinin bu yönünü iyi etüt etmişlerdir. Özelde de sömürülmüş, ezilmiş olan insanların ruh dünyasını iyi bilince çıkarmışlardır. Yani sadece egemenlerde aldıklarıyla yetinmiyorlar. Daha ileriye giderek insanın tüm inceliklerini bilince çıkararak insanla ilişkileniyorlar. İnsanın ruh dünyasını bilerek ilişkileniyorlar. Özelde de umudu yıkılmış, bitirilmiş, Aziz Nesin’in deyimiyle aptallaştırılmış bir toplumun tüm ruhsal genetiğini DNA’larını ilmik ilmik çözerek ilişkileniyorlar.
Böyle umudu yıkılmış, bitirilmiş, aptallaştırılmış, milliyetçiliğin şerbetinde boğulmuş olan insanları yönlendirmen en iyi yolu olarak insanlara gelecek vaat etmek, umut yaratmak, umut vermek, ne kadar başarılı olduklarının hissiyatını yaratmak, onların ne kadar seçkin ve farklı olduklarını hissettirmek gibi oldukça insan duygularını okşayan sözlerle, yer yer hareketlerle, yaklaşımlarla insanları yönetmeyi kendilerine meslek seçmişlerdir.
İnsanlara umut vermek, umut yaratmak, ne kadar önemli olduklarının hissini vermek elbette değerli bir şeydir. Hele hele “bizde bir şeyiz” duygusunu insanlara hatta tüm insanlara aşılamak oldukça önemli bir motivasyon ve kişilik yaratma yöntemidir. Ne var ki Yeşil Türki Faşistler bu duyguyu sadece ve sadece söz ile dile getiriyorlar. Hep umutlar yağdırıyor, umut yaratıyorlar. Hep güzel sözlerle insanları idare etmeyi esas alıyorlar.
Öyle ki insanlar açlık içerisinde boğuşurken dünyanın en hızlı gelişen ekonomisine sahip olduklarını onlara söyleyerek onlarda bir duygu kabarmasına yol açabiliyorlar.
Öyle ki insanlar diz boyu adaletsizlikler yaşanırken adaletli olmanın erdemlerinde söz ediyorlar.
Öyle ki bir avuç yandaşın cebini şişirirlerken işçilerin emekçilerin ne kadar yanında olduklarını söylüyorlar.
Öyle ki Dersim katliamından söz açıyorlar ancak dönemin katliamcılarından daha fazla katliam gerçekleştiriyorlar.
Öyle ki cennet anaların ayakların altındadır diyorlar ancak anaları günlük olarak polislerin coplarıyla linç ediyorlar.
Öyle ki analar ağlamasın sözlerini ağızlarından eksik etmezlerken her gün Kürdistan evlerine cenazeler göndererek anaların gözyaşlarını sel haline getiriyorlar.
Öyle ki Kürtlerin tüm haklarını vereceklerini çünkü bu onların hakları olduğunu söylüyorlar ancak entegre konseptlerle Kürt katliamını ve inkârı sistematik olarak yürütmeyi alenen uyguluyorlar.
Ve tabii ki bir de biz kardeşiz, aynı topraklardanız, kader ortaklarız diye söylüyorlar ama köklerini kurut fetvalarıyla da Kürtlerin köklerini kurutmak için her gün yeni Ali Cengiz oyunları sergilemekten geri durmuyorlar.
Evet, insanların duygularını güzel sözlerle okşayarak, sırtlarını sıvazlayarak, sömürerek insanları uygulanan faşizme karşı duyarsız kılmayı bir özel savaş politikası olarak günlük olarak uyguluyor ve maalesef kendilerince sonuçta alıyorlar.
Bunun için Yeşil Türki Faşistlerin bu insan duygularını suiistimal eden, sömüren, emen, manipüle eden kirli politikalarına karşı çıkmalı ve her sözün pratikte karşılığı nedir gerçekliğine bakarak sözlerin sadece duygu sömürüsü için kullanılan sözler olup olmadığına bakarak tavır alınmalıdır. Bunun en iyi yolu ise söz ile eylem birliğine bakmalıdır. Söz eğer eyleme geçmiyorsa orada mutlaka ama mutlaka -eğer bir çapsızlık yok ise -kesinlikle insanın duygularıyla oynama vardır. Onurlu olmanın bir yolu ise kesinlikle duygularımızla oynamaya izin vermemekten geçiyor. Bu bilinçle Yeşil Türki Faşistlerin duygu sömürüsüne karşı güçlü duralım.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Seçenek ya da seçeneği: “Seçme durumunda, birinin yerine seçebilecek bir başka yol, yöntem, tutum, alternatif” diye tanımlamak yanlış olmayacaktır herhalde.
Özgürlük gerillaları olarak yaklaşık 30 yıldır kesintisiz silahlı bir mücadele yürütüyoruz. Bunun öncesi de var. özgürlük hareketi olarak yaklaşık kırk yıldır zulüm kalesi ve cephesine karşı direniş seferberliğini ilan etmişiz. Günahıyla sevabıyla özgürlük hareketi olarak halkımızla bir yerlere kadar geldik. Sıfırın altında olan bir gerçeklikten var olan, kabul edilen, tartışılan, siyaset konusu yapılan bir gerçeklik olmak öyle sanıldığı gibi bedelsiz olmamıştır. Kürt halkının bugünkü direniş gerçeğini ortaya çıkarmak için yaklaşık 20.000 gerilla şehit ve yaklaşık bir o kadar da halkımızın en değerli varlıklarından faili meçhullerle yitirdiklerimiz oldu. Yakılan köylerden, milyonlarca sürgünden söz bile açmıyoruz. Çekilen acılar, işkencelerin hepsini de bir kenara bırakarak diyoruz ki bu halk bugünkü gerçekliği ortaya çıkarmak için büyük bedellerle çok büyük direnişler göstermiştir.
Söylenmek istenen bu halkın çok büyük, ağır ve paha biçilmez değerler ödeyerek özgürlüğe yakınlaştığıdır. Bunun içindir ki 1993 yılından bu yana tam 8 kez irili ufaklı ateşkesler ilan ederek barışçıl yollarla sorunu bu hareket çözmeye çalıştı. Ancak her barış girişimi ve talebi sanki bilinçli olarak özenle sabote edildi. Bizden kaynaklı olanlara karşı nasıl yöneldiğimiz ortadadır. Ancak devlet tarafından sabote edilen hiçbir ateşkes girişimimiz yaptırıma tabii tutulmadığı gibi her yeni gelen kurmay başkanı adeta ağzında çıkanı kulağı duymazcasına çaylakça konuşmuş ve sonuçta barış siyasetin önü giderek tıkanmıştır.
Son yıllarda özelde de 2009 yılından bu yana da yeni bir plan devrededir. Kürtler olarak girdiğimiz üç seçimi kesinlikle büyük zaferlerle kazandık. İstedikleri gibi kamufle etsinler. Gerçekler çıplak olmayı sever derler. Gerçeklerin üstü istenildiği kadar örtülsün, saklansın, manipüle edilsin ancak gerçek o dur ki bu süreçte girilen üç seçimde de Kürtler kazanmışlardır. Üç seçimde referandum maiyetinde olmuştur. Ve bu referandumları Kürtler kazanmıştır.
Ne var ki faşist rejim daha doğrusu Yeşil Türkî Faşistler alem kulem ederek ne kadar başarılı olduklarını herkese söylemeye çalışıyorlar. Ve öyle görülüyor ki bu yalan furyasını daha fazla da sürdüreceklerdir. Kendi yalanları onların olsun. Ancak halkımız yaptıklarını iyi biliyor. Az bir şey vicdan sahibi olanlarda olup biteni biliyor.
2011 yılı Yeşil Türkî Faşistlerin artık yalanlarının dikkate alınmadığı bir yıl olmuştur. 2011 yılı artık safların keskinleştiği bir yıl olmuştur. kendi cephemizde TC yeşil Türki faşistlerin günlük oyunlarına artık son diyerek özelde de barış çabalarımızı, tek taraflı ateşkes girişimlerimizi, o seçim bu seçim diyerek her yeni süreçte yeni oyunlarla bekletme politikalarına bir son vermek için yeni bir direniş hamlesini başlattık.
Öyle kiminin söylediği gibi bu direniş durduk yerde geliştirilmemiştir. Tam gaz inkar ve imha devredeyken, önderliğimize, halkımıza ve de gerillamıza inanılmaz ölçüde saldırı konseptleri devredeyken direnişsiz kalmak tek kelimeyle alçaklık olacaktı. Tek kelimeyle onursuzluk olacaktı. Tek kelimeyle kendinden uzaklaşmak olacaktı. Evet, böyle olmamak için bu faşizme karşı direniş içerisine girilmiştir. Ama öyle görülüyor ki TC’nin yeni yetme Rus Mafyaları gibi sonrada görme Yeşil Türkî Faşistleri bizim sürekli barışı dile getirmemizi, kardeşlikten söz etmemizi, birlikte yaşamakta ısrar eden sözlerimizi bizim TC’ye hem de giderek faşistleşen ve beyaz Türkçülükten farkı kalmayan Yeşil Türkîlere muhtaçmışız gibi bir mana çıkarmaya başladılar. Öyle görülüyor ki halinasyonları gören bu Yeşil Türkî Faşistler bizim başka seçeneklerimizin olmadığını düşünmeye başladılar. Bizim sonuna kadar sadece ve sadece birlikte yaşamak için onlara taviz vereceğimizi düşünmeye ve bu saplantıyı köklü yaşamaya başladılar.
Şunu açıkça belirtelim: son bir seçeneğe doğru hızla gidiyoruz. Bugüne kadar çokta düşünmediğimiz özelde de 1993 yılından bu yana düşünmediğimiz bir yola doğru gidiyoruz. Ve bu yola girmemiz için teşvik eden çok fazla güç bulunuyor. Uluslar arası konjonktür de buna son derece elverişlidir. Giderek “Haçlıların” Ortadoğu’da Truva atı olmaya doğru tam gaz ilerleyen Yeşil Türkî Faşistlerin lideri Erdoğan dediğimiz gibi bize Ortadoğu’da geçmişte Salladdin Eyübi’nin bu “Haçlılara” karşı geliştirdiği büyük ve kutsal direnişe doğru götürüyor.
Evet, çok köklü ve radikal kararlar almaya doğru gidiyoruz. Faşizm bu kadar pervasızca üzerimize gelmişken artık uzun yıllardır düşünmediğimiz, aklımıza çokta getirmediğimiz, bu son seçeneğin olmaması için başta gerillamız olmak üzere tüm halkımıza büyük sabır aşılamanın sonuna doğru da geliyoruz. Gerillamızın önünü açmaya, halkımızın derinden yaşadığı ve hissettiği asıl istemlerine tam cevap olabilmek için radikal ve kökten seçenekleri tartışmaya yavaş yavaş başlıyoruz.
Yarın tarih sayfaları çevirilerken hiç kimse ama hiç kimse başka seçenekler varken, daha az kan akıtılmanın yolu varken bu kadar sert bir yola girilmiş olmanın hesabını bizden soramaz. Soramaz çünkü özgürlük hareketi olarak dünyanın hiçbir yerinde gösterilmeyen hoşgörü, duyarlılık, mütevazilik ve makul çözüm yaklaşımlarını gösterdik. Çokça dillendirdikleri Bask modeli için bile onlara tanınan haklarının sadece bir kısmını halkımıza tanısınalar silahları devrede çıkaralım sözünü bile sarf ettik. Öyle ki anayasaya anayasal vatandaşlık eklensin kelimelerini bile yeterli gördük. Hatta en son şiddetle değil barışçıl yollarla sorunu çözeceğiz sözü sarf edilsin silahları durdururuz sözünü bile verdik. Özcesi bu kadar makul önerilerinin hepsini sunduk. Bunların belki de daha da ilerisini de sunduk. Ancak dediğimiz gibi TC devletine özelde de onun Yeşil Türkilerine çok fazladan çözümü geliştirmeleri için fırsatlar sunduk. Altın tepsinden imkanlar sunduk. Ancak nafile. Yeşil Türkî Faşistler bu şansı değerlendirmeyerek topyekûn kökümüzü kurutmanın fetvalarını vermeyle kendi kararlarını vererek bizim başka seçeneklere başvurmamızın da yoluna girmemize zorladılar.
Evet, yeni tarihi bir sürece doğru gidiyoruz. Bunun sorumlusunun bizim olmadığımız kesindir. Tarihte elbette bunu böyle yazacaktır.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Maraş katliamının üzerinden 33 yıl geçti, 34. yılına giriyoruz. Bilindiği gibi Kürdistan’da sömürgeci Türk devleti tarafından yapılan büyük katliamlardan birisi de Maraş katliamıdır. Katliamın yıldönümü vesilesiyle bir kez daha katliamda yaşamını kaybeden insanları anıyoruz. Büyük ve ısrarlı bir mücadele ile Kürdistan’da meydana gelen katliamlara son vereceğimizin sözünü veriyoruz. Hareket olarak bu konuda kararlıyız. Kürdistan artık sahipsiz değildir.
Bir Kürt genci olan Fırat İzgi arkadaş Önderlik üzerinde acımasız bir tecride karşı, yine Kürdistan üzerinde siyasi, askeri, toplumsal anlamda yürütülen soykırıma karşı bir cevap oldu. Bir Kürt genci, bir Kürt kahramanı, küçük bir general olarak büyük bir cesaretle, fedai bir ruhla kendini Kürdistan halkı için feda etti. Önder APO’ya bağlılığını, Kürdistan toprağına bağlılığını, Kürdistan’ın özgürlüğüne olan inancını bu eylemi ile gerçekleştirdi. Bu eylem bir çağrıdır, bir çığlıktır. Duyarsız, istenen düzeyde mücadele etmeyen, değerlerine sahip çıkmayan kesimlere ve bizim için bir çığlıktır, çağrıdır. Bu münasebetle bu kahramanca eylemin sahibi olan Fırat İzgi arkadaşın önünde saygı ile eğiliyorum ve şehitlere karşı sözümü yineliyorum.
Tabi ki bu her iki olay birbirinden bağımsız değildir. Kürdistan’da sömürgeci Türk siyaseti hangi esaslar üzerinden oldu, hangi esaslar üzerinde kuruldu? Sömürgeci Türk siyasetinin oluşturulma sebebi bir tane dahi Kürt bırakmamak içindi. Fiziki olarak bitirdiklerini bitirecek, soykırım yapacak Dersim, Ağrı, Palu, Genç, Zilan, Sason gibi katledecek, diğer yandan dilini, kültürünü bitirerek Kürtleri asimile edip bitirecekti. Bu bir insanlık suçudur? Birleşmiş milletler yasalarına göre soykırım ve katliamlar birer insanlık suçudur. Ama Türk sömürgeciliği bunun üzerine kuruldu ve hâlâ da bunu devam ettiriyor. Maraş katliamı üzerinde derince durulmalı ve derin bir anlam verilmeli. Bazıları yüzeysel bir şekilde “mezhep kavgasıdır” diyordu, “Alevi ve Sünniler arasında bir tartışmaydı ve böyle sonuçlandı” diyorlardı. Ya da bir provokasyondu olarak değerlendirildi. Hâlâ da böyle değerlendirenler var. Bu olay olduğu zaman ben Adıyaman’a bağlı……ilçesinde öğretmen okulunda okuyordum. Ailesi Maraş’ta olan birçok arkadaşım vardı. O süreç yanımıza gidip geliyorlardı ve bize söyledikleri bazı şeyler vardı. O süreçten kalan ve şu anda mücadelemiz içinde yaşayan arkadaşlarımız da var. Maraş katliamı olduğunda bu katliam içinde mücadele yürüten arkadaşlar var, şehit düşen arkadaşlar var. Bu olay hakkında dergilerde, gazetelerde konuşmalar çıktı. Sonradan mahkemeler oldu. Yayımlanmayan raporlar ortaya çıktı. Bir şey ortaya çıkıyor burada; Maraş’ta yapılan katliam ne sıradan bir provokasyon, ne de iki mezhep arasında bir çatışmaydı. Bu bir siyasetti, Kürdistan toprakları üzerinde Kürtleri fiziki olarak katliamlarla bitirip, göç ettirmek ve bu temelde bir boşluk yaratıp çıkan boşluğu Türklerle doldurmak, azınlıklarla doldurmak Kürdistan’ı Türkleşme için bir saha yapmaktı. Eğer bu şekilde anlaşılmazsa, genel toplum, Kürtler, Alevi halkımız bu şekilde anlamazsa bu eksik kalır. Bu eksiklik de mücadelede zayıflığa yol açacaktır.
Maraş katliamı Kürdistan’da meydana gelen katliam zincirinin bir parçasıdır. Yapıldığı süreç ilginçtir. Kürdistan işgal edildikten sonra birçok katliam yapıldı, birçok sürgün oldu. Kürt sayısı ile oynandı, Kürt nüfusu azaltıldı, bunun yanında okullarda asimilasyon gerçekleştirildi, Kürt kültürü üzerinde baskı oluşturuldu. Kürdistan işgal edildi ve direnecek kimse bırakılmadı. Bu ne zamana kadar böyle devam etti? 70’lere kadar bu böyle devam etti. 73’ten sonra Önder APO öncülüğünde PKK hareketi çıktı. Türk sömürgeciliğinin “buralar artık Kürdistan değil” dediği, “Fırat’ın batı yakası” dediği yerler yani Maraş, Adıyaman, Antep, Kilis gibi yerler sömürgecilik tarafından Kürtlükten uzaklaştırılan, zafer kazanılan yerler olarak görülüyordu. PKK de özgür yaşamın ilk tohumlarını, özgür yaşam kararını buralarda aldı. Haki Karer ve Kemal Pir başta olmak üzere birçok PKK öncüsü çalışmalarını Antep, Adıyaman ve Maraş’ta yürüttüler. Buralardan ciddi bir katılım oldu. Maraş’ta özellikle de Pazarcık’ta ve diğer yerlerde yüzlerce PKK şehidi var. Bese Anuş, Battal Ersen, Abbas …. Gibi şahsiyetler var, aynı zamanda Antep’de öyleydi. Sömürgecilik baktı ki buralarda Kürt halkı uyanıyor, o yüzden Türk sömürgeciliği Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinden koparmak istedi. Bunlar Türk devleti belgelerinde var, bizzat Türk generalleri buna el atmış “Kürtlüğü ve Aleviliği birbirinde koparmalıyız” demişlerdi. Bu temelde buralarda böyle bir siyaset yapmak istediler. Önemli olan ise özgürlük hareketi buralarda gelişti ve buralarda en çok katılım sağlayanlar da Alevi gençlerdi. Bu bölgenin birçok şehidi var. Mücadele yükseldi, gelişti, güçlendi, halk uyandı, bir örgütlenme gelişti, bir irade ortaya çıktı ve PKK’nin ilanı mücadelede büyük bir adım oldu. 27 Kasım’da PKK ilan edildi, 24 Aralık’ta ise bu katliam gerçekleşti. 18’inde, 19’unda başladı, 24’ünde ise bitti. O yüzden 24 Aralık Maraş katliamı olarak adlandırıldı. Bu PKK’nin kuruluşuna, Alevi halkımızın uyanışına, özellikle de Güney Batı Kürdistan’a karşı bir cevaptı. Uyanan, mücadeleye katılan halkımızı korkutmak istediler, yine öldürdüklerini öldürüp geri kalanını da korkutup, mücadeleyi boşa çıkarmak istediler. Maraş bölgesi, ilçeleri birçok yol-yöntemle boşaltıldı. Maraş katliamının sebebi aslında budur.
Katliam derin Türk devleti, MİT, MHP tarafından geliştirildi. Şimdi Erdoğan’ının yardımcısı olan Abdülkadir Aksu o zaman emniyet müdür idi. İçlerinde Avrupa Gladiosu da vardı. Yani bu siyaset burada PKK’ye bir cevap vermek, Kürt halkının uyanışına ve mücadelesine karşı Kürt halkını bitirmek ve Kürdistan’ı boşaltmak için yapıldı. Burada birkaç münafık kutsal dini, İslam dinini kullandı. Bizzat Maraş müftüsü, yine vicdanını satan birkaç münafık imam o zaman yaptıkları anonslarda bunu kullandılar. Bunlar belgeler ile ortaya çıktı. “Hacca gitmek isteyen biri bir Alevi öldürmeli. Siz tuttuğunuz oruç ile kıldığınız namaz ile cennete gidemezsiniz. Ancak bir alevi öldürerek cennete gidersiniz” dediler. Şimdi de Fettullah Gülen bunun fetvasını veriyor, bunun birbirinden hiçbir farkı yok. Yani zihniyet ve dil aynı. Zihniyet aynı olduğu için dil de aynı.
İlk başta iki tane öğretmen öldürüldü. Daha sonra solcu olan kesimler onların cenazesini kaldırmak istedi. O sırada camilerde “komünistler, solcular camilere saldıracak” dendi, bu temelde cenaze merasimine saldırıldı. Daha sonra Alevilerin oturduğu mahallelere saldırıldı. Kadınlara tecavüz edildi, hamile kadınların karınları kesildi, bazılarını yaktılar, bazılarının başları kesildi. Tam bir vahşetti, bunların görüntüleri, belgeleri var. Bu olayı canlı canlı yaşayan insanlar var. Türkleşmeye yer açılması için bu yapıldı. Bugün de bunun üzerine siyaset yapılıyor. Sözde CHP kendini Alevi halkımızın sözcüsü olarak görüyor, aslında Kürdistan halkının birliğini parçalamak istiyor. Hem batıda hem de Dersim’de bunu yapmak istiyor. Bu siyasetle Kürtleri parçalamak istiyor. Zaten bu süreçte bazıları bazı tezler atıyor ortaya “Kürt ayrı, Zaza ayrı, alevi ayrı” diyorlar. Özellikle de Seyfi Cengiz gibi kişiler 78’lerde, 79’larda bu hareketi bölmek için çok çalıştılar, bu tezin sözcüleriydiler. 60’lardan önce Türk generalleri bu şeyi yapıyorlardı. Bugün bir yandan CHP bu konuda çalışıyor, Kürt halkının birliğini bozmak istiyor, diğer yandan ise AKP ve Fettullah Gülen aynı siyaseti yürütüyor. Bunlar da Sünniliği esas alıyorlar, amaçları Kürt halkını parçalamaktır. Kendi Kürdünü, işbirlikçisini yaratmak istiyorlar. Amaçları Sünniliği, Aleviliği korumak değildir.
Tayyip Erdoğan Kürt katillerinden biridir, “özür dilemek lazım” dedi. Bazıları da bunu çok önemli ve büyük bir adım olarak tanımladı. Bu kendini kandırmadır. Bir yandan tek bayrak, tek devlet, tek dil, tek kültür, tek bayrak deniliyor, diğer yandan ise “özür dilenmeli” diyor. “Kimi kandırıyorsun” denmeli. Tek devletten geri adım atıyor musun, tek bayraktan geri adım atıyor musun, tek dilden geri adım atıyor musun, tek vatandan geri adım atıyor musun, hayır. Bu zihniyet Kürdistan’da Dersim, Maraş gibi katliamların olmasına neden oldu. Burada adım atılmıyor. Anayasa tartışmaları yapılıyor ama bazı kırmızıçizgiler var. Nedir bunlar? Tek devlet, tek dil, tek ülkedir. Maraş ve Dersim katliamları bu temelde oldu. Ağrı, Zilan bu yüzden oldu. Bugün de Fettullah Gülen bu temelde fetva veriyor. Bu yüzden genel halkımız ama özellikle de Alevi halkımız, Güney Batı halkımız yani Maraş, Adıyaman, Antep, Malatya, Kilis halkımız uyanmalı ve bu oyunlara gelmemelidir. Kendilerini güçlendirmeli, birliklerini güçlendirmeli, demokratik özerkliği geliştirmeli, ittihat kültürünü devam ettiren, Mustafa Kemal’den kalan ve şimdi İslam yolu ilen devam ettirilen yani AKP ve Fettullah Gülen cemaatinin siyasetini kırmalılar. Doğu Fırat’a geçmesine izin verilmemeli, batıda kırılmalı.
Maraş katliamı münasebeti ile bir kez daha hem bu katliamda yaşamını yitiren kişiler için hem de Güney Batı’da özellikle de Maraş’ta Kürt özgürlük hareketine katılıp şehit düşen kişileri bir kez daha anıyoruz. Bu katliamda rol oynayan, planlayan, parmağı olan kişileri nefretimiz ile lanetliyoruz. Halkımız birliğinin güçlendirip özgürlüğünü elde ederek, hem soykırımların hem de katliamların önünü almalılar. Yine ülke dışında yaşan halkımız ise kendi topraklarına geri dönmelidirler. Ulusal değerlere ve Önder APO’ya bu tarz bir ruhla sahip çıkılmalıdır. Önder APO’ya yapılan tecrit katliamda ısrardır, soykırımda ısrardır. Bu bilinçle bir kez daha halkımızı Önder APO üzerinde yürütülün tecride karşı, yine yürütülen soykırım operasyonlarına ve Türk işgalciliğine karşı serhildana çağırıyoruz.
Bozan Tekin
- Ayrıntılar
"Öncelikle Sayın Abdullah Öcalan ve bütün Kürdistan halkından izin alarak bu eylemi gerçekleştiriyorum. Ben şimdi bedenimi ateşe veriyorum ama unutulmasın ki bunu halkım için yapıyorum. Barışın sesi olmak istiyorum. Bedenlerini ateşe veren arkadaşlarımız gibi…
Hiç kimsenin üzülmesini istemiyorum. Mezarımı Kürdistan bayrağıyla süsleyin. Bütün Kürdistan halkını ve gerillaları sevgi ve saygı ile kucaklıyorum."
Yeniden bir Kürdistanlı genç bedenini ateşe verdi. Bu yıl Mustafa Malçok bedenini ateşe vermişti ardından da bir müddet sonra Evrim Demir. Şimdi ise Fırat İzgin. Ve her bedenini ateşe verenle bizlerin bedeni ateşe verilmiş oluyor. Bu kadar acıyı göze alanlarla bizler acının en ağırını yaşıyoruz. Nasıl ki vurulan yoldaşlarımızla biz vuruluyorsak, nasıl ki cenazeleri yerlerden süründürülen yoldaşlarımızla biz süründürülüyorsak öyle her Kürt gencine kalkan elle biz vuruluyoruz. Biz yaralanıyoruz, bizlerin kolları kırılıyor, bizlerin başları yaralanıyor, bizlerin kafaları dipçiklerle param parça ediliyor, bizler linç ediliyoruz, bizler bıçaklanıyoruz.
Evet, o nazik, nazik olduğu kadar da güzel körpecik canlar bedenlerini ateşe verirlerken bizler cayır cayır yanıyoruz. Çünkü her kendisini ateşe veren gençten bize bırakılan mesajlar var. Fırat İzgin bizim için “Bütün Kürdistan halkını ve gerillaları sevgi ve sayı ile kucaklıyorum" diyor ve bize mesajını bırakıyor.
Daha önce bedenini ateşe 14 Temmuz sıcaklığında veren Evrim Demir ise: “AKP hükümeti bir kanal vererek bizi kandıracağını sanıyor. Artık öyle Kürtçe söyleyip oynamak falan yok. Bir statü istiyoruz. Biz kendi kendimizi yönetme hakkı istiyoruz. Biz var olduğumuzun ve PKK hareketiyle bir bütün olarak kabul edilmiş istiyoruz. Bu da böyle bilinsin. Artık “PKK hareketini imha ederiz, tasfiye ederiz” deyimiyle 30 yıl daha savaşa hizmet ederler. Ben ve benden sonrakiler bunu kabul etmez. Tekrar ayaklanırız 70 yıl sonra bile olsa” diyerek bize gitmemiz gereken yolu göstermişti. Bize meşale oldu.
Evrim Demir’den önce Kürtlerin miladı olan 15 Şubat günü hemen Dicle nehrinin kıyısında “15 Şubat karanlığını yanık bedenlerin aydınlatmasıyla” yazan Mustafa Malçok ise komploları nasıl karşılamamız gerektiğin en açık ve berrak bir şekilde dile getirmişti.
Ve birde 15 Şubat 2010 yılında Adıyaman’da bedenini ateşe veren Müslüm Doğan’ın: “Adı bile yasak olan bir halkın, küllerinden tek tek dirilten Reber Apo'ya her Kürt genci gibi ben de binlerce kez minnettarım ve anlasınlar ki Kürt halkı bir daha asla ihanete uğramayacaktır ve bedenlerin tutuşacağı bugün de özümüz olan özgürlüğe gideceğimizi, gittiğim yoldan asla dönemeyeceğimizi tüm mutlak inançla belirtmek isterim. Beritanlaşmak, Semalarda yücelmek, Mazlumlaşmak, Viyanlara ulaşmaktır” diyerek bizim yol göstericilerimiz olan Beritan, Sema, Mazlum ve Viyan yoldaşlara nasıl bağlı yaşamamız gerektiğinin ışıklı yolunu büyük bir özveriyle göstermişti.
Evet, bu kadar güzel bedenler canlarını Yeşil Türkî Faşizm’e karşı ateşe vererek karşı duruyorlarken ve gitmeden önce bıraktıkları son mektuplarında hep bize özel selamlarını ve bağlılıklarını göndermişlerken bizlerin onların insan aklı ve iradesinin zor dayanacağı bu eylemlerine ölümüne bağlı kalacağımız açıktır. Onları, o gencecik bedenleri, bizleri Yeşil Türkî Faşizm’e karşı dimdik ayakta tutacak yegâne güç kaynaklarımız olarak hep minnetle anacağız. Onları sadece anmayacağız, onları kendimize göklerde yol gösteren en değerli yıldızlar olarak esas alarak zorlu mücadelemizde yol gösteren yapacağız.
Evet, bununla da sınırlı tutmayacağız bedenlerini ateşe veren ateşe verirken hiç tereddüt göstermeden gerillasına inanarak dünyanın en zor olan eylemini ortaya koyan bu gencecik körpecik bedenleri her zaman tüm zamanlarda yüreğimize alarak onların sıcaklıklarıyla kendimizi ısıtacağız. Onların bize verdiği bu ısı ve enerjiyle onların özlemleri olan daha adaletli ve eşit, daha paylaşımcı bir dünyayı yaratmak için hiçbir bedelden geri durmadan mücadelemizi bu faşizm ortadan kalkana kadar devam edeceğiz.
O körpecik bedenlerini ateşe vererek şahadet tacını giyen kahramanların önünde saygıyla eğiliyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Halk ve ülke olarak özgürlük mücadelesinin tarihi, zorlu dönemecine girdik. Final dönemeci olarak da adlandırılan bu süreçte sömürgeci saldırıların, çatışmaların, zirvede süreceği açıktır. Aynı şekilde genel olarak mücadelemizde daha büyük direnişlerin, kahramanlıkların, fedailiklerin de zirvede seyredeceği açıktır. İşte son günlerde Midyatlı bir gencimizin, sömürgeci Türk devletinin Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırdığı ve giderek büyük, ağır bir işkenceye dönüşen tecritini ve artan baskı-işkenceleri protesto etmek için gencecik bedenini ateşe verdi. Çocuk yüreğinde, kendi ulusal Önderine karşı ve kendi ulusuna yabancı bir gücün, sömürgeci Türk devletinin yaptığı zulmü, haksızlığı, adaletsizliği çok derinden ancak büyük yaşadı. Derinden hissetti. Ve bedenini ateşe verdi.
Amed zindanında Ferhat Kurtaylarla birlikte başlayan sömürgeci Türk devletini protesto etmek için bedenini ateşe vermeler, Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın uluslar arası komplo ile esaret altına alınmasıyla birlikte “Güneşimizi karartamazsınız” şiarıyla başladı. Altmış kadar PKK militanı esaret koşullarında böyle bir eylemi gerçekleştirdi. Daha sonra Önderlik üzerinde uygulanan tecrit ve uygulamaları ise protesto etmek ve dikkatleri İmralı’ya çekmek için PKK’nin militan Önderlerinden birisi olan Viyan Soran yoldaş aynı tarzda bir eylem gerçekleştirdi. Evelki yıl Diyar Xoy Kandil’de, geçen yıl da dört gencimiz, sonra Müslüm Doğan, Mustafa Malçok, Evrim Demir ve şimdi de Fıratımız… henüz 15 yaşında bir çocuk, bir genç…
Bu ülkenin çocukları, gençleri, oğulları, kızları hala canlarını cayır cayır ateşe atmaktadırlar. Bir genç, daha çocuk denecek yaşta nasıl olur da, henüz yaşama doymamışken, o yaşama doymamış bedenini ateşe verir? Bununla ne anlatmak istiyorlar? Düşmana ne mesaj verilmek isteniyor, Kürt halkına, Kürdistanlılara ne söylenmek isteniyor? Anlamadığımız bir şey mi var ortada, yapmamız gerekip de yapmadığımız, yeterince yapamadığımız görevler mi var? Eğer durum anlaşılır, görevler yapılsa, işler yolunda gitse, kim, ne için farklı bir mesaj vermek istesin, hem de gencecik bedenini ateşe versin?
Fırat Kürdistan’ın en büyük nehridir. Engel tanımıyor. Kürdistan’ın bağrından çıkıp kendisine akacak bir yatak açarak akıyor. Engellerle karşılaşınca kabarıyor, köpürüyor, haykırıyor. Adeta dünya-aleme bana engel olmayın diyor. Engeller, barajlar, bentler karşısındaki isyanıdır bu. Adı Fırat İzgin. 15 yaşında. Onun çağrısı ne peki? Neden bir yazıyla, açıklamayla, pankartla, molotofla değil de mesajını böyle verdi? Neden kendisini yaktı? Neden böyle bir mektup bıraktı? Ve bizler halk olarak, yurtseverler olarak, ne kadar anladık? Demek ki ortada anlaşılmayan, yolunda gitmeyen, görülmeyen, hissedilmeyen, yapılması gerekip de yapılmayan bir şeyler var! Bir yetersizlik, duyarsızlık var!
Bir çocuğun hayallerinden, duygularından daha temiz, çıkarsız, riyasız, açık, dürüst, saf ne olabilir?
Yıllar önce Zilan ( Zeynep Kınacı) yoldaş, Dersim’de sömürgecilere karşı fedai eylemini koymadan önce Kürt halk Önderi için, keşke canımdan başka bir şeyim olsaydı ve onu de verseydim, diye yazmıştı. Zilan bir büyük mesajdı. Kürt halkı için Önderliğin ne demek olduğunu en iyi, zirvesel düzeyde kavrayan bir kişilikti. Irkçı-faşist, soykırımcı Tansu Çiller ve ekibinin Kürt halk Önderine karşı yaptığı suikaste karşı bir cevap olarak böyle bir eylemi gerçekleştirmişti.
O zaman direkt Kürt halk Önderliğini tasfiye etmek, katletmek vardı sömürgeci Türk devletinin hedefinde. Bugün ise ırkçı-faşist AKP ve Gülen cemaatinin hedefinde de, Kürt halk Önderini tasfiye etmek vardır. Birisi tonluk bombayla bunu yapmak istemiş, Tayyip Erdoğan denilen bölge halklarının kutsal dinini bile ırkçı-faşist emelleri için kullanmaktan çekinmeyecek kadar ahlaksız, ikiyüzlü bu şahıs, Önder Apo’yu tecrit işkencesiyle imha etmek istiyor. Ya da tecritle delirtmek istiyor. Yıllar Önce Kürt halk Önderi bana “Rudolf Hes modelini uygulamak istiyorlar” dememiş miydi? Sömürgeci AKP sisteminin üç asından birisi olan Bülent Arınç, Önderlik üzerindeki tecrit ve avukatlarınında rehin alınmasından sonra, baş gövdeden koparılmış, diyerek zaferini ilan etmiştir. Demek ki sıra gövdenin parçasına gelmiştir! Öyle planlıyorlar. Yeşil Ergenekon vasıtasıyla her alanda yurtseverlerin ulusal birliğini, örgütsel birliğini bozmak, parçalamak, çelişkiler yaratmak, sonra bu çelişkileri işleyerek, yönlendirerek hedefine ulaşmak. Hedef budur.
Bu tabi ki büyük bir tehlike! Genç Fıratımız, bu tehlikeye dikkat çekmiştir. Şüphesiz halk direniyor. Mücadele ediyor, yapılan saldırılar, soykırım operasyonları karşısında kendisini yeniden örgütlemek, güçlendirmek istiyor. Bu durum AKP-Gülen cemaatinin stratejisini, taktik uygulamalarını boşa çıkarıyor. Bir dalga kıran görevini görüyor. Ancak bütün bunlar yetersiz kalıyor.
İşte en son Amed’den başlayıp Kuzey Kürdistan’ın dört biryanına dalga dalga yayılan, Batman, Kızıltepe, Şırnak, Nusaybin’deki mitingler, yürüyüşler…bu mitingler Kürdistan halkının Önder Apo’ya, PKK’ye, BDP’ye, KCK sistemine, kendi özgürlüğüne, ülkesine, toprağına, ulusal değerlerine her koşul altında bağlı kalacağını ortaya koymuştur. Bu soykırım saldırıları, bu ırkçı-faşist yönelimler ortamında yüzbinlerle ortaya çıkmak elbette önemli bir özgürlük iradesini ortaya koymaktır. Anlamlıdır ve anlamı büyüktür. Ancak yetmiyor! Peki, yetmeyen taraf nedir? Yolunda gitmeyen taraf nedir? Bize ölümüne bunu kavratmak, göstermek isteyen, bunu canını ateşe vererek yapmak isteyen gencimize göre yapılmayan, görülmeyen, hissedilmeyen nedir?
Yurtsever Batman halkı son yılların en görkemli kitlesel gücünü, Ez lıvırım, İrademe dokunma, mitinginde sömürgeci uygulamalara karşı ortaya koydu. Şırnak’ta öyleydi. Gerçekten muhteşem bir irade gösterisiydi! Fakat sömürgeci AKP-Gülen faşist çeteleri ertesi gün Batman belediyesi başta olmak üzere, birçok yurtsever kurum-kuruluşa saldırdı. Botan’ın kalbi Şırnak’ta rehin almalar oldu. Bu Agitlerin, Edip Solmazların, Medeni Gürgenlerin şehri Batman’da, Adillerin, Çiçeklerin şehri Şırnak’ta bu kendi iradelerinin temsilini ifade eden Belediye ve diğer kurumların işgal edilmelerine, öfkeli, tepkili ancak bunu eylemiyle ortaya koyacak, belediyesini, kurumlarını savunacak bir pratik sergilenmedi. Herkesin gözlerinin içinde onlarca insan gözaltına alınmakta, fakat ciddi bir tepki yok! Ama daha dün onbinlerce kişi alanlarda büyük bir kararlılıkla irade ortaya konulmuştu, “irademe dokunma” denilmişti! Ama sömürgeci AKP’nin polis çeteleri sadece dokunmuyor, saldırıyor, ortadan kaldırmaya çalışıyor. Demek ki uyarılarınız dikkate alınmıyor. Onlar, sömürgeciler, Kürdistan’ın Türk işgalcileri bu uyarıları hiç duymazdan geldiler. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Onlar, Kürdistan halkının düşmanları o kadar kindar ve öfkelidirler ki, değil Kürdistan halkının iradesine ve sesine saygılı olmak, onlar, Kürdü Türkleştirmek suretiyle yok etmek ve Kürdistan’ı belleklerden silmek istemeyi Türk olarak varoluşlarının esası haline getirmişlerdir.
Benzer saldırılar birçok yerde ortaya konuldu. Halkın seçilmiş temsilcilerine, iradelerine saldırıldı. Kurumları yağma edildi, kırıp-döküldü.
Ey Kürdistan halkı, Ey Batman halkı, bu toprakların ve ülkenin gerçek sahibi Kürt kadınları, gençleri, emekçileri çok mu zor, gidip Belediye binasının önünde onbinlerle toplanıp barikat kurmak, kurumların önüne binleri toplamak… Gerçekten çok mu zor?
Yoksa yapılan mitingler, çağrılar yeterli mi görülüyor? Eğer yetseydi, anlaşılsaydı hemen arkasından bu soykırım saldırısı olur muydu? Bu kadar pervasız olurmuydu? Demek ki yetmiyor! Demek ki onların anladığı dilden henüz konuşmuyoruz! Ama konuşamaz mıyız?
İşte Fırat’ın ve genç kızlarımızın, oğullarımızın yüreklerimize, beyinlerimize mesajı, sömürgecilerin, işgalcilerin anladığı dilden konuşmaktır!
O gençti, çocuktu ama cesareti, bilinci büyüktü! Çünkü Fırat’tı. Fırat gibi büyük, asi, engel tanımaz, her engel karşısında onu aşmanın sesi ve bir isyan çağrısıydı.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
2011 yılının sonuna doğru geliyoruz. Yıl değerlendirmeleri daha şimdiden başladı bile. Herkes kendi penceresinden 2011 yılını analiz etmeye çalışıyor. Herhalde bütün bu analizler genel planda şu noktada birleşecek: Büyük mücadele ve değişim yılı!
Gerçektende 2011 yılı tarihin en büyük mücadele yıllarından biri oldu. Mücadele ekonomik, siyasi ve askeri olmak üzere çok boyutluydu. Amerika’dan Avrupa’ya, ordan da Ortadoğu’ya olmak üzere bütün alanlara yayıldı. Değişim konusunda ise hem Avrupa’da hem de Ortadoğu’da ciddi iktidar değişiklikleri yaşandı. Bunlar arasında ikisi vardı ki, her biri bir düzine başa bedeldi: Roma’nın arlanmaz imparatoru Berlisconi ile Mısır’ın son firavunu Mübarek!
Ben kendimi bildim bileli sonu 1’li olan yıllar felâket geçiyor. İlki 1971 yılıydı. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de gençlik devrimi temelinde gelişen büyük demokrasi hareketi, 12 Mart askeri darbesinin balyoz vuruşları altında ezildi. Biz daha yeni gençliğe adım atan nesil tamı tamına ne olduğunu bile anlayamadık.
İkincisi 1981 yılıydı. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesinin vahşi baskı ve işkenceleri altında bizim nesil de ezildi. 1971’in ne demek olduğunu ancak 1981’de anlayabildik. Demokrasi adına Türkiye ve Kürdistan’da gelişen ne varsa hepsini ezen ve yok eden faşist-askeri rejimin saldırıları altından ancak PKK kısmen kendini kurtarabildi.
Üçüncüsü 1991 yılıydı. Sovyetler Birliği’nin çöktüğünü gösteren ABD-Irak Körfez Savaşı, her bakımdan yeni bir sürecin başlamış olduğunu ilân ediyordu. Buna Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı da denildi. Kürtler Kuzey’de ve Güney’de serhildanlar geliştirerek bu yeni sürecin yıkıcı etkilerinden korunmaya çalıştılar.
Dördüncüsü 2001 yılıydı. Amerika’da 11 Eylül İkiz kule saldırısıyla Üçüncü Dünya Savaşında yeni bir aşama başladı. 1991 Körfez Savaşı ile Ortadoğu’ya askeri bakımdan yerleşmiş olan ABD için Ortadoğu savaşının önü açıldı. Hem Afganistan hem de Irak savaşıyla ABD, Güney Asya ve Ortadoğu bölgelerini merkezden yardı. Kürtler bu ağır çelişki ve çatışma ortamında kendilerini korumaya ve statü kazanmaya çalıştılar.
Beşincisi de 2011 yılı oluyor. Bu yıl hem dünya, hem bölge ve hem de Kürdistan açısından büyük mücadele ve değişim yılı oldu. Dünya 1929 kapitalizmin büyük bunalımıyla kıyaslanan ağır bir ekonomik krizin pençesinde kıvranırken, kapitalist sistemin umudu ve kurtarıcısı sayılan Avrupa Birliği’nin gelecği bile tartışılır hale geldi. Tunus ve Mısır isyanlarıyla başlayan “Arap baharı” ise, Afganistan ve Irak savaşları ardından Ortadoğu’nun yeniden yapılanmak zorunda olduğunu herkese gösterdi. Aynı zamanda yaklaşık kırk yıldır süren Kürdistan üzerindeki mücadelenin artık bir sonuca bağlanması gereği netçe ortaya çıktı.
Şimdi kapitalist sistemin yaşadığı ağır ekonomik ve mali krizden nasıl çıkılacağı konusu ilgili çevreler tarafından yoğunca tartışılıyor ve araştırılıyor. Doğal olarak kriz, sistemin merkezi olan Avrupa’yı vuruyor. 2011 yılında krize karşı yürütülen ekonomik ve mali mücadele kesin ve kalıcı bir sonuç vermemiş görünüyor. Bir yandan krizi yaşayan sistemin ezdiği kitleler Amerika’dan Avrupa’ya kadar her alanda krizin merkezi olan borsaları işgal etmeye yürürken, diğer yandan sistem kendi içinde ağır kemer sıkma programlarını devreye koyuyor. Bu da Yunanistan’dan İtalya ve İspanya’ya kadar birçok Avrupa ülkesinde daha şimdiden hükümet değişikliklerinin yaşanmasını gerçekleştirmiş bulunuyor.
Burada özellikle Papandreu ve Berlisconi hükümetlerinin düşüşü önemli ve anlamlı görünüyor. Bunlar sadece Avrupa’nın iki şımarık hükümetinin devrilişi değildir. Aynı zamanda krizi kitlelere yüklemek için yeni ekonomik programların devreye konmasını da ifade ediyor. Peki, bu programlar sonuç verecek midir? Kapitalist sistem bu temelde yaşadığı krizden kurtulabilecek midir? Bu soruların cevabı henüz net ve kesin değildir. Umut olduğu kadar tersi de geçerliliğini korumaktadır. Bu temelde sürecek kriz durumu sistem içindeki ekonomik ve siyasi mücadeleyi derinleştirirken, krizin sonuçları üzerine yüklenen kitlelerin daha yaygın ve şiddetli halde sisteme karşı mücadeleye yönelmeleri de en güçlü olasılık durumundadır.
2011 yılının mücadele ve değişim gerçeği, Ortadoğu bölgesinde çok daha belirgin ve şiddetli yaşanmaktadır. Avrupa’da ekonomik-mali krizle bulaşık bir siyasal mücadele yaşanırken, Ortadoğu’da siyaset, savaş ve halk isyanlarıyla iç içedir. Bu temelde yılın ilk ayında Tunus’ta başlayan ve kısa bir sürede Binali yönetimini değiştirmeyi başaran halk isyanı, hızla Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine yayılmıştır. Mısır’da çok güçlü görünen otuz yıllık Hüsnü Mübarek yönetimden düşerken, yaşanan isyan Yemen’de ve giderek Libya’da içsavaş konumu kazanmışır. Yemen’de muhalefete karşı ABD desteğine sahip olan Ali Abdullah Salih yönetimi zorda olsa kendini ayakta tutarken, ordu ve hükümet içinden örgütlenen bir darbeyle sarsılan Kaddafi yönetimi ise, çok çalışmasına rağmen NATO saldırıları karşısında ayakta kalamamış ve 2012 yılını görememiştir.
Hiç kuşkusuz bir yıl içinde Arap aleminde yaşanan bu siyasal değişim asla küçümsenemez. Otuz yıllık Mübarek, kırk iki yıllık Kaddafi iktidarlarının bu tarz devrilişi 2010 yılında tasavvur bile edilemiyordu. Hatta bu tarz düşünce ileri sürenlere “Deli” olarak bile bakılabilirdi. Ancak hayal bile edilemeyen bir siyasal mücadele ve değişim Arap aleminde yaşandı. Ve bu sürecin devam edeceği de anlaşılıyor.
Kuşkusuz 2011 yılında Arap aleminde yaşananlar Üçüncü Dünya Savaşı denen sürecin yeni bir aşaması ve belki de sona doğru gidişi oluyor. Başlangıç 1991 Körfez Savaşıydı. Bu savaşla Saddam yönetimi daraltıldı ve ABD askeri olarak Ortadoğu’ya yerleşti. İkinci aşama 11 Eylül 2001 İkizkule saldırısı ardından gelişen Afganistan ve Irak savaşlarıydı. Taliban ve Saddam yönetimlerinin yıkılışıyla Güney Asya ve Ortadoğu’daki ulus-devlet statükoları merkezlerinden yarılmış oldu.
Şimdi 2011 Ocağından itibaren başlayan Tunus ve Mısır isyanlarıyla gelişen Arap baharı üçüncü aşama oluyor. Bu aşamada Arap aleminde ulus-devleti temsil eden bireysel yönetimler yıkılıyor. Bu üçüncü aşamanın yirminci yüzyıl yönetimlerinin yıkıldığı aşama olacağı anlaşılıyor. Ancak eskinin yıkımıyla yeninin inşası içiçemi olacak, yoksa yıkımdan sonra yeninin inşası yeni (dördüncü) bir aşama olarakmı yaşanacak, bu durum henüz pek belli görünmüyor. Her iki olasılık da mevcuttur. Hangi olasılığın yaşanacağını ise Suriye etrafında yaşanacak mücadele gösterecektir.
Mevcut haliyle hem halktan ve hem de ABD’den gelen baskıya karşı direnen tek Arap rejimi Suriye’deki Esat yönetimidir. Eğer Esat yönetimi yıkılırsa yirminci yüzyıl Arap yönetimlerinin tümü yıkılmış olacaktır. Çünkü Ürdün, Kuveyt, Suudi gibi krallıkların ciddi bir varlık göstermeleri mümkün değildir. Kapitalist sistem nasıl isterse onlar ona göre şekil alacaklardır. O nedenle Arap aleminin yeniden yapılanışının nasıl olacağını Suriye üzerindeki mücadelenin sonuçları belirleyecektir.
Sadece Arap aleminin nasıl yapılanacağını mı? Belli ki hayır. Suriye üzerindeki mücadelenin sonuçları tüm Ortadoğu’nun nasıl yapılanacağını belirleyecektir. Yani Suriye üzerindeki mücadele bir bölgesel mücadeledir ve herkes tarafından da böyle ele alınmaktadır. Şimdi Ortadoğu’daki değişim ve mücadele gelip Suriye üzerinde odaklanmıştır. Bu büyük mücadele 2012 yılına devredilmektedir ve belki de 2013’e bile sarkabilir. Demek ki 2012’de de mücadele ve değişim devam edecektir.
Ortadoğu’daki Kürtleri inkâr ve imha eden statükonun böyle parçalanması Kürtler açısından çok önemli ve de iyidir. 2011 yılı Kürtlerin umutlarının daha da arttığı ve varlıklarının güçlendiği bir yıl olmuştur. Özellikle de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’dan çıkarılmasının birinci dereceden sorumlusu Hüsnü Mübarek ile Roma’dan çıkarılmasının sorumlusu Berlisconi’nin bu yıl iktidardan düşmeleri Kürtleri çok, ama çok sevindirmiştir. Derler ya, alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Türkiye devleti yetkilileri özelde de Yeşil Türki Faşizmin temsilcileri tarihe yeni bir yöntem kazandırdılar. O yeni yöntemin özü insan duygularını yanıltmadır. Birileri diyecek ki bu yöntemi daha önce de kullananlar olmuş ve halende kullananlar vardır. Ve birileri diyecek ki bu sizin bahsettiğiniz yöntemin ismi özel savaş ya da özel psikolojik savaştır. Ve birileri de diyecek ki çok büyük bir tespit yapmış olmuyorsunuz bildiğimiz bir şeyi bize yeni bir şeymiş gibi sunuyorsunuz.
Söylenenler doğru olabilir. Bu yöntemi daha önce başkaları kullanmış olabilir. Hatta dünyanın farklı alanlarında bu yöntemi kullananlarda muhtemelen vardır. Ve bu insan duygularını manipüle eden yönetme biçimine özel savaş ya da özel psikolojik savaş denildiği de doğrudur. Bu söylenenler ışığında yola çıkarsak elbette yeni bir şey söylenmiş olmuyor. Lakin bizim söylediğimiz daha farklı bir şeydir.
Söylediğimiz nedir?
Yeşil Türkî Faşizm kendisini insan duyguları üzerinde şekillendiriyor. Daha doğrusu insan duygularını en derinlikli olarak nasıl yönlendiririm, manipüle ederim, yanıltırım, kendi tarafıma çekerim, kandırırım, etkilerim ve tabii ki gözlerini boyarım hedefini gözetliyor.
Biz Şili’de yirmi yalanın nasıl bir doğru ettiğini iyi biliyoruz. Ancak Yeşil Türkî Faşizm sadece “bin yalan bir doğru etse de” bu bin yalanı söylemiyle sınırlı değildir. Böyle olsa birilerinin söylediği tespitler ya da eleştiriler yerinde olurdu. Ne var ki Yeşil Türkî Faşizm ya da Faşistler (YTF) sadece bu yöntemi kullanmıyorlar. Yani sadece kuru bir psikolojik savaş yürütmüyorlar. Tersine psikolojik savaşı da yanlarına alarak insan denilen varlığın ne kadar kutsal değerleri varsa bunlara el atarak, bunları sahiplenerek, bunları kullanarak bu güzel varlığı dolandırıyor.
İnsan varlığının iç dünyasında aradığı ve onsuz yaşamak istemediği en önemli arayışı özgürlüktür, adalettir, eşitliktir, şefkattir, ortakçılıktır, toplumculuktur derken dini inançlarıdır, emektir ve daha nice böyle güzel erdemlerdir. İşte YTF’ler bu değerlere el atarak, ters yüz ederek insan dünyasına girmeye çalışıyorlar. Bu değerlerle tüm bir insanlığı kandırmayı ve refleksiz kılmayı hedefliyorlar.
Söylemek istediklerimizin daha iyi anlaşılması açısından: YTF’ler örneğin hepsi ticaretçidir. Muhafazakârdır. Milliyetçidir. Devletçidir. Otoriterdir. Askercidir. Güççüdür. Ama bu YTF’lere dikkat edersek söylemlerinde işçidir, emekçidir. Demokrattır. Sosyal demokrattır. Sosyal adaletçidir. Halkların kardeşliğini dilinden düşürmezler. Toplumcudurlar. Çoğulcudurlar. Savaşa ve şiddete karşıdırlar. Tanrının verdiği canı bir tanrı alabilir derler. Ve alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demeyi de ihmal etmezler. Böyle onlarca olayı sıralamak mümkündür. Ahmet kaya’yı ülkeden atarlar ama onun için gözyaşı dökerler. Kürdistan’ın her yerini zindana çevirirler ama Amed zindanı için gözyaşı dökerler. Faili Meçhullerin açığa çıkmaması için onlarca takla atarlar ancak Berfo ananın öyküsünde yine gencecik fidanların asılmasını dile getirerek gözyaşı dökerler. Dersim katliamı derler ama bugün Kürtler Dersim gibi yaşamak istedikleri için ölümden ölümler yaşatmaktadırlar.
Lafı uzatmadan YTF’ler demokratların, solcuların, sosyalistlerin, feministlerin, özgürlükçülerin, gençlerin, sanatçıların, devrimcilerin, inançlıların tüm değerlerini azlarına dolayarak öyle olmadıkları halde kendilerine mal ederek insanın ruh dünyası manipüle etmeyi bir yöntem olarak benimsemişlerdir. Yani söylemde ret ederek değil, tersine söylemde sahiplenerek kendine eklemleyerek yapan bir yöntemi seçmişlerdir. Bu yöntem dünyada tektir.
İnsan sonuçta duygulu duygu yüklü bir varlık olduğu için içinde kabul etmediklerini hal hareketlerine, mimiklerine, gestiklerine, ses tonuna, göz kaşına derken mutlaka bir şekilde yansıtır. Ancak bu YTF’ler kendilerinin inanmadıklarını, kendilerine uyumlu olmayanları bile sanki inanıyormuş gibi sanki kendilerine uyumluymuş gibi kendilerini gösterebiliyor ve renk atmıyorlar. Ses tonlarını değiştirmiyorlar. Gözlerini kaçırmıyorlar. Tersine bu kadar büyük yalanlara rağmen insanın gözlerinin içine baka baka söylüyorlar, gözyaşı döküyorlar.
İşte bu yeni geliştirilmiş bir yöntemdir. Hiçbir insanın kolay kolay etkisinde kurtulamayacağı bir yöntemdir. Hele siz bu duruma insanın ruh dünyasındaki temizliği, saflığı ve tabii birde güzel insan arayışını da eklerseniz insanın bu kadar renk atmayan yalana inanmaması mümkün değildir. Tarihin o en meşhur bukalemun, ikiyüzlü hatta yüzsüz olan Fouche’si bile bunların eline su dökemez.
Hayri Engin
- Ayrıntılar