Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da İnsan hakları haftası kutlanmaktadır. Ancak Türk devletinin oluşum mantığı, zihniyeti, felsefesi ve özellikle Kürt ulusunu yok etme, soykırıma uğratma ve Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının doğal genişleme alanı görme zihniyeti yeterince tartışılmadan, anlaşılır kılınmadan yapılan insan hakları ihlalleri gündemleştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun da ciddi yetersizlikler taşıdığı çok açıktır. Hatta sanki Kürdistan’da gerçekten insanın, insan olmaktan kaynaklı, tartışılamayan, kısıtlanamayan, gasp edilemeyen, baskı altına alınamayan hakları varmışta, ancak bunun yanı sıra, bazı ihlaller yaşanıyormuş gibi bir yanılsamaya veya böyle bir algının oluşmasına da götürebilir. Kaldı ki, böyle bir yanlış yaklaşım ve algı da, sömürgeci Türk devletinin algı yapıcıları ve Gülen’in faşist Cemaati tarafından da kendi medyaları aracılığıyla yeterince oluşturulmuştur.
Sömürgeci Türk devletinin soykırım zihniyeti, politikası ve uygulamaları en çok Kürt Önderlerine karşı yaklaşımlarında kendilerini ele vermektedirler. Kürt halkı, ulusunun varlığı, hakları kabul edilmediği için, Önderlikleri de kabul edilmemiş, sömürgeci cumhuriyet tarihi boyunca sürekli idamlarla imha edilmişlerdir ya da suikastlerle ortadan kaldırılmışlardır. Önder Apo’ya karşı daha önce geliştirilen suikast girişimi, ardından idam cezası ve sonra geliştirilen ağırlaştırılmış müebbet ve son beş aydan bu yana uygulanan işkenceye dönüşen tecrit bu zihniyetin güncel ifadesidir. Sömürgeci AKP siyasetinin önemli isimlerinden birisi olan Bülent Arıncın, Kürt halk Önderi üzerindeki tecritin ağırlaştırılmasından ve avukatlarının tutuklanmasından sonra, “ gövdeyi baştan ayırdık” demesinin anlamı açıktır. Baş gövdeden neden ayrılmaktadır? Gövdeyi parçalamak için değil mi? Parçalanmak istenen gövde ise Kürt halkıdır, onun örgütlü mücadelesidir. Tüm bu nedenlerden dolayı Kürdistanlı kadınlarının başlattığı, “ Önderliğimizi Özgürleştirelim, soykırıma son verelim” hamle yerinde bir çıkış olmaktadır.
Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, son olarak kaleme aldığı kitabının adını, soykırım kıskacında Kürtler olarak belirlemiştir. Gerçekten de tüm verilere bakıldığında, Kürt ulusu kelimenin gerçek anlamıyla bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Hem fiziki olarak, hem kültürel olarak bir soykırıma tabi tutulmaktadır. Ekonomi, eğitim, siyaset, istihbarat, kültür, sanat, hukuk, idare vb. her şey bu amaçla düzenlenmişlerdir.
1925’te, şeyh Sait isyanından sonra yapılan fiziki Kürt soykırımından sonra, yürürlüğe giren Şark Islahat planının kendisi aslında bir soykırım suçunun belgesidir. Tam bir sömürge politikasını ifade etmektedir. Bu amaçla da eritme-yok etme planı yürürlüktedir. Özel bir devlet mekanizması, özel bir hukuk sistemi kurumlaştırılmıştır. Oradaki maddelere bakıldığında, Türk ulus devletini oluşturmak için Kürdün yok edilmesi hedeflenmiştir. Kürdü Türkleştirme amacıyla, Kürdistan’dan Kürtleri zorla göçertme, Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde Türkleşmelerini sağlama, Kürt dilini yasaklama, kültürünü yasaklama, konuşanları cezalandırma, Kürt çocuklarını, oğullarını-kızlarını ailelerinden uzaklaştırarak Türkleştirmek amacıyla okullara yerleştirme, ticaretin, ekonominin Kürtlerin elinde yoğunlaşmasına izin vermeme, demografyayı bozma da dahil hemen hemen BM de kabul edilen soykırım ölçülerine birebir uymaktadır.
Aslında İttihat terakki döneminden başlatılan bu soykırım süreci, 25 ten sonra kapsamlı bir planlama dahilinde, daha sistematik bir biçimde yürürlüğe girmiştir. Şark Islahat planının hazırlanma sürecinde ve sonrasında hazırlanan öyle belgeler vardır ki, insanın tüylerini diken diken eden cinsten belgelerdir. Örneğin bir belgede, yatılı okullara alınacak çocukların, evlerinde yapılan yemeklerden uzak tutulmaları gerektiğini bile maddeleştiren bir zihniyet vardır. Çerçiliğin yasaklanmasını savunan maddeler bile vardır. Öylesine ince ince bir soykırım planlanmış ki… eğer Kürtlerden çerçilik yapan olursa, Kürtçe konuşur ve elinde sermaye birikir, denilmektedir. Adeta işi şansa bırakmama, Kürtlüğün nefes alabileceği tüm delikleri tıkayarak mutlaka Kürtlüğü bitirmeyi amaçlayan cinsinden bir uygulama… Hitlerin gaz odalarının amacı neydi ki? O da işi şansa bırakmamak ve kestirmeden sonuca gitmek için gaz odalarını tercih etmemiş miydi? Türk devletinin bir suç devleti, bir soykırım suçunu işlemiş devlet olarak kurulduğunu belirtmemizin anlamı da böylelikle yerine oturmaktadır.
Bir tür mankurtlaştırma veya yeniçerileştirme gibi canavarca bir uygulamayı Kürt birey ve toplumuna dayatarak, belleklerini silerek, kendi anne-babalarından, kardeşlerinden, kendi tarihlerinden, uluslarından, kültürlerinden, dillerinden, topraklarından kopararak, köle bir birey-toplum yaratmak amaçlanmıştır. Zaten dönemin Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu topraklarda sadece Türkler yaşar, başkaları ancak onlara hizmetçi olabilir demesi boşuna değildir. Ve rastgele söylenmiş bir söz değildir. Soykırımı amaçlayan, pratikleştiren bir soykırımcının gönül rahatlığı ve kendisine olan güven duygusu içinde bu sözleri sarf etmiştir.
Peki Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın söylediği şu sözlere ne demeli? “Geri Kürtler, yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de, ya ülkeyi terk etmeli, ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir” bu bir soykırımı açıkça itiraf etmek değil mi? Bu kadar soğukkanlı celatlık!…
Zaten İsmet İnönü’nün hazırladığı rapor tam anlamıyla şark ıslahat planının uygulanmasında ortaya çıkan sorunları giderme ve tümüyle Kürtlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir rapor niteliğindedir. Dersimin “yitik kızları”nın durumu bilinebilen en acı soykırım örneklerinden birisidir.
Kendisine Kürdüm diyenin suratına tükürmeyi pankart yapacak kadar, ırkçı-faşist ve soykırımcı bir cumhurbaşkanının olduğu bir devlettir Türkiye cumhuriyeti devleti.
Son günlerde 1996 yılında MGK’nin Kürtlerin nüfus olarak artmaması için, hazırladıkları bir rapora dikkat çekilmektedir. Burada Kürt soyunu kurutmaya yönelik bir hazırlığın olduğu anlaşılmaktadır.
Soykırım politikası bitti mi? Hayır! Aksine daha da derinleştirilerek sürdürülmektedir. Sömürgeci Türk devletinin Başbakanı Tayyip Erdoğan, 2006 yılında, halkımızın yükselen serhıldanları karşısında aynen şunu söylemişti: “kadında olsa çocukta olsa güvenlik kuvvetleri gerekenleri yapacaktır” demiş ve ardından Amed serhıldanında 14 Kürt katledilmiş ve bunun yarısından çoğu çocuktur. Asimilasyon politikasına devam edilmiştir. İnkar politikası sürdürülmüştür. Tek devlet, tek ulus, tek vatan, tek dil, tek bayrak tekerlemesini sürdürmüş, bunu kabul etmeyenlerin çekip gitmeleri gerektiğini söylemiştir. 2009 yerel yönetim seçimlerinden sonra başlatılan siyasi soykırım operasyonları sonucu binlerce Kürdün rehin alınması böyle bir soykırım politikasının devamıdır.
AKP-F.Gülen faşizminin diğer bir uygulaması da, özel valiler, polis amirleri, özel ordu, özel öğretmenler, imamlar, doktorlar vb. uygulamalar gündemdedir.
Ancak en açık soykırım talimatını Fethullah Gülen hem de, müritlerinin amin nidaları eşliğinde vermiştir. Ancak bu açık fiziki katliam, soykırım fetvasına kimse bir şey dememiştir. Savcılar, hakimler bir şey dememiştir. Uluslar arası mahkemeler, insan hakları kuruluşları bir şey deme gereğini duymamıştır. Demelerini de beklemiyoruz zaten.
“30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tespit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin... Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz (Amin!), evlerine ateş sal (Amin!), feryatlarını figan sar (Amin!), köklerini kes (Amin!), kurut ve işlerini bitir (Amin!).”
Tabi Fethullah Gülen böyle bir soykırım fetvası verdikten sonra, Diyarbakır Valisinin, Adana valisinin Kürt çocuklarını mankurtlaştırmak üzere, el koymak emrini vermekten daha doğal ne olabilir.
BM genel kurulunda 9 aralık 1948 de kabul edilip 12 ocak 1951 de yürürlüğe giren soykırım sözleşmesine göre, “bir başka grubun mensuplarını katletmek, grubun mensuplarına ciddi bedensel ve psikolojik zararlar vermek, grubun bedensel varlığını kısmen veya tamamen yokalmasına yol açacak hayat şartlarına kasten tabi tutmak, grup içinde doğumları önlemek kastıyla önlemler almak, grubun çocuklarını bir başka gruba nakletmek”
Tüm burada belirtilenler, birebir belki de daha ağır bir biçimde Kürdistan da uygulanmış ve halen de uygulanmaktadır. Bunları tek tek verileriyle ortaya koymak ayrı bir değerlendirme konusudur ve bu yazı kapsamını aşmaktadır.
Kürdistan öyle bir ülke ve Kürt ulusu öyle bir ulus ki, varlığı inkar edilmekte, onuru çiğnenmekte, insan olma hakkı bile elinden zorla alınmış bir ulustur.
İnsan toplumuyla insandır. Toplumsuz, ulussuz birey yoktur. Düşünülemez de. Eğer ulusun hakları, yani varolma, kendi iradesiyle özgür geleceğini belirleme hakkı yoksa tek tek insan haklarının olduğunu iddia etmek, tam bir aldatma politikasıdır. Birey hakkı ve toplum hakkı birbirinden ayırt edilemez bir gerçekliktir. Onun için Kürt ulusu ve bireyleri başta Türk sömürgecileri tarafından Ulusu inkar edilen, ülkesi sömürgeleştirilen Kürdistan’da, soykırım kıskacındaki Kürt gerçeğini görerek, idam sehpasına çıkarılmış ve altından sandalyesi cellat tarafından çekilmekle yüzyüze olan bir gerçeklik temelinde ulusal varlık ve onun diri reflekslerini göstererek özgürlük çığlığını serhıldan temelinde haykırmalıdır.
Bunun için de sıkı örgütlenmeli, ulusal-demokratik birliğini güçlendirmelidir. Serhıldan soykırımcı Türk sömürgeciliğinin tüm saldırılarına karşı direnebilen, ayakta kalabilen bir sıkı örgütlenme işidir. Bunun için bu halkın ve ülkenin karşı karşıya kaldığı soykırım tehlikesi ve gerçeğini görme, hissetme ve bunu halkımıza en iyi bir biçimde anlatmak gerekmektedir. Gece gündüz, yaz-kış demeden yapılması gereken bir kutsal var olma ve özgür olma savaşıdır bu. En önemlisi bunun başarılmasıdır. Gerisi daha derli-toplu pratikleşmedir.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Kürdistan’daki Direnişlere kısa bir bakış
Direnişler devam edecektir, çünkü Osmanlının Kürdistan’a saldırısı devam etmektedir. Batıda toprak kaybı yaşayan Osmanlı ortaya çıkan zararların telafisini Kürdistan mirliklerinden almaya çalışmaktadır. Sadece ekonomik olarak yaşanan kayıpların telafisi hedeflenmiyor bizatihi üç yüzyıl önce oluşturulan özerk Kürdistan beylikleri ya da mirlikleri bir bir hedeflenerek merkezi imparatorluğa bağlanmaya çalışılıyor. Bu ise resmen Kabul görmüş olan Kürt beyliklerinin iç içlerine müdahale anlamına geliyor. Buna karşı ortaya çıkacak direnç ya da karşı koyuş sadece ve sadece bir direnişi ifade ediyor.
Daha somut olarak Rewanduz Direnişine göz atarak bu durumu irdelemek mümkündür.
Mir Muhammed, 1788'de Rewanduz'da doğmuştur. Mir Muhammed o dönemde Kürdistan’da yegâne eğitim yeri olan medresede eğitim görmüş, dindar bir kişidir. Mir, topraklarının savunma gücünün sağlamlaştırılmasına büyük dikkat gösterir. Mir, Osmanlı ve İran'ın aralarındaki çelişki ve savaş durumundan yararlanmayı bilir ve etrafta bulunan birçok Kürt bölgesini kendi mirliğine dahil eder. Hatta Osmanlı devleti, onunla karşılaşmamak için en büyük unvanlardan biri olan "Mir-ê Miran (Mirlerin Miri)" unvanını kendisine verir. İran da emirliğin bağımsızlığını kabul etmiştir.
30'lu yılların başında Mir'in iktidarı artık Musul’dan, İran sınırına değin uzanan geniş bir bölgeye yayılmıştır. Daha fazla güçlenmesini önleyerek, egemenliğine son vermeyi politik çıkarlarına uygun bulurlar.
Ayrıca İngilizlerde Soran emirliğinin gelişmesinden endişeleniyor ve bir an önce yok edilmesini istiyorlardı. Çünkü bu bölgede oluşacak bir Kürt devleti, İngilizlerin Basra körfezindeki ve Hindistan’da ki menfaatlerine ters olup, bu menfaatlere büyük ve güçlü bir Kürt beyliğinin zarar vereceklerini düşünmektedirler. Rusların kuzeyden saldırıları da buna eklenince, İngilizlerin bölgedeki çıkarları tamamen tehlikeye düşmüş olacaktı. İngilizler, zayıf yönetime sahip ve kendilerine bağlı Osmanlı yönetiminin bölgede yaşamasını, kendileri açısından daha faydalı göreceklerdir. Sırada Soran emirliği vardı. İngilizlerin yeni görevi bu emirliğin yok edilmesi için Osmanlıya yardım etmekti.
İlginçtir değil mi! Kürtlerin ezilmesinde yine İngiliz parmağı! Son iki yüzyılda nerede bir Kürt yenilgisi varsa, nerede Kürtlere bir haksızlık var ise ve nerede bir komplo var ise, bunun altından hep İngiliz parmağının çıkması derince ele alınarak, irdelenmesi gereken ayrı bir mevzudur.
Soran'ı yıkma görevi Sivas valisi eski Sadrazam Reşit Paşaya verilir. 1834 yılının yaz aylarında kırk bin kişilik bir ordu Sorana doğru ilerlemeye başlar. Reşit Paşa komutasındaki Osmanlı askerleri, Kürdistan’da ilerleyerek birkaç ay içinde Rewanduz yakınlarına ulaşırlar. Geçtikleri yerleri talan ve yağma etmeyi de ihmal etmezler. Reşit Paşa, kendine boyun eğmeyen Kürt yerleşim yerlerini ezip geçer. Musul ve Bağdat valileri tarafından komuta edilen iki kuvvetle de buluşup, Soran'a doğru ilerlemeye devam edecektir. Kaldı ki Soran’ı ezmek için yola çıkıp gelmiştir.
Mir Muhammed, Reşit Paşa onun üzerine doğru gelirken-bundan habersizdir. 1837'de Osmanlı ordusu Rewanduz'u kuşatır. ve Harir'e kadar ilerlerler. Dağlık kesime çekilen Kürt güçleri, geçitleri tutarak geniş bir alanı kontrol ederler. 40 bin kişilik Kürt ordusu direnişiyle Osmanlıları geriletir. Bu başarısızlık karşısında kurnazlığa başvuran Reşit Paşa, barış önerisinde bulunur. Reşit Paşa, Mir Muhammed’in bağışlanacağı ve yine yönetimin başında kalacağına dair teminat verir. Ona ‘gerçek’ bir Müslüman olarak hitap eder ve Müslüman kanı dökmemeye davet eder. Reşit Paşa, özellikle Melle'leri devreye sokar. Melleler, Mir'i ikna etmek için yoğun bir çaba harcarlar. Ayrıca halka da İslam halifesiyle çarpışmanın haram olacağını, halife ordusuna karşı silah taşıyanların kâfir olacağına ve karısıyla boşanmış olacağına dair fetvalar vererek, halkı etkilemeyi başarırlar. Mir, verilen sözlere de kanarak Reşit Paşa'ya gidip halifeye bağlı olduğunu bildirerek barışı kabul eder. Kaldı ki gerçekten de Mir’in Osmanlıyla bir sorunu bu bağlamda yoktur. Mir’in, Osmanlılarla ideolojik bir sorunu yoktur. Mir’in tek sorunu kendi beyliğinin bağımsız kalabilmesi ve kendisinin Mir olarak tanınmasıdır. Osmanlı karşıtlığı yoktur. Kürtlük söz düzeyinde söylenmiş olabilir, ancak özü itibariyle her an Osmanlıyla ya da İran’la olunabileceğini zaten pratikleriyle göstermektedir. Mir Muhammed, İstanbul'a gönderilir. Kendisi hakkında idam kararı çıkartılmıştır ancak karar gizli tutulmuştur. Bu sırada bağışlandığını ve ülkesine döneceğini sanan Mir, 1837 yılında yolda-kimi rivayetlere göre Sivas'ta, kimisine göre Trabzon'da-öldürülür.
Seyit Rıza içinde aynısını yapmamışlar mıydı işgalciler? Erzincan’a çağırmışlar Seyit Rıza’yla görüşmek için. o yaşıyla yollara düşmüştür ancak Kemalist rejim onu tutuklayacak ve 15 kasım 1937’de oğlu ile kimi arkadaşıyla idam edilecektir.
Kör Muhammed Paşa'dan sonra Mirliğin başına kardeşi geçmiştir, daha doğrusu geçirilmiştir. 1847'ye kadar yeni Mir Soran beyliğini yönetir. Osmanlılar duruma hakim olduktan sonra bu kez de Mir Muhammed’in kardeşini sürgüne gönderirler. Bu beyliğin başına bir Osmanlı valisi atayarak Soran emirliğine tamamen son vermiş olurlar. Genel olarakta ayaklanma bastırıldıktan sonra Kürdistan büyük bir katliama maruz kalır. İrili ufaklı birçok beylik tasfiye edilerek ortadan kaldırılır.
Bedirxanların Botan Direnişi: Sıra Bedirxanlara gelmiştir. En güçlü direnişlerden biri olan Bedirxan direnişi, 1842 yıllarında patlak vererek, 1847-48'lere kadar sürer. Osmanlılar Rewanduz hizaya getirdikten sonra bu kez sıra Bedirxan beye gelmiştir. Bu durumu fark eden Bedirxan direnişe geçecektir. 1842 yılında direnişini ilan eder. Cizre, Amediye, Van’a kadar açılım sağlar. Yer yer diğer beylerle ilişkilenir. İddialı bir çıkış gibi görünen bu çıkış, ayrı din ve azınlıklara öncelleri hoşgörülü yaklaşır. Bedirxan'ın kimi komutanı Ermeni'dir. Kimisi Asurî’dir. Bedirxan Bey güç elde edip iyice sınırlarını genişletince-İngiliz ve ABD misyonerleri ve ajanlarının da-kışkırtmasıyla Süryaniler, Bedirxan Bey’e karşı isyana teşvik edilirler. Önceleri farklı halk ve dini inanç gruplarına saygılı yaklaşan Bedirxan, İngilizlerin oyununa gelerek halklara karşı katliama varan eylemlere girişir.
Osmanlılarla çatışmalar başlayacaktır. Yukarıda söylenen bölgelerde, isyanlar gelişecek ve Osmanlı zor durumda bırakılacaktır. Osmanlıların büyük bir ordusu Bitlis ve Van’dan, Cizre üzerine yürüyecektir. Bedirxan Miks yakınlarında Osmanlı ordusunu karşılamak için tüm gücünü toplayarak karşı hamle yapmaya çalışacaktır.
Bedirxan Bey'in asıl güçlerinin olduğu Hakkâri, Botan, Van üçgenindeki dağlık bölgeye yönelir. Osmanlı ordusu bu bölgede güçlü bir direnişle karşılaşırken, kanlı geçen çatışmalarda iki kez geri çekilmek zorunda kalır. Daha sonra yedek kuvvetlerle, özellikle toplarla desteklenen Osmanlı ordusu yine saldırıya geçer. Ancak yine sonuç alamazlar. Topal Osman, Bedirxan'ın direnişini görerek savaşa devam etmekle beraber, asırlık Osmanlı hilekârlığına başvurur; rüşvet ve sınırsız rütbe vaatleriyle Bedirxan Bey'in yeğeni ve aynı zamanda merkez olan Botan askeri gücünün komutanı Yezdan Şer’i kandırır.
Bedirxan’ın kendi yerinde bir nevi Cizre komutanı olarak bıraktığı yeğeni Yezdanşêr'e Osmanlılar taht ya da bey olma sözü vererek yanlarına çekerler. Geri cephenin düşmesinden öteye, geri cephe de Bedirxan’a karşı bir cephe olmuştur. Bu durumu öğrenen birçok Kürt beyi, Bedirxan’a yardımlarını çekeceklerdir. Bedirxan yenilerek geri çekilecek, en sonunda Kor Kandil denen alanda Osmanlılara teslim olacaktır.
Ancak Bedirxan beyin ne kadar Osmanlıya karşı olduğunu biraz açalım. Osmanlılarla ideolojik bir çelişkisi olmadığını yukarıda değinmiştik. Asıl çelişkisi giderek sınırlandırılan beylikleri ve iktidarlarıdır. Teslim alındıktan sonra Bedirxan ailesi Kürdistan’dan, İstanbul’a sürülecektir. Bunu bildiğimiz sürgün olarak anlamamak önemlidir. Bedirxan ailesinin çocukları okutulacak ve Osmanlının önemli mevkilerinde görevler alacaklardır. Örneğin Mir Emin İstanbul’da polis şefi gibi bir göreve gelebiliyor. Girit’te yaşayan Mir Bedirxan ise Yunanlar isyana kalktıklarından Makedonya ve Girit’teki isyanları Osmanlı paşa rütbesiyle, görevli olmadığı halde bastırmasında ve ezilmesinde görüyoruz. Başka bir söylemle direnişe kalkan Bedirxan, Osmanlının bir komutanı olarak başka halkları bastırmakla görevlendirilmiştir. Bu da Bedirxanların Osmanlarla bir çelişkilerinin olmadığına işarettir. 1868 yılında vefat eder. Öldükten sonra da maaşı, ailesi için bir kuşak daha devam etmiştir. Oğullarından yedi tanesi, paşa rütbesiyle Osmanlı ordusuna girmiştir. Bedirxan Beyin Girit’teki direnişi bastırmasından dolayı İstanbul’a gelmesine izin verilmiştir. Bu arada Bedirxan'ın, Osmanlı vezirine maaşının arttırılması için verdiği dilekçe ise Bedirxan’ın bir isyan gerçekleştirmediğinin işareti olduğu kesindir . Dilekçe bir yandan yenilmiş bir sultanın kendi mülkü üzerinde hak talebini yansıtan bir içeriğe sahipken, diğer taraftan Osmanlının emektar, eski bir yöneticisinin -kulunun- isteklerini yansıtmaktadır. Dilekçede maaşının artırılmasını ya da Kürdistan’da kullanılmasına izin verilmeyen toprakları için kullanım hakkı ister. Bunun yanında devlette memur olarak çalışan yakınlarının kıdemlerinin artırılmasını talep eder. Ardından şöyle der; “Sözün kısası aciz kulunuzun, padişahımızın merhametinden başka sığınacak yeri yoktur. Dertlerimi kabul ve lütuf ile dinleyecek olan zatı devletlerinden başka sığınacak yerim yoktur.” (Malmisanij)
Bundan çıkan sonuç; direniş önderlerinin görünüşte gevşek siyasi bağlarla da olsa, tabii oldukları egemen devletin geleneksel yapısına, tarihsel bağlarla bağlı olduklarıdır. Direnmiş olanlar, egemen devlet tarafından tekrar kendisinden sayılmıştır. Bazen affedilerek tekrar görevlendirilmişlerdir. Kuşkusuz bu yaklaşımın başka birçok nedeni de vardır. En başta direniş önderlerinin içinden çıktıkları toplumdaki etkilerinden dolayı devletin bilinçli bir politika yürütmesidir. Ama bununla beraber bu kişilere sahip çıkması, daha çok da bu ailelerin sonraki kuşaklarını da devletin hizmetine sokmasının bir sebebi de, bu kesimi sürekli olarak kendisinden bir parça olarak kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.
Söylenmek istenen işgalcilerin hep isyan diye dile getirdikleri sadece ve sadece haklı olan direnişler olmasıdır. Bu direnişlerin başarılı olmaması bu direnişlerin haklı olmadıklarını elbette ifade etmez.
---
KILIÇDAROĞLULARINI, KAMER GENÇLERİ VE ÇELİKLERİ ANLAMAK İÇİN
Kürdistan’da yaşanan direnişlere devam edelim.
Yezdanşer Osmanlıya bağlıdır. Daha doğrusu Kürdistan’daki beylerin ağırlıklı bir bölümü, belki de tümünün Osmanlıyla bir sorunları yoktur. Osmanlıyla tek sorunları, Osmanlının yüz yıllar önce imzalamış oldukları antlaşmayı ayaklar altına alarak Kürdistan’a sefer yapmalarıdır. Bunun içindir ki Kürtler, daha doğrusu Kürtlerin mirleri Osmanlının bu antlaşmalara sadık kalması için Osmanlının saldırılarına karşı direnmişlerdir. Ve bundandır ki Kürt mirleri Osmanlının en küçük uzlaşma emare gösterisinde hemen Osmanlıya yaklaşmışlardır.
Buna iyi bir örnek Yezdanşer'dir. Bedirxan’ın direnişinde Osmanlının yanına geçerek Botan Miri olan Yezdanşer, Osmanlının Kürtlerin özerkliğine karşı olmadıklarına inanmıştır. Ve bundandır ki amcası olan Bedirxan’a sırt çevirmiştir. Ne var ki Yezdanşer üç yıl sonra görecektir ki Osmanlının asıl amacı Kürdistan’ı işgal etmektir. Yani Kürt mirliklerini artık kabul etmemektedir. Ve bunun sonucudur ki Yezdanşer Osmanlıya karşı direnişe geçecektir. Burada gördüğümüz yine isyan değildir. Ayaklanma değildir. Yani bir devlet yapılanmasını tanımama değildir. Ya da bu devlet yapılanmasının yerine başka bir devlet yapılanmasını kurma değildir. Burada yapılan sadece ve sadece direniştir. İncitilmiş gururun, gururların yeniden tesisidir. Yeniden geçmiş antlaşmalara sadık kalması için Osmanlıya bir çağrıdır.
Yeniden dile getirecek olursak: Yezdanşêr, Bedirxan Bey'in kıyımında yaptığı ihanet karşısında, Bedirxan Bey'in yerine Cizre beyi olarak atanmıştır. Ancak Osmanlıların Cizre beyliğini yeniden canlandırmaya niyetleri yoktur, olaylar bastırılıp tehlike atlatılınca, Yezdanşêr'e de gerek kalmayacaktır. Onu uzaklaştırmak, yerine bir Osmanlı paşası atamak ve bölgedeki Kürt beyliklerinin tümünü ortadan kaldırmak için yeni düzenlemelere girişirler. Umduğunu bulamayan Yezdanşêr, Osmanlıya karşı iç cephe açmak için, onun Kırım Savaşı'nın elverişsiz konumundan yararlanmak isterler. Direniş, hızla genişler. Direniş alanı içinde yaşayan farklı ulusal azınlıklar; Süryaniler, Ermeniler, Rumlar da katılmışlardır. Bu dönemde insanlar bir kurtarıcı arayışı içindeydiler ve bu rolü bu kez Yezdanşêr oynar.
İngilizlerin Musul konsolosu, Kürt aşiretlerin arasına ikilik sokar ve Yezdanşêr'in Osmanlıyla uzlaşması için yoğun çaba gösterir. Yezdanşêr, politik tutarsızlığı ve verilen vaatlere hemen kanması nedeniyle Osmanlıyla görüşmeyi kabul eder. Musul’daki İngiliz konsolosunun sözde kişisel güvencesiyle, sözde görüşme vaatleriyle, tuzağa düşürülerek İstanbul'a gönderilir ve orada tutuklanır. Lidersiz kalan direniş kısa sürede dağılır.
Hep aynı dokuyla karşı karşıya kaldığımızı burada yine görüyoruz. Direnen, daha birkaç yıl önce o dönemin en büyük direnişini kendi yetki, mevkii ve bireysel menfaatleri için satan, pazarlayan Yezdanşêr’dir. Bu kez de o direnişe geçecektir. Çünkü bireysel çıkarların zamanı geçmiştir. Osmanlı kendisini yeterince güçlü hale getirmiştir. Bir işbirlikçiye ihtiyacı yoktur. Özcesi kullanım değeri kalmayan bir Yezdanşêr'i ne yapacaktır ki? Bu bir. İkinci bir dipnot da İngilizlerin oyununa yeniden yeniden düşülmesidir. İngilizlerin ipiyle kuyuya inmek, herhalde her zaman kuyunun dibini boylamakla sonuçlanmaktan öteye bir sonuç doğurmuyor.
Osmanlıya karşı bu ve benzer direnişler 1800’lerin sonlarına kadar sürecektir. Tüm direnişlerde aynı doku vardır. Osmanlıya karşı rahatsızlık vardır. Bunun için önce uzlaşma arayışı olmayınca daha doğrusu Osmanlı bu uzlaşmayı kabul etmeyince direniş, direnişler yenilgiyle sonuçlanınca bu kez yeniden Osmanlıyla uzlaşma.
Kürtlerin direnişlerin bir yönü budur. Bir diğer yönü ise direnenleri ve ailelerini sürgüne göndermeleridir. Başka bir yönü ise kendi hakim sistemleri içine alarak eritme politikalarına tabi tutmalarıdır. Bu yönün hiç şüphe yoktur ki çok trajik bir yüzü de vardır. O da yenilgiye uğratılanların, ailelerinin ve onların cümle cemaatinin çocuklarına el koyarak, kendi okullarına alarak, kendi zihniyet yapılanmasında geçirerek kendi adamı, yani ajanı yapmalarıdır.
Evet, 19. yüzyılda bastırılan isyanların ardından, isyana katılan, kimi zaman ailenin tüm fertleri Bedirxan isyanında görüldüğü gibi sürgün ediliyorlardı. Kimi zaman da çocukları alınarak İstanbul’da Babıâli okullarında yetiştiriliyorlardı. Ne de olsa geleceğe yatırım gerekiyordu. İstanbul’da aşiret okulları bu nedenle açılıyordu. İşbirlikçi aşiret reislerinin ve işbirlikçi ailelerin çocukları, bu okullarda eğitim altına alınıyordu. Tabii direnenlerin çocukları da ıslah edilmek amacı yanında emniyet sübabı olarak bu okullar da rehin olarak yetiştiriliyorlardı. Yetişenlerden bazıları Hamidiye alaylarında görevlendiriliyordu, diğerleri Babıâli bürokrasisi içerisinde görevlendiriliyordu. Şeyh Ubeydullah Nehri'nin sonradan idam edilecek olan oğlu Şeyh Abdulkadir, Senato Başkanı olabiliyordu. Bedirxan’nın oğlu Emin Bedirxan, askeri istihbarat şefi olabiliyordu.
Bu çocuklar okullarda esasen içine doğdukları topluma yabancılaştırılma eğitimi alacaklardır. Bununla yetinmeyerek, burada yetişenlerin eliyle bir toplum ıslah edilmek istenir. Ne de olsa bunlar tanınmış ailelerin evlatlarıdırlar. Bunların kazanılmaları halinde, bir toplumu kendisinden uzaklaştırmak için iyi bir göstermelik yakalamış olacaklardır. Bir de bu kendilerinden uzaklaşmış olanlar dil bilirler. Yazı bilirler. Kalemleri iyi yazar. Giyim kuşamları yetiştirenlere benzer. Böylelikle bu yetiştirmeler, bir toplumu belleksizleştirmek için bürokrasilerde, gerektiğinde etkili yerlerde görevlendirilirler. Yazıp-çizdikleri için öne çıkabilirler. Düşünme ve konuşma güçleri olduğu için bunlar-yetiştirme de olsa-gittikleri yerlerde, geçmişin saygınlığından dolayı yer edinirler. Halk değer verir. Bağrına basar. Ne de olsa geçmişte direnişlerde yer almış olan ailelerin soyağacıdırlar. Evlatlarıdırlar. Bunların çok azı-ki istisnalar kaideyi bozmaz derler-halka yönünü vererek, halk için bir şey yapar. Ancak büyük bir çoğunluğu kendi toplumundan uzaklaştığı için Mangurtlaşmayı yaşar.
Bugünün tablosuna ne kadar da uyuyor…
Kılıçdaroğlu gibiler böyle yetiştirilmişken nasıl Dersimli olabilirler ki? Ya da Kamer Genç’in Türklüğü böyle daha iyi anlaşılmış olmuyor mu? Yine Akepe’li olan Hüseyin Çelik’in neden kraldan daha kralcı olduğuna başka eklenecek bir şey var mı?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Türkiye’de Yeşil Türkî Faşizm Kürtlere karşı giderek çok ileri düzeyde bir soykırım politikası uyguluyor. Tarihte bildiğimiz, okuduğumuz, duyduğumuz soykırımların aksine yeşil Türkî faşizm çok sinsice, plan dahilinde belirledikleri bir yol haritasıyla, uzun vadeye yayılmış bu soykırımı tüm insanlığın gözlerinin içine baka baka uyguluyorlar. Ve bu insanlık suçunu işlerken de geçmişte işlenmiş olan soykırım girişimlerini, katliamları ve bilumum bu minvalde ele alınacak olan insanlık suçlarını eleştirerek, hatta kendince gündemleştirerek karşı çıkıyorlar. Böyle olunca bir tarafta günümüzde, daha doğru yaşadığımız an’da soykırım işlerken geçmişte yaşanmış olan insanlık trajedilerine güya sahiplenerek ne kadar hümanist ve ne kadar demokrat olduklarını söylemiş ve göstermiş oluyorlar.
Evet, Yeşil Türkî Faşizm tam gaz Kürtlere karşı bir soykırım uyguluyor. Bu soykırımı uygularken ilk elden yaptığı ve uygulamaya koyduğu asimilasyondur. Yani eritmedir. Kendi özünde çıkartarak kendine benzetmektir.
Kürt halk Önderliği asimilasyon hakkında şöyle der; “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.
Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır.”
Dediğimiz gibi Yeşil Türkî Faşistler soykırımı Kürt halkına karşı asimilasyonla at başı götürmektedirler.
Nedir soykırım ya da jenosit:
“Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar. Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür” diyor Kürt Halk Önderliği.
Yeşil Türkî faşistler bugün Kürdistan’da sadece asimilasyona dayalı olarak bir soykırımı uygulamaya koymuyorlar. 21. Yüzyılda çağ atladıklarını söyleyen bu Yeşil Türkî Faşistlerin marifetiyle halen mahkemelerde insanlar Kürtçe konuşuyorlar diye yargılamalık olabiliyorlar. Yine 21. Yüzyılın parlayan güneşi olduklarını iddia eden bu zatlar halen Kürtlerin anadillerinde eğitim görme hakkı için “asla olamaz” diyorlar. Yine Kürtlerin kendilerini yönetebilme haklarına “katiyen hayır” diyorlar.
Evet, 21. Yüzyılda yaşıyoruz ancak Kürtlere sistematik olarak Kunta Kintalara 200 yıl önce uygulananlar halen uygulanıyor ve bu anti insani durum reva da görülüyor.
Yukarıda kültürel soykırımda: “Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır” deniliyordu.
Evet, 21. Yüzyılda Kürtlere yapılan tam da budur. Kürtleri eritmek, kendilerine benzetmek, olmazsa kendisi olmaktan çıkartılarak başka birisi yapılması için sistematik olarak özel bir çalışmanın yürütüldüğü her geçen gün daha fazla gün yüzüne çıkıyor. Eskilerde Kızılelmacı İttihatçı ya da Kemalist Türkî Faşistler bu kendi olmaktan çıkarmayı çok açık ve kabaca yaparlardı. Bunu yaparlarken Kürt denen bir şeyin olmadığını söylerlerdi. Hatta kart kurt teorileri vardı. Özünde Türk olupta kendi gerçekliğini unutan bu insanlara ders verilmesi gerektiğini söylerlerdi. Ve doğrusu bunu yaparlarken yaptıklarını gizlemezlerdi. Çünkü Kürt demek zaten isimsiz olmaktı. Tarihsiz olmaktı. Kimliksiz olmaktı. Evet, Kızılelmacı Türkî Faşistler asimilasyonu da, soykırımı da harbi yaparlardı, aleni yaparlardı halk deyimiyle “mertçe” yaparlardı. Ve biz Kürtler bu faşizmi bilirdik. Buna göre de kendimizi konumlandırırdık. Ya direnişi seçerdik ya da devletin ajanı olmayı. Ya direnişçi ya da ihanetçi, hain olmayı.
Şimdiler de Yeşil Türkî Faşistler bu asimilasyonu ve soykırımı; bir, dini yani İslami kisve adı altında saklıyorlar. (Bu başka bir makalenin konusudur.)
İki, Kürtleri tanıdıkların söyleyerek, kardeşlik adı altında yapıyorlar. Haklarınızı tanıyoruz diyerek yapıyorlar.
Ve bir de dört, hukuk yani yargının yoluyla yapıyorlar.
Örneğin: Adana valisi Molotof atmayı silah kapsamına alacağını söyledi ve Molotof bomba kapsamına alındı.
Batman valisi trene taş atan çocukların ailelerini trene bindirerek çocuklara taş attıracak.
Diyarbakır valisi ise taş atan çocukların önce ailelerine yüklü parasal ceza verecek, eğer bir değişiklik olmazsa çocukları ailelerden yani Kürt ailelerden alarak Fetullah’ın Sevgi evlerine verecek.
Tabii daha önce Akepe’li olan Rize belediye başkanının “herkesin kendisine ikinci bir Kürt kadını getirmesi” cümleleri kamuoyuna yansımıştı.
Birkaç gün önce Mir Dengir Fırat’ın TRT-6’da Kürtçe çocuk programlarının yasak olduğunu söylediğini de Neşel Düzel’le yaptığı röportajda öğrendik.
Yukarıda sıralanan bu birkaç olaydan yola çıksak bile Yeşil Türkî Faşistlerin tam gaz Kürt halkını, onların gençlerini, çocuklarını eritmek ve adım adım kültürel olarak da soykırımda geçirerek tam da Kürt halk önderliğinin belirttiği “varlıklarını sona erdirme” politikasının ne kadar insanlık dışı yöntemlerle pratikleştiğini rahat görebilirsiniz.
Özcesi: Kürtlere karşı dediğimiz gibi tam gaz bir kültürel soykırım uygulanıyor. Bu tür asimilasyonist soykırımcı Hukuk Faşizmine karşı: Başta Kürtler olmak üzere, Kürtlerin dostlarını, Kürtlerle birlikte yaşayan komşu halkları ve tabii ki tüm demokratları, liberalleri, sanatçıları, feministleri, solcuları, anarşistleri cümle cemaat kendisine insanım diyen herkesi bu asimilasyonist, soykırımcı hukuk faşizmine karşı durmaya çağırıyoruz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
AKP-Gülen Faşizmi Kürdistan’ı 21. Yüzyılda da kendi mutlak sömürgeci egemenliğinde tutmak için, bir taraftan Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde tecriti artık bir siyaset olarak geliştirmekte, kendi ulusal onur ve haysiyetine sahip çıkmaya başlayan Kürt siyasetçilerini KCK adı altında rehin almaya çalışmaktadır. Rehin alınan Kürt siyasetçilerinin sayısı 3500 olarak belirtilmektedir. Gerillaya karşı imha operasyonlarına ağırlık vermekte bunun için ABD-İsrail ve Avrupalı devletlerden kimyasal silah da dahil aldığı her türlü tekniği kullanmaktadır. Demokratik haklarını savunan Önderliğine, Kürt ulusal haklarına sahip çıkan yurtsever Kürtlere ve dostlarına boğucu gaz kullanmaya devam etmektedir. Özellikle bazı Türk aydınlarının gözdağı amacıyla rehin alınması ve en son Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukatlarının da tutuklanması AKP-Gülen faşizminin Kürt halkı, Kürdistan ve Türk halkı için nasıl bir planının olduğunu ortaya koymuştur.
AKP-Fetulah faşizmi bu saldırılarını yoğun bir psikolojik savaş eşliğinde, Kürdistan halkını bölme parçalama, umutsuzlaştırma, saptırma vb. çabalar içine girmiş bulunmaktadır. Her yaptığını haklı çıkarmak için, uyduruk, sahibinin sesi yazar-çizer, spiker, programcı takımıyla Kürdistan özgürlük hareketine, Önderliğine, yasal siyasetçilerine yönelik her türlü ahlaksızca, alçakça saldırılarını yöneltmektedir. Her türlü yalan-iftira, çamur at, tutmazsa izi kalır hesabıyla söylemedikleri bir şey kalmadı. Bir taraftan bu saldırılar olurken, öte yandan nerde yurtsever, demokrat, sosyalist, aydın, yazar, sanatçı varsa bunları birer birer rehin almaktadır. Nasrettin Hoca’nın deyimiyle, taşları bağlamışlar, itleri de ortalığa salmışlar.
Böyle yoğun bir saldırı ile bilinçleri muğlaklaştırma, iradeleri felç etme, örgütlülüğü dağıtma hesaplanırken, Kürdistan halkının, yurtsever kamuoyunu aldatmak için olmadık kirli oyunlar da oynamaktadırlar. Bunların başında ise, KCK sistemini kötüleme, hatta faşizm olarak niteleme sömürgeci faşist sistemin koordinatörü Tayyip Erdoğan ve uşaklarının ağzından düşmemektedir. Kürdistan özgürlük hareketini faşist, kendilerini de anti-faşist olarak niteleyecek kadar Hitlerin propaganda bakanına taş çıkartacak, işi yalanla-dolanla tersyüz ederek göstermede oldukça maharetli olduğu görülmektedir. Bazı sözüm olan liberal aydınlar da, bu koroya katılmaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın bağajına entelektüel argümanlar taşımaya hala da devam etmektedirler. Hele bir sıkı liberal Ahmet Altan var ki, Tayyip Erdoğan’ın ameliyat olmasına neredeyse salya sümük ağlamakta, ona hastanede ulaşıp yazılarını, hizmetlerini sunamamaktan neredeyse kıvranmaktadır.
AKP ve Fethullahçılar, çeşitli çevrelerin kulağına önce, devlet ile PKK’nin yeniden görüşmeye başladığını fısıldayıp, önce alttan alta yaydılar, sonra ise, AKP’nin Tarafı da bunu daha açıktan dillendirmeye başladı. Ve AKP-Fethullahçı basın bunu son günlerde yoğun işlemeye başladılar. Öncelikle hemen şunu söyleyelim ki, PKK yönetiminin böyle bir görüşmesi de yok, talebi de. Nede görüşmek için böyle bir zemin-ortam vardır. Peki, AKP-Fethullah Gülen’in derin devlet kadroları, yani yeşil Ergenekon böyle bir şeyi neden yayıyor? Amaç, Kürt yurtseverlerini beklentiye sokmak, AKP- Gülen faşizminin açığa çıkan Kürt düşmanı gerçek yüzü karşısında daha önce AKP-Gülenle şu ya da bu nedenle ilişkilenmiş, şimdi bunu sorgulayan, kopuşu yaşayan kesimleri yeniden AKP-Gülen’e bağlamaktır. Yine anayasa tartışmaları vb. ne umut bağlatmaktır. Yine AKP’nin başta açılım adı altında yürütülen Kürt siyasetini tasfiye, tek adam ve tek parti olma, yine 3. milli şef olma arayışı karşısında AKP’yi sorgulamaya başlayan liberalleri yeniden yanına almak için böyle bir ortam yaratmaya çalışmaktadır.
Kürdistan halkı ve Türkiyeli devrimci-demokrat ve aydınlar şunu bilmelidir ki, bu koşullarda AKP adına, ya da devlet adına herhangi bir görüşme yoktur. Bu koşullarda olamaz da.
Kürdistan halkının artık, ne AKP-Gülen ve işbirlikçi liberallerin alttan alta ya da basın üzerinden yaratmaya çalıştıkları bu tür oyalama, beklentiye sokma inanmalı, ne de sözümona İrlanda da, çözüm modellerini araştırmaya çıkanlara kulak asmalı. Kendi özgürlüğüyle birleşmiş Önder Apo’nun özgürlüğü yolunda ilerleyişini tüm zorluklara rağmen sürdürmelidir. İçinde Bejan Matur gibi alevi, Kürt, kadın ve geçmişte PKK davasından cezaevinde yatıp da çıktıktan sonra Fethullah Gülen cemaatine kendi ruhunu satan, randevusuz Fethullah Gülen ile görüşen birisinin, söylediklerine kulak asacak bir Kürdistanlı olabiliri mi?
Cengiz Çandar’ından, Hasan Cemaline kadar-belki içinde iyi niyetliler de olabilir- hemen hemen hepsi, ortak tema olarak sözümona İRA militanları, artık halkın yorulduğunu görmüşler de öyle gelip barışçıl sürece katılmışlar, yaygarasını yaymaya çalışıyorlar. Bundan da Kürtler de artık yoruldu vb. sonuç çıkarmaya ve bunu yaymaya, böyle bir ortam yaratmaya çalışıyorlar.
Özgürlük, onur mücadelesinin yolu uzundur, bazıları Bejan Matur gibi soluksuz kalarak saf bile değiştirebilir. Ama Kürdistan halkı özgürlük ve onurlu yaşamın anlamını biliyor. Sömürgeci Türk devleti başta olmak üzere diğer sömürgeci güçlere karşı mücadelenin öyle sıradan ve çok basit olmadığını da bilmektedir. Kürt ulusu bugüne kadar özgürlüksüz, örgütsüz, savunma güçlerinden yoksun ve Önderliksiz olmanın acılarını derinden yaşayan bir halktır. Yol uzun ve zorlukları olan bir yoldur. Fakat varlık, özgürlük ve şeref için mücadelenin yorgunluğu olamaz. Yorulmak, yoruldum demek, şerefsiz bir yaşamı kabul etmek anlamına gelmektedir. Kimse Kürdistan halkına bunu yakıştıramaz. Kürt ulusu da bunu kabul etmez. Kürdistan halkı yolun çoğunu yürüdüğünü ve pek az bir kısmının, ama zorlu dönemecin kaldığını da bilmektedir. Kendisine dayatılan soykırım politikalarına karşı, halk olarak varlık, özgürlük ve onurlu yaşam olanaklarını elde etmek için sonuna kadar direnmede kararlıdır.
Kendini liberal olarak adlandıranların geçmişlerine baktığımızda, hepsi aslında uzun soluklu özgürlük mücadelesinden gözlerinin direği kırılmış, nefesi daralmış, yüreği küçülmüş, bilinçleri yetmemiş, cesaretleri tükenmiş insanlardır. Sizler yorgun düşmüş olabilirsiniz. Zaten Türkiye biraz da Ahmet Kaya’nin dediği gibi yorgun demokratlar ülkesi değil mi, hatta mezarlığı!
Kürdistan halkının 3 Aralıkta Amed’de gerçekleştirilecek mitinge nasıl canlı ve diri katılacağını, gerekirse bir asır boyunca, Kürt ulusunun özgürlüğü ve şerefi için, ulusal-toplumsal reflekslerini daha da geliştirip pekiştirerek devam edeceğini herkese gösterecektir! Her Kürdistanlı, kendisine dayatılan onursuzluğa, ulusal yokoluşa, teslimiyete, korkuya, sindirme ve örgütsüzleştirmeye karşı, Önderliğine, tüm ulusal değerlerine, varoluşuna ve özgürlüğüne sahip çıkmalı serhıldan ruhuyla Amed mitingine katılmalı, birbirini teşvik etmelidir. Örgütlülüğünü ve direnişini yükseltmelidir.
Varlığını, ulusal yokluğumuz üzerine inşa eden sömürgeci Türk devletine karşı varlık ve özgürlüğümüzü sağlamanın, kendi topraklarımızda onurumuzla yaşamanın başka da yolu yoktur.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
Köşe başları genellikle puslu olur. Köşe başlarında satılır gizli, saklı ve kirli şeyler. Köşe başlarıdır sisli havada pusuya yatan kurtların yeri ve köşe başlarında bekler faili meçhul cinayetlerin kanlı tetikçileri… Oysa günümüzde “köşeler” öyle bir hal aldı ki, artık insan diye geçinen bazıları, gizliliğe, saklılığa, hayaya aldırmadan “köşelere” damlıyorlar. Hem artık bunlar, sadece gayri ahlaki şeyleri değil kendi ruhlarını da sözcüklerle “köşelerde” satmaya başladılar. Bu, yeni bir şey değil fakat bu kadar da alenileşip zirveye ulaşmamıştı…
Yazık…
Hem de insanlık adına çok yazık…
“Entelektüel, şair, yazar, çizer, danışman, aydın, siyasetçi ” adına ne derseniz deyin, artık köşeler, ruhlarını satanlardan geçilmiyor… Ne ruhlarını satan bu zavallıları ne de pazarlık meydanları olan gazetelerin isimlerini zikredeceğim. Zira sözcüklere yazık olur, kirlenmesinler…
Köşelerde köşeyi dönmek için mi bu kadar hayâsızlaşıyorlar anlayamıyorum. Nasıl oluyor da kendine insanım diyenler bu kadar yalancı olabiliyor ve “köşe yazısı” diye yalan dolu bir belgeyi ardındakilere bırakabiliyor. Yazmak bir sanattır ve bildiklerini insanlarla paylaşarak insanlığın hizmetine sunmak en büyük erdemlerdendir. Bu, bilgeliğin gereğidir. Bedeli ne olursa olsun bilgelik bunu gerektiriyor. İster Hallaç-ı Mansur gibi derisi yüzülsün, ister Prometheus gibi kayalıklara çivilenip ciğerleri kartallara yem edilsin isterse de Öcalan gibi İmralı’da zaman çarmıhına gerilip hücreleri saniyelere kemirtilsin bilgelik, insanlığa hizmeti gerektirir. Çünkü bilgi tüm insanlığın ortak değeridir.
Fakat maalesef günümüzde bilgiçlik taslayanlar, bırakalım insanlığa hizmet etmeyi, her gün yazdıkları köşe yazılarıyla Kürt Özgürlük Mücadelesi PKK şahsında insanlığa leke sürmeklerdirler. Kimi PKK’yi başka güçler tarafından kurdurulup yönetildiğini, kimi PKK’nin politikasını belirleyenleri “akılsızlıkla” suçluyor, kimi ise PKK’nin Kürt Halkının başına bir “bela” olarak gösteriyor ve milyonlarca insanı bu yalanlarına inandırmaya çalışıyorlar. Fakat hiçbiri PKK’nin 33 yıldır TC devleti şahsında başta NATO olmak üzere çok çeşitli emperyalist güçle direkt ya da dolaylı savaşmasına rağmen neden yenilmediğini yazmıyor ya da yazamıyor.
Evet. Önümüzdeki PKK’nin 33. Kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Köşelerdeki kiralık yalancılar, her ne kadar gerçeği inkar etseler de “bir avuç eşkıya” dedikleri PKK ile sömürgeci bakış açısıyla aşağıladıkları Kürt halkı artık iç içe geçmiş bulunmaktadır. Yani PKK artık halktır halk da PKK! Zaten PKK’nin yenilmezliğindeki en büyük etkenlerden bir tanesi de budur. Ama yukarıda söz ettiğimiz köşe meydanının kiralık tacirleri, ısrarla bu gerçekliğe gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamıştır. 33 yıl nasıl başarıldı? Acaba faşist TC generallerinin utanç madalyası 33 kurşunların acısı olmasaydı, 33 yıl geride bırakılabilinir miydi? PKK ki, bağrında büyük komutan Zilan’ları yaratmış, acaba Zilan Katliamları olmasaydı komutan Zilanlar yaratılabilinir miydi? Ya da Amed Zindan vahşeti olmasaydı Mazlum Doğan’ların, Kemal Pir’lerin, Ali Çiçek’lerin insanlığı kurtarma direnişleri milyonların devrim hayaline ilham verir miydi? Bunlar, sadece kısa birkaç örnek. Söylemek istediğimiz, PKK’nin, diri diri gömülen bir halkın yeniden yaratılış destanı olmasıdır. Ama ruhlarını dahi köşelerde süslü sözcüklerle pazarlayanlar, psikolojik savaş aracı olarak ısrarla PKK’yi karalamakta, zayıf ve Kürt halkının başına bir bela olarak göstermektedirler. Peki, adama sormazlar mı madem PKK, Kürt halkının başına bir beladır o halde neden Kürtler akın akın çocuklarını dağa gönderiyor? Her türlü sindirmeye, tutuklamaya ve öldürmeye rağmen yüz binlerce Kürt halkı her gün neden meydanlara dökülerek “PKK HALKTIR, HALK BURADA” diyor? Ya da sormazlar mı madem başka ülkeler ve örgütler, güçler PKK’yi kurmuş, kullanıyor ve PKK bitti bitecek diyorsunuz nerede TC devletinin şerefi, onuru haysiyeti? Neden bu güçler mücadele edemiyorsunuz? Neden yıllardır “bitti, bitecek, bitirdik” dediğiniz PKK her geçen gün güçlenerek varlığını sürdürüyor. Hani PKK’yi bitirip, şerefinizi kurtarmıştınız? Yoksa siz şerefsiz misin?
Biliyorum bu sorular nafile. Çünkü bahsettiğimiz kiralık kalemşörler, bu sorulara cevap veremezler. Zira onlar gerçeği bilseler de üç kuruş için yalan söyleyip, onursuzluğu tercih ederler. Öyle olmasaydı bırakalım PKK gerçekliğini objektif yazmayı, birkaç gün önce (21 Kasım) yani 12 yaşındaki Kürt çocuğu Uğur Kaymaz’ın TC polisleri tarafında 13 kurşunla katledilişinin yıldönümünde banka hesaplarına yatan paraya değil, insanlık adına açılmış hesaba bakarlardı ve bu vahşetin hesabını TC devletline sorarlardı. Sadece 12 yaşındaki uğur mu? Hayır. Uğurla yaşıt olup yirminin üzerinde TC devletinin memuru tarafında tecavüze uğrayan yine Kürt çocuğu N.Ç.’nin de hesabını sorarlardı. Bu da olmazsa en azında her canlının kendi diliyle var olduğu bir dünyada her gün başta kara tahta olmak üzere hayatın her alanında milyonlarca Kürt çocuğunun anadillerine yapılan tecavüze “dur” deyip anadilde eğitimi desteklerdi. Ama ne gezer! Ruhlarını dahi satmaktan utanmayan köşe tacirleri, kendi devletlerinin vahşetini ve ülkelerindeki tüm halkların başına bela olan kendi sistemlerinin gerçekliğini ifşa edip insanlığa katkı sunacaklarına her fırsatta köşe başlarına çıkıp en büyük yalanı üreterek ruhunu en pahalıya satanlar arasında yer almak için çırpınıyorlar...
Yazık…
İnsanlık adına çok yazık…
Mem Amed
- Ayrıntılar
Kürdistan’daki Direnişlere kısa bir bakış;
Kürdistan tarihini geçmişte öğrenirken, büyüklerimizin ne kadar büyük ve çok isyanlarda bulunduklarını bize büyüklerimiz öğretmişlerdi. Doğrusu bizde uzun yıllar bu isyanlara inandık.
Ne var ki insan araştıran, inceleyen ve çıkardığı sonuçlardan yola çıkarak öğrenen bir yarattıktır.
Biz Türk okullarında tarih adına Kürtlere ilişkin “şakiler”, “eşkıyalar”, “çeteler”in ne kadar çok isyana kalktıklarını ve bunun üzerine büyük Türk devletinin bunda öncesi de büyük Osmanlının bu “şakileri”, “eşkıyaları”, “çeteleri” hizaya getirmek için bir devlet yapılanması olarak bunların üstüne giderek tasfiye ettiğini öğrendik.
Duygusal olarak Kürtlüğümüzü okşadığını inkar edemeyiz. Ne de olsa büyüklerimiz bu devletlerin zulmüne karşı isyan etmişlerdi. Bu devletlere kafa tutmuşlardı. Karşı çıkmışlardı. Bu bağlamda isyanları hep dilimizdeydi.
Yukarıda dile getirdiğimiz gibi biraz tarihe derinlikli baktığımızda tabi bu arada Kürtlere karşı uygulanan politikalarının kimi belgeleri gün yüzüne çıktığında, hele hele suda bahanelerle yaşanan katliamları incelediğimizde yaşananların hiçte birer isyan olmadıklarını rahatlıkla görebildik.
İsyan kelimesini sözlükler: “Herhangi bir amaçla kurulu düzene veya devlet güçlerine karşı gelme, baş kaldırma, ayaklanma” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımın içerisinde karşı durduğun ya da ayaklandığın güçler tarafından ezilmen de söz konusu olduğunda belli bir hukuka ya da bu ezilmenin gerekçesi rahatlıkla yapılabilir.
Direniş ise: “Direnmek işi veya biçimi, karşı koyma, dayanma, mukavemet” adı üstünde karşı koyma oluyor. Ancak direniş kelimesi geçtiğinde ağırlıklı olarak yaşanan bir haksızlığa karşı gösterilen mukavemet oluyor. Bu ise direnen açısından bir haklılığı ve meşruluğu doğururken ezen tarafından ise gayri meşruluğu ifade ediyor.
Yukarıda ki bu iki tanımdan yola çıkarak Kürdistan’da ne kadar isyanın ya da ne kadar direnişin yaşandığını anlatmaya çalışacağız.
Ortaçağ olarak adlandırılan bu dönemde Kürt emirlikleri fiilen bağımsızdır. Ekonomik yapılanma, sınıflaşma siyasi kurumlaşmaları itibariyle feodalizmi yaşıyorlardı. 16. yy.dan öncede Kürt beylikler bağımsız yaşıyorlardı. Osmanlı batıya yönelmişti. Sınırda çelişkiler yoğundu. Ancak Osmanlıyla içine girilen ittifaklaşmayla ve Osmanlının doğuya yönelmesiyle bağımsız olmaları devam etse de özünde bu tasfiye edilmelerinin başlangıcı oluyordu. Osmanlının idari ve siyasi örgütlenmesinin kurucu mantığı–ki bu işgal ettikleri sahalarda esnek ve yerele dayalı idare etmekti-ikincisi ise Kürt beyliklerinin İran Safevi devleti önünde bir set oluşturuyor olmalarıydı. Osmanlı Kürtlerle anlaşmasını onu doğuya açarak büyük güç haline getiriyor ve ayrıca doğuda gelecek tehlikeleri de bertaraf etmiş oluyordu. Yukarıda dile geldiği gibi Osmanlı Kürtlere federatif yaklaşmıştır. Özümseme yerine bütünleşmeyi esas alan Osmanlı ademi merkezci yaklaşmıştır. Kürtlere böyle yaklaşmasının başka bir nedeni de Kürtleri Safevi'lere kaymaması için kazanma istemi olmuştur. Daha sonra yapılan Osmanlı İran savaşlarında Kürdistan resmen 1639 Kasr-i Şirin antlaşmasıyla ikiye bölünecektir.
Bu ikili mekanizma birkaç yüzyıl boyunca Kürt beylikleri ile Osmanlı devleti arasındaki ilişki niteliğini belirledi. Ve Kürt yerel beylikleri merkez iktidar ile kurulan bu gevşek ilişkinin imkân verdiği bir özerk statü uyarınca Osmanlı devletinin idari ve askeri rütbeleri ile ödüllendirilmiş, payelendirilmiş Kürt aileleri tarafından yönetildiler.
Osmanlı devleti Avrupa’da daraldıkça toprak kaybettikçe yönünü doğuya çeviriyordu. 1683 yılında Viyana önündeki yenilgisi ile başlayan süreç 1699 yılında Karlofça ve 1718 yılında Pasarofça antlaşmalarıyla Osmanlı batıda artık duramaz hale gelmişti. Her geçen gün yeni toprak kaybı demekti. Osmanlı yönünü yavaş yavaş doğuya kaydırırken doğuda vergiler artıyordu, asker isteme artıyordu. Kendi içresinde de yenileme ihtiyacı duyuyordu. Bu yenilenmeye ıslahat denilecekti. Islahatı özellikle orduda başlattılar. Çok masraflı bir orduyu kaldırmak artık zor geliyordu. Ordu da bazı düzenlemelere ihtiyaç vardı. 1792–93 yıllarında. III. Sultan Selim tarafından Nizam-ı Cedid uygulamaya geçti. Açılım ekonomik idari alnında da düşünülüyordu. Ancak yeniçeri ordusunun 1807 de kazan kaldırarak III. Sellim yönetimine son Verdi.
Şunu hemen belirtelim Yunanlar ayaklanıyor batı da toprak kaybı devam ediyor, doğu da Mısır da kazan kaynıyor derken zayıflayan merkezi Osmanlı hükümeti ya da devleti güç kaybediyor, yereller Osmanlının siyasi idari örgütlenmesinde kaynaklı güç kazanıyor ve giderek Osmanlıyı tehdit eder hale geliyor.
1839 da Tanzimat fermanı diye bilinen Gülhane Hatı Hümayunun bu durumu daha da körüklüyordu. Osmanlı da değişiklikler yaşanan sorunlarda dolayı gündeme girmişti. 1826 da kurulan Enderun ordusuna karşı yeniçeriler isyana kalktı. Bu isyan bastırılarak ezildi. Yeniçerilik kaldırıldı. Geçmişte devşirmelerde oluşturulan Yeni Çeri Ocakları yerine öncelikle Müslümanlarda olan, yerele yakın özellikler aranarak Enderun birliklerini oluşturulmuşlardı. Ruslarla savaşlar yoğundur. Kuzeyden Akdeniz’e inmeye çalışan Ruslar Osmanlıyı sıkıştırmaktadır. Bunun karşısında batı “Bosporus'taki hasta adamı” ayakta tutmak için desteklemektedir.
Genel anlamda 1800'lerin başlarında itibaren Osmanlı kendisini nasıl yaşatacağının hesabı içine girmişti. 1808 yılında tahta II. Mahmut geçti. Mahmut dönemi Kürtler için çok önemli bir dönemeçtir. Kürdistan’ın klasik anlamda işgal edilmesi ve sömürgeleştirilmesi bu tarihte başlar. Öncesinde Osmanlının Kürdistan da klasik anlamda işgali ve sömürüsü yoktur. Kürt toplumu için önemli bir süreçtir. Osmanlı kaybetmiş toprakları, prestij bir anlamda doğuda acısını çıkartmaktadır. Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan anlaşmalar çiğnenerek iç işlerine müdahalenin yanı sıra yükümlülükler fazlalaştırılarak Kürt Emirliklerine yüklenmektedir. Kürt Emirlikleri sıkışıklığı yaşıyorlar. Genelde Osmanlının bunalımı teferruatlı görülmese de güneyde Mısırlı Mehmet Ali Paşanın yükselmesi Kuzeyde Ruslar, batıda Yunan ve diğerlerinin yüklenmesi seziliyor, ya da görülüyor. Bu sıkışık ortamda Osmanlıya karşı direnişler patlak vermeye başlıyor. Yeni bir süreç başlamış oluyor.
Özcesi Osmanlı 1514’lerde Kürtlerle girilen ittifaka arayışına terk ederek, yeni bir politika belirlememiştir. Bu politikanın özü ise Kürdistan’ı işgaldir. Bu bağlamda Kürtler Osmanlıya karşı isyan etmemişlerdir. Kürtler Osmanlıya karşı ihlal ettikleri anlaşmalardan dolayı karşı durmuşlardır. Osmanlının işgaline karşı direnişe geçmişlerdir. Direniş esas itibariyle Osmanlı içerisinde kalarak Osmanlıyı yaklaşık 300 yıl önce imzalanmış olan anlaşmaya sadık kalma çağrısıdır.
-----
Direniş esas itibariyle Osmanlı içerisinde kalarak Osmanlıyı yaklaşık 300 yıl önce imzalanmış olan anlaşmaya sadık kalma çağrısıdır dedik.
Yeni süreç direnişlerle başlar. Neredeyse yüzyıl sürecek direnişler, parça parça Kürdistan’ın farklı sahalarında baş gösterir. Batı ve güneyde sıkışan Osmanlı, hâkimiyetini Kürdistan üzerinde kurmaya çalıştığında, ortaya çıkacak olan bir işgal hareketidir. Yüzyıllarca bağımsız ve özerk yaşamış olan Kürt Beylikleri ve Emirliklerinin, bu hâkimiyet girişimine karşı direnç gösterecekleri açıktır.
Hemen şunu peşinen söyleyelim; Kürt Emirlerinin ideolojik olarak Osmanlılarla herhangi bir çelişki ve çatışması yoktur. Bu bağlamda önceleri büyük oranda Kürt-Kürdistanlık dertleri de yoktur. Tamamen kendi Emirliklerinin çıkarları doğrultusunda bir direnç söz konusudur. Kürtlük bilinci bu bağlamda dediğimiz gibi çok cılızdır.
1800'lerin başlarında İngiliz Emperyalizminin, Ortadoğu’nun farklı sahalarında etkinlik sağladığı yıllardır. Daha doğrusu adım adım etkili olacakları yıllardır. Çökmekte olan hasta Osmanlının mirasına konmanın çeşitli hesapları yapılmaktadır. Fransızlar da eksik değildir, herkes kendisine bağlı misyonerler göndererek, kendi örgütlülüğünü yaratmaya çalışmaktadırlar.
Amin Malouf’un Tanios Kayalıkları kitabında bir olayla misyonerlerin nasıl çalıştıklarını ve neler yapmak istediklerine bir göz atalım:
Lübnanlı bir aşiret liderinin küçük bir oğlu vardır. Ona kâhyalık yapan adamın birkaç yaş büyük oğluyla birlikte uzaklarda bulunan bir okula gönderilirler. Okul İngiliz misyonerlerinindir. Etkili bir ailenin oğlunu yanlarına almışlardır. İlk iş bu durumu İngiltere’ye bildirmektir. İngiltere’den gelen cevap ise; “ne pahasına olursa olsun, mutlaka ama mutlaka bu çocukları tutun ve kazanın” dır.
Bu talimatı alan misyoner ve eşi titizlik göstereceklerdir. Ancak aşiret liderinin oğlu yaramaz birisidir. Toplumun ahlak ölçülerini zorlamaktadır. Öyle ki misyonerin eşine kabul edilmeyecek tacizlerde bulunur. Çizme aşılır ve misyoner bu genç ile kâhyanın oğlunu okuldan atar. Bu durumu İngiltere’ye rapor eder. İngiltere’den gelen cevap ise; “ne yaparsanız yapın o gençleri geri okula getirin” talimatı olacaktır. Misyonerler çocukları bedeli kavga da olsa, eşinin taciz edilmesine mal da olsa gidip getirecektir. Ne de olsa gelecek için ciddi yatırımlar vardır.
Bu misyoner çalışmasıdır. Hiç kimseye çaktırmadan adım adım geleceğin tohumluklarını-kendi himayesinde-Ortadoğu halklarının başına bela olacak temelde yetiştirmektedirler. Ne de olsa bunlar gelecekte İngilizlerin oluşturacakları Ortadoğu’daki işbirlikçi ve ajanları olacaklardır. Sorun burada bazılarının sübjektif ajan olmaları da değildir. Hayır! Beyni kazanılmış, yüreği kazanılmışlar gelecekte kendilerini yetiştirmiş olanlara sadık kalmasını bileceklerdir. Başkan Apo böylesine ele alınan tohumlukları “yetiştirme” ve “dayatma” diye isimlendiriyor. Bir nevi topluma zoraki dayatılacak, yetiştirilmiş Truva atı rolünü gelecekte oynayacak fethedicileridir bunlar. Daha sonra Dersim olayına geldiğimizde bu Truva atı rolünü Kılıçdaroğlular, Kamer Gençler, Burkaylar ve tabii ki böyle nicelerinin oynadıklarını hep birlikte göreceğiz.
Bu gerçekliğin ne kadar sonuç aldığını anlamak için Ortadoğu’nun bugününe bakmak yeterli olacaktır. Birçok Malik, Bey, Kral İngiliz-Fransız okullarının fideliğinde yetişmesinin ötesinde, birçoğunun anasının dış kökenli olması söylediklerimizin derinliğini gösteriyor. Elbette dış evlilikleri eleştirmiyoruz, burada dile getirilen emperyalist güçlerin Ortadoğu insanlarını hangi yol ve yöntemle ihaneti kökleştirerek teslim alınmalarına dönük çarpıcı bir örnek olması açısından veriliyor.
İngilizler özelde ve yerelde yaşayan Asurî, Süryani, Ermeni gibi Hıristiyan kesimleriyle ilişkilenerek, onlara çeşitli vaatler yağdırarak kendilerine bağlamaya çalışmaktadır. Aynı eksende çeşitli Kürt emirlikleriyle de ilişkilenmektedirler. Osmanlıyı zayıflatarak daha fazla kapitülasyonlara zorlamak ve tabiî ki istedikleri yere çekmek temel amaçtır. Misyoner çalışmaları oldukça başarılı olmaktadır. İngilizler, hem Osmanlı kartını, hem Kürt kartını, hem de diğer azınlık ve yereldeki kartları başarılı bir şekilde kullanmaktadır. Gerektiğinde birbirine kırdırtmaktan çekinmemektedirler.
Böyle karmaşık bir ortamda çok sayıda direniş gelişir. 1800 yılı boyunca onlarca direniş TC resmi tarihine göre isyan şöyle sıralamak yerinde olacaktır:
1805–1806–1808 Baban Direnişi,1818 Bilbaslar Direnişi, 1820 Sivas’ta Zaza aşiretlerinin Direnişi, 1820–37 yılları arasında Soran emirliğinin hâkimi Mir Muhammet Kürtçe isimlendirmeyle Muhammede Kore-Kör Muhammed’in Direnişi, 1830–33 Sincar dağı etrafındaki Ezidi Kürtleri ve Türkmenlerin Direnişi. 1832 sonrası Mardin Direnişi,;1834’te Mirza Ağa liderliğinde Osmanlıya karşı direniş,1834 Bitlis civarındaki Direniş, 1849’da bastırılır. 1838’te Botan beylerinden Sait Beyin Direnişi ve kalesinin alınması. 1842–47 Bedirxan Bey Direniş. Cizre-Botan Emirliğine Son verilmesi. 1853–56 Yezdan Şer Direnişi. 1860’ta Osmanlı Ordularının Dersim’e yönelik askeri harekâtları. 1880–81 Ubeydullah Nehri Direnişi
Bu yüzyılda Kürdistan’da kimi direniş göze batmaktadır. Bunlardan bir tanesi Baban Direnişidir. Baban Direnişini kısa bir göz atacak olursak:
Şehrezor ve çevresinde hüküm süren Baban Mirliği Güney Kürdistan eski ve güçlü mirliklerden biriydi. 1786 yılında merkezleri olan bugünkü Süleymaniye kentini kurdular. Baban emirliğinin önemi Osmanlı ile İran arasında sınır bölgesinde bulunmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Baban, Osmanlı ile İran arasında sürekli yıpranıyordu. Baban emirliğinin kuvvetli, etkin ve iyi bir ordusu vardı.
Babanlarda, Abdurrahman Paşa 1789 yılında emirliğin başına geçti. Baban emirliğinin bağlı olduğu Bağdat valisi, Abdurrahman Paşa'nın Emirliğin başına geçmesini istemiyordu. Bağdat valisinin bu iç işlerine müdahale etme tutumuna karşı Abdurrahman Paşa kuvvet yoluyla emirliğin başına geçti. Emirliğin başına gelir gelmez de, Bağdat'ın emirlik içişlerine karışamayacağını ilan eder. Abdurrahman Paşa döneminde emirliğin güç ve etkinliği daha da artmış ve Abdurrahman Paşa tüm Kürt Coğrafyasının en etkin hükümdarı özelliğini kazanır.
Osmanlı imparatorluğu Abdurrahman Paşa’nın etkinliğinin artmasından daha fazla endişelenmeye başlar ve bu nedenle rakip bir aşiret reisini Süleymaniye emirliğine atar. Bu durum karşısında Baban beyliği 1806 direnir. Abdurrahman Paşanın 24 yıllık iktidarı boyunca emirlikte altı büyük savaş olmuştur. 1806'daki bu direniş daha kapsamlı ve geniştir. Direnen Abdurrahman Paşa yeni atanan Süleymaniye Emiri'ni öldürür ve Osmanlıya karşı büyük bir başarı elde eder. Fakat Osmanlı büyük bir güçle direnişin üzerine gider. Savaş zaman zaman İran Kürdistan’ına da taşırılır. Üç yıla yakın süren bu direnişte Abdurrahman Paşa kuvvetleri büyük başarılar elde etmiş ve kazanmak üzereyken, Abdurrahman Paşanın kardeşi Halit Paşa ve bazı akrabaları kendilerine ihanet edip, Osmanlı saflarına geçerler. Hareket bu nedenle 1808 de bastırılmış olur.
Kürt Teşisi yine dönmüştür. Direnmiş olanın en yakınında duran ve en yakınında olması gerekenler, rant elde etmek için karşıtlarının yanına geçerek arkadan hançerleme rolünü Enkidu vari yerine getireceklerdir.
Sözü fazla uzatmadan: Baban lideri isyan etmemiştir. Osmanlıdan kendisini ayrı görmemiştir. Tersine Osmanlının bir parçası olarak kendisini gördüğü için iç işlerine yapılan yanlış müdahaleye ve üç yüzyıl önce yapılmış olan antlaşmanın ihlallerine karşı kendi hakkı olan direnmeyi seçmiştir.
Devam edecek
Kasım Engin
- Ayrıntılar
27 Kasım 1978 yılında Lice’nin Fis köyünde partileşme kararını alan APOCU hareket bu gün 33 yılı geride değişti sorularına birçok açıdan cevap verilebilinir. Kuşkusuz birçok çevre bunu kendi bakış açılarına göre değerlendirmektedirler. Tabi ki en çok değerlendirmesi gerekenler hareket, halk ve biz militanlar olmamız gerekir.
Halk olarak 27 Kasım her yıl coşkulu bir bayram olarak kutlamaktayız. Kuşkusuz 27 kasım bizim için derin anlamı olan bir gündür. Dünya halkları tarihinde böyle önemli günlere rastlanılır. Kürt halkı tarihinde böyle bir gün tarihin seyrini değiştirecek niteliktedir. 27 Kasım baş aşağı giden bir gidişi tersine çevirdiği için halk olarak bizim için çok önemlidir. Çünkü 27 Kasım Kürdün kendini yeniden yaratmasının günüdür.
Önder APO’nun şöyle bir belirlemesi vardır “Kürdistan’da parti olmadan yaprak bile kıpırdamaz”. Bu belirlemeden de anlaşıldığı gibi Kürdistan gerçeğinde partisiz hiçbir şey yapılamaz. Sömürgeci güçler Kürdün dirilişinden korktukları için çıkan 28 isyandan sonra Kürdistan’da tam bir ölüm sessizliği yaratmışladır. Kürdü düşünemez, konuşamaz bir hale getirmek isteyip bütün değerlerini elinde almak isterler. Kürde ait olan her şey asimile edilmeye başlanır. Onlar için Kürt yoktur sanki. Geçmişin tozlu raflarından silinmeye çalışılır adeta. Tam da böyle bir gerçek karşısında partileşme kararı ve adımı atılmaktadır. 33 yıl öncesinin koşulları ve ortamını anlamak için o ortam ve koşulları iyi anlamak gerekir.
Cumhuriyet tarihinde başkaldıran isyanların bastırılmasıyla Kürtler için her şeyin baş aşağı ve bitişe doğru giden bir süreç hızla tamamlanmaktaydı. 1970lere geldiğinde Kürt halkı adına her şey bir sessizlik yaşıyordu. Tıpkı mezar sessizliğindeki ölüme benzer. Zaten TC devleti de Kürtleri Ağrıya gömdüğünü ve üzerini betonladığını söylüyordu. Gerçekten de Kürt halkının yaşadığı tam anlamıyla bir soykırım gerçeğini ifade ediyordu. Kürtlük adına tutulacak bir dal bile bırakılmamıştı. Adını, dilini, kültürünü ve tarihini unutacak bir gerçeklik yaşanıyordu. Türk sömürgeciliği bunu sadece kaba zorla yapmıyordu. İdeolojik, siyasal, kültürel ve askeri yöntemlerle bunu bir asimilasyon politikası şeklinde uyguluyordu. En kötüsü de Kürt halkının bunu kabul eder düzeye getirtilmesiydi. Bu yaşamın Kürdü bitirdiğini, yaşam adına yaşanılacak hiçbir şeyin kalmadığını gösteriyordu. Önderlik bu gerçeği şöyle tanımlamaktadır “adeta her şey ihaneti yaşıyordu. Köy kent dağ bayır yol yolcu yaşam adına ne varsa her şey ihaneti yaşıyordu.” Bu belirlemeden de anlaşıldığı gibi her şey özünden uzaklaşmayı ve ihaneti yaşıyordu.
İşte 27 Kasım böyle bir gerçeği tersine döndürme günüdür. Bitirilen yaşamı diriltme, yaşanmaya değer hale getirme günüdür. Kurumuş bir ağacı canlandırma, ölmüş insana ruh verme, kayadan gülü yaratma günüdür.
Geriye dönüp baktığımızda 33 yıl sonra bizim için değişen birçok şey olmuştur. Bitirilen bir halk gerçeğinden ayaklanmış bir halk gerçeğine ulaşmış bulunuyor. Bu gün Kürdistan sokaklarından milyonlar özgürlük için mücadele etmektedir. Yok sayılan bir gerçekten bu gün dünyaca tanınır, kimliğine sahip çıkan, bunun için ölümü pahasına direnen ve milyonlara ulaşan bir hareket ve halk gerçekliğini yakaladık. Kuşkusuz biz militanlar olarak 27 Kasım partileşme kararı alındığı zaman birçoğumuz daha dünyaya gözlerimizi açmamıştı. Ama bu gün bu bayrağın taşıyıcıları olarak ilerlemek istiyoruz. Çünkü biz PKK ile doğan ve büyüyen bir nesiliz, çocukluğumuzda bize PKK’nin her biri birer destan olan kahramanlıkları anlatıldı. Şimdi de geçmişimizden gelen bu gelenekle yarın ki nesillere de bunu aktarmak istiyoruz. Bunun bize yüklediği tarihi bir yük ve sorumluluk vardır. Önemli olan bu sorumluluğun bilincinde olmaktır. Bizim için başarının tek yolu 27 Kasımda gösterilen ruh, kararlılık ve inancı göstermektir. Bu günleri yaratanlara, Önderliğimize, şehitlerimize ve halkımıza ancak bu temelde cevap olabiliriz. Böyle tarihi ve kutsal bir günde Önder APO’nun ışıklı yolunda eskisinden daha güçlü, kararlı ve inançlı olacağımıza, başarıya kilitlenmiş bir duruşun sahibi olacağımıza eminiz. Bu Önderliğimize, şehitlerimize ve halkımıza verdiğimiz sözün bir gereğidir. Bizler Kürdistan’ın altın çocukları olarak sözümüzü tutacağız ve özgür yarınlarda tüm dünyaya bunları göstereceğiz.
Burusk Rustem
- Ayrıntılar
Kürtleri halkların zamanı içine katıp özgür yaşam için ayağa kaldıran PKK, kuruluşunun 33. yılını geride bırakıyor. Kuruluşun mayalanma yılları olan ideolojik grup dönemi de dahil edildiğinde, hareket olarak aslında 40. yaşına girmeye hazırlanıyor. Kürt halkı gibi devrimsel gelişmeler yaşayan halklar için otuz dokuz yıl oldukça uzun bir zaman dilimidir. Böylesi gelişme süreçlerinde zamanın akışı daha da hızlanır. Oluşmanın hızı zamanı anı anına değerlendirmeye yöneltir. Özgürlüğün kendisi olan oluşmanın hazzını yaşamak isteyenler, zamanın en kısa parçası olan an’ın önüne çıkardığı görevlere sahip çıkıp karşılık vermek zorundadır. Bu temelde eylemleşen toplumda muazzam alt üst oluşlar yaşanır. Bütün eski elbiseler çıkarılıp atılır. Dev bir mıknatıs gibi kendine çeken özgür yaşamın yeni değerleri toplumu önüne katıp geleceğe taşır. Toplumdaki değişim ve dönüşüm görkemli bir derinlik kazanır. Eylemek özgürlüğü doyasıya yaşamaktır. “Hareket berekettir” sözü en çok da bu tür dönemler için geçerlidir.
Bu gerçeklerden de anlaşılacağı üzere, ancak bir toplumsal pratiğin içinde olan insanlar için zaman anlam ifade edebilir. Eylemek fiilini işletme imkânından mahrum olan ölüler için zaman yoktur. Müze haline getirilmiş mekânlarda tanınmış bazı insanların ölüm anını gösteren durdurulmuş saatler görürüz ya, kimliksiz köleliğe mahkûm edilmiş bir toplum için de zaman bu biçimde adeta dondurulmuş gibidir. Canlılığı, zekâsı ve özgürlüğünün kanıtı olan kendi oluşum dilinden kopmuş bir toplum zamanın dışına itilmiş demektir. Böyle bir toplum artık kullanılmaya müsait basit bir nesnedir ve başka oluşumların hizmetine girmiştir.
Nitekim PKK’nin ortaya çıkışı öncesinde Kürtlerin öldüğüne hükmedilmişti. Kürt halkının yaşadığına kanıt oluşturacak bir eylemliliği bulunmuyordu. Kapitalist sistem ve işbirlikçileri Kürtleri gerçekten de zamanın dışına itmişlerdi. Kürdistan’ı kocaman bir mezarlığa dönüştürüp üzerinde yaşayan Kürt toplumunu adeta bitkisel bir yaşama mahkûm etmişlerdi. Dinamik bir olgu olan toplum sürekli bir oluşum halini anlatsa da, soykırımcı imha ve inkâr sistemi Kürtler için bu gerçeği tersine çevirmiş; Kürt halkını kimliksel ve kültürel bakımdan tam bir yok oluş sürecine sokmuştu. Bu anlamda toplumda görülebilen hareketlilik çürümeye başlamış cesetteki hareketlilikten farksızdı. Yani bir toplum için düşünülebilecek en onur kırıcı bir ölüm söz konusuydu. Kürtlerin ayağa kalkıp yaşam mücadelesine atılması mucizelere kalmıştı; ama modernizmin dünyasında mucizelere yer yoktu.
“Kuru kütük yeşertilebilir mi? Kuru odun parçasını yeşertebilen, Kürt toplumunu da yaşam mücadelesine çekebilir.” Bilgeliği ifade eden bu soru ve arkasından gelen önerme, o dönemin toplumunda düşünen insanın Kürt gerçeğine bakışını çok iyi özetler. Öyle ya, akıllı insan, olmayacak duaya âmin demez; örneğin Genelkurmayın ‘akıllı Tuncelililer’ diye tanımladığı kişiler kategorisine giren Kemal Burkay hiç demez. Onun şevkle ‘âmin’ diyeceği dualar, Atlantik ötesindeki CIA ajanı ‘Gâvur İmam’ın özgürlük için direnen Kürtlere yağdırdığı beddualardır. PKK ise daha ilk adımında ‘akıllı köyün delileri’ni oynadı, aykırı ve ‘akılsızca’ görüleni başarmaya çalıştı. “Mevlam bu taşa can versin” diye yakarmak yerine, ‘taşı canlandırma’ya girişti ve başardı. Öldü denilen Kürt halkını sömürgeciliğe karşı direnmek üzere ayağa kaldırdı. Eskinin gölgesinden bile korkar hale getirilmiş halkını özgür yaşamda sonuna kadar kararlı bir halk düzeyine yükseltti. Sonuçta boyun eğdirilemez bir halk gerçeğini ortaya çıkardı.
Hasta insan bir gerçek sağaltıcıyı bulduğunda, orada üfürükçülükle tedavi yapmaya kalkışanlar barınabilirler mi? Burkay ve avenesinin Kürt sorununu çözüm yöntemi tam da üçkâğıtçı üfürükçülerin yöntemine denk düşüyordu. Burkay’ın tavrı Mehdi’yi beklemek gerektiğini telkin eden adamınkine denk düşüyordu. Geleceğini söylediği ‘Mehdi’nin de Deccal’ı andıran Erdoğan olduğu artık netleşmiş bulunuyor. Yani Yeşil Türkçü faşizmin kullandığı yeni bir itirafçı tipi olan Burkay bugün neyse geçmişte de oydu. Onun için bu tür oluşumları PKK’nin uyguladığı şiddet değil, halkın bu sahkekârlara haklı tepkisi bitirdi. Eylemenin değerini bilen halkın seçimi hemen her zaman pratiğe bakmaya dayanır. Kürt halkı da PKK’lilerin ne söylediklerinden çok, ne yaptıklarına ve nasıl yaşadıklarına bakarak kararını verdi. Kendilerini eylemin içinde tanıdı ve öncüleri olarak benimsedi.
Burkay gibi akıldaneler, ister Mehdi ister emperyalist ve sömürgeci bir efendi olsun, kurtuluşu hep bir dış gücün merhametine bağlarlar. Hatta belki de iktidar olan sömürgeci güçlerden biri bakarsınız insafa gelir, Burkay’ın hatırı için Kürtlere bir federasyon bile bağışlayabilir. Nitekim ona göre şu ‘PKK terörü’ olmasa, Erdoğan rahatlıkla Kürtlere böylesi bir bağışta bulunabilir. PKK bu aşağılık duruşu Kürt halkına küfür saydı. Kürdistan gibi uluslararası sömürge bir ülke ancak üzerinde yaşayan halkın özgücüyle özgürleşebilirdi. Burkay gibi sahtekâr takımının duruşu en fazla efendi değişimine götürecek bir sonuca yol açabilirdi. Oysa köle bir halk için özgürlük kendi eyleminin öznesi olmak, kendi iç yasalarına göre kendini oluşturmasını bilmekti. Özgür yaşam olarak hakikat kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak ise öncelikle kendini potansiyelinin bilincine varmak ve bu potansiyeli harekete geçirmektir. Özgür yaşamla buluşturacak güç buradadır. Kışla kültürünün piç meyvesi Burkay istediği kadar aksini iddia etsin, PKK Kürt halkının, Kürt halkı da PKK’nin eseridir. PKK halktır ve halk da Burkay’ın Mehdi’sine karşı meydanlardadır.
Doğrudur, PKK tarihi Kürdistan adına ilk sözcükleri dillendirdiği günden bugüne kadar aynı zamanda ihanete karşı direniş tarihi oldu. Kürt halkının yok oluşun eşiğine kadar gelmesinin en önemli nedenlerinden biri, ihanetin kurt gibi kadim Kürt ağacını içerden sürekli kemirmiş olmasıydı. Kürtleri bitirme projesini başarıya taşımak isteyen düşmana en büyük cesareti hain takımı verdi. Düşünün: Düşman kendisi olmakta ısrar eden Kürt’e diz çöktürmek için her türlü terörü uyguluyor. Bu halkın Önderini aylardır alçakça bir izolasyona tabi tutuyor. Halka gaz bombaları, gerillaya kimyasal silahlarla saldırıyor. Kürt siyasetçilerini içeri tıkıyor. Gerilla cesetlerini paramparça ediyor. Kürt çocuklarını ‘dönemin özellikleri gereği’ hapishanelere yoluyor. Anaların şehit evlatlarının cenazesini mum dikilmiş kına tepsisiyle karşıladığı ve zulme biat etmeyeceklerini haykırdığı bir sırada, namus rüzgârının bile değmediği Burkay, yandaş medyada PKK’ye hakaretler yağdırıyor. Peki, bunu yapan hainin haini değil de nedir? Erdoğan’ın iyi havlayan köpeği olarak Kürt halkının özgürlük kervanına saldırmak başka türlü nasıl tanımlanabilir?
Burkay havlaya dursun, Mehdi’si Erdoğan da boş durmuyor; PKK’yi kötülemek için ishale yakalanmış gibi fır dönüyor. Elinde kala kala çakaralmaz silaha dönüşmüş devletçi İslam kalmıştır. Onunla Kürtleri kandırıp PKK’den uzaklaştıracağını sanıyor. Selefi Goebbels’in “Yalan söyleyin, bir inanan mutlaka çıkar” sözüne hayat buldurmaya çalışıyor. Bunun için de ağzını bir fosseptik çukuru gibi kullanıyor ve etrafa pislik saçıyor. Ancak ne yaparsa yapsın sonuç alamıyor. Çünkü Kürtlerin İslam’ı Medine İslam’ıdır. Kürtler onun yayılmacı ataları gibi İslam’ı siyaseten kabul etmediler. Bir devşirme olan Erdoğan’ın gerçek ataları İslam’ı belki de çok daha sonradan tanıdılar. Bu nedenledir ki, devşirme başbakan boşuna nefes tüketiyor.
PKK Hareketi gücünü ve güzelliğini Önder APO’dan alır. Bu nedenle bölgenin üç büyük ‘Kutsal Kent’inden ilki olan Urfa’nın gerçekliği PKK’ye damgasını vurmuştur. Urfa, Nemrut’a karşı koymuş Hz. İbrahim’in doğduğu yerdir, bir peygamberler diyarıdır. PKK’nin temelleri Ankara’da atılabilir ama temelin ruhunu oluşturan güç İbrahimî gelenektir, enbiyalar ve evliyalar geleneğidir. Tıpkı onlar gibi nemrutluğa karşı mücadele etmekte ve Kürt toplumunu insanlığın kutsal değerleri etrafında demokratik bir ulus haline getirmeye çalışmaktadır. Belgeler var, Kürdistan’da faaliyet yürüten sahte Şeyhülislam Fetullah’a bağlı derin ekibin sözcüleri de bu değerlendirmeleri anlamlı buluyor, Önder APO’nun İslam’a ilişkin değerlendirmelerinin kendileri için en büyük tehdit olduğunu belirtiyorlar. Erdoğan’ın küfür ve hakaretleri de Önder APO’nun görüşlerinden duyduğu korkuyu yansıtıyor.
Şehitler Partisi PKK öncülüğündeki Kürt halkı 34. yılda özgürlüğe her zamankinden daha yakındır.
Ali H. Yerkan
Özgür Politika
- Ayrıntılar
KİM MİLLİYETÇİ, Doç. Dr. ERGÜN YILDIRIM’a cevap
Milliyetçilik, ulus devlet hastalığının bir yaratımıdır. Ulus devlet ise, kapitalizmin bir hastalığıdır. Kapitalizm ise malum tüm insanlığın hastalığıdır.
Kürt özgürlük hareketi olarak ilk günden başlayarak her zaman her türden milliyetçiliğe karşı durarak, bulunduğumuz tüm sahalarda halkların kardeşliğine olan inancımızdan ötürü tüm halklarla ilişki içerisinde olduk. Bunun içindir ki Kürdistan’da bizden çok önceleri var olan birçok örgüt tarafından Kürt olmamakla, Kürt yurtseveri olmamakla itham edildik. Ve nitekim bu hareketin öncüleri ayaklarını Kürdistan’a ilk bastıklarında karşılarında sadece bilinen bir milliyetçilik görmediler bilakis milliyetçiliğin birkaç kategori gerisinde bulunan ilkel milliyetçiliği buldular. Ve bunlar tarafından hedeflendiler. Sizin o dilinizde indirmediğiniz Burkay’ınız, Güçlü’nüz de dahildir.
Şunu söylemeye çalışıyoruz, bu hareketin oluşum mayasında anti milliyetçilik vardır. Bu hareketin mayasında sosyalizm ve onun bireylerde yarattığı sosyalist kültür vardır. Siz sosyalizmi beğenmeye bilirsiniz ama sosyalizmi ve sosyalistliği milliyetçilikle eleştiremez ve itham edemezsiniz. Çünkü sosyalistlik milliyetçiliğin panzehiri olarak ortaya çıkmış ve mücadele sahasına atılmış bir ideolojidir.
Son zamanlarda Türkiye ortamında giderek artan bir kara propagandayla karşı karşıyayız. Ve gülünç olan yönü o dur ki bu kara propagandayı bilimsellik kılıfı giydirilerek yapılıyor olmasıdır. Yine gülünç olan yönü o dur ki bu kara propagandayı yapanlar AKP’ye yakın duranlardır. Gazeteci olarak yapanı da, bilimci olarak geçinen de, öğretim üyesi olarak geçinen de hepsinin ortak noktası iktidara yakın durarak, iktidarın elini güçlendiren çaba ve uğraş içerisinde olmalarıdır.
Örneğin en son “iki milliyetçilik iki mitoloji” başlıklı yazısıyla Doç. Dr. ERGÜN YILDIRIM isimli YTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Öğretim Üyesi bir makale kaleme almış. Sözde milliyetçiliği eleştiriyor, sözde her türden milliyetçiliğin geri yönlerini ortaya koyacak. Ve sözde ulus devleti eleştiriyor. Ve sözde ulus devletin tahribatlarını yazacak. Ne var ki bunları yaparken de bizlerin yani özgürlük hareketinin ne kadar milliyetçi olduğunun ispatına kalkışıyor. Bunu yaparken de Türk milliyetçileriyle paralellikler kuruyor, bizleri aynı kefeye koymayı da unutmuyor.
Türkiye cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra kendisine sağlam limanlar bulmak için ne kadar milliyetçi hatta faşizan söylemlerde bulunduğunu bugün herkes biliyor. Bu faşizan söylemleri ispatlayabilmek için ise bir sürü sözde “bilimsel” veri icat ettiler. Türklüğün dünyanın en eski dili olduğunda tutun da tüm dillerin bu dilden türediğine kadar, yine Türk halkının en eski ve dünyanın en seçkin halkı olduğunu da tabii ki unutmadan bunu yaptılar. “Bir Türk dünyaya bedeldir” den tutun da “ne mutlu türküm diyene” kadar ki sözleriyle adeta ne kadar faşizan olduklarını gösterdiler.
Yukarıda dile gelen öğretim üyesi Kürt özgürlük hareketinin milliyetçiliğini ise Zerdüştlüğe olan yaklaşımlarından yola çıkarak kendince ispatlamaya kalkışıyor. Kürtlerin tarihsiz bir halk olduğunu birkaç yıla kadar belki de herkes kabul ederdi. Yine Kürtlerin bir belleklerinin olmadığı da birkaç yıla kadar söylenirdi. Belki birçok değerli Kürt ya da Kürt olmayan tarih bilimci Kürtlere dönük çok değerli çalışmada yürütmüştü. Ancak bunları bilenler yoktu, bilenler sınırlıydı. Özelde Kürt halkı bu tarihi bilgilerde yoksundu. Bu bağlamda PKK ve onun önderliği yeniden bir tarih bakışı ortaya çıkardığı da doğrudur. Tarihin birçok belgesini irdeleyerek Kürtlerin hangi süreçlerde neler yaşadıklarını tüm tarihi belgeleriyle gün yüzüne çıkartıldı. Bu bağlamda yeni bir Kürt ve Kürdistan tarihi yazıldı. Elbette yazılmaya devam da edilecektir. Bu tarihi incelerken bu topraklarda devrimler yapmış çok değerli önderleri de elbette incelemiştir.
Kürtlerin tarihinde önemli bir kişilik Zerdüşt’tür. Ve gerisinde bıraktığı Zerdüştlüktür. Zerdüştlüğün ne olup olmadığına girmeyeceğiz. Ama Zerdüştlüğün uzun yıllar Kürtlerin neredeyse tek dini olduğunu da söylemeliyiz. Yıllar yılı Kürtler bu dinle yaşamışlardır. Kaldı ki bu din yada inanış Hıristiyanlık ve İslamiyet öncesi bir inanıştır. Kürtler işte eğer kendi kişiliklerini bulmak istiyorlar ise kendi tarihlerinde olup biten tüm evreleri bir bir inceleyerek onlarda bıraktıkları karakter hatlarını bilince çıkarmazlarsa o zaman kendi kişiliklerinin derinliklerine inemezler. Kendileri olamazlar. Bu bir kere felsefik bir arayıştır yapılan. Elbette bunun tarihle ilgili olan yönü de vardır. Senin tarihinin bir parçasını gün yüzüne çıkararak eğer faydalanacağın yönlerin varsa neden bundan faydalanmayacaksın ki? Bu en normal olan insani yöndür. Lakin Kürtler bugün İslami inanışa ağırlıklı olarak bağlılar. Sınırlı sayıda yezidi, sınırlı sayıda hallaci, sınırlı sayıda kakailer ve belki de islamiyetin farklı bir versiyonu olan aleviler de vardırlar. Yezidiler dışındaki inanışlar zaten kendilerine Müslüman gözüyle bakıyorlar.
Şimdi şu soruyu soralım: kendi tarihini araştırarak kendi kırılmış, parçalanmış ve ayak altına alınmış kişiliğini bulmanın kime ne zararı vardır? Tarihi bilgileri ve verileri gün yüzüne çıkarmanın kime ne zararı olabilir ki? İşte herkes için normal olan tarihi bir araştırma her neden ise Kürtler için kabul görmüyor. Her ne hikmet ise bir sürü hakaret konusu yapılabiliyor.
Şimdi biz birkaç soru soralım: özgürlük hareketinin düşüncelerini, bakışını, eylemlerini, dilini ne bilelim felsefesini beğenmeye bilirsiniz, hatta bunun karşısında sert durabilirsiniz de, azgınca saldıra bilirsiniz de bu sizin taktiriniz. Ancak elinizi vicdanınıza götürerek sorun kendinize:
Hangi bir gün özgürlük hareketinin milliyetçilik yaptığını gördünüz?
Hangi bir gün milliyetçiyiz dediğini duydunuz?
Hangi bir gün milliyetçiliği övdüğünü gördünüz?
Hangi bir gün Kürt halkının başka halklardan daha iyi olduğunu, seçkin olduğunu duydunuz?
Hangi bir gün ne mutlu kürdüm diyene dediğini duydunuz?
Hangi bir gün bir Kürt dünyaya bedeldir dediğini duydunuz?
Hangi bir gün başka halkların dilline dil uzatmış?
Hangi bir gün başka halkların tarihiyle, insanıyla alay etmiş?
Hangi bir gün halkların kardeşliği dışında bir şey söylemiş?
Evet biz Kürt halkını seviyoruz. Evet biz Kürt halkı için canımızı vermeye de hazırız. Nitekim binlerce yoldaşımız bu uğurda canlarını verdiler. Evet ülkemize hayranız. Topraklarımızı seviyoruz. Bu topraklar için canımızı vermeyi hiçbir gün esirgemedik.
Ancak kimse yukarıda dile getirdiklerimize inandığımız için bir gün ağzımızda başka halklara dil uzattığımızı görmemiştir. Ve görmeyecektir de. Çünkü biz dünyanın ne kadar halkları varsa hepsinin yanında yer alanlardanız. Biz sınırların olmadığı bir dünyayı hayal eden sosyalistleriz. Kimisine göre hayali ve ütopik sosyalistler de olsak, sosyalistiz. Buna inandık ve yollara çıktık. Evet halkların kardeş olduklarına ve halkları birbirine kırdıranların egemenlerin olduklarına ve son iki yüzyılda özelde kapitalist modernist ulus devletçi yapıların vurucu silahı olan milliyetçiliğin halkları birbirine karşı kırdırdığına da inanıyoruz. Ve halkların asla ama asla bir birlerine karşı düşman olamayacaklarına, bu düşmanlıklarda bir çıkarlarının olmadıklarını da hep dile getirdik.
Şimdi durum buyken özgürlük hareketini milliyetçilik hem de geç bir milliyetçilikle eleştirmek tek kelimeyle insafsızlıktır.
Kürt halk önderliği milliyetçiliği ele alırken:
“Milliyetçilik kapitalizmin dinidir. Milliyetçilik kapitalizmin egemenliğine götüren yoldur...
Milliyetçilikle, sınırlı bazı reformlarla küçük bir azınlık devlet desteği ile modernleşirken, toplumdaki taaşup, gerilik adeta mekân ve zaman dışı en hastalıklı, alık, uçuk bir zihniyet yarattı.
Milliyetçilik kapitalizmin dinidir. Milliyetçilik kapitalizmin egemenliğine götüren yoldur. Filistin ve İsrail milliyetçiliğinin Filistin’i ve İsrail’i ne hale getirdiği ortada. Türk milliyetçiliğinin Türkiye’yi getirdiği nokta belli. Enver Paşa milliyetçiliği Osmanlı’yı kaybettirdi.” Milliyetçilik engellenemezse Kudüs’te yaşanan bu durum yarın Kerkük’te de yaşanabilir. Çünkü milliyetçilikte sağduyu yoktur, kimse kimseyi dinlemez, demokratik diyaloga kapalıdır.”demektedir.
Bunun için işte biz diyoruz ki:
Milliyetçilik nerede var ise orada yukarıdaki iki durum yaşanan gerçekliktir. Milliyetçilik özünde kendi dışını tanımamadır. Bu da özünde kendini tanımamadır. Kendini tanımayan, kendisini bilmeyen, kendisine abartılı yaklaşır. Bu kendine abartılı yaklaşımı, dışındakini rette kadar götürür, küçümser. Bu da özünde aşağılık kompleksleri yaratır. Bu hastalıklı bir durumdur.
Bu hastalıklı yaklaşımlar ‘dünyalar benimle biter’, ‘ben olmazsam bu yaşam yaşanılmaz’, ‘seçkin insanız, seçkin halkız, tanrı bizi göndermiş’ der ve sonunda ‘Bir Türk dünya ya bedeldir’ noktasına kadar götürür. Özcesi milliyetçilik bir sapkınlıktır ve insanlığın yüreğine saplanmış bir hançerdir. Yani bir urdur. Ve insanlık, bu sapkınlıktan kendini kurtarmak zorundadır.
Yukarıda dile gelenler ışığında yukarıda ismini verdiğimiz bilim adımına açıkça sormak gerekiyor: kim milliyetçidir? Yine bir soru daha soralım başka halkların dilini küçümseyen sözde sizin o Nakşiler mi milliyetçi yoksa bizler mi? Yine soralım başka halkların topraklarını işgal eden ve bunda ısrar eden sizin sözde sahte Nakşi iktidarınız mı milliyetçi yoksa bizler mi? Yine soralım başka halkların kültürünü küçümseyen, dilini yasaklayan, isimlerini değiştiren, okul kurmalarına izin vermeyen, kendi kendilerini yönetmeye izin vermeyen sahte Nakşi iktidarınız mı milliyetçi yoksa bizler mi?
Evet bu sorulara öncelikli olarak her bilim adımı ya da bilim kadını kendisine sormalıdır. Aksi durumda sizlerin bilimsel kimliğiniz tartışmalık olur. Aksi taktirde tarihte bizim tanıdığımız Sümer rahiplerinden bir farkınız kalmaz. Aksi taktirde halkların gözlerini boyamaya dönük özel uğraş içerisinde çalışmış olan müneccimlerden bir farkınız kalmaz. Bu bağlamda lütfen eğri otursak da doğru yazalım.
Sabri Dirlik
- Ayrıntılar
Hiç kuşkusuz bugün Türkiye’de tartışılan en temel konulardan biri, belkide birincisi KCK oluyor. Yargıdan aydınlara, polisten siyasetçilere kadar herkes kendi penceresinden görüş belirtiyor. Herkes kendi kulvarından bir KCK tanımı yapmaya ve bunun “Nasıl tehlikeli bir şey” olduğunu anlatmaya çalışıyor. Tıpkı Mekke’de şeytan taşlar gibi bir şey! Tek yanlı KCK salvoları sürüp gidiyor. İşin garip tarafı, açıktan KCK savunusu yapan sadece bir kişi var. Gerisi hep eleştiriyor, yine eleştiriyor ve doymuyor “Niye Kürtler eleştirmiyor” diyor.
Görüntüye bakınca, olup bitenler boşluğa kurşun sıkar gibi bir şey. Ama tabi gerçek böyle değil. KCK boşluğu ifade etmiyor. Dolayısıyla “KCK eleştirileri” de boşluğa kurşun sıkmak olmuyor. Tersine KCK’yi eleştirenler ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. KCK’de Türkiye’nin en yakıcı gündemi ve en temel sorununun çözüm anahtarı oluyor.
En son KCK tartışmalarına Başbakan Tayyip Erdoğan da katıldı. “KCK operasyonlarının doğru olduğunu ve devam edeceğini” söyledi. KCK’yi eleştirmeyenleri “KCK gerçeğini anlamamakla” suçladı. “TC’ye paralel ikinci devlet olan KCK’nin asla kabul edilemeyeceğini” ifade etti.
Doğru bulunur bulunmaz, ama Tayyip Erdoğan’ın yargı arkasına gizlenmekten vazgeçerek görüşlerini açıkça söylemesi iyi olmuştur. Böylece de “KCK Davası” ve bu temelde geliştirilen operasyonların, “Hukuki bir suç nedeniyle” değil de, tamamen siyasal kararlar temelinde yürütüldüğünü bizzat Başbakan’ın kendisi ifade etmiştir. Belliki bu bir itiraftır, siyasal amaçlarla hukukun kullanıldığının itirafı. “AKP yönetimi demokrasiyi geliştiriyor, diğerlerinden daha iyidir” diyenlere duyurulur.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “KCK’nin anlaşılmadığı” tespitine biz de katılıyoruz. Fakat bunu söylerken de Tayyip Erdoğan’ın KCK’yi anlamadığını görüyoruz. Çünkü “TC’ye paralel devlet” diyor. Oysa KCK (Koma Civakên Kurdistan) kendisini “Demokratik toplum yönetimi” olarak ifade ediyor. “Devlet olmadığını” ve hatta “devlet olmaya karşı olduğunu” açıkça söylüyor. Fakat her türlü yönetimi devlet sayan ve devletten başka yönetim tanımayan anlayışa göre kuşkusuz “Alternatif veya paralel devlet” oluyor.
Tayyip Erdoğan böyle yaparken, başka bazıları da PKK ile KCK’yi aynı sayıyor. Böyleleri “PKK eşittir KCK” diyor. Halbuki bu yaklaşım da kökünden yanlıştır. Biraz Kürt mücadelesini izleyen herkes bunu açıkça görür. PKK bir felsefik-ideolojik çizgi, eğitilmiş bir militan kadro topluluğu; KCK ise çeşitli biçimlerde kendisini örgütlemiş bir toplum, demokratik toplum oluyor. KCK’nin Türkçe’ye en doğru çevirisi “Kürdistan Demokratik Toplumlar Topluluğu” biçiminde yapılıyor. Dikkat edilirse KCK’de “Toplumlar topluluğu” olma esas, yoksa PKK’deki gibi “militan kadro topluluğu” olmak değil. Kuşkusuz bu noktada PKK de KCK’nin içinde yer alır, ama örgütsel olarak KCK PKK’nin içine girmez ve sığmaz.
PKK ile KCK’nin eşit olmadığını tarihsel süreç de doğrular. Geçmişte de PKK ile birlikte ERNK (Enîya Rizgarîya Netewî Kurdistan-Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) vardı. PKK Kürt sorununu devletçi paradigma temelinde çözmek isterken halk hareketi ERNK idi. ERNK, PKK’nin etkilediği, yönlendirdiği taraftar halk kitlelerini ifade ediyordu. Ancak ERNK ile PKK aynı değildi. O zamanda ikisinin aynı ve eşit olduğunu söyleyenler vardı. Örneğin, o dönemde de TC hükümetleri “PKK eşittir ERNK” diyorlardı. Fakat bunu kimseye anlatamadılar, örneğin Avrupa’ya kabul ettiremediler.
Birebir aynı olmasa da, eğer benzetmek gerekirse KCK geçmişin ERNK’sine benzer, yoksa PKK’nin eşiti olmaz. Tabi ERNK ile de aynı değildir. ERNK devletçi paradigmaya dayalı iken, KCK demokratik toplum paradigmasına dayalıdır. ERNK tümüyle PKK’nin etkilediği Kürt halk kitlelerini içerirken, bu konuda KCK çok daha geniştir. İdeolojik olarak PKK etkisinde olsun olmasın, Kürdistan’daki örgütlü tüm halk kitlelerini kapsamına alır.
Beğenelim beğenmeyelim, KCK bugün Kürt sorununun çözümü için PKK’nin önerdiği toplumsal ve siyasal modeldir. PKK’ye göre en demokratik olan modeldir. Bölünmeyi değil, ülke ve toplum birliğini esas alır. Devleti red ve yok etmez, devlet artı demokrasi formülü ile toplumsal yönetimin paylaşılmasını içerir. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın belirttiği gibi “Paralel devlet” değil, “devlet artı demokrasi” ya da “devlete paralel demokrasi”dir. Eğer bir ülkede demokrasi olacak ve devletin yanında bir de örgütlü demokratik toplum olacaksa, işte bu KCK olacaktır. Demekki KCK olmazsa demokrasi de olmaz. Aynı zamanda Kürt sorunu da çözülmez. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın “KCK olmaz ve yok edilecek” demesi, Türkiye’de gerçek anlamda demokrasi olmayacak anlamına gelir.
Bazıları diyorlar ki, “Sözleşmesini okuduk, KCK’nin kendisi demokratik değil.” Olabilir, KCK’nin demokratik olmayan yanları bulunabilir. Kendisi “Demokratik toplum sistemi” olduğunu iddia ediyor, ama bu iddiaya ters düşen yönleri olabilir. Elbette bunları açığa çıkarmak, tartışmak ve değiştirerek demokratik hale getirmek gerekir. Birincisi, KCK bir Tanrı buyruğu değil, kul yapımıdır! Onu yapan insanlardır, demokratik amaca uygun düşmezse değiştirilip amaca uygun hale getirilir. İkincisi, hem teori hem de pratik olarak KCK tam şekillenmiş değildir, henüz bir tasarı ve taslak düzeyindedir. Dolayısıyla pratikleşme sürecinde gerektiği kadar değişime açıktır.
Yine KCK’ye bakarak bazıları, “PKK Türkiye’nin bir bölümünü kendisi yönetmek istiyor” diyor. KCK’nin veya demokratik özerkliğin böyle anlaşılması da doğru değildir. Oysa PKK açıklamalarında “Şurayı ben yönetmek istiyorum” yoktur, ama “Kürt halkı öz yönetimini kurmalı ve kendi kendini yönetmeli” vardır. Hatta bu istem sadece Kürtlerle sınırlı da değildir. Daha genel olarak “Sivil toplum örgütleri gelişsin, demokratik toplum örgütlensin ve tüm kesimleriyle halk kendi kendini yönetsin” biçimindedir. Zaten gerçek demokrasi ve özgürlük de bu değil midir?
Artık her yerin Ankara’dan yönetildiği, her işi devletin yaptığı, her şeyin merkezden halledildiği devir sona ermiştir. Herkesin yönetime aktif katıldığı ve kendi kendini yönettiği demokrasi devri başlamıştır. Dolayısıyla tüm kesimleriyle bütün halklar ve onlar gibi Kürtler de özgürce örgütlenecekler ve demokratik yönetimlerini geliştireceklerdir. Bunun adı KCK mi, başka bir şey mi olur, o kadar önemli değildir. Önemli olan özgürlükçü ve demokratik özüdür. Dolayısıyla Kürtler de kendi kimlikleriyle özgürce örgütlenecekler ve kendi demokratik yönetimlerini özgürce geliştireceklerdir. Bunun başka bir yolu yoktur.
İyi veya kötü, beğenilir veya beğenilmez, ama PKK, en önemli sorun olan Kürt sorununun demokratik çözümü için bir model önermektedir. KCK veya demokratik özerklik bu çözüm projesini ifade etmektedir. Ancak bunu beğenmeyen ve durmadan eleştirenlerin, AKP dahil siyasi partilerin, gazetelerde yer tutan yazar ve çizerlerin, Kürt sorununun çözümü için hiçbir projeleri yoktur. Kendi projeleri yok, başkasının var olan projesini eleştiriyorlar. Peki “Sizin projeniz nerde?” diye sormazlar mı insana? Yeni anayasa yapıyorum diyen AKP, bu yeni anayasada Kürt sorununu nasıl çözecek, demokratik hak ve özgürlükleri nasıl yerleştirecek? Hele bunları bir açıklasın da, KCK’yi beğenmeyen AKP’nin demokrasi ve Kürt sorununu çözüm projesini görelim!
Ne olursa olsun, artık PKK ya da KCK taşlamakla partiler ve yazarlar hiçbir yere gidemezler. Karşıtını suçlayarak toplumu aldatma devri artık sona ermiştir. Kürtler ve tüm Türkiye toplumu özgürlük istiyor, demokrasi istiyor, barış istiyor. Kürt sorununun demokratik siyaset yoluyla çözümünü istiyor. KCK de öz ve içerik itibariyle işte bu çözümü ihtiva ediyor.
Öz itibariyle KCK olmazsa Kürt sorununun demokratik ve birlikçi çözümü olmaz. Dolayısıyla KCK olmazsa Türkiye’nin demokratikleşmesi ve birliği olmaz. KCK’sizlik Türkiye’nin parçalanması ve faşizm demektir. Şimdi bu gerçekleri görmenin ve tabulardan kurtularak düşünebilmenin zamanı!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar