Gerilla olmak istediği her yerde… Bu aylarda sadece karın ve yağmurun üstüne düşebildiği dağ yamaçlarında ve zirvelerinde gerilla. Yağmuru avuçlayarak toprağa serpiyor. Nasırlı avuçlarda birikip toprağa düştükten sonra daha bir bereketleniyor çünkü toprak. Gerillanın tenine sinen özgürlük kokusu, toprağa siniyor ve toprağın rengini canlandırıyor. Büyük bir bahara hazırlanıyor dağlar ve gerilla. Yağmurun hoş bir ıslık sesi gibi gelen sesine gerilla ıslıkları eşlik ediyor. Biriktikçe coşup akıyor. Hiçbir bent ve sınır tanımadan yol alıyor. Yağmurlarla birleşip geliyor, Dicle’ye karışıyor. Sessiz sedasız ilerliyor varmak istediği yere. Gerillayı hissedenler, tanıyanlar hemen yanı başlarında nefes alış verişlerini duyabilir. Kendi mekanlarında, yani ülkesinin dağlarında özgürce dolaşıyor korku nedir bilmeden ve en büyük teknolojiyi de yenerek. Yürek ister gerilla olmak…
Zamanın ruhu olan ve zamanla akan gerillanın kim olduğunu bilmeden konuşanlar bugünlerde çoğalmış. Belli ki gerilla yüreklerine büyük bir korku salmış. Korkaklıklarının onlara söylettiği sözler karşısında “hani bitirmiştiniz” demekten kendimi alamıyorum.
Gerillanın aktif eylemlilik sürecine girmesiyle birlikte büyük kayıplar veren Türk devleti, basınını da devreye koyarak, basınına da ayar vererek kayıplarını gizlemekle kalmıyor dağları gerillalardan temizlediğini ve gerillaya darbe üstüne darbe vurduğu yönünde de yalan-yanlış haberler yaptı, yapıyor. Gerillanın direnişi karşısında çözümsüz kalan bir devletten başka ne beklenebilir ki! Gerilla dağlarda Türk devletinin düzenli ve özel eğitilmiş birlikli ordusu ve tekniğine karşı kleşiyle, inancıyla mücadele ediyor. Kuyrukçusu, uydusu oldukları ABD ve İsrail’den aldıkları İHA’nı da devreye koyarak gerillayı hareketsiz kılacaklarını sandılar ve “onlara darbe üstüne darbe vurduk” diyerek sadece kendilerini kandırdılar Oysa bu gerilla sizin ürettiğiniz tüm tekniklere karşı nasıl tedbir alacağı yönünde kendini sürekli eğitiyor. Gerillanın Türk ordusundan, ordunun sözcülüğünü yapan Tayyip’ten ve Atalay’dan da daha üstün bir akla ve yeteneğe sahip olduğu kuşkusuz ve kesin.
Atalay PKK için, gerilla için güvenlikli hiçbir yer kalmadığını söylüyor. Amed’te gerillayı bitirdiğinizi söyledikten birkaç gün sonra gerilla Çınar ve Bismil’de eylem yaptı. Sizin için bir labirent, çıkmaz sokağa dönüşen dağlar gerillanın ana yurdu. Dağlarla iç içe geçmiş gerillanın, kendisini dağlarda artık koruyamayacağını ve dağların artık onlar için güvenlikli olmadığını söylemesi çok gülünç. Atalay’ın bu sözlerine gülmek dışında herhangi bir tepki verilmezdi.
Kendisini bir halkın özgürlüğüne adayan bir fedai topluluğun mücadele kararlılığından korkun siz. PKK militan gerçekliği bu kararlılığını 32 yıldır çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. “Bitti, bitecek, bitiriyoruz” dediğiniz zamanlarda bile gerilla kleşinin namlusu size doğrultulmuştu. 2012 yılını Önderliğinin ve halkının özgürlük yılına doğru götürmekte kararlı olan Apocu militanlar Kürt halkına sadece soykırım, inkar ve imhayı reva görenlere rahat vermeyecektir. Kendisine “terörist” diyen ama teröristin ta kendisi olanların gerçek yüzünü mücadelesiyle açığa çıkarıyor. Gerilla direnişi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında ayakta kalamayan o kadar çok iktidar gücü, partisi ve hükümeti gördük ki, AKP hükümetinin sonunun da bunlardan çok farklı olmayacağı aşikar.
Ve yine gerilla her yerde…
Kürt halkının özgürlük umudunda ve yüreğinde
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Sömürgeci AKP hükümetinin bakanlar kurulu toplantısı yapıldı. Qilaban katliamına ilişkin açıklama yapıldı. Dün AKP hükümetinin sözcüsü Bülent Arınç’ın yaptığı açıklama ve bugün hükümetin başbakanı soykırımcı ve katliamcı Tayyip Erdoğan’ın açıklaması ve yandaş AKP-Fethullah medyasının olayı ele alış biçimleri, katliamı, kasıtlı yapılmayan, kaza, terörist zannedilerek gerçekleşen bir olay olarak değerlendirmişlerdir. Üstünü örtmeye çalışmışlardır. Öte yandan bu katliamı protesto eden yurtsever insanları da yine soykırım operasyonları temelinde rehin almaya devam etmektedirler. “Hem öldürürüm, katlederim, sesini çıkaranı da tutuklarım” demektedir.
Hükümet ve yandaş basın tüm değerlendirmelerde, daha çok halkın kaymakama yönelik eylemini öne çıkarmakta, 35 Kürt insanının- ki çoğunluğu 18 yaş-altı çocuklardır- katliamı örtülmek istenmektedir. Hele AKP’nin bir hain Şırnak milletvekili var. Acılı halkımızın, gençlerimizin Uluderenin kaymakamına yönelik haklı tepkisini, “ 35 insanın acısından daha büyük bir etki yaptığını” söyleyecek kadar düşkünleşmektedir. Bu koroya AKP’nin devşirme hainleri de katılmaktadırlar.
Ancak yakınlarını kaybedenlerin verdiği bilgiler, katliamdan sağ kurtulan kişinin tanıklığı ve yapılan tüm incelemeler sonucunda hazırlanan raporlardan anlaşılmaktadır ki, katliam planlanmış, tasarlanmış ve tam bir soğukkanlıkla gerçekleştirilmiş bir katliamdır. İradeleşen, özgürleşen ve sonuç almaya doğru giden Kürdistan halkını sindirmeye, korkutmaya ve geri adım attırmaya yönelik bir katliamdır. AKP’nin tam “tam sonuç aldık” dedikleri bir ortamda, “ irademe dokunma, Ez lı vırım” şiarıyla yapılan mitinglerde halkımızın yüz binlerle sokağa çıkmasının hemen ertesinde bu katliamın yapılmasının başka izahatı da yoktur.
35 gencimizi, fidanımızı kaybetmişiz. Analarımızın, kız kardeşlerimizin, babalarımızın, kardeşlerimizin çığlıkları arşı alayı şarmış. Evlat acısı, kardeş acısıyla yanıp-tutuşuyorlar. Tüm Kürt ulusunun fertleri böyle bir acıyı derinden yaşıyor. Bir şehidimizin kız kardeşi acıya dayanmıyor ve sömürgeci katilleri protesto etmek için herkesin ortasında kendisine defalarca bıçak saplıyor, kanlar içinde yere yığılıyor.
Türk sömürgecileri, o kadar zalim ve alçaktırlar ki, hem öldürüyorlar, katlediyorlar. Sonra da, gelip “ vah vah, acımız büyük” diyor, rol kesiyorlar. Yıllardan beri bu halkı ahmak yerine koyma alışkanlığıyla bunu bir kez daha tekrarlıyorlar. Ancak artık, halkımız her şeyin farkında ve bilincinde, kime nerde, ne zaman ne söyleyeceğini, nasıl bir tavır alacağını bilecek durumdadır. Ve gereğini de yapıyor. Şimdi düşman tabiî ki, bunu sadece kaymakama yönelik bir tepki olarak ele almıyor. Olayı, sömürgeci AKP’nin Kürdistan’da istenmediği biçiminde ele alıyor. İşin esası da zaten böyledir. Kürt halkı, Kürt ulusu, artık yek vücut olmuş, dört parça ve yurt dışında da olsa, acıları yüreğinde hissediyor ve kabul etmiyor. Etmeyecektir de.
AKP’nin sömürgeci hükümetinin sözcüsü Bülent Arınç, katliam için yaptığı açıklamada, “ kasıt yok, ihmal de var mı yok mu onu da araştıracağız” dedi. Şunu demeye getirdi. “vurmamız, bombardıman etmemiz gerekliydi, onu da yaptık”. Kürt katliam koordinasyonun başı Beşir Atalay denen katil ise, katiller meclisinde, “ alınan görüntüler, bilgiler ilgili birimlerce değerlendirilir ve bir koordine içinde karar verilir. Burada da öyle olmuştur. Ama bir talihsizlik yaşanmıştır” demekle aslında katliamı nasıl bir koordine içinde planlayıp, tasarladıkları ve pratikleştirdikleri de açığa çıkmıştır. Zaten daha önce Kürt katili, soykırımcı Tayyip Erdoğan, “ daha önce sınırdan karakollarımıza yönelik saldırılarda kullanılan silahlar katırların sırtında getiriliyordu. Böyle eleştiriler vardı, bir daha böyle bir duruma düşmemek için, bu talihsiz olay oldu” demişti. Benzer yaklaşımını bir kez daha tekrarlamış ve katliamı yapanlara teşekkür etmiştir. Aslında faşist MHP’nin genel başkanı devlet Bahçeli’nin söylediklerini tekrarlamış oluyorlar. Devlet Bahçeli, “ devlet gereğini yapmıştır” demiştir. Onlar ise, uyduruk gerekçeler ile sürerek, “ talihsizlik oldu, kaza oldu”. Esas baklayı, “ biz resmi olarak özür dilemeyiz ama her aileye üzüntülerimizi bildirebiliriz” demekle ağzından çıkarmıştır. Sadece, ölenlerin yakınlarına tazminat ödeyeceklerini beyan etmişlerdir. Bunun anlamı şudur, “Öldürdük, kan bedelini alın, yerinize oturun, fazla da sesinizi çıkarmayın”. Zaten daha önce de, “yasınızı ilan edin, ama fazla taşkınlık yapmayın, yaparsanız, bedelini ödersiniz” diye de tehdit etmişlerdi. Yani katliam politikalarında ısrar vardır. Bunun başka da izahı yoktur. Zaten hem Fethullah Gülen denilen iblis, münafık halkımız için katliam fetvası vermiş, hem de Tayyip Erdoğan, BDP’nin seçmenini hedef alan açıklamalar yapmış ve bedel ödeyeceklerini söylemişlerdi.
Sömürgeci-soykırımcı Tayyip Erdoğan, kendi grup toplantısında, Kürt halkının, Roboski şehitlerine görkemli sahip çıkmasını ve tabutlarına bayrak ve flamalarını örtmelerine karşı çok alçakça ve saldırganca bir dil kullanmıştır. Soykırımcı sistemin tasarımcı ve sözcülerinden Bülent Arınç, sözde bayrak diyerek Kürt halkının sembolleriyle alay etmiş, hakarette bulunmuştur. Öyle ki hem öldüreceksin, katledeceksin, ancak bu halk cenazelerine de dahi sahip çıkınca da öfkelenecek, hakaretler yağdıracaksın?! Şimdi halkımız da, gençlerimiz de, Türk sömürgeciliğinin tüm sembollerini ayaklarının altına almaz mı? Göreceksiniz Kürdistanlı gençler sizin çok kutsadığınız Türk egemen sisteminin, sömürgeciliğin sembollerini birer birer ayaklarının altına alacak ve çiğneyeceklerdir. Yani anladığınız dilden konuşacaklar.
Faşist-ırkçı Tayyip Erdoğan ve AKP’nin kurmayları, halkımızın tam bir ulusal birlik ruhu içinde şehitlerini sahiplenmesine öfkelidir. Gelişen Kürt ulusal refleksi karşısında gösterdiği bu saldırgan dil, Kürdistan topraklarının yavaş yavaş kirli ayaklarının altından kayarak, özgürleşme süreci karşısında yaşadığı korkuyu ifade etmektedir. Şunu her Kürt düşmanı, soykırımcı sömürgeci bilecek ki, artık Kürtlerden birisinin dünyanın öbür tarafında tırnağı taşa deyse, dünyanın öbür tarafındaki Kürdün yüreği yanar. Kürtler artık birbirlerinin acılarını yüreklerinde hissediyor. Bu acılar ulusal bilince, birliğe, örgütlülüğe dönüşmektedir. Roboski katliamı karşısında halkımızın dört parçada ve yurtdışında gösterdiği ulusal refleks, birlik ruhu, uluslaşmada, toplumsallaşmada halkımızın yakaladığı düzeyi ortaya koymaktadır.
Buna karşılık, yani Kürt ulusunun yitirdiği 35 genci için tuttuğu yas ve yürüttüğü mücadeleye karşılık, Türkiye metropollerinde Türkler, çılgınca bir eğlence içinde yeni yıla girdiler. Barış, mutluluk dilediler. Demek barış ve mutluluk dedikleri, gençlerimizin daha çok katledilmesiydi. Bunu anladık. Çok sınırlı bir devrimci, öğrenci, sendikacı- aydın-demokrat kesim bunun dışında kaldı. Bu, ırkçı-faşist zihniyetin toplumu ne kadar sürüleştirdiğini de ortaya koymaktadır. Zaten sosyal medyada, “neden 35, neden 35 bin değil” diyenlerin sayısı hiçte az değil. Van depreminde de, ölenlerimize bizler ağıt yakarken, televizyonlarda neredeyse bazıları zil takıp oynayacaktı. Türk sömürgecileri biraz da, aldatıp, zehirlediği bu gerçekliğe güvenmektedir. Ancak bunun sür-git böyle kalacağı beklenmemelidir. Bu ırkçılıkla zehirlenen halk birgün, elbette kendisini zehirleyenlerin boğazına yapışmasını bilecektir.
Roboski ve Böceh halkı, sömürgeci AKP hükümetinin tazminat ödeme vb. yaklaşımları karşısında, paralarını yüzlerine çalmalıdır. “ alın paralarınızı, biz kan parası istemiyoruz, bizim kan bedeli verilecek canımız yok, biz halk olarak kendi topraklarımızda özgürce yaşamak istiyoruz” demelidirler.
Halkımız, öncelikle çocuklarını yitirerek mağdur olan Roboski ve Böjeh yurtsever köylüleriyle her türlü maddi-manevi dayanışmasını geliştirmelidir. Bunu sadece taziye ziyaretleriyle sınırlı tutmamak, şehit yakınlarını, ailelerini AKP’ nin sadakalarına, korucu maaşlarına muhtaç etmemek gerekiyor.
Öte yandan, halkımız Kürdistan halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan ve beş-buçuk aya yaklaşan, giderek ağır bir işkenceye dönüşen tecrit ile Qilaban’da gerçekleşen katliam arasındaki ilişkiyi iyi görmek lazım. Kürdistan Halk Önde Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecrit, gerillaya yönelik imha saldırıları, siyasi soykırım operasyonları ve katliam Kürdistan halkının özgürlük iradesini kırmaya, teslim almaya yönelik bir politikanın parçalarıdır. Onun için, yeni dönemde hem Kürdistan halk Önderi üzerinde uygulanan tecrite karşı hem de Qilaban katliamı şahsında sömürgeci Türk devletinden, AKP hükümetinden Kürdistan’da bugüne kadar gerçekleştirilen tüm katliamların hesabının sorulması için, serhıldanlar aralıksız, hem yaygın, hem yoğun bir şekilde geliştirilmelidir. Tabi böyle bir zorlu direniş örgütsüz olmaz. Düşmanın her türlü operasyon ve rehin alma saldırılarına karşı örgütlü hareket edilmelidir. Tek bir Kürdistanlının rehin alınması büyük bir serhıldan gerekçesi yapılmalıdır. Roboski katliamına karşı ayağa kalkan halkımız, tüm siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürtleri esaret altına alma saldırılarına karşı da, aynı ulusal refleksle harekete geçmelidirler.
Hiçbir yazılı Türk basınının Kürdistan’a girmesine, bayilerde satılmasına izin verilmemelidir. Hiçbir Kürt ve Kürdistanlı bu gazeteleri almamalıdır. Kürdistan halkına karşı birer özel savaş mekanizması gibi çalışan televizyonlarını izlememelidir. Onları yalanlarıyla, psikolojik savaşlarıyla baş başa bırakalım. Hiçbir gazete bayisi de, üç-beş kuruş için Kürdistan halkına savaş açan, her gün hakaret, aşağılama dolu yazılar ve uydurma haberlerle dolu bu gazeteleri satma tenezzülünde bulunmamalıdır.
Gelinen aşamada artık hiçbir Kürt genci sömürgeci Türk ordusuna askerliğe gitmemeli, hiçbir Kürdistanlı aile de, çocuklarını askere göndermek için zorlamamalıdır. Zaten bir çok Kürt genci askerde, kaza, eğitim kazası, intihar vb. adı altında katledilmektedir. Neden Türk sömürgecilerinin ordusunda askere gidelim, neden öldürülelim? Bunun bir anlamı, izahı olamaz.
Hiçbir Kürdistanlı aile çocuklarını Fethullah denilen Kürt katliamına fetva çıkaran münafıkın dersanelerine göndermemelidir. Gönderenler de çocuklarını geri çekmelidirler. Kürt gençleri de, bu dersanelerden geri çekilmelidirler.
Halkımızın soylu ve haklı direnişlerine karşı kimse, siyaset ve makul adam veya makul kadın olma adına provakasyon vb. kavramlar kullanmamalı. Burkaylık yapılmamalıdır. Yurtsever saflarda da benzer yaklaşımları zaman zaman gösterenler vardır. Kendisine mikrofon uzatıldığında, “halkımızı sağduyulu olmaya çağırıyorum, provakasyonlara gelmeyelim” vb. söylemleri dile getirmektedirler. Halkımız kimden gelirse gelsin, rütbesi, mevkisi ne olursa olsun, bu yönlü değerlendirme ve çağrı yapanları, sabır telkin edenleri, bir kenara koymasını bilmelidir. Kulaklarını böyle teslimiyetçi, korkak, cesaretsiz değerlendirme ve çağrılar yapanlara tıkamalıdırlar. Bu tür süreçlerde böyleleri adeta devrim yangınını, halkımızın yangına dönüşen öfke ve bilincinin üzerine su sıkan itfaiyeciler gibidirler. Katleden, saldıran sömürgecilerin, Kürt-Kürdistan düşmanlarını üzerine yürüyeceğine, buna öncülük edeceğine, halkımızı engellemeye yönelen yaklaşımlar içine girmektedirler. Farkında değiller ama, Türk sömürgecileri cephelerini netleştirmişlerdir. Kürt halkı da her bakımdan cephesini netleştirmesini ve saflarını düzenleyip ileriye, özgürlüğe doğru ilerlemesini bilmelidir.
Bugüne kadar, Türk sömürgecileri tarafından, “Kürt isyanları Kürdistan’ın Kürtlere vatan olarak kalmaması için acımasızca ezildi… Sömürgecilik ve soykırımın yaşandığı bir vatan gerçekliği olsa da, Kürdistan’ın varlığı inkâr edilemez. Üzerinde tarihine ve toplum gerçekliğine bağlı ve layık şekilde özgür yaşamak isteyenlerin son ferdi durdukça varlığı devam edecektir. Yalnız Kürtlerin değil, Ermenilerin, Süryanilerin, Türkmenlerin, Arapların ve özgür yaşamak isteyen her birey ve kültürün demokratik, özgür ve eşitçe paylaştığı bir ortak vatan olacaktır.”
İşte bunun için de, Kürdistan halkı son yüzyılda halkımıza karşı gerçekleştirilen tüm sömürgeci katliamların hesabını sorma kararlılığı temelinde örgütlü serhıldanlarını süreklileştirmeli ve kendi anavatanında özgür yaşamını inşa etmelidir. 2012 yılına verilecek doğru karşılıkta budur.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
29 Aralık 2011 gecesi Uludere’nin Roborski köyü civarında 35 insanımızı katleden Yeşil Türki Faşist devlet yaptıklarının üstünü örtmek için “içlerinde korucularda var, gazi çocuğu da var” diyerek kendilerince kendilerine pay çıkarmaya çalışıyorlar. Ve bir de utanmadan: “Gülyazı korucudur, kaymakamımıza saldıranlar, terör örgütü lehine sloganlar atanlar oralı değildirler, dışarıda getirilmişlerdir” diyerek halkımıza bir de hakaret etmekten geri durmuyorlar.
Şunu herkes bilecektir: sizin o kirli özel savaş politikalarının modası geçmiştir. Kürtleri yıllardır birbirine karşı kırdırma politikalarınızın modası geçmiştir. Kürt gerillasına karşı yine Kürtleri birbirine karşı kullanarak parçalamak için özenle hazırladığınız korucular politikanız iflas etmiştir. Gerillaya karşı savaşacak olan korucu sayısını ne kadar olduğunu kendiniz daha iyi bilmektesiniz. Bugün faşist zindanlarınızda ne kadar korucuya işkence ederek içeriye attığınızı bakmanız yeterlidir. Her gün, her hafta, her ay ne kadar korucunun gerillalara yardım ettiğini sizin kirli ve canhıraş yandaş basınınız yazıp çiziyor. Bu korucuların ne kadar direk dolaysız gerillaya yardım ettiği tartışmalık olsa da, sizin canhıraş yandaş basınınız her gün yeni korucuları hedef göstererek kodese tıkıyorsunuz. Ama şu bir gerçektir; korucular artık eskisi gibi gerillaya karşı savaşmıyor ve bundan böyle de bazı azılı korucu çevreleri dışında, Kürdistan özgürlük gerillasına karşı savaşmayacaktır. Bunun için istediğiniz kadar uğraşın, istediğiniz kadar para dağıtın, istediğiniz kadar yalanlar yayın, istediğiniz kadar gerillanın korucuları hedeflediğini söyleyin, hiçbiri tutmayacaktır. Geçtiği Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye diye bir deyim vardır. Artık Bor’da satacağınız bir şeyiniz kalmamıştır. En iyisinden gerisinden geriye Niğde’ye doğru yol alın.
Yeniden belirtelim; birkaç tane Mangurtlaşmış, kendisi olmaktan çıkmış, gırtlağına kadar suça bulaşmış azılı korucu dışında özgürlük hareketinin karşısına dikeceğiniz bir korucu kalmamıştır.
Geçmişte bizim yaptığımız kimi hatadan kaynaklı da faşist devletinizin kirli özel savaş politikalarınızla bize karşı çıkarmaya çalıştığınız korucu politikanız artık son nefesini almaktadır. Çünkü bu hataları artık bizler gerilla olarak işlemiyor ve işlemeyeceğiz. Bunu hem halkımız biliyor hem zoraki, hem aç bırakarak, hem de kendisini savunmak için sizlerin o kirli silahını eline alan korucularımız iyi bilmektedirler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Dersim Kürdistan tarihinde özgün bir yeri olan bir alandır. Denile bilir ki Dersim topraklarına uzun yıllar tek bir düşman askeri ayak basmamıştır. Dersim alevi bir bölge olarak aşiretler tarafından idare ediliyordu. Dini bağlardan dolayı birbirinden elbette kopuk değillerdi. Dersim’e uzun yıllardan sonra ilk kez 1937-38 yılında yabancı askerler ayak basacaklardı.
Kürdistan’ın birçok yeri susturulunca sıra Dersim’e gelecektir. Önceleri Dersimle özel ilişki kurup Kürt direnişlerinde tarafsız kalmasını isteyen Kemalist rejim adım adım Dersim’e dönük saldırı hazırlığı başlatacaktır. Önce “Tunceli Kanunu” nu 25 Aralık 1935’te çıkaracaklardır. Dersim ismi değiştirilecektir. Kendilerince “gümüş kapısını” bir tunç eliyle fethedeceklerdir. Bunun için Dersim’in ismini Tunceli yapacaklardır. Kürdistan’da direniş ardından birçok yere Genel Müfettişlikler kurulur. Dersim birkaç il’le birlikte birinci genel Müffetişlik içerisinde yerini alacaktır. Ancak gelecekte saldırılarını daha sağlam merkezileştirmek için dördüncü Genel Valilik kurulacaktır. Başına ise Abdullah Alpdoğan getirilecektir. Hem Dersim’in valisi hem de askeri kumandanıdır.
Dersime özgül kararname salt Dersim merkezi kapsamamaktadır. Bu kararname Dersim’e komşu alevi yerleşim merkezlerini de içine almaktadır. Dersim’in silahlarını iade etmesi istenir. Silahsızlandırma için kanun çıkarılır. Dersim silahları vermeyince, Dersim kuşatılır ve “Yasak Bölge” ilan edilir. Abluka ve yasak bölge ilan etmekle birlikte Dersim’in etrafına askeri kışlalar kurulur. Karakollar kurulur. Mameki yani Manikan köyü-eskiden Mazgirt’e bağlı bir köy-Tunceli’nin yönetim merkezi olarak kullanılacaktır.
Düşman Dersim’i çaktırmadan kuşatırken Dersim liderlerinden Seyit Rıza Kemalist rejime bu durumun kaldırılması için mektup yazacaktır. Askeri yapıların yapılmaması ve savaş için yapılan tüm ulaşım çalışmalarının da durdurulmasını ister. Ayrıca Kemalist rejimin silahları toplama kararının da geri alınması ister. Lakin devlet “gözümüzdeki çıbanı” çıkarmakta karar kılmıştır. Bunun için Seyit Rıza’nın dediklerine kulak asmayarak çalışmalarını sürdürecektir. Durumun giderek kritikleşmesi üzerine Dersimliler direniş başlatırlar.
Kürdistan’da 1920’lerdeki direnişin en sonuncusu Dersim Direnişidir. Dersim hareketi öncesi mecliste hazırlıklar yapılmıştır. Yöre halkından 200 bin silah istenmektedir. Bu arada Dersim’e tanınan özgün haklar kaldırılmaktadır. Çok bilinçlice yapılan bu tahrik isyana teşvik ederek ezme istemidir. Nitekim sonrada geliştirilen “Sel Hareketleri” önceden planlanmış olarak ortaya çıkmaktadırlar. Devletin topyekûn yönelim hazırlıkların rağmen birlik sağlanmıyor, birçok aşiret devlet yanlısı ve kimi de tarafsızlık adına yerinde durmaktadır. Kıyasıya bir direniş ardından 1937 yılında direniş hafızalarda silinmeyecek bir şekilde-kimi tanığa göre-Munzur günlerce kırmızı kana boyanıyor. Çok vahşice bastırılan direnişte işbirlikçi ve ihanetin gölgesi de eksik olmuyor. Direnişin komutanı olarak bilinen Ali Şer’in kafasını keserek Türk ordusuna götüren Rayberler tarihi tekerrür ettirirler. Sonra da kelle avcısı olarak mağara mağara dolaşarak Kürt direnişçilerin kellesi karşılığı altın alırlar. Kendi halkına bu kadar iğrenç ve yabancılaşmış kurtçuklar kullanıldıktan sonra temizleneceklerdir. Rayber, Cemile Çeto, Binbaşı Kasım misali… Hepsi de bir şekilde tohumluk rollerini oynadıklarından sonra tasfiye edilirler.
Dersim direnişi her yere yayılacaktır. Düşman istediğini elde edemeyecektir. Binlerce askerler yüzlerce topla ve yine uçakla saldırmasına rağmen sonuç almaktan çok uzaktır. Dersim’in o görkemli coğrafyası Kemalist orduya aman vermemektedir. Bunu gören düşmanlar tarihte çokça kullandıkları hile taktiklerine başvuracaklardır. Barış teklifi, görüşme teklifi…
Seyit Rıza’ya Erzincan valisi haber göndererek devletin Dersimlilerin isteklerini kabul edeceğini iletir. 5 Eylül 1937 yılında Seyit Rıza birkaç arkadaşıyla birlikte Erzincan’a gitmek için yola çıkar. Yolda karşılaşacağı bir askeri birliğe valinin kendisini istediğini söyleyecektir. Askerler onu ve arkadaşlarını valinin yanına getireceklerdir. Seyit Rıza ve yoldaşları tutuklanacaklardır. Toplam 58 kişiyle birlikte Seyit Rıza’da yargılanacaktır. Alelacele yargılanacaklardır. Mahkeme 11 kişiye idam kararını verir. Ancak öyle bir oyun yapılır ki-eşine insanlık tarihinde az rastlanır-düzmece bir mahkemeyle gece yarısı etraf ışıklandırarak gündüz süsü verilerek idam edilirler. Dört kişi yaşlı oldukları için idam 30 yıl hapse çevirtilir. Seyit Rıza ise 18 Kasım kimi veriye göre de 15 Kasım 1937 yılında Elezağı Buğday Meydanında infaz edilir. Seyit Rıza gururla idam sehpasına doğru ilerler ve cellâdı itip, ipi boynuna geçirir. Sandalyeye ayağı ile tekme vurup kendi infazını da kendisi gerçekleştirir. Diğer infaz edilen altı Kürt direnişçinin isimleri şöyledir; Resik Hüseyin, Seyd Wuşên, Fındık Ağa, Hasan Ağa, Hasan, Ali Ağa.
Direnişin liderleri katledildikten sonra ağırlıklı olarak direniş bitmiştir. Ancak 1938 yılına kadar farklı yerlerde parça parça direnişler sürdürülecektir. TC’nin amacı bir isyanı bastırmak değildir. Kaldı ki bir isyandan ziyade TC’nin saldırılarına karşı Dersim direnişe geçmiştir. Meşru müdafaadan başka yapılan bir şey yoktur. Dediğimiz gibi parça parça direnişler Seyit Rıza’nın idamı ardından da devam edecektir. TC tümden bir ibreti alemlik bir durum yaratmak için saldırıların hızını kesmeyecektir. Tersine daha sinsice bu sürdürülecektir. Binlerce insan katledilir. Evleri yakılır, yıkılır. Öyle ki bir daha kimse buralarda direniş adına bir yaprak kıpırdatmamalıdır. Hedef budur. Katliamlar o düzeye vardırılır ki bir kişi için binlerce insan operasyonlara çıkartılır. Yakalanan her Kürt kızının üzerinde yüzlerce ağzı salyalı faşist Kemalist ordunun askerleri geçeceklerdir. Dersim kan ağlayacaktır. Binlerce Kürt kızı ‘Rumilerin’-Kürtler Osmanlı ve Türk askerlerine Rumi demektedir-eline geçmemek için kendilerini kayalıklarda ölümün kucağına atacaklardır. Binlercesi en kuytu köşelerde mağaralara saklanarak yaşamanın yolunu aralamaya çalışacaklardır. Ancak binlerce paralı ağzı salyalı kele avcısı mağara mağara gezerek Dersimli insanımızın kelesini TC askerleriyle birlikte keserek düşmana para karşılığında kelle satacaklardır. Çoğu zaman bu vahşeti yapanlar aynı Dersimlilerin kanında gelen Rayber tarzı satılık iç düşmanlardır. On binlerce Dersimli katledilecektir. Bunlar yetmez, onlarca, yüzlerce mağaranın ağzı betonlanır ve içerisine sığınan yüzlerce Dersimli canlı canlı mezara gömülerek ölümlerin en çirkinine mahkum edilir. 200’ün üzerinde köy yakılacaktır, binlerce ev tahrip edilecektir. On binlercesi zoraki sürgün edilecektir. Tuhaf olan ise sözde TC’nin yanında direnişin bastırılmasında yer alanlarında sürgüne tabi tutulmalarıdır. Yapılan uluslararası hukuk tanımlamalarına göre tamamen bir soykırımdır. Sistematik yok etme girişimidir. Eğer Jenosidi yani Soykırımı, toplum kırımı ırksal, dinsel, siyasal ya da etnik bir grubun bilerek ve sistemli biçimde yok edilmesi olarak ele alınacaksa yapılan tek bir kelime ile Jenosittir.
Direniş bastırıldıktan sonra 10 yıl boyunca Dersim “Yasak Bölge“ ilan edilecektir. Kırmızı katliam diye bilinen sistematik katletmenin ardından Kemalist TC bu kez beyaz katliam diye bilinen kültürel soykırımı devreye koyacaktır. Öncelikle Dersim’e boydan boya yatılı okulları yerleştirilecektir. Askeri kışlalar görülecek olan en büyük yapılardır. Yeni doğan bebeler öncelikle Kemal, Kazım, İsmet isimlerini alacaklardır. Hızlandırılmış bir Türkleştirme programı özel devreye konulacaktır. Burada başarılacak bir Türkleştirme dalga dalga tüm Kürdistan’a ihraç edile bilecektir. Tüm sömürgeci devletler ve emperyalist kamp bir prensip olarak direnişin geliştiği sahaları tersine çevire bilebilmek için her şeyi sarf edebilmektedirler.
Dersimde gerillacılık yapan yoldaşlarımızın gözleriyle görüp anlattıklarında hala bugün bile Laç Deresi'nde, Kutu Deresi'nde, Ali Boğazı'nda kurşuna dizilen, Iksor uçurumlarından atılan binlerce insanın kemiklerin varlığını öğreniyoruz.
Nuri Dersimi'nin İntikam adlı şiiri aslında yaşanan vahşetin düzeyini gözler önüne sermektedir. Veteriner Nuri Dersimi kendi gözleriyle gördüklerini şiire dökerken Kürt gençlerine birde hitapta bulunur;
“Ey ırkımın ümidi istikbali olan Kürt gençliği!
Ben sana, senin namus ve şerefini lekelememek için vatanın yalçın kayaları, müthiş uçurumları üzerinden kendilerini halaskar ölümün kucağına atan binlerce gelin ve kızlarımızın feryadını inliyorum.
Ben sana, senin hala bu gün bile, namert düşmanın kapısında esaret altında yaşayan, her gün, her an damla damla ölen, milliyeti, dili ve mukaddesatı tahkir edilen köle Kürtlerin derin feryadını ağlıyorum...
Onların sana, bir tek kelimede tekâsüf eden, amansız amir ve kahhar bir vasiyeti var:
İNTİKAM!
İntikam!
Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.
İntikam!
Süngülenen yüz binlerce Kürt yavrularının feryadını dindirmek için.
İntikam!
Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan eninlerini teskin için.
İntikam! “
Nuri Dersimi’nin söylediklerinin hepsine katılmaya biliriz. Ancak yaşanan bu pervasız vahşeti okuduğumuzda, araştırdığımızda Nuri Dersimi gibi aklıselim birisinin bu denli intikam çağrıları yapması yabana atılacak sözler olmadığı da bir o kadar aşikardır.
Sonuç olarak: Dersim’de gerçekleşen bir isyan olmamıştır. Dersim’de yaşanan sadece ve sadece soykırımcı bir rejime karşı meşru müdafaa direnişidir. Hem de Kürdistan’da PKK öncesi en son ve en görkemli direniş.
Ne var ki biz soykırım rejimlerinin neden halklara karşı bu denli saldırdıklarını biliyoruz. Soykırımdan geçirmek bir halkı daha rahat bir şekilde asimile edilmeye hazır hale getiriyor. Kürdistan’da her direnişin bastırılışı ardından gelişen bir teslimiyet ve ihanettir. Bu bakımdan ele alındığında direnişler ne kadar görkemli olursa olsun ortaya çıkan tablo eğer direnişler başarıyla taçlandırılmamış ise büzülmedir. İçe kapanmadır, çoğu zamanda içine sinerek kişilik olarak erozyona uğramadır.
Dersimde, bastırılan son kaleyle Türk devleti Osmanlı politikalarının tümünü terk etmiştir. Her ne kadar bu durum 24’lerden sonra da yer yer gözükse de son direnişle imha ve inkâr sistematik bir politika haline getirilmiştir. Kendi deyimleriyle “Muhayyel Kürdistan” Ağrı Dağı’nın yedi kat derinliklerinde meftundur. Kürt ve Kürdistan yoktur. Tayip Erdoğan’ın açık bir şekilde ifade ettiği gibi ”düşünmüyorsan yoktur” cümlesi, özünde Kürdistan’ın üzeri betonlanmıştır anlamına gelir.
Kürdistan’ın yüzyıllarca yıl süren otonom yarı bağımsız yerel otoriteleri zaptı rapta altına alınarak merkezi otorite pekiştirilmiştir. Çıkardıkları “kanun aşirette, hükmü şahsiyet tanımaz bu hususta herhangi bir hükmü vesika ve ilana müstesnit de olsa tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği beyliği ağalığı ve şeyhliği ve bunların herhangi bir vesika veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve taahasufları kaldırılmıştır” (Kürtlerin Mecburi İskânı İsmail Beşikçi)
Kanunları ilerici ve devrimci gözükseler de öyle değildir. Tersi doğrudur. Faşizandır. Kürt toplumunda varlık nedenlerinden en önemlisi aşiret yapılanmasıdır. Yerini doldurmadan aşireti vb. kurumları dağıtıldığında dumura uğramış, beyni belleği teslim alınmış bir yapı ortaya çıkar. Sosyal gelişmişlik çıkmaz. Ortaya kendinden kaçan ne idüğü belirsiz kime nasıl hizmet edeceği belli olmayan bir ucube yaratılmış olur. Devlet bununla sınırlı kalmaz “ana dili Türkçe olmayanlar toplu olmak üzere kıyı mahalle işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü bir mahalleyi bir işi veya sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaklanmıştır.“ mecburi iskân kararnamelerinde alınan bu alıntılar Kürdün nasıl yok edildiğini ve nasıl Türkleştirilmeye çalışıldığını açıkça gözler önce sermektedir. Bu politikalar ışığında Kürdistan’da kışlalar gölgesinde yatılı okullarla zorla asimile edilerek dejenere etme ortaya çıkan tablodur. Böylece Kürdistan’ın en ücra köşesine, en küçük zerresine Kemalizm diye tabir edilecek olan zehir aşılanmış olacaktır.
Yeni işbirlikçi ekipleşme bu zemin üzerinde şekillenecektir. Kendisini ret ederek katline aşık olurcasına, ona benzeyerek büyüyecektir. Kralcıdan daha kralcı misali her tarafa Kemaller ve İsmetler yayılacaktır. Kışla medreselerinde yetişenler yeni edinilmiş kültürü-hem de çok isteyerek, gönüllüce-ülkenin en ücra köşelerine taşıyacaklardır. En tehlikeli işgal, beyinlerin işgal edilmesidir.
Amin Maolouf Afrikalı Leo romanında dile getirdiği gibi “kim annemle evlenirse benim üvey babam olur” misali, kim işgal ederse onunla olunmaktadır. Hem de “başı dik ve gururluca.” Başka halkların tarihinde bu onursuzluk ve alçaklık sayılırken, Kürdün alışılagelmiş ihaneti marifet bilen tarihinde bu kavramların tersi geçerlidir. Bugün dahi direnişte katledilenlerin evlatları ve torunlarının devletçi tutumları ibretle izlenmekte ve insanı hayrete boğmaktadır. Katiline hayranlık ancak bu kadar olur.
Türk devleti sadece bununla sınırlı kalmamaktadır. Sert ezme ve kendi tipini yaratmanın ardından arta kalan kılıç artıklarını da kullanmasını bilmiştir. Direnişlerde rol almış ailelerin çocuklarını Osmanlı nasıl ki Babıâli’de alıp yetiştirmiş ve zamanı geldiğinde kullanmış ise aynısını TC de yapmıştır.
Bugün karşımıza çıkan Dengirler, Çelikler, Kamer Gençler, Kılıçdaroğulları, Kamran İnanlar, Mehdi Ekerler, bunlara sadece bir kaç örnektir. Osmanlı sıkıştığında nasıl ki aşiretleri, Hamidiye Alayları biçiminde örgütleyerek hem olası bir Kürt kalkışmasını hem de ermeni Süryani ve diğer halkların kalkışmalarını engellemek için kullanmışsa benzer bir yaklaşımı daha derin biçimde 1940’lardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti uygulamıştır. Kürdistan’ının tümüne hâkim olduktan sonra aşiret ağaları ve kompradorları adım adım Türk devletinin içerisine çekerek katmerli bir işbirlikçi tabakanın oluşmasına yol açmış ve olası bir Kürt hareketlenmesine karşı kullanmak üzere hazırlamıştır. Nitekim sonra da göreceğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketine karşı aşiretleri korucu ve çete biçiminde kullanmıştır.
Bitti
Kasım Engin
- Ayrıntılar
2011 yılını geride bırakıyoruz. HPG olarak Temmuz ayı ortalarından itibaren yükselttiğimiz Devrimci Halk Savaşı pratiğinin damgasını vurduğu 2011 yılı şüphesiz birçok açıdan değerlendirilmeyi bekliyor. Bu değerlendirmeyi herkes kendi görev alanı ve üstlendiği sorumluluk çerçevesinde yaparken yeni mücadele yılında izleyeceği tarzı, tempoyu belirlemeye çalışıyor. Yeni yılı hedef ve amaçların gerçekleştirilmesi alanı kılmak isteyenler bundan kaçınamaz.
Uzun bir bekleme ve sabır ardından işgalci TC’nin barışçıl demokratik bir çözümden yana olmadığı görüldü. Gerçekten sabır taşını çatlatacak düzeyde her günü ayrı bir işkenceyle geçen uzun bir aradan sonra gerilla olarak kısa da olsa bir pratik süreç yaşadık. Farqîn ile başlayarak Çele’de zirveye ulaşan gerilla eylemleri TC’yi adeta çılgına çevirdi. Uzun yıllardır gerillanın bittiği, marjinalleştiği, savaş kabiliyetini yitirdiği yönlü oluşturulan zemin ve kara propaganda duvarı bir anda yerle bir oldu.
Neredeyse tüm emperyalist ve bölgesel gericiliğin desteğini alarak, çağın en güçlü teknik donanımını ve en önemlisi de gerillayla yürüttüğü mücadelenin otuz yıllık derslerini zemin yaparak saldırıya geçen TC ordusu ve AKP hükümeti gerilla direnişi karşısında derin bir şaşkınlığı, dumuru ve çaresizliği yaşadı.
Şüphesiz gerilla olarak yapabileceklerimizin hepsini yapamadık. Bunun yanında düşmanı hafife almanın, derin ve güçlü planlamalar yapmamanın, tüm gücümüzle yüklenmememizin bir sonucu olarak savaşı daha şiddetli yürütemedik. Bu savaşın tırmanması, tüm Türkiye ve Kürdistan’a yayılması gerekliliği, yine her kayıp ardından halkımızın ve özellikle de gençlerimizin “intikam” çağrıları ortadayken bunun neden yapılmadığı tüm yıl boyunca soruldu durdu.
Savaşın tırmandırılması, tüm alanlara yayılması bizim açımızdan bir sorun değil. Colemerg’den Tekirdağ’a, Artvin’den Antalya’ya, Sinop’dan Hatay’a tüm Türkiye ve Kürdistan’ın savaş alanına dönmesi bizim için sadece bir planlama meselesi. Dağlık alanda kır savaşı sürdürülebileceği gibi şehirlerde de var olan örgütlülükle her günü TC faşizmine cehennem haline getirebiliriz.
Fakat bunun yaratacağı etki ve alacağı sonuç ne olacaktır?
Bizim için önemli olan budur. Çünkü bu yıl sürdürdüğümüz kimi eylemlerde görüldüğü gibi faşist TC ordu ve hükümeti, kolluk güçleri darbe yedikçe sivil insanlarımıza yöneliyor. Yıllardır Kürdistan’da sürdürülen savaş ve bilinçli göçertme politikaları nedeniyle Türkiye’nin farklı coğrafyalarına, metropollere göç etmiş bulunan halkımız sadece Kürt olması nedeniyle saldırıların merkezine oturtuluyor. Çeşitli gerekçe ve örgütlenmeler adı altında Kürtlerin fiziki katliamı meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Sorun bizim örgütlü olmama durumumuz değil. Sorun halkımızın kendi iç örgütlülüğünü tam anlamıyla kuramamış olmasıdır. Önderliğimizin ve hareketimizin yıllardır öz savunma mekanizmalarının gelişmesi gerektiği yönlü uyarıların çok fazla değerlendirilmediğini bu anlamıyla görüyoruz.
Her mahalle ve şehirde bulunan Kürtler kendi aralarında örgütlenmediği, birlik olmadığı, kendi kendini savunur pozisyona gelmediği müddetçe bu tür saldırıların açık hedefi haline geleceği ortadadır. Böylesi bir durum ortadayken kalkıp gerilla olarak tüm Türkiye ve Kürdistan’da savaşı tırmandırmak şüphesiz kirli ve ahlaksız örgütlenmeler aracılığıyla halkımıza yönelik linç kampanyalarına dönüşecektir.
Buradan tabii ki “savaşmayın o zaman” sonucunu çıkaracaklar çok olacaktır. Zaten düşmanın yapmak istediği de budur. Özellikle 2007’den bu yana sürdürülen “silahların zamanı geçmiştir” yönlü propagandaların yaratmak istediği sonuç da budur. “PKK savaşıyor, o yüzden insanlar ölüyor” denilerek Kürt halkının ve değerlerinin tek koruma gücü gerilla ve direniş mücadelesi gereksiz bir faaliyet düzeyine indirgeniyor. Hatta Kürt halkına karşı yürütülen bir mücadele adlandırmasına kadar vardırılan bir pervasızlık, aymazlık ortada kol geziyor.
Fakat şu gerçeği hiçbir zaman unutmamak gerekir. Kürdistan’da yürütülen gerilla mücadelesi tek bir gün durursa Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da huzur, demokrasi adına hiçbir şey kalmaz. Gerilla mücadelesi sadece Kürt halkının ve yıllardır yaratılan değerlerinin korunması göreviyle değil, bölgenin demokratik gelişimi ve özgürlük alanlarının yaratılması göreviyle de karşı karşıyadır. Bu anlamıyla üçüncü dünya savaşı olarak adlandırılan Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması savaşında gerilla hareketi tüm özgürlük, demokrasi, eşitlik ve kardeşlik hayali taşıyanların hareketi pozisyonuna ulaşmış durumdadır.
TC gericiliği ve faşizmine vurulan her darbe koçbaşı olduğu emperyalistlerin, batılı kapitalist gericiliğe vurulacak darbe anlamına geliyor. Bu böyleyken Kürtleri köle olarak gören, insanlığın bu denli geliştiği bir çağda dahi statüsüz kılmaya çalışan uluslararası ve bölgesel gericiliğin gerilla savaşı olmaksızın gerileyeceğini, yenileceğini beklemek en basit deyimle aymazlık, kendini bilmezlik, körlük olabilir.
Bu anlamıyla savaş dışında herhangi bir çıkar yol yoktur. Durmak bir yana, bu savaştan vazgeçmek bir yana TC faşizmi ve AKP yeşil Türkçü anlayışı karşısında gerillanın 2011 yılında yürüttüğü mücadele, uygulanmaya başlanılan Devrimci Halk Savaşı 2012 yılında da artarak, şiddetlenerek devam edecek.
Fakat bu seneden çıkarılan dersler neticesinde halkımızın kendi örgütlülüğünü, öz savunmasını daha güçlü hale getirmesi gerekmektedir. TC faşizmi ile istenildiği ve beklenildiği gibi daha güçlü bir savaşı yürütebilmemiz için gözümüzün arkada olmaması gerekiyor. Halkımızın bulunduğu her alanda kendi öz savunmasını geliştirmesi, kendisine yönelik gerek faşist kolluk güçlerinin gerekse ırkçı, şovenist gericiliğin saldırılarını boşa çıkartması oldukça önemlidir.
Bunu şüphesiz örgütlenerek, birlik olmaktan bilinçli ya da bilinçsizce kaçan tüm Kürtleri bir araya getirerek, birbirinden haberdar kılarak, yaşanılan alandaki faşist odakları, devlet ajanlarını, kolluk güçlerini tanıyarak, bunlara karşı korunmada değişik taktik ve yöntemler geliştirerek yapabiliriz. Öz savunma yaşam hakkı başta olmak üzere insan olmaktan kaynaklanan tüm haklarımıza yönelik saldırıları bertaraf etmektir. Öz savunmanın saldırıyı, gereksiz şiddeti içinde barındırmadığı bilinmeli. Fakat gerektiğinde en amansız direnişi sergileyebilecek bir anlayışı da mecburu kıldığı unutulmamalıdır. 2011 yılından çıkarılması gereken en önemli derslerden biri budur.
Direnişle doğan ve yaşayanların gerektiğinde direnerek düşeceğini Kürtler her gün gösteriyor. Fakat sadece direnerek amacına ulaşmayacağını da biliyoruz. Bu yüzden 2012 yılını zafer yılı, özgürlük yılı yapmanın her türlü gerekliliğini yerine getirmek, kişiliği buna hazırlamak, tarzı ve tempoyu buna göre yeniden oluşturmak gerekmektedir.
Bu anlamıyla başta gençlerimiz olmak üzere tüm halkımız işgalci, faşist TC’nin tüm hareket alanını daraltmak, daraltılan her alanda yeni bir özgürlük ağacı dikmek, katledilen canların, toprağa düşen en yiğit insanların, yarına umutla bakan bebelerin hatırına mücadeleye daha da yüklenmek onur meselesi, namus meselesidir. Bugünü ve yarını kazandıracak tek çaremizdir…
Sersala We Pîroz Be!..
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Ayıptır,
Günahtır,
Zülümdür,
… Sınırlarda gözlerini hayata açtılar ve sınırlarda kapadılar. Çünkü onlar hep sınırlarda yaşamak zorunda bırakıldılar, sınırlara mahkum edildiler. Sınırda kaldıkları ve sınırın öbür tarafına geçtikleri yer de Kürdistan coğrafyası. Ve onlar Kürdistanlı çocuklardı. Bölünen bir coğrafyanın arasında kalmış ve kaçak bir hayat süren çocuklar. “Kaçakçı, eşkıya, bölücü, terörist” diyorlar onlara. Bu tabirlerle nitelendirdikleri gençleri hiç acımadan vuruyorlar, hem de en vahşi biçimde.
Ayıptır,
Günahtır,
Zülümdür,
Bugün 35 genci Kürt halkı toprağa verdi. Toprak bile artık ağlıyor. Kürt gençlerinin bu kadar acımasızca katledilişine serzenişte bulunuyor. Toprak isyan ediyor, halkım ona yaşatılanlara, reva görülenlere isyan ediyor. Göğsüne vuran, ağıtlar yakan anneler yürekleri parçalıyorlardı. Doğduğum coğrafyada annelerin feryatları, figanları hiç kesilmedi. Hepsinin acısı ortak ve hepsi hayatının baharındaki çocuklarına ağıtlar yakıyor. Beddua okudular, onlara öyle bir acıyı yaşatmak zorunda kalanlara. Türk devletini insanlığa davet ettiler.
Soykırım ve katliamların hesabını vermekten korkan ve her soykırım sözü geçtiğinde kıyametler koparan Türk devletinin gizleyemeyeceği, kaçamayacağı bir soykırıma daha tanıklık ettik. Türk devleti bunu ne ilk kez yapıyor ne de bu zihniyet yapılanmasına sahip oldukça bu yaptıkları son olacak. İnsanlık suçlarına kılıf uydurmaya çalışıyorlar şimdiden. Hem biz ilk kez karşılaşmıyoruz bu tarz katliamlarla. Kazan Vadisi’nin acısı hala taze. Ha Kazan Vadisi ha Uludere! Ne fark eder? Kazan Vadisi’nde Türk ordusunun yapmış olduğu katliamın bir benzeridir yaşanan. Parçalanmış ve kimyasaldan yanan insan bedenleri… Bu ne büyük öfke ve nefret? İnsanlığın neresine sığdırılabilir bu yapılanlar?
AKP hükümeti ve Türk ordusunun gözünde bütün Kürtlerin katli vaciptir. Çünkü fetvayı, ölüm emrini büyük yerden, Gülen’den aldılar. Hiçbir vicdana sığmayacak bu alçakça saldırının üstünden 9 saat geçtikten sonra Hüseyin Çelik medya ordusunu da çağırarak, katliamı meşrulaştıran ifadeler kullanıyor. Sadece bununla yetinmeyerek çocukları için yas tutan, bu katliamı kabul etmeyeceğini söyleyen halka da tehditler savurmaya başlıyor. Kürt halkına tam bu sözlerle olmazsa bile“acınızı içinize gömün ve olanları görmezden gelin” dedi. Utanmadan yargıdan ve hukuktan bahsetti. Kürt halkının gözünde maskesi düşmüş faşist, şoven AKP hükümet yetkililerinin hangi sözlerine ve Türk devletinin hangi yargısına ve adaletine güvenecek bu halk? Türkiye’de işleyen bir yargı ve adalet varsa o da AKP’nin yargısı ve adaletidir. Kürt halkı bunun nasıl işlediğini de birebir yaşayarak gördü, görüyor. Uğur’un, Ceylan’ın ve daha nicelerinin davaları ne oldu? Kaç kişiyi cezalandırdınız? Bırakın artık gözlerimizin içine baka baka yalan söylemeyi. Siz insanlıktan ve vicdandan nasibinizi alamayan kan emici canavarlarsınız.
Halkımın ve onun çocuklarının öfkesinde boğulacaksınız. Gün gelecek yaptıklarınızdan dolayı halkımdan özgür dileyeceksiniz, ama biz yine de bu özrünüzü kabul etmeyecek ve bize yaşattığınız acılara sırtımızı dönmeyeceğiz. Onlar hep bizimle kalacak ve biz o acılarla yaşadıkça üzerinize öfkemiz yağacak. Ne Kazan Vadisi ne de Uludere’yi unutmayacağız…
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Dünyanın büyük çoğunluğu noel bayramını şenlikler ve mutluluklar içinde kutlarken, Kürtler Kan ağlıyor, yas tutuyor. Başlarken, bu vahşette yaşamını yitiren Kürt halkının gencecik çocuklarını şükranla anıyor, bunu yapanları lanetliyorum. Aslında bu yazdıklarımın klişeleşmiş ve vicdan rahatlatmaya dönük sözler olduğunu biliyorum. Bu anlamda yeni bir şey yapmadığımı, gün boyu yapılan açıklamalardan farklı bir şey söylemediğimi biliyorum.
Bu katliam nasıl ve niçin yapıldı sorusunu sorup cevap arayacak değilim. Bunu herkes zaten biliyor. Buradan hareket etmek AKP ve Gülen çetelerinin değirmenine su taşımak oluyor. Bu durumu bilmeyenler belki de doğmamışlar ve ölmüşlerdir. Bizler yaşıyoruz. O yüzden biliyoruz. Bildiğimiz bir şeyi tekrarlamanın fazla bir anlamı yok.
AKP ve Gülen hempaları görevlerini yapıyorlar. Onların görevi Kürtleri yok etmek. Hangi yöntemle olursa olsun Kürtleri yok etmek. Bu konuda görevlerini yapıyorlar. Onlara söyleyecek fazla bir sözümüz yok. O yüzden gün AKP ve Gülen hempalarını protesto etmek, eleştirmek ve teşhir etmek değildir. Görev bunları yapanlardan misliyle hesap sormaktır.
Tamda bu noktada yaşanan durumlara ve gösterilen tepkilere ilişkin bir iki şey belirtmekte fayda vardır:
Öncelikle “sözün bittiği yerdeyiz” demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu deyimi kullanmak yeni katliamlara davetiye çıkartmak ve ortak olmaktır. Bunun vebali de çok büyüktür. Bizler kendisine muhalif diyenler böyle yaklaştıkça AKP ve Gülen hempaları daha bir zıvanadan çıkıp saldırganlaşıyorlar. Ve şöyle diyorlar: “Demek hala söz bitmemiş, hala umutları var ve bizde bu umutlarını kullanabiliriz” Bu söylem ve bunun üzerinden gelişen değerlendirme ve eylemlerinde ciddi bir sonucu olmuyor. Çünkü yapılan protesto etmek ve insan haklarına çağırmak oluyor. Buda halkta şöyle bir yanılsamaya yol açıyor: “Sanki karşımızdakiler bu iş için görevlendirilmişler değil de, kimi kendini bilmelerin yaptığı münferit bir olaydır” algısına yol açıyor. Dikkat edelim Genel kurmayın yaptığı açıklama da tam bunu yansıtıyor. Bu tür söylemlerin AKP’yi şirin göstermekten başka bir işe yaramadığı ortadadır. O yüzden bu söylemlerden kesinlikle ama kesinlikle vazgeçmek gerekir. Bu elimize, yüzümüze, ağzımıza ve dilimize kan bulaştırmak oluyor. Bu durum şunu çok açık gösteriyor: Sözler çoktan bitti, bunu dillendirmek geriye çekmektir. Bu durum çok iyi anlaşılmak durumundadır.
Bu durumun yaratığı psikoloji de kendini acındırma durumudur. “Hepsi çocuktu, tek suçları çocuktu” demek bu psikolojinin yansımasıdır. Bununla kör, sağır ve dilsiz olanlardan, üç maymunlardan merhamet diliyoruz. Bu katliam karşısında güçlü eylemlerin olmamasında bu psikolojinin büyük etkisi var. Bu sömürge psikolojisidir. Bu dilenci psikolojisidir. AKP ve hempaları zaten halkı dilenci durumuna getirmek istiyorlar. Bu psikoloji işlemekte onların ekmeğine yağ sürmektir.
Yıllar önce Kürt halk Önderi bu durumu “Katiline sevdalanma” olarak değerlendirdi. Katilini sevmek nedir, bunun psikolojisi, sosyolojisi, kültürel boyutu nedir iyi görmek gerekir. Kürt halk Önderi boşuna “soykırım kıskacında Kürtler” demedi. Bu durumu iyi görmek anlamak gerekir. Kafkas yazar Cengiz Aytamov bu durumu “mankurtlaşma” olarak değerlendirip çözümlüyor. Konumuz mankurlaşma olmadığı için bunu geçiyoruz, ama mankurlaşan oğlunu aramaya çıkan bir anne, sonunda o mankurt tarafından öldürülüyor. Türk eğemen sınıfının tarihi bu örneklerle dolu. Bizim beyinlerimize girerek adeta bizi mankurtlaştırmış. İyilik yapalım derken annemizi öldürüyoruz. Basın açıklamaları ve protestoları aşmayan eylemliliklerin bu durumla yakından bağı vardır. Bu soru çok önemli ve hayatidir. Mankurtlaşıp katilimize mi sevdalanacağız, yoksa bununla mücadele mi edeceğiz. Bu eşikteyiz. Onlar Kürtleri düşman belleyerek gereklerini yapıyorlar. Bizde düşmanlarımızla düşman gibi mücadele edecek miyiz? Kendimize, geleneğimize ve insanlığımıza verdiğimiz sözlere bağlı kalacak mıyız?
Görüntülerde geçen iki kare insanlığın vicdanını –eğer kalmışsa- sızlatmıyor mu, kanatmıyor mu? Katıra gaz bidonları yerine yaşamını yitirmiş iki insan yük yapılmış. Traktöre onlarca cenaze bir odun istifi gibi üst üste atılmış. AKP ve Gülen hempalarının şirin çoğu Arınç “Kürtlere tüm haklarını vereceğiz” dedi. Olaylar gösterdi ki, Kürtlere yataklarında rahatça ölme, bedenlerin kefenlenmesine, bir mezarlarının olmasına dahi tahammül etmiyor. Bu yaklaşımlara ne demeli?
Türkiye halkını, sol, sosyal demokrat, aydın, demokrat geçinenlere bu katliam karşısında fazla söyleyeceğimiz bir şey yok. Onlar kararlarını versinler. AKP ve Gülen hempalarının ayıplarını örten asma yaprağı mı olacaklar, yoksa vicdanlarını –eğer cüzdanla değişmemişse- mı dinleyecekler? Bu konuda iki örnekle durumu özetleyelim:
Kürtler söz konusu olunca kimi yazarlara dönük eleştiriler yapılınca hemen “tehdit ediliyoruz” yaygaraları koparılıyor. Bunu açık söyleyeyim, kimseyi tehdit etme gibi bir durumumuz yok. Bu konuda müsterih olabilirler.
Bizler Ortadoğuluyuz, çıkmayan candan umut kesilmez felsefesinden geliyoruz. Sözümüz hala vicdanlarının sesine kulak verip insanlık ölmemiş diyenleredir. Tabi eğer AKP ve hempalarının dilencileştirme politikasına rağmen hala kalmışsa! Bunlardan birisi Oral Çalışlardır. Dün yani 28 Aralıkta katıldığı bir televizyon programında söylediği ibret verici şeylerdir. Eğer cüzdanına yenilip vicdanını kaybetmişse söyleyecek bir sözümüz yoktur. Oda görevini yapıyor! Ama yok dün televizyonda söylediklerine sadıksa söyleyeceklerimiz var: Kendisi demokrasi ve insan hakları konusunda direndiğini, bunun karşılığında 7 yıl zindan yattığını, kellesi de gitse kimsenin ona bir şey dikte ettiremeyeceğini belirtti. Eğer uzayda yada başka bir gezegende yaşasaydık ve orada kimliklerinden dolayı insanlar düşman görülüp öldürülmeseydi, bu söylediklerinin altına imza atardım. Ama durum öyle mi? Yakalananlar, sorgulamadan geçenler iyi ve köyü polis hikayesini iyi bilirler. AKP ve hempalarının iyi polisi olan Arınç’ın söylediklerini desteklemesine ne demeli? Bırak hak vermeyi, Kürtlere rahat ölme hakkı dahi tanımayan bir yapıyla karşı karşıyayız! Bunun neyini destekliyorsunuz. Birde lafı eveleyip geveleyerek “toptancı mantığa” karşı olduğunu söylemesi işin danıskası. Kürt Özgürlük Hareketi yaklaşık 10 yıldır bu anlayışla mücadele ediyor. K kara, öl-öldür mantığıyla mücadele ediyor. Yeni mi uykudan uyandınız, bu durumu uyku mahmurluğuna mı yormak gerekir? Belki özgürlük hareketine birçok şey söylenebilir ama bu duruma ilişkin söylenecek bir şey olmaz. Katır etiyle insan etinin karıştığı bir durumu yaşıyoruz. Siz hala aynı yerde mi duruyorsunuz?
Güya bunlar ve bazı köşe yazarları AKP hempalarına kısmen uzak duranlardır! Yakın duranlara, yandaş medyaya söyleyecek sözümüz yok.
Kürt halkı “ama Kürt sorununu yazın, çizin, gündeme koyun, çözüm için çabalayın” beklentisi içinde değil. Bunu da istemiyor. Sadece size insanlığınızı hatırlatıyor. Gerisi sizin bileceğiniz iş.
Kürt halkı, kadınıyla, genciyle düşmanının yaptığı bu katliamı görecek, anlayacak düzeydedir. Bu konuda söz kalmamıştır, dilenecek bir şey kalmamıştır. Kürt halkının düşmanları ve onların ayıplarını örtenler ne derse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar Kürt halkının öfkesinden kurtulamayacaklardır. Dostla dost, düşmanla düşman olmayı bilecek olgunluktadır. Kendisine düşmanlık yapanlara anlayacağı dilden cevap verecektir.
Demokrasinin olmadığı yerde tepkilerin demokratik çerçevede olmasını söylemek, istemek en hafif değimle kendini bilmemektir. O yüzden düşman minnetsizse, bizde minnetsiz olacağız!
Fırat Doğan
- Ayrıntılar
Çekirgenin uzatmalı sıçrayışlarla ömrünü uzatması, açıkça görülüyor ki, 2012 yılında sonuca bağlanacak ve hazin olan sonu yaşanacaktır. Tek tek’leyerek, sek sek’leyerek, perdeleyerek, maskeleyerek, vs. iktidara iyice yerleşen ve giderek faşizmi kurumsallaştıran AKP ve Gülen Cemaati, 2011 yılında Ortadoğu ve Kürdistan'da yaşanan mücadelelerde izlediği yanlış strateji ve taktikler sonucu giderek köşeye sıkışmış ve bunun verdiği acıyla azgınlaşmış durumda.
Abdullah Gül, “PKK oyunlarımızı bozdu” diye itirafta bulunarak, başbakan Tayyip Erdoğan KCK operasyonlarını desteklediğini açıkça beyan ederek ve Amerika’nın kucağında oturarak okyanus ötesinden Türkiye'ye yön vermeye çabalayan ve bunda belli düzeyde etkili de olan Fethullah Gülen “onların köklerini kesin, kurutun, evlerini ateşe verin, beşbin, ellibin, ne kadar olursa olsun öldürün” biçiminde “Kürtlerin katline” fetva vererek, aslında Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesini kararlıca sahiplenip, sürdürmesi karşısında çaresiz kaldıklarını, başarısız olduklarını ve aciz duruma düştüklerini itiraf etmek zorunda kaldılar.
AKP ve Gülen Cemaati’nin bir histeri, paranoya, kâbus halini yaşamaları elbette anlaşılır bir durumdur. “PKK'yi biz bitiririz, Kürd’ü inkar ve imha siyasetini en iyi biz yürütür ve Kürt soykırımını ancak biz sonuca götürürüz” iddiasıyla iktidara gelen ve on yıldır burada tutulan bu iki güç, PKK'yi tasfiye etme şurada kalsın, kendisi giderek tasfiye olma aşamasına gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla kendisine verilen krediyi de tüketmiş ve bazı iç ve dış dengelere dayanarak uzatmaları oynamaya çabalıyor.
İktidarda bir şartla tutulduğunu çok iyi bilen AKP ve Gülen Cemaati, bunu gerçekleştirememe halinde sonlarının ya hapishane ya da çeşitli yollarla ebedi istirahata kavuşma olacağını iyi bilmektedirler. Çünkü Türklerin o ünlü sözü her an kulaklarında çınlamakta ve kendilerine ecel terleri döktürmektedir: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Devletin başına gelindi, ama orada kalınamayacağı da netleştiğine göre, artık sonlarının kuzgunlarla mutlu bir birliktelik olduğunu, kuzgunların beslenme zincirinde belli süreliğine yer alacaklarını da iyi görmektedirler.
“Bu telaş, bu saldırganlık, bu faşizm niye?” diye soranlara, “AKP demokratik açılımlar yapıyor, askeri vesayeti sonlandırdı, ekonomi çok iyi durumda, peki birden bire ne oldu” diye şuursuzca soru soranlara cevap işte bu kuzgunlara yem olma korkusunda saklı!
AKP yetkililerinin açıklama üstüne açıklama yapmaları; bir yandan, nereden çıktığı belli olmayan içişleri bakanı Naim Şahin adlı zevatın, Hitler’e rahmet okutacak o düşünceleriyle, Kürt Özgürlük Hareketine ve Kürt halkına ölümü göstermesi, diğer yandan Arınç ve Atalay’ın yumuşak mesajlarla Kürtleri sıtmaya razı etme çabaları, artık işlerin kontrolden çıktığını, Ortadoğu'da siyaset yapmanın öz dinamiklere dayalı olması gerektiğini, yoksa dışa sırtına dayayarak, Amerika’nın kucağında oturup badem bıyığıyla efelenmeye kalkmanın insanın başına çok büyük işler açacağını çok iyi görmüş olduklarını net bir biçimde göstermektedir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırılmış tecrit uygulamasının sürdürülmesi, HPG gerillalarına karşı kimyasal silah dahil her türlü teknik kullanılarak vahşice saldırılar geliştirilmesi, KCK operasyonları adı altında Kürt demokratik siyasetini etkisiz kılma çabalarından hız kesmeme, bu ölüm korkusunun dışavurumundan başka bir anlam ifade etmemektedir. Evet, iktidarda kalmanın diyeti ödenmemiş ve alacaklı kapıya dayanmış, hatta kapıyı kırarak içeriye girmeye başlamış durumda!
Bu duruma nasıl gelindiği de biliniyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nin 2009 yılından bu yana Kürt sorununu barışçıl-siyasi yollardan çözme çabası içinde olduğunu ve bunun için elinden gelen tüm çabayı harcadığını herhalde kimse inkar edemez. Dıştan kimsenin müdahalesine fırsat vermeden Kürt sorununu kendi içimizde çözelim, bu çözüm halklar yararınadır, bundan her iki taraf da fayda görür” yaklaşımında olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK, bu iki yıl içinde bu yaklaşım temelinde Türk devleti ve AKP hükümetine defalarca çağrıda bulundu, çözüm için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Yol Haritası hazırladı, iyi niyet göstergesi olarak barış gruplarını Türkiye'ye çağırdı, PKK'den sürecin selameti için eylemsizlik ilanında bulunmasını talep etti. Ve bilindiği gibi PKK, Önder Abdullah Öcalan’ın bu tüm istemlerini hiç zaman geçirmeden yerine getirdi.
Kısaca, iki taraf arasında karşılıklı yerine getirilmesi gereken hususlarda Kürt tarafı kendi payına düşeni yerine getirdi. Dolayısıyla artık adım atması ve üzerine düşeni yapması sırası AKP hükümetine gelmiş oldu.
Fakat bu barışçıl-siyasi yollardan çözüm arama girişimleri AKP tarafından çok farklı ele alındı ve değerlendirildi. Bu girişimleri bir zayıflık işareti olarak algılayan ve PKK'yi tasfiye etmek için bir fırsat olarak kullanmak isteyen AKP, 2011 yılına gelindiğinde artık ya bu işi çözmek, ya da kendisinin çözülme aşamasına geleceğini görmesi sonucunda, gerçek yüzünü, niyetini, amacını açık etmek zorunda kaldı. Böylece AKP’nin Kürt sorununun çözümünde rol oynayacak bir aktör olmadığı açıkça ortaya çıkmış oldu. Şu ortaya çıktı ve netleşti: AKP bir çözüm gücü değildir!
Açık ki, AKP ve Cemaatin devletine, faşizmi giderek kurumsallaştıran bu devlete karşı mücadele gücü olarak ayakta olan ve etkili mücadele eden tek güç olarak Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye'nin gerçek demokrasi güçleri olmaktadır. Dolayısıyla son savaş hükümeti olan AKP’nin maskesini düşüren ve gerçek yüzünü açığa çıkaran da -diğer savaş hükümetlerinin akıbetinde olduğu gibi- yine Kürt Özgürlük Hareketinin ve Türkiyeli demokrasi güçlerinin geliştirdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesi oldu.
Bu mücadele sonunda artık Türkiye toplumunda da AKP’nin gerçek yüzünün ne olduğunu gören, daha önceden çeşitli nedenlerle ona destek vermiş olan kesimlerin de giderek bu faşist oluşumun gerçekliğini kavrar bir duruma geldikleri ve giderek seslerini yükselttikleri de yaşanan bir diğer önemli husus oldu.
Bir yandan “Kürt sorununu en iyi ben çözerim” diye iktidara gelme, ama bunu başaramama; diğer yandan Ortadoğu'da “komşularla sıfır sorun” stratejisi temelinde etkinlik kurma çabalarında dibe vurma ve neredeyse Ortadoğu'da istenmeyen devlet haline gelme durumu açık ki AKP ve Cemaat’i giderek köşeye sıkıştırmış ve izledikleri yanlış strateji ve taktikler sonucunda bir bütün kaybetme noktasına getirmiştir.
Peki, 2012 yılında AKP ve Gülen Cemaati’nin hali ne olur?
Bu konuda kesin ifadeler kullanmak ve tespitler yapmak usulen yanlış olsa da, kanaatimizce sonları pek hayırlı olmayacaktır. İç ve dış sorunlar karşısında çaresiz olan ve çözüm üretemeyen bir gücü ne içte Kürt ve Türk toplumu, ne devletin kendisi, ne de dışta Ortadoğu'nun siyasi coğrafyası kaldırır. Dolayısıyla bu iktidar koltuğunun yavaş yavaş ya da birden altlarından çekilmesi durumu sözkonusu olacaktır.
Peki, iktidara oturmuş, giderek kurumlaşmış ve bir bütün devleti ele geçirme hevesinde olan bir güç, acaba bu iktidarını başkalarıyla paylaşmaya yanaşabilir mi? işte Can alıcı soru budur. Eğer AKP ve onun arkasındaki cenah buna razı olursa, belki bu yılı topallayarak sürdürebilirler. Fakat eğer bu konuda katı bir tutum takınılırsa, cemaatin ne olacağını bilmeyiz ama, tepetaklak olan bir AKP hükümetini görmek hiç de şaşırtıcı olmayacak.
Eğer Tayyip Erdoğan yeniden neşter altına alınmak istenmiyorsa uzlaşmaya razı olmak zorunda kalacak. Yok eğer tek başına bu işleri götürmek isterse, yine onu neşter altına alıp, yani onu santim santim santim saf dışı edecekleri de aşikardır. Ve bu durumda da hafızalar tazelenecek ve herkes “Özal ve Ecevit’e de aynısı yapılmıştı” diyecek.
Diğer yandan, özgürlük ve demokrasi güçleri için 2012 yılı daha büyük imkanların var olduğu ve mücadelenin giderek yükseleceği ve kesin sonuçların alınacağı bir yıl olacağı gibi, sömürgeci faşist güçler için de zayıflama, küçülme ve giderek bir daralmayı yaşama yılı olacaktır.
Bu vesileyle ilerici insanlığın ve tüm halkların miladi 2012 yılını kutluyor, demokrasi ve özgürlük mücadelelerinde başarılar diliyoruz.
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Son zamanların moda adamı yine konuştu. Akepe’nin gizli ajandasını herhalde bu kadar açık ve net bugüne kadar hiçbir Akepe’li dile getirmemiştir. Öyle ki terörün, terörizmin tanımlamalarını uluslar arası camiada devletler, bilirkişiler ve tabii ki sosyal bilimciler yeniden yazmalıdırlar. Eğer bugüne kadar bu sorunu çözememişler ise gelip yeni dönemin moda adamı İdris Naim Şahin’den reçetesini alsınlar.
“Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.
Çağın gereği ne kadar sivil toplum kuruluşumuz varsa o kadar demokratik bir ülkeyiz oma oraya da sızmak lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız, sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız kültür derneği, bakarsınız eğitim derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yeyince anlıyorsunuz” diyor.
Evet, moda adamın sözleri bunlardır. Bu tanıma göre herhalde Türkiye cumhuriyeti devletinde muhalif olan insanların tümü terörist kategorisindedirler. Başka bir deyimle Akepeli değilseniz teröristsiniz. Bu dünya tarihine yeni eklenmiş olan bir terör tanımı oluyor. Bu bağlamda Kürt özgürlük hareketi olarak artık bu ülkede daha doğrusu bu devlette yaşama hakkımız kalmamıştır.
Moda adam bunları söylerken birkaç dakika içerisinde ancak ağzından bir kelime çıkan Açılım bakanı ise:
“Tek yönlü uyguladığımız entegre bir stratejimiz var, devlet olarak. Sınır ötesi operasyonlardan, KCK operasyonlarına hepsi koordinasyon içinde, tartışılmış, kararlaştırılmış, planlanmış ve yürütülmektedir” demektedir.
Malum moda adam ve açılım bakanının dışında zaten köklerimizi kurutmak için fetva verenlerde var. Hani diyordu ya:
“…Onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” diye.
Sözü çok uzatmadan; böyle buyuruyor Yeşil Türki Faşist temsilciler. Bize düşen ise 2011 yılında eksik bıraktıklarımızı, yarı bıraktıklarımızı, hakkını tam veremediklerimizin hakkını yerli yerine vermek kalıyor. Madem zaten fetva buyurmuşlar Yeşil Türkler bize düşecek olan ise bu fetvalara karşı tarihimizin en güçlü olan direnişini ortaya koymaktır.
Ve birde 2012 yılına doğru giderken bu yılda 19 yıldır kimsenin alışık olmadığı başka söylemleri dile getirerek bu söylemlerle hiç kimsenin alışık olmadığı yeni tarzda Devrimci Halk Savaşın stratejisine denk taktiklere yeni tarihi bir dönem başlatacağımızın haberini de verelim.
2012, 19 yıldır ısrarla birlikte kalmayı dayatmalarımızın da büyük ihtimalle gözden geçirileceği bir yıl olacağını şimdiden belirtelim. Başka bir deyimle 2012 yılı Kendi Yolumuzu Başka Çizmenin güçlü bir yılı olacaktır. Ve bu yılın nasıl bir yıl olacağını ise hepimiz birlikte göreceğiz. Siz bu nasıl olacağa ilişkin ise bir de yeniden şekillen uluslar arası konjonktüre özelde de bölgede ki konjonktüre bakarak vereceğimiz cevapla anlayacaksınız.
Birde “Dağıldılar, kalmadılar, geri çekilecekler, radikal karar alacaklar, yüzlerine bulaştırdılar, teslim oluyorlar” özel ve psikolojik savaş söylemlerinizi size 2012 yılında hatırlatmakta boynumuzun borcu olsun.
E. Nucan
- Ayrıntılar
Dağların sırrı ve yaşama dair anlam dolu olan gerilla mücadelesini en iyi anlatan olgu “heval!” olsa gerek. “Heval”de yaratılan mücadele yoldaşlığı ve dostluğunun tanımını yapmak her baba yiğidin harcı olmadığı gibi buna hakkını vererek yaşayanlar bile anlatmak da zorlanırlar.
Yaptığı ve yaşadığı kadar konuşmayı yaşamsal bir ilke edinen gerilla için, “heval” akan suların durduğu ve uğruna her şeyi feda edeceğin bir ilişkidir. Sende can yoldaşların, yoldaşların da ise sen yaşam bulursun çünkü. En yalın şekilde söylemek gerekirse, yaşadığın hiçbir ilişki, dostluk ve arkadaşlık gerilladaki kadar güçlü ve sağlam bağlara sahip olamaz. Evet dünyanın hiçbir yerinde ve sisteminde, insanı böyle fetheden ve yaşamını anlamlı kılan arkadaşlıklar, bağlılıklar yakalanamayacağını yaşayarak öğrenmiş insanlar olarak bu konuda en şanslı insanlar olduğumuzu biliyoruz.
Sırrına erdiğim en yegâne hakikatlerden biri de “heval” olmanın yerini belki de hiçbir şeyin tutamayacağıdır.
Kelime anlamıyla “arkadaş” la, taa çocukluğumuzda tanışırız. Evet erken yaşlarda bize ezberden öğretilir, yaşamı kurtarmamıza yetecek kadar. Ama çoğu zaman almayı bilmeye ve uslu oynamaya dayalı öğretilir her nedense. Ana-babalarımızın akıllısı olarak bizim faydamıza olmalı arkadaşlığımız. Faydası yoksa ya da zararı olacaksa “aman ha” diyerek uzaklaşıp, sırt dönmeliyiz anlamındaki “arka-daş”lığa yani sır-sırtalığa rağmen.
Bunun için de arayışlarımızdan vazgeçmesek de, hep eksik, hep yarım ve hep biraz sırt dönmeyi içinde barındıran arkadaşlıklarımız olmasına rağmen arkadaşlık özlemiyle büyütülürüz.
Bunun içindir ki bir yanımız “heval” olma ve “heval” yaratma arayışında çıkarız gerilla yolculuğuna.
“Yaşamın anlamı nedir” diye yıllarca peşinden koştuğumuz o yürek yakan soruya hakkıyla cevabını verme şansına ulaşanların büyüklüğüne erişebilecek miyim, bilemiyorum. Ama yaşama tutunmamı ve anlamlı yaşamamı sağlayan en sağlam dalımın “heval” olduğunu hiçbir tereddüde girmeden yaşıyor yüreğim.
Bunları neden mi paylaşmak istedim?
Çünkü çirkin saldırılar her türlü yöntemle çıkıyor karşımıza. Haksız ve ahlaksız olarak kabul gören her türlü silah ve yöntem şimdi gerillaya karşı kullanılırken bu tüm kamuoyuna zafer gibi yutturulmaya çalışılıyor üstelik. Üstelik kimyasal silahlarla şehit düşürülen can yoldaşlarımıza karşı geliştirilen bu terör, tüm dünyanın gözleri önünde, sevgili Türk medyasının da üstün başarılarıyla yerine getirilmeye çalışılıyor.
Bununla birlikte yine son dönemde “teslim oldular, parkemizi giydirdik, bak ne kadar da seviyoruz, teslim olsalar biz öldürmeyeceğiz” diyerek yoğun bir özel savaş propagandasıyla sunulan yalan yanlış haberlerle zirveye çıkarılmak isteniyor. Evet AKP, her türlü savaş tekniğine rağmen kimyasal silahları ve özel savaş medyasıyla her şeyi kendine reva görerek tam gaz ilerlemeye çalışıyor.
Bu manzara ve psikolojiye yabancı değiliz. Yakın tarihin henüz yaraları kapanmamışken, tüm dokümanları elimizin altındayken sanki yaptıklarını kendisiyle başlatmaya çalışan özel savaş ve polis devleti AKP’nin neden böyle can havliyle saldırdığına yine en iyi biz anlam verebiliyoruz. İktidarların temel hastalığı, başarısızlığını ve sonunu önlemek için saldırmak, yok etmek, kıyım ve katliamlar gerçekleştirmektir. Tüm bunları yaparken izledikleri yol ve yöntemler, yarın suç olarak tartışılıp itiraf edilecek olsa bile, bugün ses çıkarmaya yürek gerektirecek cinstendir.
Yapabilecekleri ne kadar suç ve korkunç olursa olsun, bunların da bir sınırı olduğunu hemen hatırlatmak zorundayım. Her şeyi yapsanız bile gerillanın yarattığı yoldaşlık ve arkadaşlık ilkesiyle büyüttüğü direniş mücadelesini bitiremezsiniz. Her gün teslimiyeti geliştirmeye çalışan haber ve yorumlarınızla ne kadar da gözümüzden düştüğünüzü bir anlasanız, bunları böyle medyaya sızdırmazdınız belki de.
Evet gerilla yaşamını ve yoldaşlığını herkesin anlamasını bekleyemeyiz. Onun hayallerini, sevgisini, bağlılıklarını, yaşama biçtiği anlamı ve düşüncelerini, felsefesini herkes yaşayamaz. Ama bir kere bunları yaşayan ve anlayan biri için de vazgeçmek ve ihanet söz konusu olamaz. Çok yorulup, çalıştığınızı sadece bir kanalın haberlerine bakarak bile anlayabiliyoruz. Ve yarattığınız etkiyi gerçekten merak ediyor ve anlamak istiyorsanız çok açık bir şekilde söylemek istiyorum.
Böylesine vazgeçilemez bir yaşam ve arkadaş ortamına ulaşmışken, yarın ayıplanıp ve itirafı yapılacak suçlu ve çirkin bir özel savaşın neyini tercih edelim ki?
Hayır kalsın, biz onurumuzla ve çağımızın en şanslı gerillaları olarak yaşadığımız yaşamı uğruna ölecek kadar sevmeye devam edeceğiz!
Sıla Berfin
- Ayrıntılar