"Allah'ım, birliğimizi sağla, aramızı te'lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir." diye niyaz etmelidir” diyor Fetullah Gülen. Bu “evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” diye dile getirdiği fetva bizim için yani gerilla için verilen bir fetvadır. Böyle olunca bizim de bu külliyen katliamcı ve faşizan sözlere karşı söyleyecek birkaç sözümüz olacaktır. Ne de olsa bizim yaşamımızı bire bir ilgilendiriyor.
Fetullah’ı biz bir cemaat lideri olarak biliyorduk. Belki tuhaf bir cemaat lideri ama sonuçta bir cemaatin hem de etkili bir cemaatin lideri diyelim. Uluslar arası ilişkileri olan, güya dinler arası uzlaşmayı savunan, radikal yani kökten dinciliğin uzağında daha ılımlı gören bir çizgisiyle de biliyorduk. Yine evangelizmin Siyonizm güdümünde olarak dünyayı adım adım ele geçirmek istediğini de az çok biliyorduk. Fetullah’ın, bu evangelizme çok yakın durduğunu da biliyorduk.
Tüm bunları bilmesine biliyorduk ama yine de Fetullah’ın bir cemaat lideri olduğunu ve buna göre hareket ettiğini, çizgisini benimsemesekte Türkiye ve Kürdistan’da bir realite olduğu için dikkate alınması gerektiği, bunun için eleştirilerimizi yaparken bile saygı ölçülerine de dikkat edilmesi gerektiğini de biliyorduk. Ancak en son hem de konuşmalı yani yalanlanması, tekzip edilmesi imkânsız bir biçimde: “altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir" sözleri sıradan ya da etkili bir cemaat liderinin sözleri olamaz. Buna birde: “Ayıptır bu, otuz senedir bir avuç şakinin hakkından gelemiyorsun. Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz” sözlerini eklediğimizde kiminle karşı karşıya olduğumuz gayet açıkça ortaya çıkmış oluyor.
Bu yukarıda ki sözlerde ortaya çıkan:
Birinci sonuç: bu zatın hiçte bir cemaat lideri olmadığı.
İkinci sonuç: geleneksel devletçi olduğu.
Üçüncü sonuç: Kürt halk düşmanı olduğu.
Dördüncü sonuç: faşizan bir zihniyete sahip olduğu.
Beşinci sonuç: bir orducu olduğu.
Evet, Fetullah yukarıda dile gelen 5 hususu birebir temsil ediyor. Belki de daha başka hususları da temsil ediyordur. Onları da başka bir yazıda irdeleyebiliriz.
Birinci sonuca ilişkin, bir kere bir cemaat lideri böyle askeri sahaya dönük hatta politik sahaya dönük bu düzeyde pervasız görüş sunamaz, fetva veremez.
İkinci sonuca dönük Fetullah’ın söylediklerini geçmişin, bugünün klasik faşist devleti tam 90 yıldır söylüyor ve yapıyor.
Üçüncü sonuca ilişkin, “onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir" sözleri sadece ve sadece Kürt düşmanlığıdır.
Dördüncü sonuca ilişkin, bu kadar insan kanına susamış olan olsa olsa bir faşist olabilir.
Beşinci sonuca ilişkin ise ne kadar TC ordusuna hayran olduğunu ve bu ordunun nelere muktedir olduğunu kendisi dile getiriyor.
Yukarıda bunların tümü netiyken, Fetullah bunları bizatihi kendi ağzıyla kamuoyuyla paylaşmışken, hele birde Kürdistan’da polis ve AKP faşizmi diz boyu pratikte uygulanırken Fetullah’ın bu ölüm fetvasını ciddiye alacağız. Öyle sadece söylenmiş sözler olarak değerlendirmeyeceğiz. Abacı, kebeci, ara yerde sen neci(?) diyemeyiz ki! Sürç-i-lisan da diyemeyiz. Öyle horozlar vardır ki öttükleri için sabahın olduğunu sanırlar misali ciddiye alamamazlık edemeyiz ki! Ya da Mürüvvette endaze olmaz mı diyeceğiz? Belki de hepsini diyeceğiz ama derdimize tümden derman olacağını sanmıyoruz. Çünkü söylenenler öyle açık ki, öyle faşizan ki, öyle insanlık düşmanı ki unutulamaz, yutulamaz türdendir.
Hele siz bir de bu deniz ötesi mi, büyük okyanus berisi mi, ortası mı, kenarı mı artık ne derseniz deyin bu zatın 12 Eylül 1980 faşist cuntası rejime el koyduğunda söyledikleri: “Daha köklü ve daha gönülden bir hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) bertaraf edilebilsin. Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz…” sözlerini bilirseniz bu zatın zihinsel olarak halen 12 Eylül faşizminin karakterini birebir yaşadığını yani yurt dışına çıksa da halen bu zihniyeti yaşattığını göreceksiniz.
Durum bu kadar netiyken ve asıl hedef tahtasını bizi oturtmuşken ve bizi baş düşman olarak ilan ederek fetva vermişken herhalde bizim de eli kolu bağlı kalacağımız düşünülemez. “Onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir" sözleri bu bağlamda bir savaş ilanı oluyor. Faşizme kendisini yatırmış bir cemaatin savaş ilanı. Kaldı ki Kürdistan’a gönderdikleri polisler ve en son emniyet müdürleri de bu ilanın yani savaş ilanının somut adımları oluyor.
Evet, bu durumda kellelerine -hem de uçurulması için-fetva çıkarılanlar ne yapacaklardır diye sorulabilir. Ve hedef tahtasına konulan bu özgürlük savaşçılarının verecekleri cevaplar elbette önemli olacaktır. O da: Söyleyeceğimiz tek bir cevap vardır: ya bu sözleri denizin öte yakasındaki zat geri alır, Kürt halkından ve onun gerillasından özür diler ya da bu faşizan zihniyete karşı gerekli olan neyse o yapılır. Bundan da kimsenin kuşkusu olmasın.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesi Kürt ulusunu soykırıma uğratarak ortadan kaldırmaya dayanmaktadır. Bunu da önce katliamlarla ezerek, sürgünlerle ulusal yapısızı dağıtarak, alevi-sunni, aşiret vb. çelişkilerle bölüp-parçalayarak, ondan sonra geri kalanını asimlasyon sistemiyle yok etmeye çalışmıştır. Sistemin temelinde ulus-devlet vardır. Kürt ulusunu ve diğer azınlık halkları içinde eritmeye dayalı bir politika sımsıkı yöntemlerle uygulanmıştır. Ancak Kürdistan özgürlük mücadelesi bunu başarısızlığa uğratmıştır.
Kürt ulusu bu vahşi politikaya karşı isyan ettiğinde, “medeniyet götürüyoruz, özgürlük, demokrasi götürüyoruz” adı altında isyanlar ezilmiş, Önderleri idam edilmiş, halk örgütsüzleştirilerek korkutulmaya, sindirilmeye çalışılmıştır. (Onun için olacak ki, Nuri Dersimi "Medeniyet"denilen kahpenin peşine sığınarak bize uluyanlar, demiştir.) Dünyaya da böyle yansıtılmıştır. Hemen hemen dönemin gazetelerine ve yetkililerin söylemlerine bakıldığında bu tez önemle, resmi ideolojinin-propagandanın bir ifadesi olarak işlenir. Kürtler uygarlıktan nasibini almamış, geri bir halk, Önderleri şaki olarak nitelendirilmiştir. Her türlü hakaret yapılmıştır. Kürt ulusu, isyan Önderlerine karşı kışkırtılmaya çalışılmıştır.
Şimdiye bakalım, sömürgeci devletin Başbakanı Tayyip Erdoğan ve diğer yetkililer Kürdistan özgürlük hareketinin yönetimine her ağzını açtığında alçak, terörist, dinsiz vb. diyerek aşağılamaktadır. Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’ın üzerinde kendi yasalarını çiğneme pahasına yoğun bir tecrit uygulamaktadırlar. Hemen hemen her hafta adeta Kürt halkıyla alay edercesine, “gemi bozuk, deniz uygun değil” vb. demektedirler. Kürt halkının özgürlük mücadelesini, “ Daha iyi eğitim almasın, gelişmesin” diye yapılıyor demektedir.( Kürt halkının asimlasyonunu iyi eğitim olarak değerlendirmektedirler) Zaten Kürt ulusunu, “ Kürt kökenli vatandaşlarım” diye nitelendirmektedir. Kürt ulusu, Kürdistan ve onun kendi varlığı, yaşamı ve geleceği üzerinde söz sahibi olma hakkını tanımamaktadır. KCK adı altında yürüttüğü soykırım operasyonlarını ise daha da yoğunlaştırarak sürdürüceğini açıkça ilan etmektedir. Herkesi de, öncelikle Kürt halkını, Kürt halkının özgürlük mücadelesine küfür etmeyen, AKP’nin kılıcı olmayan herkesi de tehdit etmektedir. Sömürgeci sistemin şeyhüslamı Fethullah Gülen ise açıkça, ABD’nin kucağında oturarak Kürt halkının soykırım fetvasını vermektedir. Tayyip Erdoğan ve sömürgeci-katil ordusu-polisi ise, bu fetvanın gereklerini gerek siyasi soykırım operasyonlarıyla Kürt yasal siyasetçilerini cezaevinde rehin tutmakta, gerekse de Geli Teyare de olduğu gibi kimyasal silahlarla Kürdistan özgürlük gerillalarını katletmek için kullanarak yerine getirmektedir. Tüm bunları ise demokrasiden-özgürlüklerden vazgeçmeden yaptığını açıklayabilmektedir. Tam bir alay etme!
Bu nasıl demokrasidir ki, tarihin en eski köklü halkı-ulusunun adı yoktur, anayasal güvencesi yoktur, bu nasıl özgürlüktür kü, Kürt ulusunun haklarını savunan Kürtler hemen hemen hergün işkenceye uğruyor, rehin alınıyor. Çocuklar katlediliyor!
Özellikle Van-Erciş’te gerçekleşen son deprem tam bir sömürgeci Türk devletinin katliamına dönüşmüştür. Öncesinde yardım yapmayarak, dış yardımı engelleyerek bir katliamı gerçekleştirmiştir. Son depremde ise, AKP hükümet yetkilileri evinize gidin, bir şey yok, deprem olmaz vb. telkinlerde bulunmasının ardından kayıplar yaşanmıştır. Nasıl olsa ölen, Kürtlerdir, ağlayan Kürt halkıdır, analarıdır! Halk bu duruma isyan ettiğinde, Vali yi protesto ettiğinde ve Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ı dinlemediğinde, halka hem de depremzade insanlarımıza sömürgeci devletin faşist polisleri vahşice saldırmışlardır. Depremzedeye jop!
Öyleki hem Kürdistan özgürlük gerillalarını kimyasal silahlarla katlediyor, hem de halkımızın sahiplenmesini engellemek için bin bir demogoji yapmaktadır. Bayram süresince bile Kürdistan özgürlük hareketine saldırılarını sürdürmüş, liberalleri, demokratları, yurtseverleri tehdit etmeye devam etmektedir.
Özellikle Kuzey Kürdistan’ın bazı illerine yapılan emniyet müdür atamaları sömürgeci AKP hükümetinin kendisini nasıl bir topyekün savaşa hazırladığını göstermektedir. Bu yeni atamalar, tasfiye ve imhayı politikasına işaret etmektedir
Dikkat edilirse bir taraftan sömürgeci AKP hükümeti bunları yaparken ve aynı temelde yapılacakları planlarken, öte yandan anayasa konusunda özellikle BDP’yi anayasa komisyonunda tutmak için yoğun bir çaba içinde bulunmaktadır. Bununla yapılacak yeni inkar anayasasının, yani Kürt soykırımının ipini bu kez Kürtleri de katarak çekmeye çalışmaktadır.
Öte yandan Güney Kürdistan Federal hükümetini de, hemen hemen hergün baskı altına alarak, ekonomik vaatler vb. adı altında PKK’ye saldırtmak için ne gerekiyorsa onu yapmaktadır.
Bir taraftan da, zaman ve yeni şafak yazar-çizerleri, yani sahibinin sesi yazarlar ve kendisine sözümona liberalim diyenler hepsi de, sözümona PKK’nin demokratik özerklik programını eleştiri adı altında, saldırılar yaparak, bunun Kürtlerin yararına olmayacağını, özgürlük ve demokrasiyi ortadan kaldıracağını vaazetmektedirler. Öylesine yazıyor, konuşuyorlarki, insan bir an, “ ne kadar Kürtlerin seveni varmış, ne kadar Kürtlerin özgürlüğünden, demokrasisinden yana olanlar varmış ta haberimiz yokmuş” diyesi geliyor. Kürtlere herkes akıl veriyor. Ama hepsinin de sahibinin sesi olduğunu bildiğimizden, bunların bir de bu cephede Kürt ulusal birliğini engellemeye çalıştığını anlıyoruz. Sanki Kürtler sömürgeci Türk devletinin, AKP-Fethullah faşizminin altında bir soykırım tehdidi ve tehlikesi altında değil, sanki hergün yurtseverler, aydınlar rehin alınmıyor, sanki dağlar- köyler bombalanmıyor, sanki hergün sokaklar-caddeler bir işkencehaneye dönüşmüyormuş gibi… Bunu kendilerine iş edinmişler. Paralarını bu iğrenç işten yemektedirler.
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesini, fethullah Gülen-AKP islam örtüsü altında Kürtleri parçalayarak sürdürmek istemektedirler. En son Fethullah Gülen denilen soykırım plancısının fetvası da her şeyi daha açık etmiştir. Takke düştü kel göründü! Kendisini bazı Kürtlere kabul ettiren Fethullah Gülen’in nasıl bir deccal olduğu, boğazında sakladığı dişlerini nasıl açığa çıkardığını, Kürtlere nasıl havladığını herkes gördü! Bir de gerçekten halkımızın islamı bu sahte İslamcılardan dinlemeye ögrenmeye ihtiyacı varmı? Türk egemenlerinin islamı ne amaçla kabul ettikleri, bilinmiyor mu? Fetih ve sömürgecilik için!
Tüm bunların yanı sıra, gençlerin, kadınların, emekçilerin, köylülerin, aydınların, sanatçıların harekete geçmemesi, serhıldanları yükseltmemesi için çok bayat bir numarayı yine pişirip Kürt ulusunun önüne koymaktadırlar. Kürt kamuoyunda, insanlarında bir beklenti yaratmak amacıyla yeni dönemin Kürt soykırımcısı ve katili Tayyip Erdoğan, "Silahların bırakılması halinde birçok şeyin olumlu istikamette gelişeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Kazanılacak haklar varsa parlamentoda dile getirilir. Bu hakların gereği de orada verilir".
Tüm bunların bir anlamı vardır: Kürt halkını, siyasetçilerini oyalamak ve parçalamak! Yoğunlaşan AKP Faşizminin saldırıları halkımızın daha büyük ve daha niteliksel bir serhıldana kalkmasını engellemektir.
Tayyip Erdoğan’a demezler mi, ulan a... sen kimi kandırıyorsun, Kürt halkını belleksiz ki sanıyorsun? Kürdistan Özgürlük Hareketi bu güne kadar kaç kez ateşkes yaptı? Kürt halk Önderinin hazırladığı protokolleri elinin tersiyle iten sen değil misin? Barış için protokolleri hazırlayan Kürt halk Önderine seçim meydanında “ ben olsaydım asardım” diyen sen değil misin? Meclise gelip Kürt halkı adına konuşacak milletvekillerini sen hala cezaevinde siyasi rehin olarak tutmuyor musun?
Sömürgeci Türk devletinin kuruluş ve hala devam eden felsefesinde “ en iyi Kürt ölü Kürt’tür” yaklaşımı esastır! Öyle arada bir “ benim Kürt kökenli kardeşlerim” sözleri ise Kürdü bölme, parçalama, özgürlük hareketinden uzaklaştırmaktan başka bir anlamı yoktur!
O halde sömürgeci AKP’nin Kürt soykırım planı-programı açık! Sözlerini de sakınmadan söylüyorlar! En son ırkçı rejimin içişleri bakanının Kürt sorunu konusundaki, arıyorum arıyorum, öyle bir sorun bulamıyorum, göremiyorum” dedikten sonra acaba hiçbir Kürdün sömürgeci AKP hükümetinden bir beklentisi kaldı mı? Daha ne desinler?
Şimdi sıra Kürtlerin kendi sözünü ve eylemini serhıldanlarını yükselterek söylemesini gelmiştir! Neden sömürgeci zulmü kabul edelim, neden inkarı kabul edelim, neden kimliksizliği kabul edelim, neden bu dehaklara sabır edelim, hergün hergün özgürlük savaşı yürüten gençlerimizin cansız parçalanmış bedenlerini görelim?
Ve neden Çağdaş Kawaların Dehhaklara başkaldırdığı gibi başkaldırmayalım ve neden Önder Apo ile birlikte Newrozu daha erken kutlamayalım!
Çok mu zor, mümkünü zor mu gözüküyor?
Karar verdikten, buna göre kendi birliğimizi ve kendi topraklarımızı ve değerlerimizi savunma bilinci temelinde örgütlendikten sonra, bu ülkeyi işgalcilerden kurtarmak neden zor olsun?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist
değildim.
Sosyal demokratları içeri astıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal
demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı
değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı.”
Bu sözler Martin Niemoller’e ait sözlerdir. Hitler faşizmi döneminde Hitler Almanya’sına inanarak hizmet eden yine bu nasyonalist sosyalistlere içten inanmış bir Alman. Birinci dünya savaşında yenilen Almanya’nın birçok ülke toprağının örneğin Elsass Lottringen gibi Entente güçlerine geçmesiyle, Almanlara verilen ya da yüklenen ağır cezalarla adeta Almanların burnunu sürterek korkunç acılar çektiren bu emperyalist güçlere karşı sözleriyle yola çıkan Hitler faşizmi birçok kişiden müthiş bir umut yaratmıştır. Buna bir de birçok emperyalist devletlerde özelde de İngiltere’de yaşayan Yahudilerin bu drama yol açtıkları da eklenince anti semitist yaklaşımlar puan toplamıştır. Onuru kırılan bir halkın onurunun yeniden inşası için güçlü bir günah keçisi gerekirdi. Yani toplumun tüm dertlerinin yükleneceği bir keçi. Bu günah keçisi rolünü en uygun olarakta Yahudiler gösterilmiş ve kısa zaman içerisinde bu günah keçisi rolü atfedilenler katli-vacip sayılmış ve üstüne üstüne gidilmiştir.
Evet hitler faşizmi, faşizan politikalarını uygularlarken temel dayanakları birinci dünya savaşında Almanların yaşadıkları acılar, eziyetler yani mağduriyetler olmuştur. belki de bu mağduriyetler gerçekten bir halka büyük acılar da yaşatmıştır. İşte hitler faşistleri bu mağduriyeti iyi kullanarak 1933 yılında legal seçimlerle başa gelmiş hem de çok büyük bir oyla bunu başarmışlardır.
Önceleri seçimle işbaşına geldikleri için demokratik kültürün temsilcisi olmuşlar ardından da giderek sisteme yerleştikçe, ele geçirdikçe akıl almaz komplolarla nasyonalist sosyalistlerin önünde engel olabilecekleri tek tek bertaraf etmeye başlamışlardır.
Önce Yahudiler, ardından komünistler, sonra ayrı yaşayanlar, daha sonra sosyal demokratlar, sendikacılar, bilim adamları, ayrı düşününeler derken ne kadar farklı renk ve ses varsa hepsi tek tek hedef haline getirilerek elimine edilmiştir. Bu eliminasyon içerisinde geçmişte nasyonalist sosyalistlere yakın duranlar bile olsa bu elimine etme devam etmiştir.
Bir yandan bu tasfiye etme, yani tekleştirme, tek tipleştirme sürdürülürken, diğer yandan güya ekonomik kalkınma adına stabilize yollar, askeri sanayiye yatırımlar, işsizliği giderme adına on binlerce hatta belki de yüz binlerce Yahudi’nin mal varlığına el koyarak güçlü bir sanayi oluşturma çalışması yürütülerek korkunç sanal bir ekonomik kalkınma topluma pompalanmıştır.
Hiç şüphe yoktur ki bununla nasyonalistler yetinmemişlerdir. Almanların ne kadar seçkin bir halk olduklarını gece gündüz işleyerek birinci dünya savaşında onuru kırılan Alman halkına müthiş bir milliyetçilik pompalayarak kendilerine bağlamışlardır.ve Avrupa’da Almanların ne kadar önemli olduklarını her Alman bireyine neredeyse yedirmişlerdi.
Evet nasyonalistler başka şeylerde yaptılar. Her Alman’a adeta yeniden bir kimlik vererek Alman ırkının ne kadar önemli ve yüce bir ırk olduklarını empoze ettiler. Bununla Almanları tutsak aldıklarını söylemek çokta yanlış olmaz. Hitler faşizminin yarattıkları o faşizan sistemden hiç söz etmiyoruz bile. Yani hitler faşizminin oluşturdukları gaz ocakları, toplama kampları, ıslah evleri, insan yağından sabun yapmaları dediğimiz gibi hiç anlatmıyoruz. Nasyonalistlerin Alman toplumuna yedirdikleri şoven ve ırkçı hava ile yarattıkları sahte ekonomik kalkınmanın yanı sıra Avrupa’da seçkin halk olma durumu Almanları yanına alarak gözlerini boyamaya yetmiştir.
Şimdi Türkiye’de hitler faşizminin yolunda ilerleyen bir AK Faşizmi vardır. Recep Faşizmi vardır. Ve bu faşizmi mağduriyet üstüne kurdular. Birçok Türk aydınını da yanına alarak bunu yapıyorlar. Nasıl ki hitler Alman kilisesini yanına alarak bunu yapmışsa Recep faşizmi daha doğrusu Fetullah Recep faşizmi de cemaatleri yanına alarak bunu yapıyor. Recep Fetullah faşizminin günah keçileri ise Kürtlerdir. Çünkü Kürtler olmazsa Ortadoğu’da Türkiye’nin ve Türklerin önünü alacak hiçbir güç olamaz. Kürtleri ise temsil eden özgürlük hareketi vardır. O zaman ilk elden bu özgürlük hareketi tasfiye edilmelidir. Tabii ki bu salatanın yanına birde hayali ve sanal bir ekonomi başarı vardır. Stabilize edilen Otobanlar. Parlayan bir Türkiye vardır. Öyle ki dünyanın en büyük ekonomilerinin içerisinde yerini alan bir Türkiye. Nasıl ki Yahudilere karşı pogramlar başladığında neredeyse hiçbir Alman aydın, yazar, çizer, liberal, ses çıkarmadı hatta Yahudileri katli-vacip ilan ettiler. Aynı benzer bir yol üzerinde Recep Fetullah faşizmi ilerliyor.
Ancak korkarız ki Martin Niemöller gibi itiraf etme imkanı bile bulunmayacaktır. Martin Niemöller en azından “Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı” demişti. Ama dediğimiz gibi birçok aydın, liberal, yazar, çizer korkarız ki Recep Faşizmi yarın köklü olarak yerleşirse artık bunu söyleme imkanı bile bulunamayacaktır.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Yıl 2000 yılı.
Aylardan ise Mayıs ayı idi.
Ben Cudi Dağında Helena Pir zirvesindeyim.
İlk defa nokta olarak kullandığımız Qijîk noktasındayız.
Karşımda ise bana bakan Bajare Nuh yani Şırnex şehri var.
Kolumda silahım, yanımda küçük bir telsiz ve bir dürbün de var.
Dürbünle Şırnex yolunu ve Cudi arazisini keşfediyorum.
Arasıra küçük telsizden Devşirme Türk Ordusu’nun telefonlarını da dinliyorum.
Ruh halleri nedir?
Subayları ne düşünüyor?
Aileleri ne düşünyor?
Bu yöntemle savaştığımız düşmanı tanımaya çalışıyorum.
Daha 2000 yıl önce Çinli Savaş Stratejisti Sun Tuzi, savaş stratejisi için çok önemli bir belirlemede bulunmuştu. O kitabı da hiç yanımdan ayırmıyordum.
Zaten cep kitabı büyüklüğünde olduğu için ya sırt çantamda ya da cebimde taşır ve devamlı tekrar tekrar okurdum.
O kitapta da Sun Tuzi şöyle diyordu.
“Eğer sadece kendini iyi tanırsan savaşı yüzde eli, eğer düşmanını iyi tanırsa yine savaşı yüzde eli, eğer hem kendini hem de düşmanını iyi tanırsan savaşı yüzde yüz kazanırsın”.
Ben hem bu sözün hem de savaş hakikatinin bir gereği olarak düşmanı çok iyi takip ederdim.
Derdim ki, eğer karşımda savaşan bir düşman varsa onu iyi tanıyıp analiz etmeliyim, ona karşı hem daha kararlı ve keskince savaşıp kendimi savunmalıyım ki, görevimi zaferle yerine getireyim.
Bu amaçla dünyanın en kalleş ve teres ordusu olan Devşirme Türk Ordusu hakkında her türlü veriyi toplardım.
İşte bu nedenlede telsiz frekansından telefonlarına da girerdim.
Türk ordusunun telefonlarını dinleyince nasıl bir ordu olduğunu epeyce aşina oluyordum.
Ben, sadece o telefonlardan birini anlatıp günümüzle bağlantılandıracağım.
Ben, bu amaçla Helena Pîr de ki Qijîk Noktası’nda küçük telsizin telefon frekansları bölümüne girmiş, gerilla için önem arz eden bir telefonu dinlemeye çalıştım.
Şırnex’te askerde olan Ankara’lı bir askerin annesi oğlunu arıyordu.
Oğluna diyordu ki “eee oğlum sakın ola tehlikeli yerde askerlik yapma ha.
Komutanla aranı iyi tut ki cephe gerisinde karargahlarda kal.
Eğer sınıra gönderirlerse çatışma çıktığında kendini geride tut.
Ön cepheden kaç. Oğlum korkuyorum, şimdi diyorum ki keşke askere gitmeseydin. Boş yere ölmenden korkuyorum”.
Asker de annesi verdiği cevapda şöyle diyordu.
“Anne bende ölmekten korkuyorum. Ama anne ben senin oğlunum. Hiç tehlikeli yerde görev yaparmıyım.
Mütahit olan dayım geldi. Benim karargah komutanım olan binbaşıyla görüştü. Ona yüzmilyon lira para verdi. Komutanda bunun karşılığında beni sınıra göndermedi, karargahtaki mutfakta görevlendirdi”.
2000 yılında PKK ateşkes sürecinde iken bu kadar korkan ve gerillanın hakimiyetinde bulunan alanlardan askerlik yapmamak için her türlü hilekarlığa baş vuran asker aileleri ile askerlerin durumu şimdi daha vahim.
Kimse o cenaze törenlerinde bazı asker ailelerinin ve bazı ırkçıların“devletimiz sağolsun”, “Her Türk asker doğar” şeklinde söylediği klişelere kanmasın.Aslında dense ki, “Her Türk askeri korkak doğar ve titreye titreye…” bu slogan Türk ordusunun gerçeğini anlatan yegane slogan olur.
Kürdistan’da askerlik yapan askerler ile Türk ordusunun korkaklık düzeyi en üst seviyede bulunuyor.
Bakın Çele eylemine katılan HPG gerillası Nupelda Engin ne diyor. “Biz eylemde karakolların içine girince Türk askeri kaçacak delik arıyordu. Korkudan titriyorlardı. Köşelere pineklemişlerdi. Türk ordusunun savaşacak cesareti kalmadığı için her türlü ağır tekniği kullanıyorlar. Yenildikleri için kimyasal silah kullanıyorlar. Onların kimyasal silah kullanması bizi daha da biliyor. Şehidlerimizin intikamını alacağız”.
Kimyasal Necdet, Devşirme Erdoğan ile çeteci Yeşil Türk Irkçsısı arkadaşı Naim Şahin afra tafra kesiliyorlar. Ama Nupelda Engin’in anlatımlarıyla açığa çıkıyor ki, Türk ordusunun hali per perişan. Ve HPG gerillası karşısında savaşacak cesaretten yoksundur.
Elleri öyle titriyor ki, o eller tetiği çekemez durumda.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Bin yalanı ısrarla bir doğru ettirmek için ne kadar da çok yalan söyleniyor. Bu kadar yalan söyleyenleri dünyanın hiçbir yerinde bir araya getiremezsiniz. Getiremezsiniz çünkü bu kadar yalancıyı dünyanın tümünde toplasanız bulamazsınız.
AKP, Fettulah cenahı ve son zamanlarda teslim olmuş, kendilerine yeni liman arayan kimi iradesi zayıf liberaller de bu kesimlerle el birliği yaparak yalanların şampiyonluğuna oynuyorlar.
Mafyayı herkes bilir. Tarihçesine çok girmeden, mafya denildiğinde ilk elden akla uyuşturucu ticaretiyle uğraşan kişiler geliyor. Derinliğine içyapısını bilmesekte, yazılan kimi kitaplarda, yine izlediğimiz filmlerde, belgelere geçmiş kimi soruşturmalarda şunu biliyoruz ki; örneğin İtalyan mafyasının bir işleyiş biçimi vardır. Buna yer altı dünyasında herhalde bir raconu var diyorlar. Evet, mafyacıdır, uyuşturucuyla insanları zehirlemektedirler, bir sürü gizli cinayetler işlemektedirler, birçok yerde gördüğümüz gibi devletlere kafa tutmaktadırlar. Ancak mafyacıların dediğimiz gibi bir raconu vardır. Her şey sadece istedikleri gibi yapılmıyor. Her şeyin bir raconu var, kuralı var, alt üst ilişkileri var, vurma biçimleri var, kaçıracaklarsa insanları, onun da bile bir biçimi var. Örneğin ayaktan vuruyorlar, kimi yerde bu topuktan vurma biçiminde oluyor. Evet, kirli işlerle uğraşıyorlar ancak bu kirli işlerine rağmen bir sistemleri, bir dilleri, bir ahlakları ve de ilkeleri vardır.
Mafya böyledir. Ancak daha sonra 1990’larında Sovyetlerin yıkılışı ardından yeni Rusya’da gelişen bir mafyacılık vardır. Yıllardır piyasalarda olmayan, görmemiş, aç gözlü, görgüsüz, gözü kara ve her şeyden çokta yeni yetme. Hani derler ya dünya görmemiş ya da sonra da görmüş diye. İşte böyle Rusya’da –belki de KGB ya da başka örgütlerde öğrendikleri de vardır-ortaya çıkan mafyacılık ahlaksızca, fütursuzca, hesapsızca, ilkesizce, insani değerlerde kopuk, gözü kara, aç gözlü, adeta susamışçasına paraya yönelmişlerdir. Kendi çıkarları için yapamayacakları kötülük kalmamıştır. Bu durumu daha iyi anlamak isteyenler oralarda olup biten çeteciliğe bir baksınlar. Belgeleri çok fazladır. Böyle bir gözü karalık ya da ahlaksızca, pervasızca kendi çıkarları için insanlık değerlerini hiçe sayarak atağa geçen bu mafyacılık, bu kadar negatif enerjiyi nereden alıyor ya da bu negatif duyguları tetikleyen enerji kaynağı nedir diye sorulacak olursa verilecek tek bir cevap vardır: Yeni yetmelerin açlık güdülerini tatmin etmek için ortaya çıkan yeni fırsatlar diye biliriz. Gözü karaca işin içine girmeleri, ortaya çıkan bu yeni durumdan, bu yeni vurgun imkânından doğar. Yıllardır baskılanmış olanlar, önleri kesilmiş olanlar, kendi egolarını açığa çıkarma imkanları bulamayanlara bir kere kendilerini konuşturtma, kariyer edinme, ekonomik değer vurma olanağına kavuşsunlar ortaya çıkacak olan işte Rusya mafya tipi mafyozolar olacaktır. Şuna inanın: İtalyan, Meksika mafyacıları -ve belki de başka ülkelerdeki mafyacılar da dahildir-Rusların bu aç gözlü, ahlaksız mafya tiplerinden kesinlikle rahatsızdırlar. Ve inanın bu aç gözlü, yeni yetme düşkünleri mafyacı olarak kabul da etmezler de.
Neden bu kadar geniş yeni yetme, gözü dönmüş, hırslı, kariyer peşinde, aç gözlü ve ahlaksızca insan değerlerine saldıran bu Rusya mafyasını anlattık diye soracak olursanız, aynen Rusya’da ortaya çıkan yeni yetme mafya tiplemesi Türkiye’de de vardır da ondan. Türkiye’deki Rus mafya tipi oluşum Erdoğan’ın öncülük ettiği AKP ismindeki örgüttür. Biraz da Fettullahcılıktır.
Dikkat ederseniz bu oluşumun içerisinde yer alanların tümü neredeyse yeni yetmedir. Hepsinin ortak noktası vurguncu olmalarıdır. Hepsinin önüne yeni fırsatlar konulmuştur. Siyasetçiyse siyaset alanında, yazarsa yazı alanında, gazeteciyse gazetecilik alanında, kültürcüyse kültür alanında, şair ise şairlik alanında, bilim adamıysa bilim alanında, ticaretçiyse ticaret alanında, asker ise askerlik alanında, polis ise polis alanında, yargı üyesiyse yargı alanında, sporcuysa spor alanında, öğretim üyesiyse üniversite alanlarında özcesi bu oluşum içerisinde yer alanların en belirgin ortak noktaları önlerinin bu denli ilk kez açılmasıdır. En belirgin olan ortak noktaları yeni yetme, aç gözlü, pervasız, saldırgan, gözü kara olmalarıdır. Hatırlayanlar, YÖK başkanı Yusuf Özcan’ın görevin başına getirildiğinde, Abdullah Gül’e ne söylediğini bilir. Adeta bir ispiyoncu gibi söyledikleri herkesin kulaklarında şimdi de çınlıyor. (Sorun YÖK’ü savunmak değildir. İlk günden beri bu faşizan, anti demokratik kurumun kaldırılması gerektiğini savunduk, bundan böyle de bu yaklaşımımız sürecektir. )
Evet, aynen Rusya tipi yeni yetme mafyozolar gibi bir oluşumdur AKP. Erdoğan ise bu yeni yetmelerin, aç gözlülerin, çıleklerin, saldırganların, pervasızların, gözü karaların en ilerisinde olanıdır.
Bu oluşuma ve onun içerisinde yer alan, ya da yakınında duranları ortak özelliklerine hakikaten yakından bakın, bu oluşumla tanıştıktan önceki konumlarına bakın, mal varlıklarına bakın, ekonomik düzeyleri neydi ona bakın, bir de bu oluşumla ilişkilendikten sonra konumlarına, mal varlıklarına, ekonomik düzeylerine bakın. Bunlar yapılırsa Rusya türü yeni yetme mafyacılarla bu ruhu kara olan insanların özelliklerinin ne kadar birbirine yakın olduğunu göreceksiniz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sömürgeci Türk devleti napalm ve kimyasal bombalar kullanarak Kürdistan halkının kutsal özgürlük davası ve şerefi için yaşamlarını fedaice ortaya koyan 36 HPG gerillasını, Kürdistan’ın en yiğit, en kahraman oğullarını-kızlarını vahşi bir yöntemle şehit etmiştir. Tüm Kürdistan halkının, ailelerinin ve yakınlarının başı sağolsun.
Türk devleti bir kez daha savaş suçu işlemiştir. Kürdistan özgürlük hareketi Cenevre savaş sözleşmesine her koşul altında uyacağını ifade etmiştir. Bugüne kadar her zaman da bağlı kalmıştır. Fakat Türk sömürgeciliği bir kez daha suçüstü yakalanmıştır. Kullanılması suç sayılan napalm ve kimyasal silahlarla Kürt özgürlük savaşçılarını katletmiştir. Kimyasal silahların kullanılması sömürgeci Türk devletinin ve AKP’nin gücünden değil, gerilla karşısında yaşadığı yenilgi, Kürdistan halkına karşı beslediği büyük kin ve soykırımcı zihniyetinden kaynağını almaktadır.
Tüm dinlerde, kültürlerde ölüye saygı en temel ahlaki ilkedir. Savaşlarda da bu ilke geçerlidir. Ancak Türk sömürgeciliği hiçbir din, kültür ve ahlakta olmayan, mertlikte yeri olmayan, tüm insani özelliklerini yitirmiş, aşağılık korkak ruhlarını tatmin etmek ve bununla korkularını aşmak için Kürt oğullarının ve kızlarının cesetlerini parçalamaktadırlar. Bu kahraman özgürlük gerillası karşısında Türk sömürgecilerinin yenilgisinin itirafıdır. Sağken darbe üstüne darbe aldığı Kürt özgürlük gerillasının cesetlerine hayvani güdülerle saldırmasının başkaca izahı da yoktur. Bu vahşiliğin, korkaklığın, alçaklığın sorumlusu sahte dindar, Kürt halkının düşmanı Fethullah Gülen, sömürgeci Türk devletinin korkak başı Abdullah Gül ve başbakanı Tayyip Erdoğan’dır.
Bu katliam ve insanlık suçu bu zihniyetin bir sonucudur. Failleri de, ABD’nin kucağında oturarak Ortadoğu halklarını ABD siyasetine kazanmak isteyen Fethullah Gülen’in katliam fetvası, Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan-Bülent Arınç üçlüsünün emirleri doğrultusunda Türk Genelkurmay başkanıdır. Dolayısıyla failleri belli, kimlikleri ve kirli secereleri somuttur. Bu işin gizlisi-saklısı yoktur.
Sömürgeci TC. Devleti kuruluşunun 88. Yıldönümünü, kuruluş felsefesine uygun olarak Kürt halkının inkarı-imhası temelinde kutlamaktadır. Kürt halkının ve Kürdistan’da yaşayan diğer halkları Türk ulus devleti içinde eritmek temelinde, yani Kürdistan halkının idam fermanı temelinde, bir soykırımcı, katliamcı suç devleti olarak kurulmuştur. 88. Yıldan bu yana, halkımız yok sayılmakta, fiziki ve ulusal-kültürel soykırım temelinde bitirilmeye çalışılmaktadır. İstiklal mahkemeleri, Dar Ağaçları, katliamlar, Şark İslahat Planı, Tunceli Kanunu, Mecburi İskan, Sıkıyönetim, Olağanüstühal yasası, Zindanlar, dört bin köyün yakılıp-yıkılması, milyonlarca Kürdün Kürdistan’dan göçertilmesi… Bu kuruluş felsefesini TC’nin kurucularından devralan AKP-Fethullah faşizmi tarafından sürdürülmek istenmektedir. Siyasi soykırım operasyonları ve Kürdistan özgürlük gerillasına yönelik imha saldırıları kaynağını bu tarihsel temelden almaktadırlar. Bu Özgür, onurlu, kendi ülkesinden, dilinden, kültüründen yana olan her Kürdü yok etmek isteyen bir zihniyettir. Önce fiziki soykırım, ondan sonra da geri kalanlarını da, asimilasyon-Türkleştirme temelinde ulusal-kültürel soykırımla bitirmeyi hedefleyen bir politikadır.
Sosyal Medyada, TV’lerde, Kürdistan halkının Van-Erciş’te karşı karşıya bulunduğu büyük deprem felaketi karşısında sevinç naraları atanlar ile Kürdistan özgürlük hareketini, Deprem ile birlikte gömmek isteyen yazar-çizerler ile Kürtlere karşı linç saldırıları yürüten faşist sürüler bu cesareti tümüyle Fethullah Gülen’in Kürt halkı hakkındaki ölüm fetvasından-AKP’nin faşizminden almaktadırlar. Sözümona ırkçı açıklamaları kınamaları Kürt halkını aldatmaktan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla Türk devleti, Kürdü tarihten silmek için soykırım planlaması temelinde kurulmuş bir suç devletidir. Bu suçunu Kürdistan halkının inkar ve imhası anlamına gelen tek devlet, tek millet, tek vatan, tek dil, tek kültür temelinde bugüne kadar da sürdürmüştür. Bu soykırım siyaseti, CHP ile başlamış, DP, AP, ANAP, RP ve AKP ile devam etmiştir. Tüm sömürgeci Partiler Kürdün inkar-imhası ve tarihten silinmesi için bu uğursuz görevi birbirine devretmişlerdir.
Soykırım iki biçimde uygulanmaktadır. Birincisi fiziki soykırım, ikincisi ise, kültürel-ulusal soykırımdır. Sömürgeci Türk devleti kuruluşunun ilanını, 101 top atarak ve kadeh tokuşturarak kutlamıştır. Yani Kürdün tarihten fiziki ve kültürel-ulusal olarak silinmesi kutlanmıştır. Bugün de 88. Kuruluş yıl dönümü Fethullah Gülen denen münafık, sahte İslamcı ve ABD uşağı ile Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül-Bülent Arınç faşist yöneticilerinin duaları ile 36 özgürlük savaşçısının kimyasal silahlarla katledilmesi ve siyasi soykırım operasyonları temelinde kutlanmaktadır. Bu siyasi soykırım da, artık Kürtlere yönelik olmayı da aşarak, Kürde “merhaba” diyen herkesi içine alarak gelişmektedir. Profesör Büşra Ersanlı, yazar-yayıncı Ragıp Zarakoğlu’nun da rehine alınması-tutuklanma dememek gerekir- artık AKP’nin sömürgeci faşist zihniyetinin neleri hedeflediğini ortaya koymuştur.
Şimdi ortada bir de tüm bunların yanı sıra, anayasa yapma gibi bir komplo tezgâhlanmaktadır. Sahtekârca herkesi bu oyuna alet etmek için, son derece iyi sarıp-sarmalanmış, makyajlanmış bir komisyon da oluşturulmuştur. Ama AKP-CHP-MHP önceden 12 Eylül anayasasının ilk üç maddesine karışılmaması gerektiği üzerinde anlaşmışlar ve her üç parti de, birer birer bu Kürdün katliam fermanı anlamına gelen ilk üç maddeyi kırmızıçizgileri olarak ilan etmişlerdir. Tüm mesele BDP’yi de bu oyuna ortak etmektir. Bununla Kürtleri de komploya getirmektir. Ama Kürtlere ve onların özgürlükçü kesimine ve dostlarına karşı öylesine kindar ve öfkelidirler ki- ilginçtir, Kürtlerin ve dostlarının Türk devletine o kadar düşmanlıkları yoktur- hızlarını alamayıp, Büşra Ersanlı Hocayı rehin alabilmektedirler. Hem de BDP’nin anayasa komisyonu üyesini… Bu yapılacak anayasanın nemenem bir anayasa olacağını da göstermektedir.
Kürt halkının Önderine sudan-ucuz bahanelerle kaskatı bir tecrit uygulanmaktadır. Kendi kanunlarını çiğneyerek bunu yaptıkları çok açıktır.
Eğer bir devlet bir halkın katliamı-yok sayılması temelinde kurulmuş, anayasası taamüden, yani planlayarak-tasarlayarak katliam-soykırım işleme suçunun esaslarına dayanıyorsa, tüm kanunlar, kurumlar, kuruluşlar bu suçları işlemek temelinde oluşturulmuşsa ve bundan vazgeçileceğine ilişkin ortada hiçbir emare yoksa, Kürt ulusu başta olmak üzere diğer tüm inanç-kültürler neden böyle bir anayasa komplosuna gelsinler ve neden sömürgeci Türk devletinin kanunlarına uysunlar? Kürdistan’daki varlığını, yasallığını katliam, soykırım, baskı, işkence, idam, zindan, asimlasyon vb. temelinde oluşturmuş bir devleti neden tanısınlar, onun kanunlarına neden uysunlar? Sömürgeciliğin anayasası da, kanunları da, kuruluşları da, sömürgeciliği sürdürmek temelinde kurgulanacağı açık değil mi? İşte en son Türk devletinin en yüksek hukuk kurumu yargıtayın bir Kürt kızçocuğu olan NÇ. Hakkında verdiği karar, bu sömürgeci hukuk zihniyetinin ifadesi değil mi? Kürde, Kürt kadınına nelerin reva görüldüğü, Kürt kadının şahsında nelerin reva görüldüğü yeterince açık değil mi?
Bunu anlamak için daha nelerin olması gerekir?
Şimdi bunları neden yazdık. Çünkü hala AKP’den, onun yapacağı anayasadan beklentisi olanlar vardır. AKP’nin Kürt düşmanı olduğunun anlaşılması, soykırım yönteminden vazgeçmediğinin ve Kürt sorununu Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı haklarını tanımak temelinde çözmek gibi bir amacının olmadığını anlamak için AKP’nin daha ne yapması gerekir? Ergenekon davasını demokratikleşme değil, bir sistem içi çatışma, AKP’nin, sahte, siyasi İslamcıların kendi hegemonyasını kurmak olduğu, kendi dışında hiç kimseye ne ekonomik, ne siyasi, ne ideolojik ve ne de örgütsel olarak kendini var etme imkanını tanımayacağı, korkutup sindireceği, yanına çekebildiklerini çekeceği, çekemediklerini de imha edeceği, bunun da faşizm olduğunun anlaşılması için AKP’nin daha ne yapması gerekir?
Ey barış… Barış… diyenler, silahlar karşılıklı sussun diyenler! AKP’nin Önder Apo’nun Kürdistan Özgürlük Hareketinin çok somut barış ve çözüm protokollerini nasıl elinin tersiyle bir tarafa attığını görmüyor musunuz? Ya da görmek mi istemiyorsunuz? Kürdistan özgürlük hareketinin legal sahasına, KCK operasyonları adı altında operasyonlarla, Özgürlük gerillasına kimyasal silahlarla saldıran bir düşmanın, tarafın gerçekten çözüm gibi bir düşüncesi, niyeti olabilir mi?
Niyetinin olmadığı çok açık. O halde ne zaman tarihsel bir bilinç, birlik ve öfkeyle AKP faşizmine, Türk sömürgeciliğine karşı, burası Kürdistan’dır, burada sen soykırımınla, katliamlarınla, askeri gücünle varlığını sürdürdün, artık yeter! Biz halk olarak artık senin bu ülkedeki sömürgeci varlığını tanımıyoruz! Halk olarak halk olmaktan kaynaklanan haklarımızı özgürce yaşamak istiyoruz! Biz demokratik özgür, özerk Kürdistan’da demokratik bir ulus olarak diğer inanç ve kültürlerle yaşamak istiyoruz! Demenin zamanı değil mi?
Böyle demek için sömürgeci Türk devletinin kaç bin köyü yakıp-yıkarak boşaltması gerekir? Kaç milyon insanı daha Kürdistan’dan sürgün ederek, Türkleştirmenin hammaddesi yapması gerekir? Kaç bin kişiyi katletmesi gerekir? Daha ne kadar kişiyi siyasi soykırım operasyonlarıyla rehin alması gerekir? Kürt çocuklarını daha ne kadar asimle etmesi gerekir? Daha ne kadar napalm bombası kullanarak Kürt gençlerinin cesetlerini paramparça etmesi gerekir?
Ve Kürdistan halkını yeniden tarih sahnesine çıkaran, ideolojisiyle, politikasıyla, örgütsel çabasıyla iradeleştiren Önder Apo’nun esaret altında, her anı ağır bir işkenceye dönüşen tecrite daha ne kadar dayanmak gerekir?
Artık bütün bunlara Edi Bese demenin zamanıdır! Napalm ve kimyasal bombalarla parçalanarak tanınmaz hale getirilen Kürdistan halkının en seçkin, en soylu oğulları ve kızlarıdır. Malatya’da bizleri, sizleri, vicdan sahibi, kendini Kürt-Kürdistanlı hisseden herkesi bekleyen kahraman şehitlerimizi, dünümüz, bugünümüz, varlığımız ve geleceğimizi serhıldan ruhu-bilinciyle sahiplenerek, kendi sonsuz baharımızı yaratmanın zamanı değil mi?
Yaklaşan kara kışta baharı yaratmak amacıyla harekete geçmek için sömürgeci Türk devleti ve onun temsilcisi AKP faşizminin daha ne yapması gerekir? Tarihte olmayan ve günümüzde halkımıza yapılmayan ne kaldı?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
İlke ve ahlak çerçevesinde toplumsallığı oluşturan insanlar olarak kendi toplumsallığımızı kutsallaştırmamız, onun için yaşayıp var olmaya çalışmamız bizi biz yapana duyduğumuz şükrandan kaynaklanır.
Ahlaki ve politik toplum olarak yeniden güncellemeye çalıştığımız toplumun var oluş özüne duyulan bu saygı şüphesiz bir yanıyla da insan aklının yüceleştirilmesidir. Çünkü toplumsallığın oluşumu direkt akıl ile bağlantılıdır. Akıl ve aklın yaratımları ile var olup bugüne dek gelebildiğimizi biliyoruz.
Fakat kutsalımız olan toplumsallığı oluşturan akıl bazen zehir de saçar. Nedeni ise insan toplumsallığın ürünü olan aklın, özünden yani toplumsallıktan kopmasıdır. Akıl, toplumdan kopup da salt kendi için, ‘bir’ için yaşamaya adadığında kendini, yolundan sapar. Akıl, kendini var eden, insani özellikler kazandıran toplumsallığı ret ettikçe, ona karşı mücadeleye soyunur. Kendini var etmek için toplumsallığı yok etmeye çalışır.
Günümüz toplumuna yön veren düşüncenin temeli de burada yatar. Bireycilikte yani.
Bunu bilinçsiz bir şekilde, tutku, arzu, şehvet gibi bilinçaltına işlemiş güdü yansıması duygular yoluyla yaşayanların bireycilikleri kendilerin geriletir, toplumsallığın bireye kazandırdığı erdemlerden uzaklaştırır. Bu konuda, yaşanılan sistemin bilinçli yönlendirmeleri, yetiştirme tarzı, eğitim ilkeleri teşvik edici olduğundan büyük çoğunluğun bu yöne kayması da beklenir bir durum olarak kendiliğinden ve itirazsız bir şekilde oluşur.
Ama bir de bu bireyciliği körükleyen düşüncenin sözcüleri, militanları vardır. Kendilerini bütünün, insanlığın büyük çoğunluğunun yanında gösteren fakat insanlığın var oluş nedeni toplumsallığı küçülten, yok sayan, buna düşmanlık sergileyenlerden oluşan koca bir ordu. Toplumu küçük gören, toplumu oluşturan geniş kesimleri cahiller, ehlileştirilmesi gereken vahşiler, yolunu kaybetmiş sebiller olarak adlandıran bilinçli çarpıtıcılar, dilleri tatlı cehennem zebanileri var. Bilinci, bilgiyi, kısacası aklı zehir saçmakta kullanan toplumsallık karşıtı, egoistler takımı.
Buna karşın sistemin teşvikleri sayesinde sisteme zorunlu entegre edilmenin birçok insan açısından kabul edilmeme durumu da sıkça karşılaşılan bir durumdur. Alıklaştıran, kendi zehirli dünyasına hapseden, bilinci karartan, ortaklaşmayı ve paylaşmayı unutturan sistemin uygulamalarına itiraz eder. İçinde, insan olmasını sağlayan duygu ve düşüncelerin farkında olan tüm insanlar bu itiraza dayanarak mücadele yürütür.
Mücadele tarzlarında tabii ki farklılıklar vardır. Kimi tek başına yürütmekte ısrar eder mücadelesini. Bu itirazın salt kendisine ait olduğuna inandığından ve sistemin, itirazlar buluşmasın diye yaptığı perdelemeler sonuç aldığından, düşüncesinden ‘başkalarının’ olabileceği geçmez. Ve de esas aldığı mücadele yöntemleri dışında farklı yöntemler olacağı. Dış dünyaya güvensiz bu mücadelecilerin zamanla kendilerine karşı da güvensiz düşeceği ve hem de ikna olarak insan olmaktan uzaklaştıran sisteme teslim olacağı kesindir.
Belli bir grup içinde mücadele ise en yaygın olarak ortaya çıkan mücadele tarzı oluyor tabii. Birlikten güç doğar diyerek girilen, güvenin ve ilkelerin merkezinde yer aldığı mücadele alanlarında yürütülen itirazlar daha sonuç alıcı oluyor çünkü.
Yöntemler hep farklıdır ama. Bir itiraz grubunun mücadele yöntemi ile diğeri uyuşmaz pek. Zaten uyuşmaması için sistemin ayak oyunları çokken bir de suni çelişkilere dayalı, karşıdakini teşhir etmeye çalışan ithamlarla sistem karşıtı mücadele zayıflatılır çoğu zaman. Ne için? Kendi mücadele yöntemine çekmek, farklılığı yok ederek aynılaştırmak, benzeştirmek için. Dolaylı yoldan mücadelesiz kılmak için kısacası. Aklın zehirli yanını kullanarak ve karşıdakini ‘akılsızlıkla’ suçlayarak eleştirilerini hakarete, düzeysizliğe taşırır.
Günümüzün en güçlü sistem karşıtı hareketlerinden birisi olan PKK’ye yönelik ithamların böylesi bir zemini var. Beş bin yıllık devletçi zor sistemi boyunca yürütülen tüm sistem karşıtı direnişlerin mirasını bağrında toparlayan PKK, bu özelliği nedeniyle oldukça büyük bir cephede mücadele yürütmek zorunda kalıyor. Haliyle mücadele yürüttüğü, rahatına dokunduğu birçok kesim tarafından da ucuz ithamlara maruz kalıyor. Zaten erkek egemenlikli devletçi sistemle ideolojiden siyasete, sosyal alandan askeri alana geniş bir yelpazede mücadele eden PKK, bir de bunlarla uğraşmak zorunda bırakılıyor.
PKK’yi PKK yapan özelliklerin başında gelen mücadeleciliğini dayandırdığı temeller, mücadele yöntemleri kabul edilmeyebilir. Fakat tercih ettiği ve mecbur bırakıldığı yöntemlerin uygulamasında karşısında mücadele ettiği güçlerin etkisini görmek gerekir. Daha kuruluşundan itibaren yerel gericilikle, sosyal şoven örgütlerle, sol-sosyalist kesimlerle ve faşist devlet güçleriyle mücadeleye tutuşan PKK’nin mücadele yöntemini hep savaştığı kesimler belirlemiştir. Buradan PKK’nin iradesiz bir güç olduğu sonucu çıkarılmasın. Sorun mecbur bırakılmasındadır. Tercih ettiği mücadele yöntemlerinin şiddeti ve dozajı karşıdan gelen şiddetle bağlantılı olarak şekillenmiştir hep.
Buna rağmen yani tercihi olmamasına rağmen eğer PKK bir mücadele yöntemini kabul ediyor ve uygulamaya koyuyorsa bu, yöntemin başarısına duyulan kesin inançtan kaynaklanır. Nitekim ilk gününden itibaren yürüttüğü mücadelenin başarısı bu inancın ne kadar yerinde olduğunu da gösteriyor. Diğer yandan PKK’nin uyguladığı yöntemler insanlık ve halklar lehine kesin ve kalıcı sonuçlar yaratabildiğinden bu denli ağır saldırılara göğüs geriyoruz. Var olan ve uyguladığımız yöntemler sonuç alıcı olmasaydı zaten şu anda PKK olarak adlandırılan oluşum da olmazdı. Tıpkı devletçi sistem karşısında beş bin yıl boyunca mücadele yürütmüş, kısmi başarıları olsa da kalıcı dönüşümler yaratamayan sistem karşıtı hareketler gibi silinip giderdi.
Bunun yanında bizler, yani PKK’liler, sistemle mücadeleyi bir yaşam tarzı ve amacı olarak benimsemiş, buna uygun yaşamaya çalışan insanlar topluluğuyuz. Biz PKK’liler, var olan sistem içinde yer alıp, sistemin aklı ve mücadele yöntemleriyle sistemi değiştirebileceğine inananlardan bu nedenle oldukça farklıyız.
Bu farkın kimliği olan PKK’nin yeni bir mücadele yılına daha giriyoruz. Resmi ilanından bu yana 33, grup dönemi ile birlikte 39 yıldır yaşayan, yaşadığı her an’ı değişimin hizmetine koyan ve yeni toplumsallığı kuran PKK’nin yeni bir mücadele yılına adım atıyoruz. Kürtlere ve bölge halklarına, insanlığa yeni ve farklı bir yaşam olabileceğini 33 yıllık mücadelesinin her an’ında ispatlamış olan PKK, otuz dördüncü mücadele yılına her zamankinden daha güçlü ve iradeli bir şekilde giriyor.
Çünkü Önder Apo’nun felsefi, ideolojik çizgisi şimdi her zamankinden daha güçlü. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi her zamankinden daha geniş bir kesimi kucaklamakta. Ve düşmana kinimiz, yalanlarına tahammülsüzlüğümüz her zamankinden daha büyük.
Önderliğimizin son savunmasında kendisi için yaptığı tespitlere uygun bir yaşam ve mücadele perspektifiyle yaşayıp savaşacağımız kesindir. Yeni mücadele yılında ve tüm PKK’li mücadele yıllarında amentümüz bu olacaktır…
“O halde olası bir çıkışta her nerede olursam olayım, hangi anda yaşarsam yaşayayım, mensubu olmaya çalıştığım toplumsallık için, bunun en trajik bir gerçeğini yaşayan Kürtler için, onların çözüm ve kurtuluş yolu olan demokratik uluslaşmaları için, parçası oldukları komşu halklar başta olmak üzere tüm Ortadoğu halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için, onların da bir parçası oldukları dünya halklarının çözüm ve kurtuluş yolu olan Demokratik Uluslar Birliği için sonuna kadar gerekli olan her söylem ve eylem tarzıyla sürekli mücadele içinde olacağım doğaldır. Bunun gerekli kıldığı etik, estetik, felsefi ve bilimsel güçle büyük pay kazanan hakikat kişiliğimle yürüyeceğim, yaşamı kazanacağım ve herkesle paylaşacağım.”
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Bu süreçte köşe yazarları birbirilerine yazıyor. Siyasetçi birbirleriyle konuşuyor.
Halkta yalnızlaşıyor. Bir tek özel gün olan seçim sandıklarının ki Türkiye’de artık tabutu andırıyor. Oy vermek için sandığın başına giderken besmele çekiliyor, dualar okunuyor. Dilek ağacı olur kimileri için. Kısacası halk sandıkla konuşuyor.
Yoksul bir ailenin ziyaretine gitmek böyle özel günlerde yüksek oy ediyor. Oy ise daha sonra para getiriyor. Parti yöneticilerinin, dost ve akrabalarına pastadan pay ayırdığını kim bilmez. Her partinin basın ordusu olunca yanında götürmesi çok zor olmuyor. Derinden nefes alan siyasetçi içeri dalıyor. Arkasında gelenlerde belli etmeden siyasetçinin yaptığı gibi bir nefes alıyor. Arkada kalanlar, siyasetçinin ve görüntü çeken kameramanın karesinde değilse çaktırmadan daha içeriye girmeden, dışarıya kaçışı yok mudur? Hemen kısa bir ziyaret olması yüce Allahtan dileyen dileyene. Neden derinden nefes alıyorlar? Tabii, fakirlik kötü kokar burjuvazi alemi için. Sonra geçmişini çok önemli bir sır gibi açıklarken siyasetçi; ‘ben de fakir bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm, açlık nedir, bilirim’ sözleri yürek burkuyor. Gözleri dolması ise tam bir manşet haber.
Kim diyor ‘...ananı al da git’, ‘ya sev, ya terk et’,’...kadın da olsa çocuk da olsa ...gereken neyse...’
Affedersiniz ‘düşünce özgürlüğü’ olmayan bir ülkede kimse kimsenin işine karışmasın. Düşününce özgürleşiyorsun. Özgürleşince düşünebiliyorsun. Bu ne anlama gelir TMK. Yani Terörist olursun. Amman Yarabbi bizi TMK’dan koru. Düşünmeyelim, özgürleşmeyelim. Zaten ‘düşünmesen sorun yok’ bu ülkede. Düşünme, düşünme. Düşünmeyince insan olursun. Düşününce terörist olursun. Kim demiş ‘insan düşünen bir canlı’ diye? Hangi bilge ‘düşünüyorsam öyleyse varım’ demişse doğru söylememiş.
Halk politikadan uzaklaşsın. Bunu beğenmeyen yakınlaşsın ama siyasetçiye dokunmasın. Savaş için (devletin refahı ve huzuru için) insanlar aç kalsın, acı çeksin ve ölsün, diye, mecliste ve bir dizi iç-dış toplantılarda kararlar alınsın. Ülke parça parça özelleştirilerek satılsın. Sonra da çek bir nutuk ‘vatan bölünmez’ diye. Doğru bölünmüyor, sadece satılıyor. Ta ki yeni bir sandık zamanı gelene dek buna da şükür mü denilmeli? Tekrar sandığa gel sadece besmeleni çek, duanı oku ve dile. Ama düşünmeyelim.
Yazarlar birbirlerine yazıyor ve konuşuyorsa, siyasetçi nutuk atıyor ve derinden bir ajite çekiyorsa diğer bir siyasetçiye, anla ki; Halk için bütün bunlar.
Artık, hakaret ve küfür de varsa birbirlerine değil, o da halk içindir. Çünkü siyaset- medya- mafya-asker-devlet acısı hatıralarda silinmiş değil. Türkiye ve Kürdistan’da savaş sürdükçe eski yaralar kabuk bir türlü tutmadı. Seçim ve Tezkere yerine bu sefer Barış oylaması yapılacak günler için kime sorumluluk düşüyor? Siyasetçi ve medyaya mı sadece? Ve o günü kim belirleyecek?
Amman sakın ha siyasetçi ve medya şirketlerine dokunma! Onlar yaparsa yapar, yapsa yapmaz. Siyasetçi medyaya, medya ise siyasetçiye dokunabilir. Dokunulmazlığı olanlar sakın dokunma yanarsın mesajı Türkiye’de vermeye gerek duyulmuyor artık. Bazı yazar ve siyasetçiler korkmadıklarını söylüyorlar. Bu önemli. Basın özgürlüğü olmalı, ahlaki ve vicdani sorumluluk sahibi insan olan herkes için düşünce özgürlüğü olmalı. Özgür düşünen kahraman insanları, devletçi iktidarların zülümkar baskıları yıldıramadığı gibi özgür düşünebilecek bir dünyayı bizlere miras bıraktıkları, bugünümüzü var kılan tarihsel gerçekliğimizde yaşamakta ve yaşatmaktadırlar. Korkmadan düşünenleri düşünelim. Korkmadan yazmak ve yazılanları korkmadan yaşamına yer vermek. Yazmak ve hakikati söylemek, aşk işidir. Bilinir, Hz. Muhammed’e oku denildiğinde. Hz. Muhammed okuma yazma bilmediğini söyler. Allahın adıyla oku deyince. Hz. Muhammed başlar okumaya. Hz. Muhammed neden ve neyi okudu? İslamiyet’i. İslamiyet nedir? BARIŞ. Hz. Muhammed nerede duydu bu sesi?
Dağda.
Dağların Sesini dinleyelim.
Tüm türküleri ve efsaneleri güzelleştiren dağları.
Yazılacak ve okunacak bir BARIŞI HALKLARLA YAŞAMAK İÇİN.
DÜŞÜNELİM.
Zagros Sipan
- Ayrıntılar
İktidarda olduğu on yıla aşkın süreden beri sanal bir dünya yaratarak Türkiye’yi tozpembe hayallerde yaşatan AKP, aslında dış politikada Türkiye halklarının her türlü maddi ve manevi değerlerini emperyalist güçlere peşkeş çekerek elde ettiği nakit krediyi içte Türk-İslam faşist zihniyetiyle birleştirerek başta Kürt Özgürlük hareketi ve onun şahsında Kürt halkı olmak üzere tüm halkların kanının emmiştir, emmeye devam etmektedir. Bir yanda başta Kürt halkı olmak üzere yoksul Türk halkı, işçiler, emekçiler, köylüler, kadınlar, öğrenciler, farklı etnik ve inanca sahip halklar kısacası ülkenin büyük çoğunluğu kan kaybederken, diğer tarafta ise başta Erdoğan olmak üzere AKP çevresinin göbekleri ve cepleri bu kanla şişmektedir. Ülke çoğunluğunu sömüren bu azınlığın gözünü çıkar hırsı o kadar bürümüştür ki, Erdoğan adeta kendini Tanrı ilan ederek herkesi “hizaya çekmeye” çalışmaktadır. Yani çılgın sömürgeci egosunu tatmin etmek için devletin tüm imkânlarını arkasına alan Erdoğan, Machavelli’yi aratmamaktadır.
Erdoğan’ın ve AKP çevrelerinin doymak bilmeyen egoları yüzünde Türkiye’nin adım adım bir felakete gittiğini, çatlakların her geçen gün genişlediğini, yıkılmanın an meselesi olduğunu artık herkes biliyor. Öyle ki Türkiye halkları her an yıkılma olasılığı olan AKP enkazının altında ne yapacağını bilememektedir. APO’cu Kürt halkı dışında neredeyse ülkenin çoğu, kesilmeyi bekleyen kurbanlık gibi kendini Tanrı- Kral Erdoğan’ın iki dudağı arasında çıkacakların insafına terk etmiş bulunmaktadır. Açıkça dilendiremezlerse de AKP’nin sanal cilalarının derinleşen çatlakları gizlemeyeceğinin farkındalar. Ülke gerçekliği böyle iken, AKP enkazından ilk nasibini alan insanlık olmaktadır.
Bildiğiniz gibi birkaç gün önce Wan’da meydana gelen şiddetli depremin ardında ortaya çıkan dramatik manzara, AKP enkazında insanlığın nasıl ezildiğini tüm dünya görmek durumunda kaldı: Deprem olmuş, yüzlerce insan göçük altında, binlercesi evsiz kalmış, hava soğuk, insanlar zor durumda ve çaresiz...Fakat derhal orada olup insanlara yardım edecek devlet yani hükümet yani AKP ortalıkta yok. Halkın en ufak demokratik gösterisinde bile oraya binlerce asker, polis, ajan, görevli gönderen Erdoğan, adeta sıra kadem basarak deprem rantını hesaplıyor.
Yaşananları anlatmak o kadar zor ve insanlık için utanç verici ki, insan ne söyleyeceğini bilemiyor…
Erdoğan, makamıyla, hükümetiyle, valisiyle, medyasıyla, faşist zihniyetlileriyle kısacası tüm gücüyle Wan halkı şahsında Kürtlerden intikam alayım derken aslında insanlığı utandırmakta ve öldürmektedir.
Erdoğan, üşüyen elleriyle ıslanan iri siyah gözlerini silmeye çalışan Wanlı Kürt çocuğunun ızdırabından haz alacak kadar aşağılaşmış ve insanlığı da aşağılamaktadır.
Erdoğan, insanın tüylerini diken diken eden Wan soğuğunda Wanlı aileye gelen yardımı çalarak, iktidarının çıkarına saklayacak kadar insanlık hırsızı olmuştur.
Erdoğan, Wan’daki insanlık dramını saklayarak ve yandaş medya ile manipüle ederek, insanlığı diri diri gömmekte ve onun üzerine saltanatını inşa etmektedir.
Erdoğan, dünyanın her yerinde gelen insani yardımları elinin tersiyle iterek, insanlığı kendi sömürgeci ve intikamcı egosuyla ayaklar altına almaktadır.
Erdoğan, tüm Kürt halkını yasa boğan Wan acısına aldırmadan askeri, siyasi, ekonomik savaşına hız vererek, insanlığa savaş açmaktadır.
İnsanlık kiri ve katili olan Erdoğan listesini kitaplarca uzatabiliriz. Fakat kısacası, iktidara geldiği günden Wan depremine kadarki sürede Erdoğan pratiğini yani AKP’yi eleğe vurduğumuz zaman ortaya çıkan yegane sonuç: ERDOĞAN, İNSANLIK İÇİN BİR UTANÇTIR VE ERDOĞAN GİBİLERİNE İNSAN DENDİKÇE HAYVAN OLMAK TERCİHTİR!
Mem AMED
- Ayrıntılar
Nasrettin Hoca’nın “Ördek Ali” hikâyesini bilirmisiniz?
Bilmeyenler için anlatalım. Ayakları eğri-büğrü tıbbi deyimle “x” ayaklara sahip bir Ali varmış. Ali yürüdüğünde ayaklarını x biçiminde attığı için oyun arkadaşları ve toplum ona Ördek Ali demeye başlar. Gel zaman git zaman Ördek Ali büyür, evlenir, çoluk-çocuğa karışır. Ve o artık Ali Efendidir. Herkes de ona öyle hitap eder. Bir gün Ali Efendi bir arkadaşıyla bulutlu bir havada yürürken arkadaşı “Ali Efendi havada bulut var” der. Vay bunu söyleyen senmisin diyerek Ali Efendi arkadaşının boğazına yapışır. “Sen bana ördek Ali dedin” der. “Ya Ali Efendi, el insaf ben nerede Ördek Ali dedim size. Ben sadece havada bulut olduğunu söyledim.” diyerek kendisini savunmaya çalışır. Dedin demedin tartışması ardından. “Söyle bakalım sen ne dedin? Ben havada bulut var dedim. Peki, havada bulut olursa ne olur? Yağmur yağar. Peki, yağmur yağarsa ne olur? Yerde göletler ve göller oluşur. Peki, göletler ve göller oluşursa ne olur? Tabii ki ördekler içinde ve üzerinde yüzerler. Sen bana Ördek Ali demek istedin” diyerek Ali efendi kendisini haklı olduğunu söylemiş olur.
Şimdi gelelim meseleye. Türkiye Cumhuriyeti diye kendisini adlandıran terörist devlet, “Kürt” ve ya “Kürt Sorunu” denildiğinde hemen “eşkıya, bölücü, terörist” eskilerden ise “şaki” deyi veriyordu.
“Ya sen devletsin, bak, bu halkın yani-Kürt halkının-şöyle sıkıntıları var” dendiğinde “terörist görüşler, Türklüğe hakaret, bölücülük yapılıyor” diye tutturuyorlar. Ya kardaş kim sana hakaret ediyor, ya kim ülkeyi bölüyor-kaldı ki bu topraklar ezelden beri atalarımızın, halis ve muhlis Kürt memleketi ve onların yaşadıkları topraklardır-ve senin ne zaman ve nasıl işgal ettiğin ve kana buladığın tarihi belgelerle senin arşivinde. Kimsenin bölelim diye öyle bir görüş ve niyeti de yok. Sadece bu topraklarda yaşayan bu halkın-yani Kürt halkının-yaşadıkları; özgürlük, eşitlik, siyasal, örgütsel, kimlik, dil, ekonomik, sağlık, güvenlik, eğitim ve tabii ki geri bırakılmışlık gibi bir sürü sorunu var. Bunları nedeni sensin, hem yaratan sensin, hem de bunların devam ettirilmesinde ısrar eden sensin. O zaman bu soruna, yani Kürt Sorunu’na bir isim takmak gerekmez mi? Gerekir değil mi? O zaman nedir bu Ördek Ali numaraları? O kadar mı kendinden kuşkulanıyorsun? O kadar mı kirlerin var? O kadar mı güvensizsin kendine? O kadar mı toplum dışısın? Ya da gerçekten çok mu gizlediklerin var? Yani senin bilip de bizim bilmediklerimiz mi var acaba?
Türkiye cumhuriyeti devleti diye bilinen bu terörist devletin de sakladıkları ve yaptıkları vardır. Yani öyle derine işlemiş ki biz “Kürt, Kürt Sorunu, Kürdün hakları” dediğimizde hemen aklına ilk gelen “eşkıya, şaki, bölücü, anarşist” ve yeni moda deyimle de “terörist” deyi veriyor.
Değerli aydın ve Türk kemalistti Baskın Oran “Merhaba 1938” başlıklı makalesinde belgeler sunuyor. Şeyh Sait isyanında o kadar vahşet uygulayan Terörist Devlet, Kürdistan’ın başka sahalarında isyanların çıkmasına afallanıyor. Çünkü o kadar insanlık dışı uygulamalar var ki, aklı olanlar akıllarını başlarına alarak bir daha ayaklanmazlar. Mantık bu.
Şöyle diyor Baskın Oran makalesinde:
Bunlara rağmen eşkıya 1930 Ağrı’da yeniden ayaklandı. Günün basını şöyle anlatıyor: “Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltihak eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekâtında imha edilenlerin sayısı on beş bin kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur. Bir hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekâtına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı’da tarama harekâtına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkânı tasavvur edilemez.” (Cumhuriyet, 16.07.1930). “
Dikkat edelim yukarıda ki uygulamalar terörizmi en üst boyutta uygulayan bir devlete aittir. Ancak aynı bugünlerdeki gibi asker ve ağzı kanlı basının öncülüğünü yapan Cumhuriyet gazetesine aittir bu yazı. “Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur” derken sevinç çığlıklarını atan bir basın.
Devam edelim:
“Burada da askerî harekâtla yetinmedik, “gayet mahrem ve zata mahsus” bir Türkleştirme genelgesi yayınladık. Yabancı lehçelerle görüşen köyler” den küçük dağınık olanları “civar Türk köylerine” dağıtılacaktır. “Bilhassa kadınlar arasında” Türkçenin yaygınlaştırılmasına çalışılacak, Türkçe bilmeyen köylü kadınları şehirlere celbederek Türk evlerine münasip hizmet ve suretlerle” yerleştirecektir. “
Makalesini sonlandırırken şöyle diyor:
“Fakat hiç anlamıyorum. Bütün bu insanüstü çabalarımıza rağmen bu “eşkıya” meselesi hortladı da hortladı. Tek farkı, 1970 ve 80’lerde “bölücü ve anarşist”, şimdi de “terörist” adını alması...”
Yukarı da dile gelenlerde neden terörist devletin her Kürt ya da Kürdistan denildiğinde hemen “terörist, bölücü, eşkıya” dedikleri şimdi daha iyi anlaşılıyor değil mi? Türk egemen sınıflarının tarihi o kadar kirlidir ki, tek kelimeyle TERÖR VE TERÖRİZM’dir. “Terör, kurbanlar kategorisindeki insanlara karşı yapılan eylemler olarak tanımlanır. Bu, ‘diğer insanların’ gelecekteki davranışlarını değiştirmek amacıyla yapılır.“ bakın aynı bugünlerde ki gibi o zamanlarda da Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltihak eden köyler tamamen yakılmaktadır.
İşte, lafı uzatmadan bu terörist devlet ve bugün sözcüleri olan Erdoğan, Kimyasal Necdet, Arınç, Gül ve cümle cemaat diğerlerinin hepsi bu psikolojik terörist tikten dolayı terörist, terörizm diye yatıp kalkıyorlar.
Anlayan anlar ya!
Ördek Ali havada ki bulutta nem kaparak “bana Ördek Ali dedin” derken nedenini biliyorken, TC’nin yöneticileri de her konuda hatta sigara kampanyasında da “terör ve terörist” dediklerinin nedenlerini biliyorlardır.
Hani vardır ya “eşek dokuz çeşit yüzme bilir ve suyun kenarına geldiğinde hepsini unutuverir” diye. “TC’nin saygın yöneticilerinin” durumu da biraz böyle olsa gerek.
Kasım Engin
- Ayrıntılar