Zorlu ve tarihi öneme sahip bir mücadele sürecini yaşıyoruz. Zorluklar kadar kazanma imkan ve fırsatları da büyük. Belki de yakın tarihte ilk defa özgürlüğü kazanmaya bu kadar yakın oluyoruz. Fakat bu da kendiliğinden elde edilmiyor, zorlukları yenen başarılı bir mücadele ile kazanılması gerekiyor. Elbette bunun için de doğru ve derin kavrayış ile herkesin kendi üzerine düşen görevi başarıyla yapması gerekli oluyor.
Zorluk sadece Kürtler açısından sözkonusu değil, bütün Ortadoğu halkları zorlu bir mücadele sürecinden geçiyor. Daha çok da kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı tiranlıklar büyük zorluklar yaşıyor. Halklar için özgür ve demokratik yaşam umuduyla dolu bir “Bahar” yaşanırken Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ulus-devlet diktatörlükleri bir bir düşüyor. 2011 yılının olayları Ortadoğu’yu neredeyse altüst ediyor.
Genelde olduğu gibi, Kürdistan üzerinde hükümran olan devletler de çok zorlu bir süreci yaşıyor. Kaddafi’den sonra düşme sırasının Beşer Esat’a geldiği noktasında hemen herkes birleşiyor. Belki 2011 yılı Esat rejiminin sonuna da tanık olur. Ondan sonra da sıranın İran’a geleceği ve esas çatışmanın İran’da yaşanacağı açıkça görülüyor. Yani İran rejimi de düşüşün eşiğinde bulunuyor. Tabi bir de AKP iktidarı var. Komşularla “Sıfır problem” diplomasisi ile yola çıkıp da sonunda tüm Ortadoğu’ya yönelik NATO savaşının karargahı haline gelen AKP! Onun sonucunun ne olacağı da pek hayra alamet görünmüyor.
Bütün bunlara rağmen, tüm bu rejimlerin hiç biri de Kürtlere saldırmaktan geri durmuyor. Yıkılmanın eşiğindeki Esat yönetimi hala “Kürt halkının demokratik haklarını tanıyoruz” diyebilmiş değil. Ahmedinecat yönetimi ise Kandil ve Xinêre üzerinden açık bir savaş yürütüyor. AKP hükümetinin ise, “PKK ile görüşmeyin” diye İran ve Suriye yönetimlerini sürekli uyardığı bilgileri geliyor. Dikkat edilirse, ölüm döşeğindeler ama halâ “Kürtler kazanmasınlar” diye çalışıyorlar. Kendilerinin kaybetmelerini önlemekten önce ve daha çok Kürtlerin kazanmasını önlemek için çaba harcıyorlar.
İşte bu gerçeği tüm Kürtlerin çok iyi görmesi ve anlaması gerekiyor. Bu öyle normal bir karşıtlık durumu değildir, hastalık düzeyine ulaşmış bir Kürt düşmanlığı durumudur. Dolayısıyla da mevcut rejimlerin Kürt sorununu çözeceği beklentisi adeta bir hayale benzemektedir. O halde geriye ne kalıyor? Kürtlerin gerçekleri iyi görmesi ve çözümü kendi güçleriyle direnerek yaratması! Bunun dışında başka bir yolun kalmadığı ortadadır. İşte bunun için de herkesin tarihsel görev ve sorumluluğunu doğru anlaması ve bunların gereğini pratikte yerine getirmesi gereklidir.
Herkesin üzerine düşen görevin gereğini yapması ne demektir? Bu konuda Kürtlerin programı tarihin bütün dönemlerine göre çok daha netleşmiş durumdadır. Birincisi, Demokratik Toplum Kongresi 14 Temmuz tarihli oturumunda “Demokratik Özerklik İlanı”nda bulunmuştur. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm toplumu “Demokratik Özerkliği inşa etmeye” çağırmıştır. Bu, son derece somut bir görevdir ve istisnasız herkes için geçerlidir. herkesin bulunduğu her yerde, köyde, kasabada, mahallede, şehirde demokratik özerklik inşa çalışmasını bir seferberlik düzeyinde yürütmesini gerektirir. O halde herkese şunu sorabiliriz: Demokratik Özerklik inşa çalışmaları nasıl gidiyor? Ne kadar ne kadar ilerleme oldu, nereye gelindi? Varsa ne tür sorunla karşılaşılıyor?
İkinci görevi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan belirlemiştir. Kürt sorunun barışçıl siyasi çözüm müzakeresi için gerekli karar tasarılarını hazırlayıp AKP hükümetine sunduktan sonra, “Hükümet barışçıl-siyasi çözümün önünü açıncaya kadar benim yapabileceğim bir şey kalmadı” demiştir. Meclisin ve hükümetin bu konuda adım atıp kendisine rol tanımasını istemiş, kendisinin “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme” sorununun olduğunu belirtmiştir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “Sağlık sorunu”, “Güvenlik sorunu” ve “Özgür hareket edebilme sorunu”, elbette başta tüm Kürtler ve demokratik güçler olmak üzere tüm Türkiye toplumunun ve devletinin görevidir. Çünkü İmralı’da ağır tecrit koşulları altında tutulmaktadır ve bundan AKP hükümeti, TC Devleti ve küresel sistem sorumludur. Bunlarla birlikte bu sistem altında yaşayan, bu sistemin varolmasına evet diyen toplum ve toplumlar sorumludur. Elbette en çok da Kürtler sorumludur. Çünkü kendi Önderlerinin durumu sözkonusudur. Önderlerinin durumu doğrudan kendi durumları demektir. Önder Abdullah Öcalan’ın durumuna ilişkin sorumlulukların yerine getirilmesini sağlatma görevi herkesten önce Kürtlerin üzerindedir. Ve her Kürt bundan sorumludur, herkesin bu konuda görevi vardır. Herkesin kendi görevini yapması demek, Kürt Halk Önderi’nin “Sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme” sorunu konusunda üzerine düşen görevin gereğini yerine getirmesi demektir. O halde bu noktada herkese şunları da sorabiliriz: Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilme durumu nasıldır? Sağlığı ne kadar yerindedir? Güvenliği ne kadar sağlamdır? Özgür hareket edebilme imkânı ne kadar vardır?
Burada bir hususun daha altını çizmek önemlidir. Tüm Kürtler için ifade ettiğimiz bu görevler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Bunları birbirinden ayrı düşünmemek, ele almamak ve birbirinin önüne koymamak gerekir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilme durumu ile demokratik özerkliğin inşası elle tırnak gibi birbirine bağlı ve iç içe bir durum arzetmektedir. Biri olmadan diğeri olmaz. Birinin gelişimi mutlaka diğerinin gelişimini de sağlar. Kısaca Kürt Halk Önderi’nin sağlık, güvenlik ve özgürlüğü için mücadele, aynı zamanda demokratik özerkliği inşa mücadelesidir. Bunun tersi de doğrudur. Demokratik özerklik inşası Kürt Halk Önderi için özgürlük mücadelesidir.
Şimdi bu tarihi görevler karşısında Kürtlerin duruşu nasıldır? Kürt gençleri, kadınları, tüm toplum ne yapmaktadır? Bu tarihi göreve ne kadar sahip çıkmaktadır? Demokratik özerklik inşası ne durumdadır? İmralı tecridinden öteye, Kürt Halk Önderi’nin sağlı, güvenlik ve özgür hareket edebilmesi için ne kadar mücadele edilmektedir? İşte bu sorular çerçevesinde her an, her gün durum değerlendirmesi yapmak ve eksiklikleri aşmak gerekir.
Çünkü görevlerin tam sahiplenilmediği ve herkesçe yeterince yerine getirilmediği açıktır. Örneğin, yaklaşık elli gündür Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat görüşü olmamıştır. AKP hükümeti tarafından avukat ve aile görüşü keyfi olarak engellenmektedir. Bırakalım Kürt Halk Önderi’nin özgür hareket edebilmesini, elli gündür durumu hakkında toplumun bilgisi yoktur. Sağlığı, güvenliği nasıldır bilinmemektedir. Durumu tümüyle endişe verici hale gelmiştir. O halde Kürt gençleri, insanları neyi beklemektedir? Gün mücadele günüdür ve bu da herkesin görevidir. Herkes görevini yaparsa tarihi süreç kazanılır.
Burada birkaç yetersiz yaklaşıma dikkat çekmek de önemlidir. Örneğin, yukarıda belirttiğimiz iki görevi birbirinden ayırmak kesinlikle yanlıştır. O durumda mücadele alanını daraltma ve tek yanlı kılma yaşanır. Diğer yandan, Kürt Halk Önderi ile görüşülmesi önemli olmakla birlikte, her şeyi avukat görüşmesine bağlamak doğru değildir. Kaldiki son görüşmede Kürt Halk Önderi de avukatlara “Artık gelmeyebilirsiniz” demişti. Kürt halk Önderi’nin sorunu artık avukat görüşmesinin yapılıp yapılmaması sorunu değildir; kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi sağlı, güvenlik ve özgürlük sorunudur. Bir de Kürt Halk Önderi söyleyeceğini söylemiş, yapacağını önemli ölçüde yapmıştır. Artık iş yapma, mücadele etme sırsı Harekette ve halktadır. Her şeyi Önderlikten beklemek, kendi görevimizi Önderliğe yüklemek doğru değildir. “İmralı’ya gitsek sorun çözülür” demek ve sadece bunun çabasını vermek doğru ve yeterli bir tutum olamaz.
Oysa yürütülecek mücadele, yerine getirilecek görevler çok açıktır: Bir, Kürt Halk Önderi’nin sağlık, güvenlik ve özgür hareket edebilme sorununu çözmek! İki, demokratik özerkliği yaşanan her yerde inşa etmek! Bunları da Kürt Halk Önderi değil, halkın kendisi yapacaktır! Biz yapacağız! Kürt gençleri ve kadınları yapacak! Hem de seferberlik düzenindeki bir çalışmayla yapacağız! O halde kendine “Apocu gençlik” diyen, “yurtseverim” diyen herkes görev başına!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
17 Ağustos'tan bu yana Medya Savunma Alanlarımıza TC devleti hava akınları yapıyor. Yüzlerce yeri vurmuşlardır. Hızlarını alamadıkları yerlerde ise izli mermilerle, fosfor bombalarıyla ormanlarımızı yakıyorlar. Ve mevcut durumda yakmadıkları yerler bırakmamışlardır.
Önceleri Silvan’daki asker ölümlerini gerekçe yapan TC devleti ardından da Çukurca'daki pusuyu gerekçe göstererek hava saldırılarını başlatmışlardır. Halbuki herkes biliyor ki -bunların içerisinde TC eski genelkurmay başkanı da dahildir -biz eylemsizlik ilan ettiğimizden kesinlikle harfiyen bu tek taraflı eylemsizlik kararımıza harfiyen uymuşuzdur. Bunu dediğimiz gibi eski genelkurmay başkanları bile dile getirmiştir. Ancak herkeste biliyor ki TC devleti, hükümeti ve ordusu tek taraflı ateşkes veya eylemsizlik kararlarımıza her zaman saldırılarla cevap vermişlerdir. O meşhur olan 1993 tek taraflı mart ateşkesimize bile TC devleti, hükümeti ve ordusu ateşle cevap vermiştir. Örneğin 3 Nisan 1993 günü Pazarcık alanının Gani dağında 11 yoldaşımızı hunharca ağır teknikle katledilmiştir. Faşist rejim hızını alamamış o zaman ağır yaralı düşmanın eline geçen Seyidxan-Kendal yani Hüseyin Matur yoldaşımızı panzerin arkasına takarak kilometrelerce halatlara bağlı bir şekilde yerlerde çekerek katledilmiştir. (Bu söylediklerimize inanmayanlar Bejan Matur’a sorsunlar. )
Evet dediğimiz gibi TC devleti, hükümetleri ve ordusu tüm ateşkes ve tek taraflı eylemsizliklerimize karşı hep saldırı içerisinde bulunmuştur. Her zaman kendilerince bizim zayıfladığımızı düşünerek bunu yapmayı kendilerine erdem bilmişlerdir. Çoğu zamanda tek taraflı ateşkes ve eylemsizliklerimizi kendilerine fırsat bilerek saldırdıkça saldırmışlardır. Tarihimizde en büyük kayıplarımızı genel olarak eylemsizlik süreçlerinde yaşadığımızı ilgili olan herkes bilir. 1999 yılında tek taraflı başlattığımız geri çekilmemize TC devleti korkunç bir saldırıyla cevap vermiştir. 400’ün üzerinde yoldaşımız şehit edilmiştir. Yine onlarca yoldaşımız düşmana esir düşmüştür. Yüzlercesi ağır yaralanmıştır.
Evet, TC devleti hiçbir zaman ilan ettiğimiz tek taraflı ateşkes ve eylemsizliklerimize dürüst yaklaşmamıştır. Hep katletmenin gerekçesi haline getirmek istemişlerdir. Utanmaz bir şekilde hep saldırdıkları halde bizim saldırıya geçtiğimizi söylemeden de edememişlerdir. En son olarak ta sözde Silvan eylemini ve Çele eylemini gerekçe göstererek “bıçak kemiğe dayandı” diyerek halkımıza ve gerillaya karşı daha geniş planlı saldırılara geçmişlerdir.
Sizin için bıçak kemiğe dayanmıştır ancak bizim için bıçak onlarca kez kemiği param parça etmiştir, kesip atmıştır. Kaldı ki dediğimiz gibi saldırı halinde olan devletin, hükümetin ve ordunun kendisidir. Biz yaptığımız açıklamalarımız temelinde yürüyüşümüzü harfiyen bu sözlere denk sürdürmeye devam ediyoruz. Sözü edilen Silvan eyleminde düşman araziye bizi imha etmek için çıkmıştır. Çele eyleminde ise sınıra askeri güç yığan bir güce karşı eylem yapılmıştır. El konulan askerlere dönük ise burası Ringo’nun ahırı değil ki her elini kolunu sallayan ülkemize girip çıksın. Kaldı ki bu askerler ve uzmanlar özel JİTEM çalışması için görevlendirilen askerlerdir.
Sonuç olarak TC devleti tüm yalanlarını ve yalan yayan kimi sahte liberal yazarını da örgütleyerek saldırıya geçmiştir. Sözde sol geçinen kimi sahtekarı da yanına alarak bu saldırılarına meşruiyet kazandırmak için her şeyi yapmayı hedefliyor. Bunlar yetmediği için sahte Kürtleri, geçmişte özgürlük hareketinin karşısında müflis durumuna düşmüş tipleri, Almanların ajanlarını, devlete ajanlık yapan köstebekleri, iflas etmişleri derken İran devletini, büyük güneyde ezelde TC devleti ajanlığını yapan bazı kesimleri de yanına alarak bu saldırılarını hem artıyor hem de yaygınlaştırmak istiyorlar.
Biz sadece; geleceğiniz varsa göreceğiniz da var diyoruz. Ve sizin bu saldırılarınıza karşı yapacağımız tek bir değişiklikle Türkiye’nin altını üstüne getireceğimizi de alenen belirtiyoruz.
Karayılan yoldaşımız gerillanın yüzde beşinin harekete geçtiğini söylemişti. Aynen öyledir. Biz yıllardır dağlarda oluşturduğumuz tüm kurumlarımızı dağıtırsak, fes edersek ve tüm gücümüzü takım örgütlemesi temelinde timlere bölersek o zaman Türkiye’nin başına geleceklerini sadece Türkiye değil, Türkiye’yi kiralık ve taşeron katil olarak kullananlar bile altında kalkamaz.
Somut olarak bir timimiz Karadeniz’de neler yaptığını herkes görmüştür. TC devleti aylarca binlerce hatta on binlerce asker, polis, korucu, JİTEM’ci yığarak ancak altında kalkabilmiştir. Şimdi ise biz sizin söylediklerinizle 5000 gerillamızı tim hareketine tabi tutarsak ne olur? O zaman Türkiye’de taş üstüne taş kalacak mıdır? Ya da İran böyle yerinde kalabilecek midir? Ya da ABD Ortadoğu’da böyle yerinde duracak mıdır? Ya da Ortadoğu’da TC devletiyle işbirliği yapan hangi güç rahat yerinde duracaktır?
Evet, tahammülümüzü zorlamayın. 5000 gerillamızı tim hareketine tabii tutarsak bunlar 1000 deneyimli ve tecrübeli gerilla eder. Her bir timin başına on yıllardır gerillacılık yapan yoldaşlarımızı koyarsak o zaman en çok sabah çaylarımızı Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de, İstanbul’da ve Bolu dağlarında içeriz.
O zaman Kasımpaşa edalarının ve naralarının nasıl atıldığını herkse görebilecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Özgürlüğümüzü kazanmanın tam zamanıdır.
Tarihin hiçbir döneminde sahip olamadığımız büyük bir fırsat var önümüzde. Bu tarihi fırsatı değerlendirip değerlendirmemek tamamen bize kalmıştır. Tarih her zaman böyle büyük fırsatları bizim gibi halkların önüne koymaz. Bu fırsatlar bazen bin, bazen yüz, bazen de eli yılda bir gerçekleşir. Bu fırsatlar zamanında layıkıyla değerlendirilmezse belki de tekrar bin yıl, yüz yıl eli yıl daha beklemeye sebep olur. O halde tam da önümüze gelmişken bu tarihi fırsatı değerlendirmemezlik etmeyeceğiz.
Yarının özgür Kürdistan’ında özgürce hareket edebilmek için, korkmadan, güven içerisinde sevdiklerimizle yaşayabilmek için, adeta avuçlarımızın içine girmiş olan bu tarihi fırsata dört elle sarılacağız. Çünkü bu tarihi fırsatı değerlendirmenin her türlü imkanına fazlasıyla sahibiz. Arkamızda, halkımızın on, bin on beş bin yılın ötesine götürülebilen tarihi geçmişi, tarihte neredeyse uygarlığın bütün hâkim güçlerine kafa tutmuş halkımızın direniş geleneği, çağımızın dünya çapındaki en kapsamlı ve en ekili özgürlük hareketi olan PKK’nin amansız mücadele geleneği durmaktadır. Sadece Türk devletinin değil, uluslar arası ve bölgesel tüm hakim güçlerin yok etmek için her türlü imkanlarını seferber ettiği ama bir türlü baş edemediği PKK hareketinin yenilmezliği kanıtlanmakla kalmamış, arktık zaferini gerçekleştirmenin nihai aşamasına gelmiştir. Bu artık tartışılmaz bir gerçektir. Türk devletinin adeta çıldırmış halde kopardığı son savaş yaygarasının asıl sebebi, artık görmekte olduğu özgürlük hareketinin zafere gidiyor olması ve bunu önleyemiyor olmanın verdiği büyük korkudur. Şimdiye kadar denediği hile ve oyunların hiç birisi tutmadı. Yüzüne taktığı sahte maskelerin hiç birisi işe yaramadı. Yaptığı yalanların hiç birisi yutulmadı. Elinde kala kala tekrar o vahşi, barbar, katliamcı yüzüyle sahneye çıkmak oldu. Özgürlük hareketinin en büyük başarılarından biri de onun tüm sahte maskelerini düşürmesi, güya sevimli maskeler altında saklamaya çalıştığı canavarlığını çırılçıplak açığa çıkarmasıdır.
Artık saklayamayacağı en vahşi yüzüyle bir kez daha açığa çıkmış olan Türk devleti, Kürt gerillalarının üzerine filolar halinde savaş uçaklarını kaldırarak, tekniğin gücüyle güya yeni askeri strajiler devreye sokarak, büyük bir psikolojik savaşla PKK gerillaları karşısında yenilmiş, darmadağın olmuş, birbirine girmiş Notunun ikinci büyük ordusu olarak değerlendirilen o koca ordunun bir yerde yenilgisini de gizlemeye çalışarak sanki şimdiye kadar hiç denenmemiş gibi, adeta askeriyeye alternatif yeni polis, özel tim sistemlerini devreye sokarak sonuç alacağını sanmaktadır. Otuz yıldır koca ordunun ve ordunun arkasındaki bütün devlet kurumlarının yapamadığını sanki yüzü boyalı, iri kemik ve et yığınından oluşan korkunç görünümlü timler gerçekleştirecekmiş gibi bir hava estirilmektedir. Bunların artık küçücük Kürt çocukları üzerinde bile bir etkisi olmadığını bilmeyen yoktur. Şişirilmiş, yüzü boyalı bu ızbandutlarla Kürt çocuklarına bile geri adım attıramazken, Kürt halkına ve yılların büyük deneyimine sahip Kürt gerillalarına mı geri adım attıracaklar? Buna kendilerinin bile inanmadığını zaman zaman kendi ağızlarından kaçırdıkları sözlerden biliyoruz.
Bütün bunlar bir yana, bir gerçek var ki, artık Kürt halkının canına tak etmiştir ve Kürt halkının bundan böyle buna tahammül göstermesi mümkün olmamaktadır. Bu coğrafya üzerindeki yaşayışı ve yarattığı kültür, bilimsel bulgularla tarihi on on beş bin yıllarına kadar götürülebilen Kürt halkı gibi büyük bir halkın varlığı hala inkâr edilmektedir. Bir tavuğa, bir eşeğe, bir köpeğe bile kendi ismi veriliyor iken, tarihin ve bu coğrafyanın en kadim halkı olan Kürt halkının ismi ve kimliği dahi kabul edilmemektedir. Hala yok sayılmakta, varlığı görmezden gelinmektedir. Dünyanın başka bir yerindeki güya birkaç Türk’ün ana dilde eğitim hakkı için kıyametler koparılırken, nüfusu yaklaşık kırk milyon civarında olan Kürtlerin çocukları için ana dilde eğitim hakkı söz konusu olduğunda ikiyüzlülüğün, sahtekârlığın, inkârcılığın en gaddar halli sergilenmektedir. Zere kadar namusu, şerefi, guru olan hiçbir kürdün artık buna tahammül göstermesi mümkün değildir. Kürtler bundan böyle adeta bir köle gibi onun işçiliğini yapmayacak, gidip onların kapısında dilenciler gibi iş aramayacak, inşaatlarında çalışmayacak, onların kapı bekçisi, temizlikçisi, hamalı olmayacak, bağlarındaki fındığı, üzümü toplamayacak, bu tür işlerde artık daha fazla onurunu ayaklar altında çiğnetmeyecektir. En önemlisi de Kürt gençleri bundan böyle Türk ordusu saflarında yer almayacak, kendi halkına cephe alarak kendine düşman hale gelmeyecektir. Bu tarihi fırsat eşiğinde artık ne yapacaksa kendisi için yapacaktır. Kendini yurtsever bilen her bir Kürt bunun farkına varmıştır, varmayanlar da bundan sonra varmak zorunda kalacaktır. Varsın cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, generalliyle, Kürtlere düşman ağzı kanlı kalemşoruyla, şişirildikçe şişirilmiş et ve kemik yığını yüzü boyalı timi ve askeriyle Kürtler korkutulmaya çalışılsın. Kendi farkına varmış kürt insanının buna artık karnı toktur ve bunun için gereken cevap neyse vermeyi bilecektir.
Söz konusu cevabın ismi ne mi olacak? Kuşkusuz ki bunun adı halka savaşı olacak, gerçek bir halk savaşı. Bu savaşta, yediden yetmişe herkes yer alacaktır. Küçücük Kürt çocuklarının son birkaç yıldır yaptıkları göz önündeyken, Kürt gençlerinin yapacaklarını varsın bu savaşı başlatanlar düşünsün. Yediden yetmişe topyekûn bir halk olarak harekete geçildiğinde bunun yol açacağı sonuçları varsın bu güne kadar Kürt halına saygısızlıkta sınır tanımayan, önder APO’nun on sekiz yıldır tüm barış çabalarını boşa çıkarmaya çalışanlar düşünsün.
Bundan sonra bir Kürt nerede duruyorsa orada bir yangın, bir yıkım tehlikesi vardır. Elinde en az imkânın olduğu sıradan bir Kürt bile rahatlıkla bir fabrikayı, bir binayı, bir mağazayı, bir ormanı ateşe verebilir, bulunduğu yerde hayatı cehenneme çevirebilir. Bunun için tek bir kibrit çöpü bile yeter de artar. Artık onlar, bir ağacımızı yakıyorsa Kürt insanı bir ormanı yakacaktır. Onlar bir insanımızı öldürüyorsa, Kürt insanı devletle bağlantılı olan beş insanı öldürecektir. Ne çarşıda sokakta, ne evinde ne de görevinin başında hiçbir devlet görevlisi, hiçbir polis, hiçbir asker güvende olmayacaktır. Bunun için ilada elde bir bomba, bir otomatik silahın olmasına da gerek yok, bazen bir polisi, bir askeri öldürmek için bir iki bıçağın bulunması bile yeterli gelir.
Şüphesiz bu savaşta yediden yetmişe herkese yer vardır, ama yine de en büyük görev yiğit Kürt gençlerinin üzerine düşmektedir. Çünkü halk savaşının bel kemiği onlar olacaktır. Üzerine gidecekleri hedefi önceden belirleyecek, bazen bir kişi tek başına hareket edebileceği gibi, bazen iki veya üç, bazen on, bazen de daha kalabalık gruplar halinde büyük bir disiplin ve örgütlülük içerisinde hareket edecek, üzerine gidecekleri hedefi yıkmadan geri dönmeyeceklerdir. Kendi analarının, kız kardeşlerinin, polisin vahşi tekmelerinin ve coplarının altında kafalarının, kemiklerinin kırılıp parçalanmasına seyirci kalmayacak, arkadaşlarının kendilerinden koparılıp barbarca işkence edilmesine fırsat vermeyecek, bunun olduğu her yerde büyük bir cesaretle kendilerini yıldırmaya çalışan polis ve askerin üzerine yürüyecek, onların yaptıklarını onlara misliyle ödeteceklerdir. Eğer eli veya yüz polis yüzlerce insanı rahatlıkla kovalayıp dağıta biliyorsa, bilinsin ki bu gençlerin en büyük ayıbı olmaktadır. O halde buna fırsat vermemek için yiğitçe davranmak, her an hazırlıklı, örgütlü, planlı olmak şarttır. Polis ve askere karşı koymak için gerekli tüm araçlar önceden hazırlanmalıdır. Yaralayıcı, hatta öldürücü araçların hiçbirinden kaçınılmamalıdır. Binlerce genç erkek ve kızın aynı anda büyük şehitlerimiz Mustafa Malkoç ve Evrim Demirlerin ruhuna yakışır şekilde hareket ettiği yerde önlerinde hangi serseri polis ve asker dayanabilir. Kaldı ki böyle hareket etmek için her türlü maddi ve manevi değere sahip bulunmaktayız. Şehitlerimizin ruhuna yakışır şekilde hareket ettiğimiz takdirde Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkelerin devriminden on kat daha büyük devrimler yapabilecek güçteyiz. Tarih önümüze böylesine bulunmaz bir fırsat koymuştur. Başkan APO’ya halkımıza, gerillamıza ve yakın sevdiklerimize sevgimizi kanıtlamanın günü bu tarihi günlerdir. O halde sevgimizin büyüklüğünü kanıtlayalım ve ülkemizin, halkımızın önder APO’nun özgürlüğünü gerçek kılalım.
Bütün bunları belirtmişken, küçük bir uyarıya da yer vermek yerinde olacaktır. Batman, Amed, Siirt, Van, Cizre vb. kentlerde düşürülüp birer serseri mayına dönüştürülen, uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık işlerinde kullanılan, halkına zarar veren polisin denetimindeki gençlerin bir an evvel akıllarını başlarına toplamaları, yönlerini onları o hale getirenlere çevirmeleri, gerçek düşmanlarını görmeleri gerekir. Aksi takdirde başlarına geleceklerden yalnızca kendileri sorumlu olacaklardır.
Sabri Tolhıldan
- Ayrıntılar
Yazların sıcak geçtiği hep söylenir. Ancak Kürdistan’da bu yıl güzün sıcak geçeceğe benziyor.
Edebiyatta hep yazın sıcaklığı, yazın kavuruculuğuyla duygular anlatılır. Bir yere kadar bu yerindedir. Ancak biz dağdakiler biliriz ki bizim en çetin kavgalarımız bir baharda verilir birde güzün verilir.
Ancak bu kez sıcağın ötesinde bir güzü yaşayacağız. Bilinir güzler serin ve soğuk geçer. Ancak bu güz başka bir güz olacak. Sıcak geçecek. Bir nevi bir hesaplaşmanın güzü olacak. Kavgamızın belki de en güçlüsünü bu güzünde vereceğiz. Tarih yazacaksak birde bu güzün yazacağız.
Biz devrimciler hem de devrimciliği gerilla tarzında yapanlar bilirler ki kavgamız sadece bizim belirlediğimiz stratejiler üzerinde yürümez. Düşman diye tanımladığın -bu durumda cümle cemaat işbirlikçiler ve sömürgeciler-güçlerin de planları olur, senin planların da bu düşman güce göre şekil alır.
Savaş sadece bir tarafın belirlediği bir kavga değildir. Savaş, savaşan güçlerin belirledikleri karşılıklı taktikler üzerine gelişen bir gerçekliktir. Bu durumda senin tek başına iraden her şeyi belirlemez. Düşman diye tanımladığın gücün her adım seni birebir etkiler. Hatta etkilemenin de ötesinde taktiklerini günlük olarak bu saldırılara göre uyarlamaya zorlar.
Bu güzün TC sömürgeci devleti uluslar arası güçler başta olmak üzere kimi sömürgeci bölge gücünün de yardımlarıyla hatta teşvikleriyle kendi boyunu aşacak konseptlere başvurmaya hazırlanıyor. Biz buna ikinci uluslar arası komplo dedik. Birilerinin Ortadoğu’daki projeleri için taşeron güç olarak Türkiye kendisini hazırlıyor. Doğrusu getirisi eğer başarılırsa çok olacak bir taşeronluktur.
Taşeronların belirgin bir karakterleri vardır. Ağızları çok argodur. Bozuktur. Küfürlüdür. Kabadayıcadır.
Bir işveren ya da müteahhit işini yaptırırken belli kurallara dikkat ederek iş yürütür. Ne de olsa bir bu işin kültürünü biliyor. Yani sömürmenin kültürünü edinmiştir. İkinci olarakta bir gün karşısına başka şeyler çıkacağını bildiğinden daha ölçülüdür. Ancak bu işi bir taşerona devretmişse bu taşeron daha ham, daha aç gözlü ve daha pervasızca yürütür. Kârın kârından alıyordur. Yani daha az kazanıyordur. Fazla kazanmasının yolu mal çalandan bir nebze de olsa alabilmesi için çalıştırdıkları işçilere daha fazla yönelmesi gerekiyor. Daha fazla çalıştırması gerekiyor. Bu ise dediğimiz gibi kişilik olarak birçok üslup bozukluğunu beraberinde getiriyor.
İşte Erdoğan’ın üslubu tam da bir taşeronun üslubudur. Bozuktur. Lümpencedir. Kabadayıcadır. Çiğdir. Kırıcıdır. Vurdum kırdılıdır.
Evet, birde taşeron bir görev almıştır. Bu görevi yerine getiremezse tüm yaptıklarını da müteahhide kaptıracaktır. Bunun için telaşlıdır. Sekterdir. Sabırsızdır.
Erdoğan bu taşeron kültürüyle uluslar arası güçlerin istediklerini yerine getirmek için savaş tamtamlarını çalmaya başlamıştır. Eskilerden söylerdi ama şimdi bizatihi savaş kurmayı olmuştur. Askeri şura toplantısındaki edası tam bir genelkurmay başkanlığı edasıydı. Bunu yapmışken sadece edasıyla kalmasın bizatihi genelkurmay başkanı olsun. Onun ruh ikizi gibi duran Bülent Arınç ise Kara Kuvvetler Komutanı olsun. Nede olsa faşizan, anit demokratik, kadın karşıtı görüşleriyle Ku Klan Klaxlara çok benziyor. Açılım bakanı Atalay ise Jandarma Genel Komutanı olsun. Kendi kürdü olan Hüseyin Çiçek ise İkinci Ordu Komutanı olsun. Ne de olsa İkinci ordu Malatya’da konuşlandırılmıştır. Malatya ise Kürdistan’dır. Birinci Ordu Komutanlığına Abdulkadir Aksu’yu getirsin. Hava Kuvvetler Komutanlığına en havalı konuşan Cemil Çiçek’i getirsin. Üçüncü Orduya ve Ege ordularına da birilerini bulurlar herhalde.
Özcesi Erdoğan mademki uluslar arası güçlerin taşeronluğunu çok ciddi olarak üstlenmiş o zaman bizatihi bu savaş işini kendisi yürütsün. Ne de olsa tüm Akepeler şahinleşmişlerdir. Hepsi savaş komutanı olmuşlardır. Ve ne de olsa kendi eski genelkurmay başkanları nasıl bir orduya sahip olduklarını kendi ağzıyla dile getirmiştir. “Kepazelik” durumda olan bir orduya ancak şahinleşmiş Akepeler “düze” çıkarabilir.
Ama öyle görülüyor ki Akepe tek başına bu işi yürütemiyor. Bunun için cümle cemaat ne kadar yağdancılık yapan tip varsa hepsi bir ağızdan şahinleşmişler. Hepsi savaş istiyor. Hepsi havadan, karadan, denizden varsa başka bir yerden savaş istiyor. Kendilerine liberal aydın diyen bir kesimde bu koroya aktif katılmışlardır. Bu taşeronlukta onlarda yer almak istiyorlar. Taşeron hepsine iyi gözdağı vermiştir. “Ya benimlesin ya da gidicisin” demiştir. “Ya taraf olursun ya da bertaraf olursun” misali yok olup gideceksin. Kimisi korkusundan ama kimisi Nasreddin Hoca’nın gölü mayalaması gibi “ya tutarsa diyor” ve işin içine karambolajdan giriyor. Çünkü tutarsa kazanacağı çok maddi külfet vardır. (Ama biz de ekleyelim; ya tutmazsa ne olacak! O zaman söz size eğer hepinizi halkın divanına sevk etmezsek bize de devrimci demesinler.
Evet Türkiye’nin büyük bir şovenist kesimi şahinleşiyor. Ve bu şahinlerin tümü Kürdistan’a saldırmaya hazırlanıyorlar. Ve biz ise Kürdistan’da kendi topraklarımıza yüreğimizi yatırarak yaşıyoruz. Bu topraklarda özgürlük yeşersin diye yüreğimizi yıllardır veriyoruz. Aynen Prometeus gibi tüm tiranlara inat direniyoruz. Vücutlarımıza leş kargaları sürseler de inadına her gün her gün kendimizi yeniden yaratarak küllerimizden diriliyoruz.
Evet, biz bu kez de varlığımızla yüreğimizi yatırarak gelecek aydın yarınlar için yeniden kavgaya tutuşmak için hazırlanıyoruz. Ve bunun için diyoruz ki bu güz sıcak geçecek. Ve hiçbir güz bu kadar güzel ve sıcak yaşanmamış olacak. Gelecek kuşaklar güzlerden bahsederken birde 2011 güzünden söz edeceklerdir.
Gelecek kuşaklara miras olarak kalmak isteyen gençler bu güzün hatırı için inadına tüm faşist saldırılara karşı sıcak geçecek bu güz için tarih yazmak, tarih olmak için dağlara diyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bu günlerde TC’nin hava saldırıları çok tartışılarken en çokta kara saldırısı ya da karadan güneye bir operasyon tartışılıyor. Durum bu olunca bol keseden konuşanlar çok oluyor. Bol konuşupta boş konuşanlar bunun için çok fazla oluyor. İnsanların ağzı çuval değil ki bağlayasın. Tanrı bu ağzı konuşmak için ne de olsa vermiştir.
Söz konusu askeri bir saha olduğu için herkes asker kesiliyor. General oluyor. Ve tabii ki oradan buradan bir yolunu bulup ne kadar askeri bilim okuduğunu dile getirerek taktiksiyen geçiniyor. Kimisi de hızını alamıyor stratejist oluyor.
Tuhaf bir durum doğrusu. İlgili ilgilisiz hepsi uzman kesiliyor. Özelde strateji kelimesi geçen ne kadar kurum kuruluş varsa buralarda yer alan bireyler tamda birer uzman edasıyla konuşur oldular. Bilmeyen derki askeri saldırılarının tümünü bu cenah yürütmüş ve şimdi de emekliye ayrılarak yorum geliştiriyorlar. Hâlbuki hiçbiri bir askeri çalışmanın yanında geçmemiştir. Bir mermi başlarının ucunda vızıldasa, yanlarına bir şarapnel parçası uçsa nereye saklanacaklarını bilmeyecek olan bu zatı keremler insan yaşamı söz konusu olan savaşta müthiş uzman olup akıl veriyorlar. Akıl vermeleri de tümden insan yaşamının sonlandırılmasına dönük olduğu için insanlıkları bile doğrusunu söylersek tartışmalıktır.
Biz böyle işin ehli olmayanlarına dönük yazı yazma yerine kendilerince yıllarca savaş meydanında savaşmış, kendilerince kahramanlıklar yapmış olanlarına dönük bir iki cümle söyleme ihtiyacı duyuyoruz.
Kara operasyonları tartışılınca herhalde en çok konuşulacak olan olay da 1995 yılında gerçekleştirilen Çelik Operasyonudur. Çelik Operasyonu da derken TC basının aklına ilk gelen isimlerden bir tanesi Hasan Kundakçı diğeri ise Osman Pamukoğlu’dur.
Hasan Kundakçı konuşuyor, hem de bol keseden. Şöyle demiş Fikret Bila:
“Harekât yapılan bölgede kış şartları belli ölçülerde etkisini sürdürüyordu. Korgeneral Kundakçı “Teröristler de, kış şartları bitmeden gelmeyeceğimizi düşünüyorlardı. İkincisi, mesela karlı dağlarına üzerinden geleceğimizi beklemiyorlardı. Ben komandoların hepsini sızdırarak, bütün bölgeye, bütün bölge üzerinden soktum içeriye” diyor. Ve burada söylemediklerini biz ekleyelim. Hasan Kundakçı’nın yazdığı bir kitap vardı. Orada da ne kadar başarılı olduklarını, yukarıdakine benzer olarak sınır kapısından nasıl gizil askeri güç geçirerek birden gerillaları şoke ettiklerini, nasıl alanı temizlediklerini derken gerillaya yüzlerce zayiat verdirttiklerini ve tabii ki nasıl büyük başarılarla geri çekildiklerini… Hasan Kundakçı bunların hepsini daha önce yazmış şimdi de söylüyor.
Doğrusu bir asker yalan söylememelidir. Bir general asla yalan söylememelidir. Ne yapmışsa olduğu gibi söyler. Ne olmuşsa olduğu gibi dile getirir. Sonuçta bir generaldir insanların kaderini eline almıştır ve kaderlerini bir nevi belirleyen onun yetenekleridir. Yetenekliyse askerleri yaşar, yeteneksizse askerleri ölür. Özcesi bir general ölüm kalım sahasında karar verendir. Mücadele edendir. Bunun için hiçbir yalana başvurmadan aynen savaşın çıplaklığı gibi ne olmuşsa, ondan kaynaklı olanlar, hasmında kaynaklı olanlar derken arazi, coğrafya, iklim, insan, teknik, taktik, dostlar, düşmanlar derken olumlu olumsuz faktörleri bir araya getirerek kendi durumunu değerlendirir. Zarar vermiş ise Samuraylar gibi onurlu davranarak harakiri yapar. Ya da Roma askerleri gibi yenilmiş ise Patus ilkesini uygulayarak kendi cezasını kendisi verir.
Maalesef Türk ordusunda bunlar yapılmıyor. Bir askerin yapması gerekeni komutanlar ve generalleri de yapmıyor ve yapamıyor. Madem askerliğin en basit prensibi olan yalan söylememeyi becermiyorsan o zaman bari askerlik yapmayın ve kendinize başka meslek seçin.
Hasan Kundakçı paşa ne kadar gizli girdiklerini anlatıyor. Ancak yalan söylüyor. Hasan Kundakçı paşanın askerleri Haftanin’de giriş yapmak isterlerken pusuya düşmüşlerdir. Hasan Kundakçı paşanın askerleri Metina’nın Kaşura tarafının Hıror mıntıkasında girmek isterlerken yüzün üstünde ölü vererek zor bela bizim kapsamlı bir pusumuzdan çıkmışlardır. Hasan Kundakçı paşa Kani Mase tarafından girmek isterken bizim güçlerin pususuna düşmüştür. Peki, nerede o “mesela karlı dağlarına üzerinden geleceğimizi beklemiyorlardı” hikâyesi.
Metina Yekmal’de 21 ya da 22 Nisan 1995 gününü geri çekilme yapmak isterken sormak gerekir Tamburalı generale ne zaman geri çekilme yaptı diye? Örneğin Osman Pamukoğlu 21 yada 22 Nisan askerlerini Zagroslarda çekmiştir. Peki, Tamburalı ne zaman çekmiştir? Tamburalı paşa ancak 2 ya da Mayıs günü o da bize bir hile yaparak ancak çıkabilmiştir. Çünkü Yekmal’de bölüğümüzle onu tugayını içimize alarak tam on gün gitmesine izin vermedik. Üç kez güç değiştiriipte gidemeyen o meşhur komutan kimdi? Yekmal’de ilk pusu da 50 asker ölü veren komutan kimdi? Gare ettiklerinde ki pusuda 50’nin üzerinde ölü veren komutan kimdi? “Komutanım tüm komutanlarımız öldü kurtaran diyen askerler kimin askerleriydi? Hangi alanları temizleyip gittiniz? Bu ne temizlemedir ki bir hileyle Deştana doğru kaçarken yine kuyruğunuzdan yakalayarak vuruluyorsunuz?
Vallah temizleme buysa siz iyi temizlediniz.
Ancak yine belirtelim bir asker yalan söylememelidir. Bir general bir komutan asla ama asla yalan söylememelidir. Doğrusu bu askerlik mesleğine sığmaz.
Bir not olarak: yakında Çelik Operasyonda ne olup bittiğini tüm belgeleriyle kendiniz göreceksiniz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
İnsan TC’nin yöneticilerini dinlediğinde ya da dinlemek zorunda kaldığında içinde sadece ve sadece; “Hadi Be Oradan” demek geliyor.
İlk günden başlayarak gerillaya yani dağlara kellemizi koltuğumuza alarak çıktık. Ve bu dağlara çıkarken de bir daha da dünyanın topuna da gerekirse kafa tutacağımızın hesabını da yaparak çıktık.
İlk günden başlayarak halkımızın bu kutsal var olma mücadelesinde tek bir adım atmayacağımızın da sözünü vererek bu zorlu, çetin, sert davaya adım atarak dağlara yüzümüzü verdik. Ve bu dağlara sadece yüzümüzü vermedik, bu dağlara yüreğimizin tümünü vererek yola koyulduk.
Yola koyulmalarımızın gerekçeleri ortadan kalkmamıştır. Ve bu gerekçeler kalkmadıkça da biz bu dağlarda en sert olan mücadeleye kelle koltukta cevap vermeye devam edeceğiz.
“Kendi dilini yazdıramayan, kullanamayan bir halk toplumu hor görülmeye layıktır!” diyor Kürt halk Önderi. Biz kendi dilimizle yazana kadar, dilimizi kullanana kadar bedeli ne olursa olsun bu şartları zor olan mücadeleyi de sonuna kadar yürüteceğiz. “Dilin kendisi bir toplumun kazandığı zihniyet, ahlak ve estetik duygu ve düşüncenin toplumsal birikimidir. Anlam ve duygunun bilince çıkmış, ifadeye kavuşmuş kimliksel, ansal var oluşudur. Dile kavuşan toplum, yaşamın güçlü gerekçesine sahip olmuş demektir. Dilin gelişkinlik düzeyi yaşamın gelişkinlik düzeyidir. Bir toplum ne kadar anadilini geliştirmişse o denli yaşam düzeyini geliştiriyor demektir. Ne kadar dilini yitirmeyle ve başka dillerin hegemonyası altına girmeyle karşılaşmışsa o denli sömürgeleşmiş, asimilasyona ve soykırıma uğramış demektir.” Biz hem bu tepeden bakan horlanmayı hak etmediğimize inanıyoruz hem de insan benliğini yıkan bu faşizan, anti insani, ahlak dışı asimilasyona ve soykırıma dur demek için dağlara çıktığımızdan, bu asimilasyon ve soykırım var oldukça da biz hep bu dağlarda inadına direneceğiz.
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hâkim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlaksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce hiçbir karar ve eylemi yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiştir.”
Evet, TC devletinin büyükleri biz Kürtlere çalım atarken bizleri kendi potalarında eritmek istediklerini her halükarda hissettiriyorlar. Onların istediği Kürt olmadı mı bu çalımlar daha sertleşiyor. Sözde birisi başbakan, sözde birisi başbakan yardımcısı ve sözde birisi de meclis başkanı ve sözde bir de bunların şakşakcılığnı yapan bir sürü aydın zer zevat. Hepsinin ortak birleştiği nokta Kürtlerin asimile edilmesinde aldıkları karardır. Ve Kürtler asimile olmak istemediklerinde bu kez dile getirdikleri ise soykırımdır.
Soykırımı biz tarihte iki çeşidini biliyoruz. Bir, üstün bir kültüre karşı yaşanan komplekslerden dolayı uygulanan fiziki yok etmeler yani jenositler. Bu konuda TC devleti ve de mirasını TC devletine bırakan İtaati Terakki. İkinci bir soykırım biçimi ise kendince daha geri gördüğü bir kültürü eritmeyi başarabileceğine inanarak uygulanan asimilasyonist soykırım rejimidir. Birisinde dünyanın tümü duyar ve belki de duyarlıklar gösterir, ikincisinde bırakın dış dünya da ki güçler, çoğu zaman asimile edilmişlerin eliyle bizatihi bu soykırım öyle uygulanır ki Kamer Genç gibi biri utanmadan “biz Türkoğlu Türk’üz” deme noktasına kadar getirilir.
Evet, TC devleti ve hükümeti, onun cümle cemaat liderleri Kamer Genç gibilerine, bir kedisi bile olmayanlara, zindanlarda teslim olmuş olanlara, alman ajanlığını yapanlara, kaçkınlara güvenerek “bıçak kemiğe dayandı” diyebiliyor ve bir sömürge valisi edasıyla gürlüyor.
Ama unutuyorlar ki biz dağlara bir de kimsenin çalımını takmamak için çıkmışız. Yüksek perdeden gürleyenlerin o gürültülerine cevap vermek için çıkmışız. Kendi kaderimizi kendi elimize alarak çizmek için çıkmışız.
Özcesi; dağlara kimseye ama kimseye boyun eğmemek için çıkmışız. Bunun için birilerini “bıçak kemiğe dayandı” sözlerine gerillalar olarak,
“Hadi be Oradan” diyerek kendi yolumuzu daha güçlü çizeceğimizi şimdiden alenen açıkça belirtiyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
15 Ağustos günlerini yaşıyoruz. Bu günün anlamını herkes yeniden yeniden ele alıyor ve alacak.
15 Ağustosun getirdikleri ve götürdüklerinin hesabını yaparak geleceğe daha iyi nasıl yelken açılıra cevapları bulmak açısından tekrar tekrar sormak yakıcıdır.
15 Ağustos, Özelde Kürt insanı ama genelde de Ortadoğu da dili kesilmiş olan, derisi yüzülmüş olan, ezilen, kendisi olmaktan çıkarılan, uyduruk, köle, boyun eğmeye zorlanmış ve giderek bunu marifet bilen kendini pazarlamaya adayan kişiliklere ve tabii ki tüm bunları yaratan, buna yol açan sömürgeci ve iktidar odaklarına karşı bir başkaldırıdır. Bir isyandır.
15 Ağustos eylemliliğin sadece bir askeri olguya indirgemek olsa olsa bir çarpıtma ve nayıflık olabilir. 15 Ağustos eyleminin askeri başarısının ötesinde bir kültürel, sosyal, siyasal ve tabii ki felsefi anlam yüklüdür. Ve asıl görülmesi gereken de bunlardır.
Bir halk, bir coğrafya, bir toplum ki kendisi için düşünmeyen, düşünmesinin tüm yolları ellerinde alınmış ve adeta kendisinden öcüden kaçarcasına kaçmaktan başka yol bırakılmayan bir gerçeklikten kendisi olan, “bende varım” diyerek kaçmayan adeta tüm dünyaya kafa tutar pozisyona getirilmek olsa olsa bir yeniden yaratımı dile getirebilir.
Eskilerden iki askerin onlarca köyü dize getirerek meydanlarda işkencelerden geçirerek “dediğim dediktir çaldığım düdüktür” misali her şeye muktedir iken, köylerde bulunan özelde erkeklerin “Rumi geliyor” diyerek dağlara kaçarak gizlenmelerinden bugün panzerlere karşı 4 yaşındaki, 5 yaşındaki bilemedin 6 yaşındaki general çocukların taşlarla, sapanlarla saldırmalarını çözmek önemlidir. Daha da anlamlısı bugün TC’nin zindanlarında 70’lik asırlık çınarların-hem de ana olarak-yatmaları düşmanın beyninde yaratılan korkuların anlaşılması açısından da anlamlıdır.
Anlamlıdır, çünkü daha dünün kapalı kadını bugün en ön cephede düşmanın azılı faşist güçlerine karşı zılgıtlar atarak yürüyorsa, evlatları bu topraklar için toprağa düştüğünde “gerekirse onun silahını ben alırım” diyorsa ve Mele Abdurrahman gibi güzellik ve sadelik abideleri 99 yaşında bu yolun profesyonel kadroları olmaya aday olduklarını söyleyerek canla başla çalışıp şahadete kavuşuyorlarsa, orada artık bir şeyler olmuştur. Ve yine aynı biçimde çınarlık olan Musa Amcamız Diyarbakır’a ucunda ölüm olduğunu bilse de ama yine de; halk için, devrim için, parti için, önderlik için giderek bir şeyleri düzeltme çabası içine giriyorsa, bu bir o kadar daha anlamlıdır.
Evet, değişim olmuştur, hem de çok şey olup bitmiştir. Hani var ya, “bir köprünün altında geçen sulardan bir kez yıkanabilir” diye, aynen öyle. Artık o su geriye çevirtilemeyecek kadar eskimiş ve akıp gitmiştir. Artık akan yeni bir su vardır ve yeni insanlar vardır.
Ve işte eğer 15 ağustos eylemliliğini değerlendireceksek bunların hepsini değerlendireceğiz. Tüm bu verileri gözeterek konuşacağız, yazacağız.
Özcesi 15 Ağustos eylemi kürdün istemlerini bilinçaltına iterek kendine güvensiz, kendinden kaçak, hasta, kompleksli, duygusallaştırarak zayıflatılmış kişiliğinden kaynaklı didişmeci, çekişmeci, kof, içe dönük tasfiyeci, tahrike açık bir serseri mayın misali kimden nereden nasıl beli olmayacak şekilde patlamaya ya da patlatılmaya hazır bomba haline getirilmesine karşı sıkılan bir kurşundur. Tüm bunların yerle bir edilmesidir. Ortadan peyderpey kaldırılmasıdır.
Ve tabii ki onun içinde esasta yer alan neolitik değerler diye bugünlerde tabir edilen komünal değerlerin açığa çıkararak serpilmesinin yolunu açmaktır. O temiz özü, sadeliği, adaleti seven, insanlığın beşiği olmuş, yiğit, arayışçı, gözünü kırpmadan komşusu ve insanlık için ölümün üzerine atlayan ana yanlı tüm o güzellikleri evet açığa çıkaran eylemin ta kendisidir.
“İnsanın insanın kurdu olduğu” sahte safsatasının kaldırarak insanın ilk ana yanlı toplumda, insanın can dostu olduğuna giden yolun önüne döşenmiş tüm bariyerlerin kaldırılmasıdır.
Yine özcesi alt benlikle-yani zoraki korkutularak kabul ettirilenlerin-aştırılarak üst benlikle-yani özünde olan o ana yanlı değerlerle-uyumlu hale getirilmesidir. İnsanın kendi olduğu durumla uyumlu ve kendisiyle barışık hale getirilmesidir. Ve kendisi olan bir birey ya da toplumun diğer toplum ve yahut insanlarla uyumu yakalamasıdır.
İşte 15 ağustosu değerlendireceksek yeniden kendisi olmuş bir halk gerçekliği, birey gerçekliği ve toplum gerçekliği olarak ele almaktan başka yol yoktur.
Negatif yanları yok mu vardır. O da köhnemiş ve derinlere nüfus etmiş bir kangrenli yapıyı aşma çabası yürütülürken sağlam yapıları kurtarmak için vurulan neşterin tabiatı gereği yer yer sağlam yerlere de temas etmesidir. Özelde doktorluk mesleğini icra ederken ilk acemilik yıllarında daha az dikkatli olunabilirken yıllar geçtikçe profesyonelleşerek işini daha sağlam yapar hale gelmiştir.
Ancak hastaya sözde gönüllü Ötenazi (eutanasi) adı altında bilinçlice doktoru engelleme çabaları, sahte ölüm hemşireleri ile ameliyathanenin özenle suni bakterilerle doldurarak hastaya zarar veren ve yer yer canını alan yaklaşımları da değil ki görülmemiştir. İşte korucular, PKK’nin içerisine yansıtılan dörtlü çete ve halkımıza karşı yapılan katliamlar ve işkencelerin hepsi bu durumu ifade eder.
Sonuç itibariyle; 15 ağustos eylemliliği düşmanın tüm sindirme, katletme, içe dönük tasfiye girişimlerine rağmen yeni bir halk, yeni bir insan, boynu bükülmez militanlar ve geleceğin garantisi olan küçük generallerle geleceğe iyi örnek olarak anılacak tanrıçalar ile yaşlı çınarlık abideler yaratmıştır.
Kürt halk önderliği bu durumu daha güzel ifade ederek şöyle demektedir:
“İki büyük dağ arasında büyük bir uçurum, bir insan bacağının kapatamayacağı bir uçurum olsa, dağın bir tarafında cehennemi yaşarsın, ama dağın öte tarafında cennet olursa, ne yapacaksın? Bir köprü kuracaksın! Ancak o köprü seni cehennemden kurtarıp o cennet dağa götürür. PKK olayı böyledir; yirmi yıldır aralarında büyük uçurum olan iki dağ arasındaki köprü! Dağın bir tarafı karanlık, orada işkence ve cehennem var. Kendiniz bunu yaşadınız. Diğer tarafında vaat edilmiş bir cennet var. Bu, bizim dağlarımızdır; özgürlük dağları, yeni topluluğun buluştuğu dağlar! En eşitlikçi, en adaletli dağlar! Özgürlük üssü kurulabilecek dağlar! Şimdi halk onu tercih ediyor, "ben bu cehennem dağının eteğinde değil, cennet dağının eteklerinde yaşayacağım" diyor. Karar vermiş ve dağlarda yürüyor.
Bu köprü olmadan, bu dağlara ulaşamaz. Hatta cehennemde yaşadığının farkında bile olamaz.
Bazıları bu köprüyü inkâr ederek, cennete gidebileceklerini sanıyorlar. Henüz Araf'tayız, köprüden geçiyoruz, bunu da unutmayın! Köprüden geçiş bitmemiştir. Büyük bir kısmı halen köprünün öbür ucundadır. Ucu belirmiştir cennetin, ilk kafileler Araf'tan geçiyor. Henüz bayram değil, bayramın arifesindeyiz. Bu tarih, bu anlamda anlaşılmalıdır! “
Evet, Araf’tan geçiyoruz. Henüz bayram değil ama bayramın arifesindeyiz.
Ne mutlu o bayramı bize canlarıyla, emekleriyle, kanlarıyla bırakanlara…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Tarihi 15 Ağustos Atılımı’nın yirmisekizinci yılına büyük bir coşku, heyecan, yüksek bir moral, kesin başarı ve zafer inancıyla giriyoruz.
Kürdistan’da son yüzyılda yaşanmış en önemli olaylardan birisi olan ve bugün Kürtler tarafından direniş ve diriliş günü, bayramı olarak kutlanan 15 Ağustos’u Kürt gençliği, kadınları, bir bütün Kürt halkı direnmenin yaşamak olduğunu bilerek daha güçlü bir biçimde sahipleniyorlar.
Elbette Kürtler tarafından bu kadar coşkuyla kutlanılması ve sahiplenilmesi, 15 Ağustos’un Kürtlere kazandırdıklarıyla bağlantılıdır. Bir halkın varlık-yokluk ikilemini yaşadığı, adeta kendisine ait hiçbir şeyin bırakılmak istenmediği, büyük bir baskı ve asimilasyon cenderesine alınarak soykırımdan geçirilmek istendiği bir dönemde, bir halk olarak “bu dünyada ben de varım ve diğer halklar gibi ben de yaşamak istiyorum” isteminin, iddiasının ve iradesinin ilanı, haykırışı 15 Ağustos’ta sıkılan ilk kurşunla gerçekleştirildi.
Bilindiği gibi, 12 Eylül faşist-askeri darbesi ile birlikte Kürdistan'a yönelik tam bir işgal ve istila harekatı başlatıldı. Faşist Türk devleti hem ordusuyla ve hem de diğer devlet kurumlarıyla burada hâkimiyeti sağlamak için bu işgali sürdürürken, diğer yandan ise Kürtlere yönelik büyük bir baskı ve sindirme operasyonu başlattı.
İnkâr ve imha siyaseti olarak da bilinen bu operasyonun amacı Kürtleri değişik yollarla asimile etmek ve bu biçimde bir halk olarak soykırıma uğratmaktı. Daha öncesinden fiziki katliamlarla yapılmak istenen bu soykırım, bu sefer farklı yöntemlerle sonuca ulaştırılmak istendi.
Bu temelde Kürdistan'a yönelik başlatılan inkâr ve imha operasyonunda Kürt halkının örgütlülüğü dağıtılmak, iradesi ve inancı kırılmak, adeta gelecek umutları ortadan kaldırılmak istendi. Bir halk olarak varlığı inkâr edilirken, kendi dilini, kültürünü yaşaması yasaklandı, özgürlük, demokrasi adına geliştirilmek istenen ne varsa hepsi büyük bir şiddet ve baskı temelinde ortadan kaldırılmak ve Kürt halkı bu biçimde kendisi olmaktan çıkarılmak istendi.
Evet, 12 Eylül faşist-askeri rejimi Kürdistan'da Kürtlük adına ne varsa yok etmek isterken, en başta da PKK hareketini hedefledi. Çünkü PKK, Kürdistan'da uygulanan inkâr ve imha siyasetine karşı “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” mücadelesini başlatan, yürüten, bu temelde her türlü çaba ve fedakârlığı gösteren bir hareket olarak Kürt halkı tarafından kabul gören, benimsenen ve sahiplenilen bir hareket haline gelmişti.
PKK, Kürdistan'da insanlık adına ne varsa, Kürtlük adına ne varsa, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve kardeşlik adına ne varsa kendi bağrında taşıyan, bu değerlerin temsilini yapan, bu değerlerin korunması ve Kürdistan'da bunların serpilip gelişmesi için her türlü çabayı veren ve bunun karşısında gelebilecek her türlü saldırıya karşı da hiç tereddüt etmeden karşı koymayı göze alan bir hareket olarak Kürt halkının kalbinde ve beyninde yer alırken, diğer yandan faşist-askeri rejim tarafından da baş düşman olarak ele alınan bir hareket konumuna gelmişti.
İşte 12 Eylül faşist-askeri darbesi Kürdistan'da askeri işgale girişirken esas amacı PKK hareketini ortadan kaldırmak, imha ve tasfiye etmekti. Çünkü biliyordu ki, eğer PKK hareketi yok edilmez ve varlığını korursa, Kürdistan kendi denetiminden çıkacak ve rejimin varlığı tehlikeye düşecektir. Eğer PKK hareketi imha ve tasfiye olursa da, işte o zaman Kürd’ün umudu, inancı, bilinci, iradesi de ortadan kaldırılacak ve bu coğrafyada yaşayan halklar inkâr ve imha sisteminin bir parçası haline gelecekti.
Bu gerçekler temelinde 1980’de Kürdistan'da başlatılan askeri işgal, Kürt halkı üzerinde çok büyük bir terör dalgası temelinde ve çok acımasız yöntemlerle geliştirildi. Diğer yandan PKK hareketine yönelik de geliştirilen operasyonlarla binlerce kadro ve sempatizan yakalanıp cezaevine konuldu. Geri kalan PKK kadrolarının birçoğu da yurtdışına çıkmak zorunda bırakıldı.
Böylece Kürdistan'da kendisine karşı direnebilecek bir güç bırakmayan faşist rejim, bu sefer PKK'yi tasfiye etmek, onun ideolojik çizgisini yenilgiye uğratmak için cezaevlerinde bulunan Önder kadrolara yönelik irade kırma ve teslim alma saldırılarını başlattı. Bu önder kadrolar eğer teslim alınır ise PKK ideolojik olarak yenilgiye uğratılacak ve Kürt halkının son umudu olan Özgürlük Hareketi de tasfiye edilmiş olacaktı.
Fakat faşist rejimin hesapları Diyarbakır zindanında Mazlum’ların, Ferhat’ların ve 14 Temmuz Direnişçilerinin PKK ideolojisini sahiplenme temelinde gösterdikleri büyük direnişle bozuldu. Bu, faşist rejimin Kürt halkının evlatları karşısında aldığı ilk büyük yenilgi oldu. Faşist rejim PKK’nin ruhunu, ideolojisini teslim almak için yaptığı hamlede büyük bir direnişle karşılaştı ve çok ağır bir yara aldı. Diğer yandan ise Diyarbakır zindan direnişi Kürt halkına büyük bir moral, coşku ve direnme azmi ve inancı verdi. Dolayısıyla bu ideolojik duruşun, zaferin kesinlikle siyasi ve askeri boyuta taşınması ve faşist rejimin bu alanlarda da yenilgiye uğratılması artık bir zorunluluk haline gelmişti.
İşte şanlı 15 Ağustos Devrimci Atılımı böylesi bir ortamda başlatıldı. Eruh ve Şemdinli’de faşist Türk devletine yönelik geliştirilen silahlı eylemlerle başlatılan bu atılım, Amed zindan direnişi ve ideolojik zaferin dağlarda yankılanması, buradan selamlanması ve sahiplenilmesi olarak Kürdistan tarihine kanla nakşedildi.
15 Ağustos atılımı, faşist Türk devletinin kendisini yenilmez sandığı, karşısında hiçbir gücün oluşamayacağını, kendisinin tek otorite olduğunu sandığı ve gördüğü bir anda, adeta Devrimci Kawa’nın zalim Dehak’ın beynine indirdiği örsü gibi, gerillanın mavzerinden çıkan kurşunlarla beyninden vurulmuşa döndü. Bu kurşunlar öyle isabetli ve öyle intikam doluydu ki, karşısındaki hedefi tam beyninden vurmuş ve düşmanı çaresiz bir konumda bırakmıştı.
Diğer yandan ise, gerillanın sıktığı bu kurşunlar Kürt insanının geriliğine, köleliğine, işbirlikçiliğine, ihanetine, umutsuzluğuna, iradesizliğine, inançsızlığına, örgütsüzlüğüne sıkılmış bir kurşun oldu. Ve artık Kürdistan'da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da bu eylemlerle ortaya koydu.
Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, gerilla mücadelesi temelinde başlattığı bu mücadelesiyle başı dik ve onurlu bir halk olarak dünya insanlığı içindeki yerini aldı ve bugün bunun öncülüğünü de üstlenmiş bulunuyor. Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, kendi kız-erkek evlatlarını gerilla olarak bu mücadeleye katarken, Kürdistan dağlarında kendisini savunan bir gerilla örgütlülüğünü yaratmasını bildi ve bunun kendisine verdiği güvenle mücadelesini daha güçlü vermektedir. Yirmiyedi yıldır Kürt halkı, gece-gündüz demeden geliştirdiği serhildanlarla hem dağdaki mücadeleyi besleyip destekledi ve hem de demokratik siyasi mücadele alanında -bu uğurda nice bedeller ödeme pahasına olsa da- büyük kazanımlar elde etmesini bildi.
Ve Kürt halkı artık şunu biliyor ki, 15 Ağustos 1984’te büyük komutan Agît yoldaş öncülüğünde geliştirilen “Varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma” hamlesi kendisinin var olması ve insanlık dünyasında eşit ve özgür bir biçimde yer alabilmesi için atılmış çok büyük bir adım, başlatılmış olan bir mücadele ve günümüzde de zafere gitmede mutlaka takip edilmesi ve izlenilmesi gereken bir direniş ve zafer ruhu olmaktadır. İşte Kürt halkı bu direniş ve zafer ruhuyla mücadele edildikçe aşılmayacak engelin, yıkılmayacak hiçbir düşman gücünün olmadığını kendi pratiğiyle her gün görmekte ve tüm insanlığa da göstermektedir. Dolayısıyla içine girdiğimiz yirmisekizinci 15 Ağustos atılım yılında da başarı ve zaferin kesin teminatı olarak bu direniş ve zafer ruhu temelinde mücadeleyi daha da yükseltmek olduğunu çok iyi biliyor ve şimdiden bu mücadeleyi daha da yükselterek zafere kesin adımlarla yürüyor. Elbette bu yürüyüş kutsaldır, onur vericidir, özgürleştiricidir, eşit ve farklılıklara dayalı yaşamın yaratıcı gücüdür ve her şeyden önce de devrimci özüyle dönüştürücü, güzelleştirici, yapıcıdır.
Evet, Kürtler bu gerçeklerin farkındalar ve bu yürüyüşün nasıl başladığını ve bunun başlatıcısının kim olduğunu çok iyi biliyorlar. Evet, Kürtler PKK hareketini ve onun yaratıcısı Önder APO’nun kendileri için ne anlam ifade ettiğini de çok iyi biliyorlar. PKK'nin halk demek olduğunu, Önder APO’nun ise kendilerini bir halk olarak yeniden yaratan kendi öz evladı olduğunu çok iyi biliyorlar ve bunun için de bu gerçekliğin korunması ve özgürlüğüne kavuşması için her türlü fedakârlığı yapmaya kendilerini hazır görüyorlar.
Ve bu yirmisekizinci zafer yılında Önder APO'nun özgürlüğü için Devrimci Halk Savaşı temelinde mücadeleyi daha da yükseltme temelinde Demokratik Özerkliği inşa ederek kendilerini onurlandırmak ve özgür Kürdistan'da Önder APO ile birlikte yaşanacak günleri daha da yakınlaştırmak için büyük bir eylemlilik içine giriyorlar.
İşte böylesi bir halk gerçekliği karşısında da hiçbir zalim, sömürgeci gücün ayakta kalamayacağı ve bu halkın mutlaka başaracağı ve zafere ulaşacağı da kesindir.
Bu temelde yirmisekizinci yılına girdiğimiz şanlı 15 Ağustos Atılımı başta Önder APO’ya ve tüm halkımıza kutlu olsun diyor, bu atılımın büyük komutanı Agît yoldaş şahsında tüm özgürlük mücadelesi şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyor, şehitlerimize özlem ve amaçlarını gerçekleştirme temelinde verdiğimiz sözümüzü bir kere daha yineliyoruz.
Yaşasın 15 Ağustos Direniş ve Zafer Ruhu!
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
Son günlerde Kürt sorununun çözümü önünde tek engelin Kandil olduğunu söyleyip Kandil’i hedef haline getirerek özgürlük hareketimizin öncülerine dönük imha komploları tezgahlamaya çalışmaktadırlar.
Türk devleti ordusuyla ve gelmiş geçmiş hükümetleriyle, kendisini Kürt halkının gerçek iradesi haline getiren özgürlük hareketimize karşı neredeyse 35 yılı bulacak bir mücadele yürütmektedir. Özgürlük hareketimizi parçalayıp dağıtmak, imha ve tasfiye etmek için denenmedik yol bırakmadılar. Silahlı mücadeleden tutalım, özel ve psikolojik savaşa kadar, Kürt halkıyla hareketimizin arasını açmak ve halkımızı hareketimizden koparmak için komplolar düzenlemeye kadar sayısız yol ve yöneteme başvurdular. Ama bütün bu çabalarının boşa kürek sallamaktan ibaret olduğunun hala farkına varmış değiller. PKK’nin Kürt halkını temsil etmediğini, Kürt sorununun ayrı, PKK sorunun ayrı sorunlar olduğunu ısrarla ortaya koymaya, kendileri dahil herkesi bu safsataya inandırmaya çalıştılar. Kürt halkının içinde doğup büyüyen, gelişen ve bugün milyonlarca Kürdü temsil eden, milyonlarca Kürdün de PKK’nin onları temsil ettiğine inanan bir harekete dönüştü. Bırakalım sadece Kürt halkını temsil etmesini, demokratik sosyalizm çizgisiyle, eşitlik, özgürlük ve adalet talebi temelinde yürüttüğü mücadeleyle ezilen tüm halkların hareketi haline gelmiştir. Bu yüzden içinde Türk, Arap, Fars, Ermeni, Asuri, Alman vs. halklardan bir sürü de kadın-erkek bulunmaktadır. İnsanlığın temiz nefesi olarak adlandırdığımız hareketimiz PKK’yi milyonlar bugün kucaklamakta ve sahiplenmektedir. Kapitalist modernitenin ordu ve devlet yapılarına, kurumlarına karşı büyük bir irade, cesaret ve fedakarlıkla halklar adına mücadele eden ve bu mücadelesinden de asla taviz vermeyen bir harekettir.
PKK içerisinde yer alan bütün militan yapı ve PKK’ye gönül veren sempatizan yapıya kadar herkes bu gerçekliğin bilincinde ve bu gerçekliğe inanarak PKK’yle yürümekte, PKK ismi altında mücadele etmenin gururunu yaşamaktadır. Ayrıca terörist diye adlandırdığınız bu hareketin militanlarının hepsi Kürt halkının çocuklarıdır. Birçoğu da inkar, imha ve asimilasyon politikalarınızın farkına varıp bu uygulamalarınıza isyan etti ve PKK’yi tercih etti. Öyle kimsenin akıllarıyla oynadığı, amaçsız ve hedefsiz insanlar topluluğu değillerdir. Ne yaptığını bilen ve niçin dağlarda durduğunun, mücadele ettiğinin bilincini edinmiş insanlar. Eğer öyle olmamış olsalardı zaten şimdiye kadar çoktan yok olup gitmişlerdi, kendi kendilerini tasfiye etmiş, marjinalleşmiş olurlardı. Birçoğunun başını bile kesseniz, inancından ve bağlı olduğu değerlerden taviz vermeyecektir.
Özgürlük bilinci edinmiş ve irade haline gelen bir topluluğun öncülerini imha ederek başarılı olacağınızı, Kürt sorununu bu biçimde çözeceğinizi sanıyorsanız daha önce yapmış olduğunuz gibi yine büyük bir hata yapmış olur ve kendi kendinizi gülünç duruma düşürürsünüz. Kürdistan’ın dört parçasına, Türkiye’nin Amanos dağlarına, Karadeniz dağlarına kadar yerleşen bir gerilla gücünü imha etmenin kolay olacağı yanılgısına kapılanlar ve oturdukları yerden şöyle bitireceğiz, böyle bitireceğiz diyenlere dağın kapıları sonuna kadar açıktır.
Kürt halkının özgürlük mücadelesine her birinin öncülük edebileceği PKK militan yapısı, Kürt halkı asimilasyon, inkar ve imha politikalarına maruz kaldıkça, kimliği yok sayılarak entegrasyona tabi tutuldukça Kürt halkının özgürlük mücadelesine devam edecektir. Dağlarda binlerce değil, parmak sayısı kadar kalsa bile bu kavgadan düşmeyecektir. Kürt sorununu çözmek istiyorsanız, Kandil’i ve PKK’nin öncü yapısını bitirme planlarını kurarak değil, Önderliğimizin çözüm konusunda sunduğu önerilere ve halkımızın meydanlarda özgürlük diye yükselen çığlıklarına, taleplerine kulak verin. Kandil ve PKK’nin öncü yapısına yönelecek herhangi bir saldırı bu kavganın ateşini daha da gürleştirecektir ve Türk devleti bu sorununun çözümünü bir 35 yıla daha yayacaktır. PKK’nin 35 yıl daha mücadele edebilecek kadar gücünün olduğunu ve kendisini bu temelde mevzilendirdiğini de unutmamanızı belirtmek istedim.
Rojbin Golav
- Ayrıntılar
Sözde Komutana!
Tüm ülkelerde, halklarda en şerefli ve onurlu meslek olarak gösterilen askerlik ve ordu kurumunu dibe vurduranlardan bir tanesi yine konuşmuş. Görev başındayken yenilgi üzerine yenilgi alan, tüm silah arkadaşlarını satılığa çıkaran bir general, genelkurmay başkanı konuşmuş. PKK’yi nasıl tasfiye edersiniz?” diye akıl vermeye başlamış.
Hiç mi utanmaz insan? Hiç mi onur kalmamış?
Madem yolunu yöntemini biliyordun neden yapmadın?
Yıllarca ‘dağda bayırda’ dolaşan gerillaların peşine düştün de ne elde ettin? Ne başarı kazandın?
Zap’ta ne yaptın? Amed’te ne yaptın? Dersim’de, Serhat’ta, Amanos’ta ne yaptın?
Kuyruğunu bacaklarının arasına alıp kaçmadın mı? Gerilla korkusundan
Diyor ki “Kandil’i bitirmeden örgütü silah bırakmaya razı edemezsin”
Sen değil miydin “Tüm Türk ordusunu göndersen de Kandil’i alamazsın” diyen. Sen değil miydin gerilla karşısında silahlı girişimlerin etkisi olmaz diyen?
Nedir şimdi seni konuşturan?
Yenilgiyi en çok tadan bir insansın. Ayıptır.
Askerlik mesleğinde şeref ve onur en vazgeçilmez iki unsurdur. Denetimin altındaki on sekizlik gençlere kafalarına vura vura öğrettiğiniz derslerden ilkidir bu. Onur, vatan savunmasının, halk savunmasının vazgeçilmezliğiyle ölçülür. Şeref, senin bu uğurda verebileceğin bedellerin yüceliğiyle belirlenir.
Ne kadar haklı veya haksız olursa olsun vatan savunması adı altında bir örgütlenmeye gittiğinde onun gereklerini yerine getirmeye çalışırsın. Kuyrukçuluk yapmazsın. Yalakalık mı; hiç yapmazsın.
Her günü ölüm riskiyle karşılayan, elde silah çarpışanlar silah çattığı, sırt sırta yattığı, canını emanet ettiği yoldaşlarını, silah arkadaşlarını senin gibi satmaz insan.
Herkesin anlayamayacağı bir şey olsa da senin bunu çok iyi bildiğini biliyoruz.
Bir rant uğruna, “Bana karışmayan yılan bin yaşasın” diyerek yıllarca yeminini ettiğin ocağına tükürdün en sonunda.
Başa gelen önemli değil. Sonuçta hepiniz aynısınız. Kürt halkının onurlu davasını bastırmak, insanlarını katletmek, en barbar, vahşi uygulamaları gerçekleştirmekte tüm ordu komutanları aynısınız. Hiyerarşik düzene tabi olmayla kurtaramazsınız bazı şeyleri. Hepiniz birer katilsiniz.
Ama buna rağmen kimileriniz halen biraz askerlik onuruna sahip. Az da olsa bunu koruyabilmiş. Yenilginin bedelini ödeyebiliyor. Senin uluorta konuşmuyor.
Yenilgiye doymamış, kültürden yoksun, birbirine karşı bu kadar komplo yapan bir askeri örgütlenmenin içinde yetişmiş biri olarak gerçi bunları da anlamazsın ya, yine de söyleyelim dedik.
Bir de fazla yanılma. PKK kültürüyle yetişmiş komutanlar, gerillalar, militanları kendin gibi sanma. PKK’nin tüm komutanları inisiyatif sahibi, direnişte karar kılmış, gerektiğinde bir örgütün yapabileceğini yapacak meziyetlere sahip insanlardır. Öyle yenilir, pes eder, teslim olur sanma. Kuru gürültüye pabuç bırakmaz PKK komutanları. Mertliği, yiğitliği defalarca gösterdiği gibi gösterir. Kürdistan dağlarını sana, senin gibilere zindan yapar.
Bunu anlamak için 84’ten beri değiştirdiğiniz, eskittiğiniz komutanlara, yönetimlere bakmanız yeterlidir.
Kolay kolay yıkamazsınız bu yapıyı. Bir yerde darbe vursan diğeri güçlenir. Gücünü zordan alan, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insanlardan söz ediyoruz. Öyle saçma sapan teorilerle yıkamaz, geriletemezsiniz PKK’yi.
Yıllardır savaşıyorsunuz ama halen anlayamıyorsunuz. Yapabiliyorsanız, yiyorsa gelin, Kandil’i alın. Sen, senin gibi binler gelsin. Gelin de ne olacağını görün.
Basın toplantılarıyla, şovlarla, röportajlarla yıkmaya çalışıyorsun PKK’yi. Bu kadar mı gerçeklerden kopmuşsun. Madem yolunu biliyordun da, madem o kadar ustaydın da neden yapmadın? Yapamadın?
Bu kadar biliyordun da savaşı neden kendin savaşmadın? Taşeronlara devretmediniz mi savaşı. İran’a, Güneyli güçlere, Amerika’ya yalvarmakla, onları savaşa katmakla mı başarı elde edeceksiniz. Orada burada ‘terörist’ ilan ederek mi bitireceksiniz. Siyasal alanda mı daraltacaksınız? Askeri alanda yenildiğiniz kadar yenildiniz zaten. Şimdi geçmişi unutturabileceğini mi sanıyorsun? 92’yi, 97’yi, 98’i, 2000’i, 2008’i unuttunuz mu? Yine toplanmadınız mı, hepsini bir araya getirip saldırmadınız mı Kürdistan gerillalarına? Ne geçti elinize yenilgiden başka.
Daha önce de yazdık, anlattık. PKK gerillalarından kurtulmanın yolu yok. Ya kabul edeceksiniz, ya kabul edeceksiniz. PKK gerillalarından kurtulmanın tek bir yolu var. O da Kürt halkının taleplerini kabul etmek, özgürlüğünün önünden çekilmek. Bunun dışında hiçbir şey ama hiçbir şey gerillaları durduramaz. Bunu kafanıza koyun.
Öyle boşa kürek çekme.
Biraz askerlik onuru varsa, kalmışsa sesini kes ve otur oturduğun yerde. Biraz şerefliyim diyorsan dil uzatmayı bırak.
Üniformanı çıkardın diye kurtulduğunu sanma.
Öyle tehdit gibi de alma. PKK’liler tehdit etmez. Yapar…
Pir Kemal
- Ayrıntılar