Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı geliştirilen 9 Ekim uluslar arası komplo’nun 13. Yıldönümünde, Kürdistan halkı bir kez daha, hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türk metropollerinde uluslar arası komplocuları, sömürgeci AKP hükümetini lanetlemiş ve Önder Apo’yu büyük bir kitlesellikle ve kararlılıkla sahiplenmiş, Özgürlüğünü haykırmıştır. Halkımız, Türk sömürgeci devletini, onun soykırım üzerinde kurgulanmış sistemini, siyasal yapılanmasını, hukukunu, askeri işgal ve polis yapılanmasını, ekonomik sömürü çarklarını kabul etmediğini ortaya koymuş, demokratik özerk ve özgür Kürdistan’ı sahiplenmiştir.
AKP Hükümetinin yoğun bir psikolojik savaş eşliğinde, Gemlik yürüyüşünü engelleme, yoğunlaştırılmış soykırım operasyonlarına, askeri imha saldırılarına ve sokaklarda estirdiği sömürgeci devlet terörüne ve ABD-AB’nin TC. sömürgeciliğine sunduğu tüm desteklere rağmen halkımızın uluslar arası komplocu güçleri ve AKP hükümetini lanetleme, Önder Apo’yu sahiplenme eylemliliklerinin yakaladığı düzey daha bir anlam kazanmıştır.
Bu yıl özellikle Güneybatı Kürdistan’da halkımızın, Önderliğini, gerillasını sahiplenmede yakalanan düzey, yine Güney Kürdistan’da geçmiş katılımları çok çok aşan kitleselleşme ve Doğu Kürdistan’da İran sömürgeciliğine karşı gerilla cephesinde yükselen destansı direniş başta komplocu güçler olmak üzere tüm sömürgeci güçlere büyük bir ders olmuştur. En önemlisi de Avrupa’da, kapitalist modernitenin her türlü eritme-sindirme politikalarına ve PKK’yi Avrupa’da marjinalleştirme çabalarına rağmen halkımızın ve özellikle Kürdistanlı gençlerin tüm riskleri göze alarak gösterdikleri eylemlilik ve direniş değerlendirilmesi gereken başarılardır.
Tüm Kürdistan alanlarında ve yurtdışında ortaya konulan eylemlilikler şüphesiz ki, önemlidir. Selamlanması gereken halk direnişleridir. En zor koşullarda gerçekleştirdiği bu eylemlilikler, AKP hükümetini bir kez daha derinden sarsmıştır. Ulusal ve uluslar arası alanda önemli yankılar yaratmıştır.
Ancak bu ve son dört-beş yıldan bu yana gösterilen eylemliliklerin üzerinde önemle durulması gereken yönler vardır.
Kürdistan halkı yurt içinde, yurtdışında ve metropollerde, bilinçlilik, örgütlülük, eylemlilik ve kitlesellik bakımından önemli ve küçümsenmemesi gereken bir düzeyi yakalamıştır. Denilebilir ki, tüm uluslar arası ve bölgesel sömürgeci güçlerin varını-yoğunu ortaya koyarak sergiledikleri saldırılara, parçalanma, komplo ve her türlü akıl almaz yöntemlere rağmen halkımız Önderliğiyle, partisiyle, legal- yasal kurumlaşmaları ve gerillasıyla Kürdistan’ın kutsal toprakları üzerinde özgürce yaşamaya, kendi kaderini eline almaya, geleceğini belirlemeye, her halk gibi yaşamı hakkında kendisi karar verme düzeyine gelmiştir. Tek devlet, tek vatan, tek millet, tek dil stratejini boşa çıkarmış, halk olarak Kürdistan topraklarında özgür yaşamını kurma kararlılığına ulaşmıştır.
Büyük bedeller verilerek, fedakarlıklar yapılarak yakalanan bu düzeye rağmen, eylemselliklerde önemli düzeyde tekrarlar vardır. Hep bir sınır-çerçeve içerisinde gelip-gitme vardır. Bunun görülmesi ve üzerinde mutlaka durularak aşılması gerekir.
Bir dönem Kürt halkının yaşadığı sorunları dile getirmek, sorunun çözümünü talep etmek, dikkatleri çekmek, propaganda yapmak, protesto etmek, kamuoyu yaratmak amacıyla yapılan eylemlilikler önemliydi. Aynı şey Önder Apo’ya karşı geliştirilen uluslar arası komplo karşısında, komploya dikkat çekmek, tecrit ve saldırılar karşısında protesto etmek, bağlılığımızı ortaya koymak için yapılan eylemlilikler de belli bir rol de oynamıştır. Bugün üzerinde eylemliliklerin, örgütlülüğün geliştiği zemin bu eylemler temelinde yaratılmıştır. Ancak bu eylemlilikler sorunu sadece gündemleştirmeye yetebiliyordu. Fakat bu eylemliliklerle daha fazla ileriye gitmek mümkün değildir.
Çünkü işgalci-sömürgeci Türk devleti, Kürdistan’ı kendi toprakları, burada efendi olmayı de kendi doğal hakkı olarak görmekte, Kürdistan’ın varlığını, halkımızın özgür yaşamını, demokratik özerklik temelinde kurma ilanını, sömürgeci faşist Erdoğan “ bu ülke toprakları üzerinde kimseye operasyon yaptırmam” diyebilecek kadar ileri gitmektedir. Zorla, hileyle girdikleri, işgal ettikleri ülkemizi kendi toprakları, halkımızı da kendi milleti görecek kadar inkarcı-imhacı bir zihniyeti taşımaktadır. Kürdistan’ı bırakmamak, halkımızın özgürleşmemesi için, ulus-devlet stratejisini sürdürmek için daha fazla saldırganlaşacağı açıktır. Soykırım operasyonlarının ulaştığı düzey, özellikle Gemlik eyleminin engellenmesinden sonra, gemlik başta olmak üzere birçok yerde sivil faşist sürülerinin sokaklara salınması, gerilla cenazelerine karşı sergilenen insanlık dışı vahşi uygulamalar, çocuklarımıza, kadınlarımıza yönelik saldırılar, AKP’nin izlediği politikaları gösterdiği gibi, önümüzdeki süreçte halk olarak neler ile karşı karşıya kalacağımızı göstermektedir.
Halk olarak kendi ana topraklarımızda, Önderliğimizle, kimliğimizle özgürce yaşamak istiyoruz. Ve halkımız sömürgecilere, “ sen bu ülkeye, zorla, katliamla girdin, artık buradan çık! Çekil!” demelidir. Bu bizim en doğal hakkımızdır. Çünkü halk olarak doğal haklarımızın talebini Önderliğimiz ve hareketimiz yıllarca dile getirdi. Karşılığında aldığımız cevap, üç binin üzerinde soykırım operasyonlarıyla esaret altına alınan Kürt legal-demokratik siyasetçileri, belediye başkanları, milletvekilleri, insan hakları temsilcileri, sanatçıları, askeri imha operasyonları, ormanlarımızın, köylerimizin yakılması, milyonlarca köylünün göçertilerek Türk ulus devleti içinde eritilmeyle karşı karşıya bırakılması, hala asimlasyon politikasında ısrar ve binlerce faili meçhul cinayet… Açıktır ki, sömürgeci Türk devleti, faşist, katliamcı, inkarcı kuruluş felsefesini terk etmek niyetinde değildir. Kürdü yok etmek, Kürdistanı tarihten silmek için geliştirilen Şark Islahat planını yeniden güncellemek istemektedirler.
Önderlik ve hareketimizin yönetimiyle yaptıkları diyalogların hangi niyetle yapıldığı da ortaya çıkmıştır. Oyalama… çünkü bu soykırım operasyonlarının hepsi bu sözüm ona diyaloglar döneminde yapılmıştır.
Tüm bunlar şunu önümüze koymaktadır. Artık halk olarak ne yapacaksak, kendimiz yapacağız. Özgücümüze dayanarak, kendimize, mücadele deneyimimize güvenerek, Önderliğimizi, halkımızı ve ülkemizi sahiplenip savunacağız. Çünkü talep ederek, yapılacak fazla bir şeyin olmadığı ortaya çıkmıştır. Bunun için yapılan eylemliliklerle de ancak buraya kadar gelebildik. Daha ötesine, demokratik özerkliği inşa etmek, savunmak ve geliştirmek için eylemlilik ve örgütlülüğümüzü daha ileriye taşımak gerekmektedir.
Halkımızın mücadele tarihi boyunca yarattığı tüm kurumlaşmalar aslında demokratik özerkliğin zeminini oluşturmaktadır. Fakat sömürgeci AKP hükümeti haberi, polis-istihbarat güçleriyle şehirlerde, kasabalarda, köylerde inşa edilmeye çalışılan demokratik özerklik örgütlülüklerini dağıtmaya çalışmaktadır. Halkımız habire deyim yerindeyse demokratik özerklik için, taş üstüne taş koyuyor. Ama sömürgeci AKP hükümeti gelip vuruyor ve taşları yıkıyor. Tıpkı sömürgeci ataları gibi, “ taş üstüne taş, omuz üzerine baş koymayın” prensibiyle, zihniyetiyle hareket etmektedir. Varlığımızı, irademizi dağıtmaya, geleceğimizi bir kez daha köleci bir karanlığa mahkum etmek istemektedir. O zaman, “dur, yaptıklarımı yıkamazsın” demek lazım ve ısrarı halinde de, yıkamayacağını göstermek gerekir. Bunun için de, buna denk düşecek bir örgütlülüğü geliştirmek önem kazanmaktadır.
38 yıllık mücadele ve direnişle, kan-can, emekle yaptıklarımız bu soy kırım operasyonlarıyla yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu sömürgeci güçler defalarca ama defalarca uyarıldı. Diyaloglarda bu söylendi, açıklamalarda söylendi. Halkımız söyledi, şehirlimiz, köylümüz, emekçimiz, çocuklarımız, gençlerimiz, kadınlarımız, ihtiyarlarımız, sanatçılarımız söyledi. Gazilerimiz söyledi. Sokakta söylendi, gazetede, televizyonda, radyoda, mahkemelerde söylendi, TBMM’de söylendi. Masada söylendi. Türk sömürgeciliği ve onun temsilcisi AKP ilettiğimiz her türlü taleplerimizi duymakta, yıllardır sokaklarda yürüyen halkımızı görmekte. Ama bu taleplerimize karşı verilen cevap: Teslim olun! Yeni bir anayasa gündemdedir. Bu anayasada, Kürdün-Kürdistan’ın inkarının ifadesi olan sömürgeci Türk devletinin anayasasının 1.2. ve 3. Maddelerinin korunacağına dair AKP-CHP-MHP ulusal antlarını içmişlerdir. Gerisi Kürdü aldatma, Kürdistan’ın inkarı!
Demek oluyor ki, AKP sömürgeciliğinin duyma, görme ve anlama sorunu yok. İnkar-imhada diretme vardır.
O zaman artık bilineni tekrarlamanın anlamı yoktur! Artık eylemde kendimizi tekrarlamanın anlamı yoktur. Bilineni söyleme, yapılanı yapma konumundan vazgeçilmeli, geçmiş döneme ilişkin eylem alışkanlıklarımızı tekrarlamamalıyız.
Ortadoğu’da halklar ayaktadır. Baharlarını yaşamaktadırlar. Kürtlerin, Kürdistan’ın baharını yaşamaya hakkı yok mudur? Kürtlerin, Kürdistanlıların ayağa kalkma gerekçeleri, hangi ülkenin halkından daha azdır? Hiçbir halkın soykırımla karşı karşıya kaldığı bir durum yok. Ancak halklara dayatılan zulme bir başkaldırı vardır. Biz halk olarak hem zulüm altında hem de soykırımla karşı karşıyayız. Dil-kültür asimlasyonu tüm hızıyla okullarda sürdürülmektedir. O halde ayağa kalkma gerekçelerimiz tüm ayağa kalkan Arap haklarının iki katıdır! Hatta daha fazladır. Halk olarak el atılmadık, saldırılmadık hangi değerimiz kaldı? Tehdit ve soykırım tehlikesi altında olmayan neyimiz var?
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
9 Ekim 1998’de başlayan tarihi uluslararası komplonun ondördüncü yılına giriliyor. ABD öncülüğündeki küresel kapitalist sistemin Kürt halkına ve Önderine yönelik uluslararası komplo çerçevesindeki planlı saldırıları tam onüç yıldır devam ediyor. Ondördüncü yıla girilirken de uluslararası komplo saldırılarının yaygınlaştırılarak ve derinleştirilerek devam ettirilmeye çalışıldığı görülüyor.
Ondördüncü yıla girilirken uluslararası komplo saldırılarının bir ‘AKP Komplosu’ olarak devam ettiği gözleniyor. Fakat arkada esas kararlaştıran ve yöneten güç aynı: ABD ya da küresel kapitalist sistem. Komplonun başlangıcını Bay Clinton yönetmişti, şimdi bu işi Bayan Clinton devam ettiriyor. Komplo başlangıçta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı hedeflemişti. Kürt Halk Önderi’nin etkisizleştirilmesi üzerinden PKK’nin tasfiyesini ve Kürt soykırımının tamamlanmasını öngörmüştü. Şimdi AKP’nin yürüttüğü komplo hepsini birden hedefliyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dan ikibuçuk aydır hiçbir haber alınamıyor. Tamamen etkisizleştirilmiş durumda. Kürt halkına ve demokratik siyasete yönelik 14 Nisan 2009’da başlatılan siyasal soykırım operasyonları artarak devam ediyor. Her gün neredeyse 20-30 kişi tutuklanıyor. Böyle giderse Kürt aydınları, siyasetçileri, yurtseverleri, yani bilinçlenmiş tüm Kürtler zindanlara doldurulacak. Gerillaya yönelik imha operasyonları da sürüyor. Her gün dağlardan çatışma haberleri ve cenazeler geliyor. Meclis “Sınır ötesi operasyon tezkeresi”ni bir yıl daha uzattı. Belliki gerillaya yönelik imha operasyonları Türkiye sınırları içinde yürütüldüğü gibi, dışında da sürecek!
Bunlara bakarak AKP’nin uluslararası komployla ilişkisinin bu kadar olduğunu da düşünmemek lazım. O, bir uluslararası komplo türetmesidir. Bilindiği gibi, Necmettin Erbakan öncülüğündeki İslami Harekete yönelik 28 Şubat 1997 postmodern darbesiyle temelleri atılmıştır. Bu postmodern darbeyi yapan Ergenekoncuları yöneten de ABD yada küresel kapitalist sistemdi. Aynı güçler 9 Ekim 1998’de de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komployu harekete geçirdiler. Bir postmodern darbe çocuğu olan AKP 2002 sonundan itibaren de iktidar yapılarak uluslararası komployu yönetmekle memur edildi.
Hakkını yememek lazım, dokuz yıldır da kesintisiz olarak komployu yönetiyor. Komplo içinde komplolar yaratarak bu işi kesintisiz yürütüyor. Bugün 9 Ekim uluslar arası komplosunun onuncu yıldönümünde Başbakan Tayyip Erdoğan Hatay’a gidiyor. Sizler bu yazılanları okurken Tayyip Erdoğan Hatay’a gitmiş ve söyleyeceklerini söylemiş olacak. Peki Hatay’a 9 Ekim’de gidiş bir tesadüf müdür? Hayır, kesinlikle değildir. Bununla onüç yıl önce yaşanan olaylarla bağ kuruluyor ve AKP artık uluslararası komployu yürüten güç olduğunu açıkça göstermekten çekinmiyor.
Bilindiği gibi 1998 Eylülünde dönemin iktidarı, adına Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş Hatay’a gitmiş ve Suriye yönetimini tehdit etmişti. Şimdi 9 Ekim 2011’de Başbakan Tayyip Erdoğan Hatay’a gidiyor ve yine Suriye yönetimini tehdit ediyor. O zaman Ergenekoncu iktidarın temsilcisi Atilla Paşa, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını istemişti. Şimdi ise başbakandan öteye ‘Tek Şef’ olan Tayyip Paşa, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Suriye’den çıkmasını veya çıkarılmasını istiyor.
Kürt Halk Önderi’nin Suriye’den çıkarılmasını istemeyi anladık da, Suriye Devlet Başkanı’nın Şam’dan çıkarılmasını istemeyi elbette anlayamadık! Bunun mantıksızlığı bir yana, her türlü uluslararası hukuku bir yana iten düzeyde bir cüret işi olduğu ortada. Arkasında sağlam dayanakları olmasa, AKP hükümeti ve Tayyip Erdoğan bunu yapabilir mi? Belki yapamaz. O halde Hatay’da konuşana değil, konuşturana bakmak lazım. burada BM üzerinden istediğini yapamayan ABD yönetiminin, AKP üzerinden istediğini yapmaya çalıştığını görmek lazım. peki neyin karşılığı olarak? Çok açıkki PKK’ye ve esasta Kürtlere karşı ortak savaşın karşılığı olarak!
Uluslararası komplo gerçeği ve yükü altında Türkiye’nin ve AKP’nin geldiği nokta işte bu! Kürt sorununu çözemeyen Türkiye’nin ve AKP’nin geldiği nokta işte bu! Yani ABD jandarmalığı! Her şeyiyle kendini ABD’ye ve NATO’ya bağlamak! Türkiye toplumunun geleceğini dış güçlere ipotek etmek! “Komşularla sıfır sorun” diyerek başlayıp bölgede herkesle savaşır hale gelmek! “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini “Yurtta savaş, cihanda savaş” haline getirmek!
Bu durumu Türkiye toplumu, aydın ve siyasetçileri daha ne kadar görmezlikten gelecek? Toplum bu ağır yükü daha ne kadar taşıyacak? Teorik olarak bakınca taşımaması gerekiyor. Fakat pratik de gözler önünde! 12 Haziran seçim sonuçları ortada. Bunlara bakınca insan Aziz Nesin’in sözlerini anımsamaktan geçemiyor. Fakat Türkiye toplumu bilmeli ki, AKP’yi bu kadar pervasız davranışa, verdiği destek götürüyor. CHP ve MHP karşısında AKP’yi ehveni şer olarak gören yaklaşımın Türkiye’yi batıracağı anlaşılıyor.
Türkiye toplumu nasıl yaparsa yapsın Kürtlerin ondördüncü yılda uluslararası komploya ve onu yürüten AKP iktidarına karşı topyekûn direneceği görülüyor. Kürtler zaten komployu hiç kabul etmediler ve komplo karşısında boyun eğmediler. Komplo gerçeğini duydukları 15 Ekim 1998’den itibaren uluslararası komploya karşı büyük direniş içine girdiler. “Güneşimizi Karartamazsınız!” şiyarı ile Önder Abdullah Öcalan’ı sahiplendiler ve savundular. Onüç yıl boyunca da bu onur savaşı gelişerek sürdü. Uluslararası komplo gerçeğini parçalayarak Kürt özgürlük Hareketini büyük bir güç haline getirdi.
Şimdi ondördüncü komplo yılına girilirken AKP’nin çok daha tehlikeli oynadığı, topyekûn imha ve tasfiye planı temelinde Kürtlere karşı azgın bir saldırı yürüttüğü açık bir gerçek. Kürtler de bu planlı saldırının farkında ve bilincinde. Bu saldırı kırılmazsa nasıl tehlikeli bir sonucun ortaya çıkacağının, yeni bir soykırım rejiminin şekillendirileceğinin de bilincinde. Şimdiye kadar bu bilinçle yoğun bir uyarı mücadelesi içinde oldular. AKP saldırılarına göğüs gerek, hükümeti ve toplumu bundan uzak durulması için uyardılar. Eyüp Peygamber misali bir sabır mücadelesi yürüttüler.
Ama sabrın da bir sınırı vardır. Kürtler açısından bu sınır artık aşılmış, sabır taşı çatlamıştır. Kürt halkı AKP komplosuna karşı ondördüncü yılda topyekûn bir direniş içine girmeye başlamıştır. AKP saldırıları sürdükçe de, Kürt halkının, kadın ve gençlerinin topyekûn direniş içinde olacağı açığa çıkmıştır. Artık Kürtler “Topyekûn Boykot” veya “Sistemden tümden kopma” durumunu tartışmaktadır. Başka ne yapsınlar ki! AKP önünde kurbanlık koyun olacak ve diz çökecek halleri yok ya! Kürtler onuruna ve özgür yaşama bağlı bir toplumdur. Tarih boyunca hiçbir zalim, onları onur ve özgürlükten yoksun kılamamıştır. Dolayısıyla AKP zulmü de Kürtlere boyun eğdirmeyecektir! Hepsi zindana girecek, hepsi katledilecek, ama asla teslim alınamayacaklardır.
Milletvekillerinin meclise dönüşü, BDP’nin tutumu hiç kimseyi yanıltmamalıdır. Bunlar barışa bir şans vermek için sabrı zorlama durumudur. Topyekûn ayağa kalkış için bir hazırlık durumu olarak da anlam bulabilir. ABD’ye bağlanarak ve güvenerek Kürt düşmanlığı yapmak Türkiye toplumu ve devletine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Tersine, bu tutumda ısrar edilirse, o zaman yaşanacak olan Kürt direnişinin daha da büyümesi olacaktır. Herkesin bu gerçeği görüp anlaması hayati öneme sahiptir.
Uluslararası komplonun ondördüncü yılı, bir sonuç yılı olacağa benzemektedir. Eğer AKP komplodan vazgeçmez ve Kürt sorununu çözmezse, o zaman gelişecek olan topyekûn Kürt direnişidir. Topyekûn Kürt direnişi uluslararası komployu çözecek ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ile Kürt sorununun çözümünün önünü açacaktır!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Adım adım yükseliyor savaş. Beklendiği gibi bir anda tüm ülkeyi kapsamıyor ve şiddetinin alevi herkesi yakmıyorsa da ilerliyor savaş. Bir bakıyorsun Kürdistan’ın yüksek bir dağında, bir bakıyorsun bir şehrin merkezinde iniyor düşmanın başına yumruk. Şiddetiyle şok oluyor bazen, bazen de göremiyor darbenin geldiği yeri…
Gerillayla, onun savaş kabiliyetiyle çok fazla uğraşıldı. Savaşamaz, zayıftır, örgütsüzdür, hakim değildir, sınırlı güç sahibidir, olursa eskisi gibi dağlarda yürür salt, sadece askerle çatışır diyerek savaş teorisyenliğine soyundu çoğu. Hem de dağın, gerillanın ne olduğunu bilmeden, anlamadan. Bilmediler yürürlüktekinin sınırlı ve kontrollü bir savaş olduğunu. Hele bir de sabrın tükendiği andakini görseler…
Yine, gerillanın saldırarak, büyük operasyonlarla, teknik bombardımanla tüketilebileceğini söylediler, yazdılar, propaganda ettiler. Hoş, halen devam ediyor asalım, bitirelim havası ama millet de tam inanmıyor artık buna. Gerillanın bu yöntemlerle bitirilebilme ihtimali olsaydı zaten 90’larda biterdi çoktan. Bazı operasyonlara 150.000 askerin katıldığı, sabah akşam dağların bombalandığı, Kürdistan’daki her ağacın bomba parçalarıyla yaralandığı, söylendiği üzere ‘taş üstünde taş’ bırakılmayan bir anlayışla yönelim sahibi olunduğu zamanlarda biterdi gerilla.
Ama olmadı. Olamazdı da.
Peki, bu savaş kışkırtıcılığı, kazanılmayacak bir savaşın propagandası neden yapılır? Neden böylesi bir yönteme başvurulur?
Tabii ki tüm toplumun pohpohladığı; kulluk düzeninin, kahramanlık özentililiğinin bir ürünü olan asker ve orduyu motive etmek için! “Haydi aslanım, sen yaparsın!”, “senden büyük yok!”, “şanlı ordumuz, kahraman askerimiz!”, “ez, geç, kurtul!” nidalarıyla savaştan yenilgiyle çıkmış orduyu ve askeri yeni bir sefere hazır etmeye çalışıyorlar.
Askerin kendisi 84’ten beri aktif olarak savaştığı bir gücün karşısında yenilgiyi kabul etti. Ordu yapısı bu yenilgi nedeniyle cezalandırılıp, yeni bir biçim ve vizyon ile yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor. İşte bu yeni yapılanma sürecindeki ordunun moral ve motivesini sağlama adına ordunun daha öncesi saldırıları, harekatları öne sürülerek savaş kabiliyeti hatırlatılmaya çalışılıyor. Boğaya kırmızı şal gösteriyorlar anlayacağınız.
Ama nafile. Yine de yaratamıyorlar bu motiveyi.
Çünkü ordunun eğitim sistemi ve genel kültür yapısı artık gerilla ile mücadeleyi kaldıramıyor. Gerilla ile mücadele içinde kendine yabancılaşan, ne idüğü belli olmayan ucube bir yapıya dönüştü ordu. Bir heyula, bir bilinmez, kocaman bir muamma oldu gerilla bu ordu için. Korkunun kaynağını tüketemeyen ordu bir gerillanın başı için yapmadığın bırakmadı. Öldürdüğünü daha da öldürmek için cenazesine işkence yaptı. Korku ve çaresizlik karmaşası ilginç bir psikolojiyle kâbuslarda yaşamaya başladı ordu. Kimyası bozuldu, ölçüsü kaçtı, ilkesi kalmadı ordunun.
Bir ordunun düzeyi, savaş kapasitesi, moral ve motivesi, teknik ve taktik hakimiyet ve yaratıcılığı bir nevi o orduyu komuta eden baş ile ölçülür. Savaşan askeri gücün komutası o gücün neler yapabileceğini, gücünün nereye kadar yetebileceğini, ne kadar başarılı bir savaş vereceğini de gösterir. Boşuna “Komutan birliğinin aynasıdır” dememişler.
Buna göre gelin de siz yenilmiş TC ordusunun gelip geçen komutanlarına ve duruşlarına bir bakın. Hangi genelkurmay başkanı gerçekten bir askeri zafer havası estirebiliyor sizde? Hangi komutan gücüyle gerilla karşısında mücadele edebilecek irade sahibi biri gibi görünüyor?
Alın size bir liste; Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Murat Bilgel, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu. Şimdiki ordunun en üst yönetimi bunlar. Mümkünse bir de fotoğraflarını alın bir yerden de bakın (Daha iyi yorumlayabilmeniz, bu tespitin haklılığının ölçmeniz için). Bakın, bakın da ne kadar acizler görün. Hepsi toplu olarak kalkıp bir operasyonun nasıl gittiğine ilişkin aynı yerde brifing alıyorlar. Yani anlayacağınız artık tek başlarına gezecek cesaret, tek başına gücünü yürütecek yetenek de kalmamış.
Ne moral, ne motive, ne ilke, ne onur, ne de kalite kalmamış anlayacağınız. Ama boş sözler değil bunlar. Uzun yılların tecrübesi, çok komutan görmüş olmanın yarattığı izlenimdir bu sözleri söyleten. Boş LAW silahı ile hava atanı mı dersin, tüm arkadaşlarını ve gücünü sattıktan sonra pişkince Erdoğan’ın emir erliğine soyunanı mı dersin, arabaya tav olanı mı dersin, soyadına dayananı mı dersin, bir sürü kuru gürültü işte. Kimyevi dediler diye kendini bir şey zanneden Özel çıktı şimdi de karşımıza. Asker olarak bile kabul etmediğimiz, komutanlığının altındaki nedenleri ve onu oraya getiren pratikleri yaşayarak gördüğümüz Özel’in hiç de özel olmadığını biliyoruz.
Velhasıl, ordunun savaş kabiliyeti yok diyorduk. Oraya dönelim.
Boğayı kırmızı şal ile kandıramıyorlar ya, bu sefer farklı yöntemlere başvuruyorlar. Medyada takip etmişsinizdir. Her gün neredeyse yandaş-candaş medya el ele ordunun teknik donanımının ne kadar arttığından, askerin biricik, akıllı, zehir gibi yardımcılarının PKK’yi nasıl sonlandıracağından söz ediyorlar. Nöbetçiye gerek kalmayacak erken uyarı robotları, altı bilmem kaç cm kalınlığında zırhlı araçlar, termal kameralar, hareketli uzaktan kumandalı silahlar, sinyal bozucu son teknolojiyle donatılmış araçlar, bomba yüklü insansız keşif uçakları, kirpiler, akrepler, çıyanlar, bilmem daha neler…
Buna da biraz akıl izan sahibi insanların inanmaması gerekir ama nedense kanan çok. Her eylemimiz ardından gerilla karşısında teknik bir donanımsızlığın, teknik desteğin azlığının yattığını bu nedenle öne çıkarıyorlar. Gerillayı tanıyan, bilen bilir. Gerilla her teknik gelişim karşısında kendisi de yeni teknik ve taktik hamleyle cevap verdiğinden aslında bu gerekçelerin hiçbirinin kıymeti harbiyesi yoktur. Yok heron gördü de neden kobra gelmedi, yok jamer vardı da neden sinyali kesemedi, yok F16’nın vuruş gücü teknik modernizasyonu nasıl yapılmazmış da, vay ABD bize predatörleri neden vermezmiş’e kadar binbir türlü yalan, zırva dolanıp duruyor.
Çocuklara oyuncak vaat etmek gibi bir şey aslında. “Bak oğlum sınıfını geç söz sana bisiklet alacağım” v.b çocukları işe sevk etmek için kullanılan yöntemler şimdilerde orduyu motive etmekte kullanılıyor. Sana patik alacam, sana uçan insan alacam. Oldu olacak hazır ABD ile model ortaklığını bu kadar zirveye ulaştırmış, yek vücut olmuşken birkaç süper kahraman da ayarlayın, bu iş bitsin. Bir Süpermen, bir örümcek adam, bir hulk ile bir haftada PKK’nin işini bitirirsiniz. Mavi, kırmızı, beyaz renklerinden oluşan süper kahraman kıyafetleriyle Kürdistan dağlarında taşeronluğu tam zirveye taşımış olursunuz. Cidden! ABD’den yarın bunları isteyen de çıkarsa şaşırmayın.
Gelelim sadede!
Şimdi gel de bu orduyu adam yerine koy. O kadar yalana bulaşmış ki artık ne diyeceğini bilemiyor insan. Zaten namertlik olmasa on kilometre yüksekten bombayı bırakıp kaçmaz adamlar. Zaten karadan gelip gerilla karşısında savaşma gücü yok, teknik kullanımında bile artık eski cesareti sergileyemiyorlar. Eskiden savaş uçakları dalış yapar bombalarını bırakırlardı. Bu daha iyi bir vuruş gücü için neredeyse bir mecburiyettir. Ama şimdilerde doçkalarımızdan korktuklarından gözle görülemeyecek denli havadan bırakıp gidiyorlar bombalarını. Bunu da “pilotlarımız o kadar usta ki artık istedikleri mesafeden bırakabiliyorlar bombaları” diyerek kamufle etmeye çalışıyorlar. Hadi canım…
Yani anlayacağınız gerilla karşısında yenilgi almış bir ordu ve bu orduyu yeniden bir savaşa sevk etmeye çalışan bir medya ordusu var karşımızda. Kraldan kralcılar kışkırtsa da, yeniden saldırmaya ikna etse de, en büyük teknik donanımı yükleseler de, en şahane planı yapsalar da nafile, gerilla karşısında zafer kazanamazlar. Yıllardır Kürdistan dağlarında kelle koltukta gezen, açlığa, soğuğa, imkansızlığa, vahşi yönelimlere karşı sadece iradesi ve yoldaşıyla, yoldaşına ve inancına duyduğu sevgiyle, aşkla ayakta kalan gerilla karşısında bunların hiçbiri işe yaramaz.
Tek emir ve tek vücut altındaki ordu yapamadı, AKP’nin elinde emir eri pozisyonuna getirilen orduyla hiç yapamaz. İnanmıyorsanız deneyin, çağrı yapın da gelsin. Kandil’in, Medya Savunma Alanları’nın yerini herkes biliyor, buyursun gelsinler… Çok gördük çok geçirdik, isterse Kimyevi de denesin kendini. Bakalım kimyevinin kimyası nasıl bozuluyormuş…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Devrimciliğe özentimizin PKK’ye ulaştırdığı günlerdi. Bir grup arkadaş ile kendimizi eğitiyor, bulduğumuz kitaplardan Kürdistan’da yürütülen mücadeleyi anlamaya çalışıyorduk. Asimilasyonun iliklerimize kadar etkilediği bir metropol ortamında bunu başarmanın, yani kendi özüne dönüşün ilk adımlarını atmanın bile sistem karşısında aslında ne kadar büyük bir eylem olduğunu bilmiyorduk. İçimizde bir yerlerde duran o direnişçi Kürt damarı kabarmış, Kürdistan dağlarında yürütülen direnişe katılım istemimiz çoğalmıştı.
Kendimizi bu mücadelenin neresinde ve nasıl görüyoruz? Dağlarda değiliz ve silahımız yok. O zaman biz buradan, bu metropol denilen zindandan bu mücadeleye nasıl destek sunabiliriz?
Sorularımız çoğaldıkça arayışlarımız, kendimizce geliştirdiğimiz planlarımız da çoğalıyordu. Tüm sorulara kendimizce cevaplarımız hazırdı. Beni uğraştıran bir soru vardı. “Tüm mücadele dursa, dağda gerilla, şehirde halk suskunlaşsa yine de sen, tek başına edindiğin bu bilinçle bu mücadele için savaşabilir misin? Kendi örgütlülüğünü ve planlamanı oluşturabilir misin?”
Uzun bir sorgulama süreci ardından bu soruyu da cevaplama yeterliliğine ulaştım. O dönem bu tartışmayı yapan o üç kişilik grup içinde aktif mücadele içinde yer alan ve ilk günkü coşku ve moralinden hiçbir şey yitirmeden her günü faşist, sömürgeci düşmana darbe vurma adına sevinçle karşılayan bir ben kaldım. Tartışmanın pratikleşme zamanında yılgınlık ağır bastığından caymıştı diğerleri. Doğru bir soru ve verilen doğru cevap bu gerçekliği yaratmıştı.
Bugünlerde de doğru sorulara ihtiyaç var. Sahi, bunu yapabilir miydim, yani tek başıma kalsaydım başarabilir miydim? Bilmiyorum. Böylesi bir gerçeklikle karşılaşmadım şimdiye kadar. Yükselen ve zirveye ulaşan mücadele gerçeği bir daha asla böylesi bir durumun yaşanmayacağını zaten ortaya koyuyor. Fakat önemli olan böylesi bir olasılık karşısında bile hazır olabilmekti.
Sorun kararda yani. Ne kadar keskin ve dirayetli, inatçı ve sabırlı bir karar sahibi olduğunda.
Bugünlerde Apocu hareketin felsefi, ideolojik derinliğine bir şekilde giriş yapan herkes var olan durumu, mücadelenin içinde bulunduğu atmosferi kendince değerlendiriyor. Hareketin çeşitli organları süreç ve Kürt sorununun bulunduğu konum hakkında yeterince açıklamada bulunuyor. Tehlikeler, fırsatlar, olasılıklar tüm etkenleriyle birlikte ortaya konuluyor. Yine on yılları, yüz yılları kapsayan bir teorik birikim İmralı işkencesine rağmen Önderliğimiz tarafından oluşturulmuş durumda. Kısacası ne yapılması, nasıl yapılması ve nereden başlanılması gerektiği çok açık.
O zaman mücadelenin içinde bulunduğu durum hakkında fikir yürütür, tartışırken sahip olmamız gereken anlayış kendimizle ilgili olmalıdır. Yani, “Ben mücadelenin kader anlarını yaşadığı bir dönemde bu mücadeleye nasıl katılmalıyım?” sorusu olmalıdır. Düşmanın yeni bir katliam ve soykırım dayatması karşısında Kürt direnişinde nasıl yer almalıyım sorusuna verilecek doğru cevap sürecin ve mücadelenin karşılanmasında temel dayanak olacağı ortadadır.
Verilen cevaplar çok olsa da iki keskin ucu olacaktır. “Ya Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin direnişçi geleneğinin yaratıcısı büyük şehitler ve fedakar halkımızın, İmralı işkencesinde özgür yarınları yaratan Önderliğimizin çizgisi, ruhu ve bilinciyle hareket ederek direneceğim, ya da kendime birçok gerekçe ve engel yaratarak vasat, rutin, sıradan bir katılım, yılmış, korkmuş, bedel vermekten kaçınan bir ruh halinde ısrarlı olup sistemin, düşmanın cephesini güçlendireceğim.”
Bu iki tercih ya da yol dışında bir yol daha var tabii. Zaman zaman direnişçi, zaman zaman teslimiyetçi çizgide bulunarak orta yolun, fırsatçılığın, oportünizmin yanında yer alınabilir. Ama bu da ne hayalleri, ne de amaçları gerçekleştirebilir.
Kürt gençliğinin ağırlıklı bir bölümünün direniş çizgisinde ısrarlı olduğunu biliyoruz. En vahşi düşman yönelimi, katletme girişimleri karşısında takındığı tutum bunu gösteriyor. Kurşunlara, panzerlere, en gelişmiş teknik silahlara rağmen iradesini ilandan kaçınmaması var olan ruhun böyle olduğunu gösteriyor.
O zaman düşmana daha güçlü darbe vurmanın önünde var olan engelleri görmek lazım gelir. Düşmanı geriletecek, yaptıklarından pişman ettirecek, halkımıza yönelik saldırılarını durduracak ve nihai özgürlük hamlesini gerçekleştirecek eylemsellikleri geliştirmek lazım gelir. Bunun için de PKK’nin direnişçi geleneği, vuruş tarzı, eylem yöntemlerinin öğrenilmesi lazım gelir.
Önderliğimiz şu sözünü hatırlatmak istiyorum; “PKK silahıyla doğru silahlanan bir insan korkunçtur. Küçük bir PKK birimi, vuruş olanaklarını gerçekten iyi değerlendirse bir bölgenin altından girer üstünden çıkar. Bir kente gider, düşmanı tarumar eder. Bir köye girişi köyü fethetmek içindir.”
Bu sözden de anlaşıldığı üzere bize lazım olan tek şey PKK silahını doğru kullanmaktır. Bir militanın iradesi, karar düzeyi tam olduktan sonra karşısında durabilecek herhangi bir düşman odağı kalamaz. Eğer bir talihsizlik olmaz, zamansız bir kayıp yaşanmazsa doğru karar ve yılmayan bir irade sahibi her Kürt bireyi düşmana çok büyük darbeler vurabilir. Bunun her türlü imkanı mevcuttur.
İmkanların yokluğu bu konuda kesinlikle bir engel değildir. Düşmanla iç içe yaşanılan, her köşe başında bir düşman odağı veya bireyinin olduğu metropollerde hedef sıkıntısının yaşanmayacağı da çok açıktır. Çok donanımlı, teknik destekli silahlarımız olmayabilir. Fakat bu silahsız olduğumuz anlamına da gelmez. Nitekim gençlerimizin Molotof ve havai fişekleri kullanım tarzından da görüldüğü gibi yaratıcı bir zihniyet sahibiyiz. Kaldı ki bu tüm imkanların seferber edilmemesine rağmen böyledir. Bir de gençliğin dinamik ve yaratıcı düşünce dünyasının ürünlerinin hepsinin ortaya konulduğunu düşünün. O zaman kesinlikle metropoller, düşmanın biricik merkezleri onlar açısından yaşanmaz bir hal alır.
Tüm bu gerçekler bize eylemin mutlak gerekliliğini gösteriyor. Her Kürt genci bulunduğumuz aşamayı iyi tespit ederek, kendi katılımının ölçüsünü güçlü tespit edebilmelidir. Sistem kurma hedefi, demokratik bir özgürlük alanı yaratma amacı yanında bunun önündeki düşman varlığını yok etme amaç ve hedefine de kilitlenmek gerekmektedir. Legal alan daraltılıp, burada mücadele yürütme imkanlarımız elimizden alındığına göre illegalde kendimize yeni bir sistem kurarak mücadelemizi burada yürütmeliyiz.
Gerektiği yerde taşla, gerektiği yerde molotofla, gerektiği yerde daha değişik araçlarla düşmanın halkımız üzerindeki saldırgan politikalarına dur dememiz lazım. Bunu Kürt gençliği dışında herhangi bir güç yapamaz. Dünden bugüne yürüyen mücadelede gençliğin hem Kürdistan dağlarında, hem de düşman metropollerinde yürüttüğü öncülük bugün de birçok açıdan geçerliliğini koruyor.
Bu gerekliliğin farkında olan tüm gençliğin ayaklanacağı, her anı eylem anı, her günü zafer günü haline getireceği kesindir…
Rüstem Andok
- Ayrıntılar
24 Saat Türk Sömürgeciliğini ve Akp’yi Lanetleyelim!
Önder Apo iki aydan buyana dünyada eşine ender rastlanan bir tecrit altında tutulmaktadır. Sömürgeci Türk devletinin başbakanı Önderlik üzerindeki tecridi sürdüreceklerini açıkça adeta meydan okuyarak açıklamıştır. Gerillaya dönük imha saldırıları hızından hiç bir şey yitirmeden devam etmektedir. Hemen hemen her gün savaş uçaklarıyla medya savunma alanlarına yönelik saldırılar yürütülmektedir. Kandildeki bu kapsamda yürütülen saldırıların sonucunda vücutları param parça olan çocuklarımızın bedenleri hala gözlerimizin önündedir. Uğur’un, Enes’in, Mehmet’in, Ceylan’ın ve Solin’in bakışları üzerimizdedir. Siyasal legal alana dönük siyasal soykırım operasyonlarının yoğunlaşarak sürmektedir. Uluslararası alanda Kürdistan Özgürlük Hareketini kuşatma altına almak için vermediği taviz, satmadığı değer kalmamıştır. Açıkça ABD’nin bölgedeki taşeronu olmuştur. Hareketimizi tasfiye karşılığında ABD’nin uşaklığını yapmaya devam etmektedir.
AKP hükümeti Kürdistan Özgürlük Hareketi ve Kürt halkı için tasfiye amacıyla söyleyeceğini söylemiş, yapacağını da yapmaya başlamıştır. Neler yapacağını da, bir tasfiye konsepti ve programı biçiminde kamuoyuna açıklamıştır. Bunu yaparken de öyle yasa hukuk, ahlak, insanlık değerleri vb. değerleri gözetmemektedir. Buna en ufak bir ihtiyaç dahi göstermiyor.
Göstermesi de beklenmemelidir. Bir sömürgeciden, düşmandan böyle beklentiler içinde olmak, Türk sömürgecilik gerçeğinden ve tarihten habersiz olmak anlamına gelmektedir.
AKP hükümeti bunu neden yapıyor? Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu, Kürdün inkar ve imhasına açıkça karar verilmesi üzerinden yapılmıştır. Katliam ve soykırım devleti olarak kurulmuştur. Dolayısıyla Türk devletinin kuruluş, Kürdün katliamına, yok edilmesine karar verilmesi anlamına gelmektedir. Türk devletinin ilan, varlığı Kürdün inkarıyla başlamıştır ve bu bir strateji olarak yürütülmüştür. Hükümetler değişmiş ama bu strateji dokunulmaz ve değişmez olarak kalmıştır. Bunun anlamı ise Kürt halkına ve Kürdistan’a karşı yapılan büyük ve yeminli düşmanlıktır. 1924’ten başlayarak, hazırlanan tüm anayasalarda ve çıkarılan tüm kanunlarda bu katliam-soykırım felsefesi, zihniyeti ve siyaseti vardır. Bu aynı zamanda Türk devletinin, Türk egemenlerinin dayandığı bir stratejidir. Dolayısıyla AKP bugün miras aldığı bu stratejiyi sürdürmek ve 21. Yüzyılda da devam ettirmek için elinden geleni yapmaktadır. AKP’nin stratejisi de esas olarak budur.
Günümüz TC sömürgeciliğinin temsilcisi Tayyip Erdoğan’ın, tek vatan, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil dedik, bunu kabul etmeyen çekip gitsin sözüyle, sömürgeci devletin kurucusu faşist M. Kemal’in Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın, “Geri Kürtler yaşam kavgasında kendisinden daha üstün Türklerin altında kalmıştır. Bu nedenle de ya ülkeyi terk etmeleri ya da yaşam kavgasında işe yaramaz unsur olarak yok edilmesi gerekir.” Her iki söz arasında anlamca ve zihniyet bakımından söyleyen kişilerin farklı zamanlarda yaşamış olmalarından başka hiçbir fark yoktur.
Dolayısıyla sömürgeci Türk devletinin kuruluş felsefesi Kürt halkının ve Kürdistan’ın varlığına kapalıdır. Halkımızın ve ülkemizin yokluğu temelinde kurulmuştur. Var olabilmesi için Kürt halkının ve Kürdistan’ın yok edilmesi gerekir. AKP’de bugün bu zihniyetin en ateşli ve yeminli düşmanlığını yapmaktadır.
Kürt halkı Türk devletinin ve AKP’nin bu gerçeğini bilerek yaklaşımını ve somut tavrını güçlü bir biçimde ortaya koymalıdır.
AKP söyleyeceğini söylemiş, yapacağını da yapmaktadır. Hergün onlarca, hatta son günlerde yüzleri bulan Kürt siyasetçi tutuklanmaktadır. En son Şırnak, Amed, İstanbul, Antep ve Siirt’teki siyasi soykırım bu zihniyetin sonuçlarını ve ulaştığı düzeyi ortaya koymaktadır. Şimdi artık Kürtlerin, Kürt siyasetçilerinin, metropollerde yaşayan bütün Kürtlerin yapması gerekenleri de artık yapması gerekir.
Bıçak kemiğe dayanmış, söz de bitmiştir. Fazla söz, Kürtlerin ciddiyetini de tartışılır hale getirir. Artık harekete geçmek için nelerin olması gerekir? Yapılmayan ne vardır? Kürt siyasetçilerinin, Kürtlerin artık yakınmacı ve şikayetçi bir dille, ya da kendini acındırarak sonuç almaları mümkün değildir. Çünkü Kürdün yokluğuna ve tarihten silinmesine kadeh kaldırılarak Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmuştur. Bugün de AKP tarafından, kutsal islam dini kirli sömürgeci emellerine alet edilip kullanılarak bu yapılmak istenmektedir. Artık her Kürdün bunu anlaması gerekir.
Kürtlerin artık ucuzca barış arayışlarını bir yana hem de açık bir biçimde ortaya koyması gerekir. Bilinmelidir ki, örgütlü direnme ve savunma gücü olmayanın varlığı da, siyaseti de barışı da olmaz, olamaz. Kürtler, direnme ve örgütlülük sayesinde bugünlere gelmiştir. Ne kazanılmışsa, direnilerek, büyük bedeller verilerek kazanılmıştır. Demokratik özerkliği inşa ve ona yönelik sömürgeci devlet terörüne karşı savunma gücünü ve örgütlülüğünü geliştirerek zaferini garantileyecektir.
Türk sömürgeciliğine karşı direnmek halkımızın en kutsal hakkı ve görevidir. Çünkü sömürgecilik ve asimilasyon bir insanlık suçudur. Halkımıza karşı AKP’nin öncülüğünde geliştirilen bu uygulamalara karşı direnmek hak ve görevdir. Demokratik özerkliği başka bir biçimde inşa ve savunmanın imkanları yoktur. Unutulmamalıdır ki, demokratik özerk, özgür Kürdistan ancak böyle inşa edilip savunulabilir. Bir insanın, Kürdün, Kürdistanlının kendi topraklarını ve kendi sistemini savunmasından daha doğal ne olabilir.
Bunun dışındaki yaklaşımlar sadece Türk sömürgeci devletine cesaret verir. Kılıcını keskinleştirir. Dolayısıyla artık tutuklanmalar ve gözaltılar arkasından basın açıklamaları, tutuklananların sayılarını vb. dile getirip bunu haksızlık olarak değerlendirmek, bilinenin tekrarı anlamına geliyor ve gelinen aşamada pratik hiçbir anlamı da yoktur. Yani malumun ilanı!
Önemli olan siyasi soykırım operasyonlarından sonra açıklama yapmak değildir. Önemli olan Kürdün sürgit köle kalmasını sağlamaya yönelik bu rehine ve esaret altına almaya yönelik saldırılara son vermektir. Nasıl mı? Evet, kolay ve rahat bir mücadeleden bahsetmeyeceğiz. Zorlu bir mücadeleden bahsediyoruz. Kürtler özellikle kendi topraklarında, Kürdistan şehirleri başta olmak üzere hiçbir sömürgeci polis gücünün bir Kürdü gece yada gündüz- fark etmez- esaret altına almasına izin vermemelidir. Bunun için kendisini tepeden tırnağa ev ev, sokak sokak, köy köy, mahalle mahalle örgütlemelidir. Öyle bir örgütlemelidir ki, tutuklamaya yönelen her eli kırabilme gücünü yaratabilmelidir. Aynı yaklaşımı Türkiye metropollerinde yaşamak zorunda bırakılan Kürtler de göstermelidir.
Ortadoğunun en eski ve köklü haklarından biri olan Kürt halkının, kendisine 21. Yüzyılda dayatılan sömürgeci soykırım politikalarına karşı direnme bilinci, kararlılığı, cesareti, örgütlenme ve serhıldan deneyimi de vardır. Uluslar arası sermaye güçlerinin bölgeyi yeniden düzenlemeye çalıştığı bir dönemde, bir kez daha halkımızı statüsüzlüğe mahkum etmek isteyen uluslararası sermaye güçleri ve sömürgeci Türk devletine karşı serhıldanları sonuç alıcı bir biçimde geliştirmenin zamanıdır.
Önder Apo’ya karşı gerçekleştirilen uluslar arası komplonun 13. Yıldönümünde halkımız hem komplocuları hem de Türk sömürgecilerine karşı 24 SAAT SERHILDAN 24 SAAT TÜRK SÖMÜRGECİLİĞİNE ve AKP’ye LANET! Şiarıyla harekete geçmelidir. Önderlik üzerinde estirilen sömürgeci devlet terörü ve tecridini kırma gücü ve iradesini ortaya koymalı ve özgürlüğünü sağlamayı esas almalıdır.
Halkımızın dostları da, bu dönemde sömürgeciliğe karşı tavrını daha açık bir biçimde ortaya koymalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar
PKK hareketinin en önemli özelliklerinden bir tanesi açıklık ilkesi ve özeleştiriden çekinmemesidir. Bu iki hususun tüm PKK tarihi boyunca bizi ayakta tutan en önemli özellikler olduğu bilinmektedir. PKK militanları olarak en yoğun ve vahşi yönelimler altında bile, hata yapmaya zorlayan koşullara rağmen yaşanılan kayıpları, yerinde olmayan pratikleri, eksik ve yetmezliklerin nedenini salt düşman saldırıları ile değil, kendi yaklaşımlarımızla ölçmeye çalıştık. Yaşanan her kaybın, yerine getirilmeyen bir kural hatasından kaynaklandığı bu nedenle bizler açısından çok nettir.
Askeri alanda yürütülen mücadelede tüm tarihimiz boyunca böylesi kural hataları yaptığımız olmuş, bunları yürütülen araştırma ve soruşturmalar ardından aydınlattığımız oranda halkımızla ve demokratik kamuoyuyla paylaşmışızdır. Bu konuda aleyhimize olan gelişmelerde bile dürüstlüğümüzden taviz vermeyerek attığımız her adımın sorumluluğunu kaldırdığımızı ortaya koymuşuzdur. Fakat bunun karşısında hareketimizin her zaman kendinin savunma hakkı olduğu, yalan ve çarpıtmalar karşısında kendini koruması gerektiği de ortadadır.
Uzun bir süredir kamuoyunda tartışılan birçok hususun hareketimiz ile halkımız arasında bir çelişki yaratmaya dönük bilinçli çarpıtmalar olduğu ortadayken salt bu tartışmaların görünen yüzleriyle ilişki kurmamak, bu tartışmaların arkasındaki nihai amacı da anlamak önemlidir. Derin tarih bilinci, güncel politik akıl her zamankinden daha fazla böylesi pratiklerin anlaşılması için bu zamanlarda gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki ulusal birlik her şeyden daha fazla istediğimiz, arzuladığımız, uğruna mücadele ettiğimiz bir husustur. Bu amaçla hareketimizin ilk günlerinden itibaren Kürdistan’da var olan tüm Kürt hareketleriyle ittifak ve birlik arayışlarımız olmuş, fakat düşmanla işbirliği temelinde saldırılar bu amacımıza ulaşmamız önünde engel yaratmıştır. Özellikle 2008 Zap direnişi ardından sömürgeci faşist TC devletinin tüm Kürtlerin kazanımlarına göz diken yaklaşımı deşifre edilmiş, güney halkımızın direnişi ve hareketimize sunduğu destek ile de kendilerine çok ciddi bir cevap verilmiştir. Güney halkıyla gelişen ilişkiler farklı Kürt örgütleri ile aramızdaki ilişkilerde de etkili olmuş, ulusal birlik amacımız her zamankinden daha fazla imkan dahiline girmiştir.
Bu gerçeği yalnız biz görmüyoruz. Kürtleri statüsüzlüğe mahkum etmek isteyen bölgesel ve uluslar arası güçler de bu ortak akıl ve ruhun varlığından rahatsız olduklarından yeni ve değişik yöntemlerle ulusal birliği zedelemeye, yine halkımızla bu birliği yaratmakta türlü fedakarlıklarda bulunan hareketimizi karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır. Kafalarda birçok soru işareti var ve özel savaş yöntemleriyle bu soruların cevapları hakikatten uzak bir şekilde verilmeye çalışılıyor.
Şunun çok iyi bilinmesi gerekiyor. Hareketimiz şu anda Kürdistan ve Kürdistan’ı egemenlikleri altında tutan tüm devletler ve bölgede var olan demokrasi düzeyinin oluşmasında yürüttüğü mücadeleyle temel etkileyici güçtür. Eğer bugün Türkiye faşist 12 Eylül diktasının etkilerini kırabilmiş, tüm Arap halkı bölgedeki dikta rejimler karşısında güç haline gelmiş ise bunda Kürt Özgürlük Mücadelesinin yürüttüğü mücadele oldukça büyük etkide bulunmuştur. Bu gerçeği dost düşman herkes bir şekilde dillendirmesine rağmen sadece kan davası güden insan psikolojisinde yer alan yaklaşımlarla Kürt hareketinin başarısını görmemek, görse bile bunu ters yüz etmeye çalışarak sonuç almasını engellemek amaçlı yaklaşımlar halen eksik olmamaktadır. Halkımız eğer bugün halen sokaklara dökülmüyorsa, dünyanın en gerici rejimi karşısında mücadelede istenilen performansı yakalayamıyorsa bunda kesinlikle bu yaklaşımların etkisi büyüktür.
Herkes iyi bilmelidir. Mücadele bitmemiştir. Kürt halkı üzerindeki katliam riski kalkmamıştır. Asimilasyon sonlanmamıştır. Kürdistan’daki askeri işgal devam etmektedir. Kültürel yozlaşma ve ahlaksızlaştırma politikaları Kürt çocuk ve gençleri üzerinden sürdürülmektedir. Sivil katliamların en büyüğü olan iradenin kırılması, teslim alma politikalarının bir uygulaması olarak tutuklamalar, gözaltılar, haksız davalar son hızıyla yürürlüktedir. Dağlarımız, köylerimiz, insanlarımız binlerce kiloluk bombaların altında inlemektedir. Köylerini terk etmekte, yerinden yurdundan edilmektedir. Ve en ağır tecrit ve izolasyon altında Önderimiz, varlık gerekçemiz cezalandırılmakta, iki ayı aşkın bir süredir kendisinden haber alınamamaktadır.
Artık herkes şunu iyi anlamalı. Çözüm filan yok. Çözüm üretecek kimse yok çünkü. Böyle bir siyasi irade şu anda Kürdistan’ı egemenliği altında tutan hiçbir ülkede yoktur. Çünkü Kürt sorunu çözümsüz bırakılsın diye uluslar arası güçlerin ve bölge gericiliğinin ciddi bir ittifakı söz konusudur. Buna karşı direniş Kürdistan dağlarında hem de çok amansız bir şekilde devam ediyor. Otuz yılı aşkın bir süredir yürütülen mücadeleyle Kürtlerin varlığı kabul ettirilmiş fakat varlığı üzerindeki tehditler kaldırılamamıştır. Özgürlüğünün kazanılması görevi çok yakıcı bir şekilde önümüzdedir.
Bu böyleyken sanki birçok şey halledilmiş, haklarını elde etmeye çok yakınlaşmış fakat bunun önünde hareketimiz engeldir gibi bir yanılgı yaratılmaya, savaşımızın etkisi kırılmaya çalışılıyor. Bu düşünce ve yaklaşımı, karşısında mücadele ettiğimiz düşmanın yaklaşımı, propaganda malzemesi olarak görmek kadar bu yaklaşım ve düşüncelerin zeminini her bireyin kendisinde ve omuz omuza verdiği insanlarda araması da gerekmektedir. Çünkü şu anda kazanılmaya çalışılan, kafası karıştırılarak değerlerine karşıt pozisyona getirilmeye çalışılanlar tam da bu kesimler oluyor. Düşünmek, sorgulamak önemli ve gerekliyken bunun hangi temeller ve değerler üzerinden yükselmesi gerektiğinin iyi netleştirilmesi gerekmektedir. Yoksa niyette hiçbir karşıtlık olmamasına rağmen insan kendi değerlerine ihanet eder pozisyonda bulabilir kendisini. Bu durumda da kaybeden değerler değil, onlara bağlı olduğunu iddia edenler olur.
Ayrıca!
Dost düşman şunu çok iyi bilsin. Hareketimiz hiçbir zaman mücadeleden yılmayacak, saldırı ve yönelimler ne denli ağır olursa olsun Apocu ideoloji ve demokratik modernite paradigmasından taviz vermeyecektir. Bunun için gerekli bilinç, donanım, tecrübe, mücadele azmi, öfke ve en önemlisi halk desteğine sahibiz. Belki darbe vurabilirsiniz, belki yalanlarınızla insanlarımızın kafasını bir müddet karıştırabilirsiniz. Ama hiçbir zaman bu hareketin zaferini engellemeye kadir olamayacaksınız.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
AKP siyasetinin temel iki özelliği oluyor korkaklık ve yalancılık. Bu özellikler de Başbakan ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanıyor. Fakat Tayyip Erdoğan bu gerçeği gizlemekte gerçektende ustaca davranıyor. “Ustalık dönemi”nin marifetleri herhalde bu oluyor. Bu konuda hakkını yememek lazım. Korkaklığı kabadayıca görüntülerle, yalancılığı ise demogoji ve göz yaşıyla kapatmayı başarıyor.
Son dönemlerde kendine “liberal” diyen bazı çevrelerce “Cesaret timsali”, “Dünya lideri” gibi bazı kavramlarla haddinden fazla pohpohlanmaya çalışılsa da, gerçek budur. Ne kadar boyanır ve cilalanırsa cilalansın esas cismi değiştirmek mümkün değildir.
“Liberal demokrat” olmakla pek fazla övünen sözkonusu çevrelerin Tayyip Erdoğan’a övgüleri, özellikle Devlet-PKK görüşmesine dair tutanakların yayınlanması ardından ziyadesiyle artmıştır. PKK ile görüşme yapmış olmak, “Cesaret” ve “Risk alma” kavramlarıyla değerlendirilmektedir. Fakat burada izaha muhtaç iki husus vardır: Birisi, PKK ile görüştü diye Tayyip Erdoğan’ı öven çevreler, her nedense aynı övgüyü PKK’ye de yapmamaktadır. Tersine Tayyip Erdoğan övgüsü, PKK yergisiyle paralel yürümektedir. Diğeri ise, PKK ile görüşülmüş olması nedeniyle Tayyip Erdoğan’ın kendisini övmemesidir. Dahası Tayyip Erdoğan sözkonusu görüşmelere sahip çıkma cesaretini bile gösterememektedir.
Baştan beri Tayyip Erdoğan’ın “Görüşme olmuyor” dediğini herkes biliyor. Gizli görüşmeler açığa çıkınca da “Devlet yapıyor, hükümet yapmıyor” diyerek sorumluluktan kaçmaya çalıştığını yine herkes bilmektedir. Yani Başbakan Tayyip Erdoğan, kendi yönetimi altındaki devletin PKK ile yapmış olduğu görüşmelere sahip çıkma cesaretini gösterememiştir. Aslında Tayyip Erdoğan’ın bu tutumu tüm Kürt sorunu kapsamında böyledir. Örneğin, “Düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” diyen odur. Yine halâ “Kürt halkı”, “Kürtler” diyememektedir; tersine büyük bir dikkatle hep “Kürt kökenli vatandaşlarım” demektedir.
Kısaca Tayyip Erdoğan, Kürt sorunun çözümünü dayattığı bir ortamda politika yapar ve sözde sorunu çözen başbakan olarak kendini göstermeye çalışırken, aslında inkâr ve imha sisteminin bir gün kendisini suçlayabileceği hiçbir iz bırakmamaya büyük özen göstermektedir. Diyarbakır’da sarfettiği sözde bir cümlelik Kürtçe ifade ise, hem doğru söylenmemiş, hem de “Arapçadır” diye savunulabilecek bir tarzda söylenmiştir.
Peki gerçek böyleyken, “Kürt sorununu çözme cesareti gösteren lider” nasıl denebilir? Unutmamak gerekir ki, AKP iktidarının dokuz yılı dolmaya bir ay kalmıştır. Dokuz yıl da iktidarda küçümsenecek bir süre değildir. Peki bu dokuz yılda AKP iktidarı Kürt sorununda ne yapmıştır? Bol bol “Kürt sorununu çözecek iktidar” beklentisi yaratmaktan öteye somut olarak çözüm yolunda yapılan nedir? Tayyip Erdoğan “Kürt kökenli vatandaşlarım” demektedir, o kadar. Demirel’de 1992 başında “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. AKP bir de TRT-6’yı kurdu, PKK’ye bir de Kürtçe olarak bol bol küfredebilmek için!
Başka yapılmış somut ve kalıcı bir şey var mı? Yoktur. Buna karşılık 2005 yazında “Kürt sorununu çözeceğim” demiş, 2006 baharında “Çocukta olsa, kadında olsa güvenlik güçlerimiz gereğini yapacak” noktasına gelmiştir. Şimdide o güvenlik güçleri “gereğini” bol bol yapmaktadır. Yine 14 Nisan 2009’da Kürtlerin “Siyasal soykırım” dediği Kürt demokratik siyasetini tasfiye operasyonunu başlatmıştır. Bugüne kadar geçen ikibuçuk yıl içinde dörtbine yakın Kürt siyasetçi tutuklanarak zindanlara konmuştur. BDP Eşbaşkan Yardımcısının yaptığı açıklamaya göre, son altı aydaki tutuklama sayısı 1350 civarıdır. DTP kapatılmış, BDP’de 15-20 kişilik bir milletvekili grubu düzeyine düşürülmüştür.
Peki Kürt sorununun çözüm yolu bu mudur? Tutulup zindanlara tıkılan bu insanlar “Eli silahlı terörist”midirler? 14 Nisan 2009’da bu operasyon başlatılırken PKK şiddet mi uyguluyordu? Bu soruların hepsi cevap bekliyor. Bu soruların cevapları gerçeği ifade ediyor. Herkes çok iyi biliyor ki, AKP iktidar olurken savaş yoktu, ateşkes vardı. PKK’liler sınır dışına çıkmışlardı. Peki AKP o zemini siyasal çözüm için değerlendirdi mi? Hayır! AKP hükümeti 14 Nisan 2009 “KCK Operasyonu”nu başlatırken, PKK bir gün önce “Kürt sorununun demokratik siyasal çözümüne şans tanımak için tek yanlı ateşkes ilan ettiğini” açıklamıştı. DTP-BDP’lileri tutuklayan operasyonlar işte bu açıklamaya karşı başlatıldı.
Bunları niye yazıyoruz? Belleğimizi yenilemek, yakın tarihi hatırlamak ve AKP gerçeğini tarih karşısında doğru okumak için. Çünkü şu an o denli bir kirli psikolojik savaş yürütülüyor ki, gerçekler tamamen tersyüz ediliyor. Yağdanlıklar AKP’yi cilalamak için her türlü yalanı çok kolaylıkla söylüyor. Dolayısıyla toplum doğruyu öğrenemiyor. Yaşanan olaylar aydınlatılmıyor. Özel savaş merkezi nasıl istiyorsa topluma “bilgi” öyle sunuluyor.
Elbette bunu kraldan daha kralcı geçinen özel savaş medyası yapıyor. Yalan propaganda denen psikolojik savaş ayyuka çıkarılıyor. Fakat bu psikolojik savaşı da hükümet örgütlüyor ve yürütüyor. Yalanı en başta AKP hükümeti söylüyor. Örneğin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, kameraların karşısına geçerek “İran Murat Karayılan’ı yakalamış” açıklamasını herkes hatırlıyor. Peki daha sonra ne oldu? Gerçeğin böyle olmadığı, bu açıklamanın tamamen yalan olduğu, Bülent Arınç’ın bu yalanı bile bile söylediği ortaya çıktı. Peki koskoca Başbakan Yardımcısı bile bile yalan söyler mi? Söylüyor işte! AKP devrinde bunlar da oluyor. Dahası toplumun karşısına çıkıp özür dileme nezaketini bile göstermiyor. “Çamur at, izi kalır” tutumunu izliyor.
Aynı şeyi geçen gün Başbakan Tayyip Erdoğan da yaptı. PKK’nin “Geçen kış beş kadın gerillanın jeneratör egzozundan zehirlenerek şehit düştüğü” açıklamasını alarak, “Beş kadını infaz etmişlerdir” dedi. Peki cenazeler ortada! Yarın otopsi yapılır da PKK’nin açıklaması doğru çıkarsa Tayyip Erdoğan ne yapacak? Belliki hiçbir şey yapmayacak. Bülent Arınç gibi, o da pişkin pişkin yeni yalanlar söylemeye devam edecek.
Zaten devam ediyor da! Şemdinli’de askerler halkı vuruyor, “Teröristler yaptı” diyor. Batman’da polis kadın ve çocukları vuruyor, “PKK yaptı” diyor. Siirt’te polis okulunda ne işlerinin olduğu halâ belli olmayan dört kadının polis sanılarak PKK’liler tarafından vurulması olayını diline dolamış, kendi zulmünü, faşizmini, terörünü, soykırımcılığını bununla örtmeye çalışıyor. Bir de Kürt halkını ve özellikle Kürt kadınlarını “PKK’ye karşı direnişe” çağırıyor. Peki yüzlerce Kürt kadınını zindanlara tıkan sen değil misin? Seçilmiş kadın vekilleri, Sevahir Bayındır’ı, Ayla Akat Ata’yı, Sebahat Tuncel’i yaralayan senin polisin değil mi? Sokakta beyaz tülbentli Kürt kadınlarına gaz ve copla terör estiren senin polisin değil mi? Dağlarda onlarca Kürt kızını katleden senin askerin değil mi? Bütün bunlar bizzat Tayyip Erdoğan’ın emriyle olmuyor mu? Yetmiş gündür Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yasaklayan sen değil misin?
Bir de kalkmış “Ciğerim yanıyor” diyor. Gerçekten ciğerin yanıyorsa o zaman durdur bu zulmü! Herkes iyi biliyor ki, Tayyip Erdoğan asker ve polisine “ Operasyonları durdurun” dese, yaşanan savaş anında durur. Fakat Tayyip Erdoğan bunu yapmıyor, tersine “Bitirmekten, kök kazımaktan” söz ediyor. Dolayısıyla “Ciğerim yanıyor” sözü de Diyarbakır cezaevi önündeki sahte göz yaşından öteye bir değer taşımıyor. İktidar hırsı Tayyip Erdoğan’ın gözünü döndürmüş. Bukalemun gibi renkten renge giriyor. İnanılırlığını ve güvenilirliğini tamamen kaybetmiştir. Ne zaman insanın elini tutacağı, ne zaman sırtını hançerleyeceği belli olmuyor. Mübarek’ten Kaddafi’ye, Esat’tan İran’a kadar yaptıkları bunu açıkça gösteriyor.
Kürt halkının bu gerçekleri iyi görmesi ve AKP’yi çok iyi tanıması gerekiyor. Çünkü, halk olarak çok kritik bir süreçten geçiyor. Her an sırtından hançerlenebilir. Onbinlerce şehit kanıyla yaratılan değerler, eğer korunup geliştirilmezse bir anda yok olabilir. Ağır katliamlarla yüzyüze gelebilir. Bu tehlikeler ciddi düzeyde vardır. AKP fırsatını bulursa her türlü kötülüğü yapabilir. Bu noktada BDP’nin meclise gidişi de yanıltıcı olmamalı ve gevşekliğe yol açmamalıdır. Böyle bir durum tarihi bir tehlike yaratır. Bu tür yanılgılara düşmeden, AKP saldırganlığına karşı demokratik özerkliği inşa ve Önder Abdullah Öcalan’a özgürlük direnişini her yerde yükseltmeyi bilmek gerekir. Kürtleri var edecek ve özgür kılacak tek doğru tutum kesinlikle budur. Bunun dışındakiler aldatıcı boş laftan öteye bir değer taşımaz!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Kıtırcı “Çok yalan söyleyen kimse” oluyor. Müptelayı ise biz düşkünlük olarak ele alalım. Yani “yalan söylemeye düşkün kimse”dir başlığımız.
Uzun zamandır yalan kelimesinin çok ötesinde adeta hastalık düzeyinde sarf edilen, onsuz edilemeyen, söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmayan, özü ile sözü bir olmayanı karşılayan bir kelime arayıp duruyorum. Bizi takip edenler bilirler ki saygı değer psikologlardan yazılarımız aracılığıyla yardım bile istemişizdir. Tüm sözlükleri araştırdığımızı söyleyemeyiz ama elimize geçenleri baktığımıza inanabilirsiniz.
Çok küçük yaşlarda rahmetli Aziz Nesin’in Zübük kitabını okumuştum. Orada içiyle dışı bir olmayan iyi bir tip çizilmişti. Özüyle sözü bir olmayan tiplemeye iyi bir örnekti doğrusu Zübük. Daha sonraları ise Aziz Nesin’in bu kitabını çok değerli sinema oyuncusu Kemal Sunal ekrana taşımıştı. Doğrusu Kemal Sunal Zübük’ün hakkını vermişti. Mimikleriyle, söylemleriyle, gestikleriyle vücuduyla derken ne kadar dil varsa bu dilleri kullanarak bir sahtekarı iyi verebilmişti. Ama Zübük sadece bir sahtekar değildi ki!
Zübük, yalancı. Zübük sahtekar. Zübük mukkalit, yani taklitçi. Zübük ahlaki olarak dibe vurmuş. Zübük ikiyüzlü. Hatta Zübük hiçyüzlü. Yani arsız. Yani bukalemun. Zübük iyi bir duygu sömürücüsü.
Filmi ve kitabı okuyanlar bilir. Bir keresinde Belediye binasında namazı tartışırlarken, muhalif partiyi temsil eden kişi “sen camide namazını kılmıyorsun” der demez, bizim Zübük “elhamdubillah Müslüman’ım. Biz evimizde namazımızı niyazımızı kılar” dedikten sonra muhalif partinin ne kadar din dışı, anti İslami olduğunu dualar arasında veriştirmeye başlar. Ve cümle cemaat muhalif partinin sözcüsünü yuhalamaya başlar. Halbuki Zübük değil camide evde bile bir gün namaz kılmamıştır. Namazı bir keresinde kılmıştır o da onu öldürmek için mezarlığa götürenleri oyalamak için, “ölmeden” önce kıldığı namazdır. O da saatleri alan, onu vurmak isteyenleri atlatarak kaçtığı namazdır.
Tuhaf ama filmde baştan sona kadar kim Zübükle ilişkilenmişse hep kazık yer. Hep aldatılır. Hep kandırılır. İstisna olarak kandırılmayan tek kişi filmde eşi rolünde oynayan başarılı oyuncu N. Serezli’dir. Aslında o da kandırılmıştır, ancak aldatılan ve bir nevi düşürelen N. Serezli Zübük’ün kafasına silahı dayatarak onunla evlenmesini bilir. Zübük’ün faka bastığı tek olay budur. Başka da ne kadar insanla, partiyle, kuruluşla ilişkilenmişse mutlaka kazık atmasını bilmiştir.
Örneğin Ankara’ya Zübük’ü ziyaret etmeye gelen akraba mı diyelim, tanıdıkları mı diyelim –ki içlerinde kayın babası da bulunmaktadır-lokantada çıkarken salt kaçırılmış süsü vermek için, hasta numarası yapacak, ona yaklaşan gazeteciyi de “aman görüyorsun bak konuşamıyorum” diyerek gerekli yerlere gerekli mesajları vererek “kaçırılmış” olacak. Daha sonra sözde polisleri onu kurtarmaya geldiklerinde ise “aman beni kaçırılanlara kötü davranmayın” diyecek ardından da tutuklanmışları yani onu “kaçıranları” bıraktırarak büyük adam olacaktır.
İşte Zübük budur. Aslında yalancı kelimesi, olup biteni karşılamaya yetmiyor. Bir yalancı bu kadarını yapamaz.
Yalan söyleyip de renk atmama mümkün mü?
Yalan söyleyip de insanın mimiklerinin değişmemesi mümkün mü?
Yalan söyleyip de yine bu kadar kabul görme herkese nasip olur mu?
Yalan söyle hem yalanlarını dinleyenler inansın, hem de yalanlarından etkilenenler duygulansın, bunu kimse başara bilir mi?
Yalan söyle ama yalan söylediğin bile anlaşılmasın mı diyelim?
Evet tüm bunlar ve daha fazlası için “yalan ötesi” ya da “üstü” kelimesi için yeni bir kelimenin bulunması şarttır. “Ultra yalancı” diyeceğiz ama sanki bu dıştan getirilmiş gibi oluyor. Yerelde kullanılan, bölgemizde kullanılan “yalan ötesi” kelimesi için bir sözcük gerekiyor. Şimdilik biz bu “yalan ötesi” ya da “yalan üstü”ne KITIR diyoruz ve bu yalan üstü yetenekli adamada KITIRCI diyeceğiz.
Bir müptela kıtırcının söylemleri olarak Erdoğan’ın BM’de yaptığı konuşmayı ele alarak birkaç yazı yazalım.
Örneğin:
“Bizim açımızdan Birleşmiş Milletler, kaba kuvvet ve zulüm yerine, uluslararası hak ve adaleti; çatışmayı değil barışı, basit çıkar ve denge arayışlarını değil, insanlık vicdanını hakim kılmaya çalışması gereken bir idealin adıdır. Ben Birleşmiş Milletler'i böyle anlıyorum.
Bu idealin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise, yarım asrı aşkın süredir devam eden Arap-İsrail ihtilafıdır. Bu sorunun halen çözülememesi, aksine her defasında hak ve hukukun siyasi dengeler uğruna heba edilmesi uluslararası adalet duygusuna vurulan en büyük darbedir” diyor.
Peki biz bu söylenenleri Kürdistan için tercüme etsek o zaman bu kıtırcı müptelanın inandırıcılığı kalır mı? Yani desek ki Kürt Türk ihtilafının önündeki en büyük engel BM’dir ve BM Kürt Sorununa el atsın. Adaletsiz davranmasın. Mazlumun yanında yerini alsın.
Devam edelim:
“Daha da acısı, Birleşmiş Milletler, Filistin halkının yaşadığı insanlık dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır” demektir. Peki biz BM’nin Kürt ve Kürdistan sorununa karşı hiçbir adım atmayarak aciz kaldığını söylersek ne olacaktır?
Ya da:
“İşgal altında olan, Filistin topraklarıdır, İsrail toprakları değil... Bunun İsrail toprakları olduğunu söylemek, tarihle ters düşmektir. Orada Filistin toprakları işgal altındadır. Orantısız güç kullanan, İsrail'dir” demektedir.
Biz Filistin yerine Kürdistan diyelim ve İsrail yerine ise Türkiye diyelim.
Devamla:
“Ama yaptırım uygulanmayan, yine İsrail'dir” diye ekliyor. Biz ise terörist ilan edilen Kürtler ve Kürdistan diyelim.
Bir de bir soru soralım: BM’de Filistin için söylediklerini Kürdistan için Kürtler için söylemeye var mısın? Yok eğer yoksan tek bir kelimeyle içinle dışın bir değildir. Tek kelimeyle bir sahtekarsın. Tek bir kelimeyle yalancısın. Tek kelimeyle bir KITIRCI’SIN hem de müptela bir KITIRCI.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kıtırcı “Çok yalan söyleyen kimse” oluyor. Müptelayı ise biz düşkünlük olarak ele alalım. Yani “yalan söylemeye düşkün kimse”dir başlığımız.
Uzun zamandır yalan kelimesinin çok ötesinde adeta hastalık düzeyinde sarf edilen, onsuz edilemeyen, söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmayan, özü ile sözü bir olmayanı karşılayan bir kelime arayıp duruyorum. Bizi takip edenler bilirler ki saygı değer psikologlardan yazılarımız aracılığıyla yardım bile istemişizdir. Tüm sözlükleri araştırdığımızı söyleyemeyiz ama elimize geçenleri baktığımıza inanabilirsiniz.
Çok küçük yaşlarda rahmetli Aziz Nesin’in Zübük kitabını okumuştum. Orada içiyle dışı bir olmayan iyi bir tip çizilmişti. Özüyle sözü bir olmayan tiplemeye iyi bir örnekti doğrusu Zübük. Daha sonraları ise Aziz Nesin’in bu kitabını çok değerli sinema oyuncusu Kemal Sunal ekrana taşımıştı. Doğrusu Kemal Sunal Zübük’ün hakkını vermişti. Mimikleriyle, söylemleriyle, gestikleriyle vücuduyla derken ne kadar dil varsa bu dilleri kullanarak bir sahtekarı iyi verebilmişti. Ama Zübük sadece bir sahtekar değildi ki!
Zübük, yalancı. Zübük sahtekar. Zübük mukkalit, yani taklitçi. Zübük ahlaki olarak dibe vurmuş. Zübük ikiyüzlü. Hatta Zübük hiçyüzlü. Yani arsız. Yani bukalemun. Zübük iyi bir duygu sömürücüsü.
Filmi ve kitabı okuyanlar bilir. Bir keresinde Belediye binasında namazı tartışırlarken, muhalif partiyi temsil eden kişi “sen camide namazını kılmıyorsun” der demez, bizim Zübük “elhamdubillah Müslüman’ım. Biz evimizde namazımızı niyazımızı kılar” dedikten sonra muhalif partinin ne kadar din dışı, anti İslami olduğunu dualar arasında veriştirmeye başlar. Ve cümle cemaat muhalif partinin sözcüsünü yuhalamaya başlar. Halbuki Zübük değil camide evde bile bir gün namaz kılmamıştır. Namazı bir keresinde kılmıştır o da onu öldürmek için mezarlığa götürenleri oyalamak için, “ölmeden” önce kıldığı namazdır. O da saatleri alan, onu vurmak isteyenleri atlatarak kaçtığı namazdır.
Tuhaf ama filmde baştan sona kadar kim Zübükle ilişkilenmişse hep kazık yer. Hep aldatılır. Hep kandırılır. İstisna olarak kandırılmayan tek kişi filmde eşi rolünde oynayan başarılı oyuncu N. Serezli’dir. Aslında o da kandırılmıştır, ancak aldatılan ve bir nevi düşürelen N. Serezli Zübük’ün kafasına silahı dayatarak onunla evlenmesini bilir. Zübük’ün faka bastığı tek olay budur. Başka da ne kadar insanla, partiyle, kuruluşla ilişkilenmişse mutlaka kazık atmasını bilmiştir.
Örneğin Ankara’ya Zübük’ü ziyaret etmeye gelen akraba mı diyelim, tanıdıkları mı diyelim –ki içlerinde kayın babası da bulunmaktadır-lokantada çıkarken salt kaçırılmış süsü vermek için, hasta numarası yapacak, ona yaklaşan gazeteciyi de “aman görüyorsun bak konuşamıyorum” diyerek gerekli yerlere gerekli mesajları vererek “kaçırılmış” olacak. Daha sonra sözde polisleri onu kurtarmaya geldiklerinde ise “aman beni kaçırılanlara kötü davranmayın” diyecek ardından da tutuklanmışları yani onu “kaçıranları” bıraktırarak büyük adam olacaktır.
İşte Zübük budur. Aslında yalancı kelimesi, olup biteni karşılamaya yetmiyor. Bir yalancı bu kadarını yapamaz.
Yalan söyleyip de renk atmama mümkün mü?
Yalan söyleyip de insanın mimiklerinin değişmemesi mümkün mü?
Yalan söyleyip de yine bu kadar kabul görme herkese nasip olur mu?
Yalan söyle hem yalanlarını dinleyenler inansın, hem de yalanlarından etkilenenler duygulansın, bunu kimse başara bilir mi?
Yalan söyle ama yalan söylediğin bile anlaşılmasın mı diyelim?
Evet tüm bunlar ve daha fazlası için “yalan ötesi” ya da “üstü” kelimesi için yeni bir kelimenin bulunması şarttır. “Ultra yalancı” diyeceğiz ama sanki bu dıştan getirilmiş gibi oluyor. Yerelde kullanılan, bölgemizde kullanılan “yalan ötesi” kelimesi için bir sözcük gerekiyor. Şimdilik biz bu “yalan ötesi” ya da “yalan üstü”ne KITIR diyoruz ve bu yalan üstü yetenekli adamada KITIRCI diyeceğiz.
Bir müptela kıtırcının söylemleri olarak Erdoğan’ın BM’de yaptığı konuşmayı ele alarak birkaç yazı yazalım.
Örneğin:
“Bizim açımızdan Birleşmiş Milletler, kaba kuvvet ve zulüm yerine, uluslararası hak ve adaleti; çatışmayı değil barışı, basit çıkar ve denge arayışlarını değil, insanlık vicdanını hakim kılmaya çalışması gereken bir idealin adıdır. Ben Birleşmiş Milletler'i böyle anlıyorum.
Bu idealin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel ise, yarım asrı aşkın süredir devam eden Arap-İsrail ihtilafıdır. Bu sorunun halen çözülememesi, aksine her defasında hak ve hukukun siyasi dengeler uğruna heba edilmesi uluslararası adalet duygusuna vurulan en büyük darbedir” diyor.
Peki biz bu söylenenleri Kürdistan için tercüme etsek o zaman bu kıtırcı müptelanın inandırıcılığı kalır mı? Yani desek ki Kürt Türk ihtilafının önündeki en büyük engel BM’dir ve BM Kürt Sorununa el atsın. Adaletsiz davranmasın. Mazlumun yanında yerini alsın.
Devam edelim:
“Daha da acısı, Birleşmiş Milletler, Filistin halkının yaşadığı insanlık dramının sona ermesini sağlayacak hiçbir adımı atamayacak kadar aciz kalmaktadır” demektir. Peki biz BM’nin Kürt ve Kürdistan sorununa karşı hiçbir adım atmayarak aciz kaldığını söylersek ne olacaktır?
Ya da:
“İşgal altında olan, Filistin topraklarıdır, İsrail toprakları değil... Bunun İsrail toprakları olduğunu söylemek, tarihle ters düşmektir. Orada Filistin toprakları işgal altındadır. Orantısız güç kullanan, İsrail'dir” demektedir.
Biz Filistin yerine Kürdistan diyelim ve İsrail yerine ise Türkiye diyelim.
Devamla:
“Ama yaptırım uygulanmayan, yine İsrail'dir” diye ekliyor. Biz ise terörist ilan edilen Kürtler ve Kürdistan diyelim.
Bir de bir soru soralım: BM’de Filistin için söylediklerini Kürdistan için Kürtler için söylemeye var mısın? Yok eğer yoksan tek bir kelimeyle içinle dışın bir değildir. Tek kelimeyle bir sahtekarsın. Tek bir kelimeyle yalancısın. Tek kelimeyle bir KITIRCI’SIN hem de müptela bir KITIRCI.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bu cümleyi TC’nin başbakanı Erdoğan Almanya ziyaretinde Alman yetkililerinin gözlerinin içine baka baka ifade etmişti.
Kürt halk Önderliği: “Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.
Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır. Başka hiçbir çaresi yoktur. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur. Asimilasyonu yaşayan toplum en uysal, en çalışkan ve uşaklıkta yarışan vicdansız, ahlaksız ve zihniyetsiz insan taslaklarından oluşur. Özgürce hiçbir karar ve eylemi yoktur. Tüm toplumsal kimlik değerlerine ihanet ettirilmiştir. Hakim elit, asimilasyon toplumuna bu kimliksizliği dayatmak için iki temel silah kullanır; birincisi çıplak fiziki zor’dur. En ufak isyan ve başkaldırıda imha kılıcı başında sallanmaktadır. İkincisi açlıkla, işsizlikle karşı karşıya bırakmaktır...
Şu demirden kanun geçerli kılınmaya çalışılır: Eğer kültürel kimliğinde ısrar eder, dilediğim gibi bir hizmetçi olmazsan başın gider, aç kalırsın!”
Asimilasyonun bir adım ötesinde ise duran Soykırım’dır.
Kürt halk Önderliği devamla: “Asimilasyon yöntemleriyle üstesinden gelinemeyen halkın, azınlıkların, her türlü farklı din, mezhep, etnik grupların fiziki ve kültürel olarak tamamen tasfiyesini amaçlar
Fiziki soykırım yöntemi genellikle hakim elit kültürüne, ulus-devlet kültürüne göre üstün konumda olan kültürel gruplara uygulanır. Bunun tipik örneği Yahudi kültürüne ve halkına uygulanan jenositlerdir. Tarih boyunca Yahudiler hem maddi hem manevi kültür alanında en güçlü kesimleri oluşturduğundan karşıt kültürlerin fiziki darbe ve imhalarına maruz kalıp sık sık pogrom denilen soykırımlara da uğratılmışlardır.
İkinci soykırım yöntemi olan kültürel soykırım denemeleri ise daha çok hakim elit ve ulus-devlet kültürüne göre zayıf ve gelişmemiş durumda bulunan halk, etnik ve inanç gruplarının üzerinde uygulanır. Temel mekanizma olarak hakim elit ve ulus-devletin dil ve kültürü içinde tümüyle tasfiye olmaya amaçlayan başta eğitim olmak üzere her türlü toplumsal kurumların cenderesi içine alınıp varlıkları sona erdirilmeye çalışılır. Fiziki imhaya göre daha sancılı ve uzun sürece yayılmış bir soykırım türüdür. Yarattığı sonuçlar fiziki soykırımdan daha felaketlidir. Bir halk veya herhangi bir topluluk için yaşamda karşılaşabileceği en büyük felaket niteliğindedir. Varlığını, kimliğini toplum doğasının tüm maddi ve manevi kültürel unsurlarını terk etmeye zorlanmak, uzun sürece yayılmış kitlesel çarmıha gerilmekle özdeştir.”
Yukarıda dile gelenleri dikkate alıp değerlendirdiğimizde bugün Kürdistan’da tümden uygulanan bir kültürel soykırımdır. Kültürel soykırımın en başlıca amacı Kürt dili üzerinde uygulanan baskı ve yasaktır. Kürt dili ve kimliği üzerindeki yasağı daha da güçlendiren temel sömürgeci kurumların başında ise eğitim gelir. Bugün sömürgeci eğitim sistemini Kürdistan’da ayakta tutanlar ise öğretmenlerdir. Öğretmenler bir nevi Kürt toplumsal yapısını en ciddi tahribat eden, tahrif eden yapıların başında gelir. Öyle ki sömürgeci kültürü Kürdistan’ın en ücra köşelerine taşırarak orada onarılmaz tahribatlara yol açarlar.
Bunun için diyoruz ki öğretmenler lütfen yeşil faşistlerin ya da kızıl elmacı faşistlerin oyunlarına gelerek Kürdistan’da sömürgeciliğin dilini ve kültürünü yaymayın. Kürdistan’a gelmeyin. En azından tarihin bu durağında Kürdistan’dan uzak durun. Çünkü bilinçli ya da bilinçsizce olsun yaptığınız asimilasyondur. Asimilasyonun ise bir insanlık suçu olduğunu kendi başbakanınız söylüyor. Bir yerde insanlık suçu işleniyor ise orada bizim gözlerimizi yummamız beklenmemelidir. Özgürlük savaşçıları olarak Kürt halkına karşı işlenmiş suçlara karşı her zaman duyarlı olduk. Şimdi de aynı duyarlılığımızı koruyoruz.
Evet saygı değer öğretmenler-Kürt’te olabilirsiniz-lütfen Kürdistan’da Türkçe öğretmenlik yapmayın. Çocuklarımızı ve gençlerimizi asimile ederek kendi kültürlerinden uzaklaştırmayın. İnsan olmaktan çıkarmayın. Asimilasyonun bir adım ötesi kültürel soykırımdır. Lütfen faşist bir devletin soykırımcı uygulayanları olmayın.
Kimileri neden şimdi öğretmenleri götürüyorlar diyorlar. Böyleleri tek bir kelimeyle yalan söylüyor. Yıllardır kültürel soykırımın aleti olmayın diyerek herkesi uyardık, özelde de öğretmenleri uyardık. Yine Kürt dilinin kendini serbestçe ifade edebilmesi için Kürtçe eğitimi dile getirdik. Ancak faşist zihniyet ısrarla Kürtleri, dillerini ve kültürlerini soykırımdan geçirmekten karar kılmış. Ve maalesef bu soykırım uygulamasını da sizlerin eliyle yürütmek istiyor. Ve biz işte bunun için onlarca kez Kürdistan’da asimilasyon suçuna bulaşmayın diye uyarılarda bulunduk. Ve uyarılarımız dikkate alınmadığı için insanlık suçlarını yargılamak için kollarımızı sıvamışız.
Asimilasyon insanlık suçu ise yapılması gerekli olan bu insanlık suçuna dur demektir. Bizim yaptığımız sadece ve sadece insanlık suçunu durdurmaya dönük insani bir eylemdir.
Sonlandırırken: lütfen Kürdistan’da çocuklarımızı eriten, soykırımdan geçiren siz öğretmenler ülkemize gelmeyin. Dediğimiz gibi en azından bu süreçten gelmeyin.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar