TC devletinin 12 Haziran seçimleriyle birlikte saldırı moduna geçtiği her geçen gün daha iyi görülüyor. Seçimlerden sonra 1 ay geçmiştir ve bu geçen süreçte TC devleti aralıksız olarak gerilla güçlerimize karşı saldırı operasyonları üzerine operasyonları gerçekleştiriyor. Ve bu operasyonlar dediğimiz gibi artarak devam ediyor.
Kendileri çok akılı bilen kimi özel savaş beyinleri ise gerillanın saldırı gerçekleştirdiğini utanmadan özenle işliyorlar. Daha da utanmayanları ise ölen askerlerin ne kadar mahsum olduklarını da ekliyorlar.
Öncelikli olarak belirtelim: Son bir aydan fazladır, tam olarakta 12 Haziran’dan bu yana TC devleti aralıksız saldırı operasyonları sürdürüyor. Ve bu imha operasyonları en büyük teknik donanımla gerçekleştiriliyor. Gerillanın üs alanlarına karşı bu teknik donanım kullanılıyor.
Dediğimiz gibi kendilerince çok akıllı geçinen, söylediklerin pratik gerçeklikle iç alakası olmayan bu özel savaş elemanları sıktıkça sıkıyorlar.
Munzurların ortasında TC askerlerinin ne işi var?
Koçgiri’de şehit düşen yoldaşlarımız zirvelerdedir bu operasyonların oralarda ne işi var?
Zagros’ta 3 gün boyunca süren operasyonlarda bu askerler ne arıyor?
Dersim’de 8 gün boyunca aralıksız süren bu operasyonlarda bu askerlerin ne işleri var?
Böyle “ne işleri var?” sorularını çoğaldıkça çoğaltabiliriz. Bu özel savaş elemanları TC askerinin Kürdistan dağlarında çiçek topladığını mı düşünüyor? Oraya sürülen askerler imha operasyonları yapıyorlar, saldırı içerisindedirler. Ve bunlar yetmiyor muşçusuna en büyük saldırı tekniklerini kullanarak bu “çiçek toplama” işlemi devam ediyorlar.
Öncelikli olarak şunu herkes bilecek: TC devleti tümden bir saldırı moduna geçmiştir. Öyle sanıldığı gibi sakin bir ortam yoktur. Tersi geçerlidir. Her gün onlarca operasyon kendilerinin söyledikleri gibi de olsa binlerce askerle sürdürülüyor. Böyle bir durumda gerilla nasıl çatışmasızlığı sürdürecektir? Bunu herkes bilmelidir. Bu şartlarda çatışmasızlık durumunu sürdürmek imkansızdır.
Şu da bilinmek zorundadır: TC devletinin sürdürdüğü saldırı operasyonlarında her zaman kayıplar yaşanmıyor. Kayıplar yaşanmayınca sanki ortam sakinmiş gibi bir hava estiriliyor. Yok öyle bir şey. Eğer her gün askerler ölmüyorsa bu gerillanın gösterdiği sağduyudan dolayı gerçekleşmiyor. Gerilla dağlara çıkarken birde bu halkın güvenliği için çıkmıştır. Eğer gerilla biraz da olsa bunu yapmaya kalkışsa her gün değil her saat başına çatışmalar yaşanacaktır. Bu bilinmelidir.
Yeniden belirtelim: kendilerini çok akılı sanan özel savaş merkezleri bu kirli yalana dayalı propagandayı terk edeceklerdir. Gerçekler neyse onu dile getireceklerdir. Gerçekler, TC devletinin 12 Haziran sonrası tümden bir saldırı moduna geçmiş olmasıdır.
TC devleti sadece Amed eyaletinde saldırılar yürütmüyor, adeta tüm Kürdistan sathında bu saldırılarını yürütüyor. Bunun için seyahat eden TC askerleri yine TC polisleri seyahatlerine ara vereceklerdir. Aksi taktirde gerilla güçlerimizin eline her gün yeni esir asker düşeceklerdir. Burası Kürdistan, bu kadar saldırı ve imha operasyonları yürütülürken hiçbir şey yokmuş gibi ortalarda dolaşmak ve gerilla güçlerimizin ellerine esir düştüklerinde kıyametleri koparmak tek kelimeyle ahlak dışıdır. Bir savaşın tam ortasında olunduğunu ve iki tarafının bulunduğunu unutuyorlar.
Esir alınan askerlere ilişkin de bir iki cümle belirtelim: TC devleti askerlerin salimen geri dönmesini istiyorsa önce Kürdistan’daki operasyonlarını durduracaktır. Operasyon yapmayacaktır. Askerlerini merkeze çekecektir. Ve ikide bir öldürücü tekniklerle rast gele arazileri bombalamayacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Her şey Silvan’da 20 askerin ölmesiyle mi başladı? Şüphesiz hayır. Ama yeni bir konsept dahilinde ve daha planlı bir şekilde yürütülen Kürt karşıtlığı, yeni inkar politikalarının zemini olacağı kesin.
Hakim ideoloji ve bu ideolojilerin temsilini yapan siyaset elitlerinin psikolojik yapılanmalarını iyi çözümlemek gerekiyor. Psikoloji deyip geçmemek, siyaset gibi reel gerçeklerin, maddi kurallar çerçevesinde yürüyen bir alanın bundan bağımsız çalıştığını düşünmemek gerekir.
Hakim ideolojiler tüm tarih boyunca belli bir elit tarafından oluşturularak halklara, onların düşünce ve duygu dünyasına kabul edip etmeme tercihine sunulmadan empoze edilen düşünceler olarak işlev görmüştür. Bunun maddi yaşam karşısında, toplumsal kültür, ahlak ve politika karşısında taşıdığı çelişkiler, derin uçurumlar gözetilmeden; bu çelişkiler bilinse de çatışmaya sevk edeceği, parçalayıcı olacağı bilindiğinden tereddüt etmeden uygulamaya konularak toplumsal doku zedelenmeye çalışılmıştır.
Temelleri sanki çok önemliymiş ve ulaşılmazmış gibi gösterilmeye çalışılsa da gizli, perdelerle örtülmüş olsa da günümüz insanının genişleyen düşünce dünyasında artık o kadar da gizli durmuyor. Hatta temelindeki çarpıklık, mantık dışılık daha iyi anlaşılıyor.
Bunda şüphesiz özgür bir düşünce ve sorgulama fırsatı tanınmayan geniş toplulukların vasatlaştırılmış, kandırılmaya açık düşüncelerinin payı büyük. Fakat bunun bir tercih durumu olmadığı, hakim ideolojinin alıklaştırıcı ve göz boyacı yanının bir ürünü olduğu da iyi görülüyor. Bu durum Ortaçağ karanlığında topluma hakim olan, bilgisizliğin ürettiği çarpıklıklara ne kadar da benziyor.
İlk Veba salgınlarının yaygın bir şekilde yaşandığı dönem Avrupa’sında bilgi kaynağı kiliselerdi. Toplumun şehirleşmedeki hızıyla eş düzeyde ilerlemeyen alt yapı çalışmalarının eksikliğinin yarattığı, doğurduğu bir hastalık olarak adlandırılması yerine kilise tarafından cadıların topluma yaydığı bir lanet olarak görüldü. Şüphesiz dönemin bilgi düzeyi azdı ve o dönemden bilimsel bir yaklaşım gösterilemezdi. Fakat odaklanmış bir düşünce olarak tetiklenmesi ve ciddi bir kıyıma neden olması açısından oldukça dikkat çekicidir.
Yüzlerce, binlerce toplum muhalifi, şehirleşme karşıtı, hiyerarşik sistemi kabul etmeyen, demokratik, komünal özü yaşamak isteyen insan/kadın, büyücülük, cadılık ile suçlanarak mahkemelere, yargılamalara gerek görülmeden yakıldı, asıldı, katledildi. Nedeni ise bir kilise büyüğünün bu salgını bir büyü ve anlam veremediği insani duygu ve taleplerin yarattığı bir sapkınlık olarak değerlendirmesiydi.
Kilise tarafından aşılanan bu sapkın düşünceler toplumların hafızasına öylesine işlendi ki bugün kilisenin varisi konumunda olan kapitalist dünyada bunca bilimsel bulgu ve veriye rağmen bilinçaltı etkileri kırılamamaktadır. Bir deli değildi şüphesiz ve attığı taş da kuyuda değildi. Yani kırk akıllı da yetmiyor böylesi bir yanlışı düzeltmeye.
Hakim ideolojilerin gücü biraz da burada gizli. Tartışmasız, sorgusuz ve ‘gönül rahatlığıyla’ kabul edilebilir olması!
Kürt sorunu çerçevesinde son birkaç gündür yaşanan gelişmelerde ortaya çıkan yeni linç havasını da burada aramak lazım. Milliyetçi, faşist değerler pirim yapıyorsa bunun nedeni hakim ideolojinin gücüdür. Türkiye toplumunun büyük bir bölümü tartışmasız, sorgusuz ve ‘gönül rahatlığıyla’ kabul edebildiği bir düşüncenin militanlığına soyunuyor.
Bu düşünce sahipleri özel ciplerin içinde de gezse, bir caz festivalini izlemeye de gitse yine o linç toplumunun üyesi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Entelektüel, eli kalem tutan, sözde aydınların durumu da bundan farklı değil. Biri saldırıyor, diğeri saldırının temeli düşünceyi oluşturuyor.
Kürt sorununun demokratik, barışçıl yöntemlerle müzakereye dayalı bir tarzda gelişmesi fırsatlarını tepen, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmemek için kırk takla atan, bin dereden su getirerek çok basit bir kararı daha almama sonucuna yol açan siyasileri de bundan uzak tutmamalıyız.
Görmek lazım!
Onlarca, yüzlerce kez uyarılmış olmasına rağmen operasyonlar durmadı. Bu operasyonların durmaması sonucunda 2011 yılı içinde eylemsizlik pozisyonunda olan 43 arkadaşımız şehit düştü. Halkımız ve önderliğimize yönelik çok ağır saldırılar söz konusu. Ve doğru dürüst bir misilleme bile yapmadık. Ama bir yere kadar.
Öfkeyle dolu, intikam duygularıyla bezeli, gördüğü hakaret ve aşağılama karşısında sabır telleri aşınmış binlerden söz ediyoruz. Koyun değiliz ki! Ellerimiz bağlı da değil. Silah tutuyor, yıllardır dağlarda yaşıyoruz. En önemlisi de kendimizi halkın güvenlik gücü olarak tanımlıyoruz.
Sen halka saldır, tüm haklarını elinden al, tüm temsil yollarını tıka, aşağıla, küçük düşür, onun savunma güçlerinin üzerine her gün ölüm kusan makinelerle saldır, ondan sonra da biat etmeyi, boyun eğmeyi bekle. O günlerin geride kaldığını artık görmüyor musunuz? Eli silah tutanların üzerine giderseniz KCK’nin açıkladığı gibi “Ava gidenler avlanabilir de”.
Bu durum nereye gider peki?
Vallahi onu işin muhatapları düşünecek. Fakat şimdiden toplumlar arası bir çatışmayı körükleyecek tarzda açıklamaların verildiğine bakılır, oluşturulan linç havası göz önüne getirilirse hiç de iyiye doğru gitmeyecek.
Ama hazırız. Her şeye her koşulda hem de.
Kürtlerin dağları güçlüdür. Hakim ideolojilerin sapkınlıklarını da, bombalarını da, asker ve ordusunu da bertaraf edebilecek güçtedir. Siz geldikçe, biz de bekliyor olacağız…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
“baş eğerim Güneşe çırılçıplak dururum
aydınlık sarar bedenimi
içim dışım ısınır
gözüm, kulağım, ellerim açılır
o zaman geri gelirim yaşama
saklandığım köşeden çıkarım cesaretle
yürürüm yüzüm Güneşe dönük
giderim ufka doğru”
(Rojinda ADA)
Gamzeli bir güzel kadın tanıdım yıllar önce. Sevecen, içten, dağ gibi büyük bir yüreğe sahip bir kadın… Sürekli bir arayış içinde ve kavganın tam ortasında yüreklice, cesaretlice durmayı bilen, herkesi kendisine hayran bırakacak denli zeki ve sempatik. Hayatım boyunca karşılaştığım ve asla unutamayacağım dediğim kadınlardan biri.
Evet, unutamadım o kadını ve o kadın kendisini unutturamayacak denli bir iz bıraktı bende giderken. Rojinda ADA (Canan SÜSENBAK), GÜNEŞİN yaşam verdiği, hareketlilik kazandırdığı bir kadın. Adı gibi bir yaşam kaynağı, ‘ADA’yı ekledi isminin yanına. Çünkü o ona yaşam ve hareketlilik kazandıran GÜNEŞ’in artık bir ADA’dan doğduğuna ve tüm insanlığı, kadınları enerjisiyle ısıttığına, aydınlattığına, yol gösterdiğine hep inandı. ADA gerçeğinden kopmamak ve sürekli onunla yaşamak için bir diğer adını ADA koydu.
GÜNEŞ’imizin (Önderliğimizin) yetiştirdiği kızlardan biriydi Rojinda. Özgürlük mücadelesinin içinden geçerken, karşılaşabileceği her zorluğu yenebilmesi, fırtınalara karşı yelken açabilmesi ve kendisi gibi özgürlük tutkunu kadınlara yol gösterici olabilmesi ve öncülük yapabilmesi için yetiştirilmişti. Davasına bağlı kalacağına ve büyük bir inançla yılmadan özgürlüğe doğru yol alacağına dair söz vermişti. Verdiği söz temelinde özgürlük dağlarına doğru koştu. Özgürlük bilincinin daha bir güzelleştirdiği ve APOCU felsefinin adanmışlarındandı. Bilinçle örgütlenen duruşu, her zaman bizlere, tüm yol arkadaşlarına büyük bir güven verdi. Dağlarda layıkıyla nasıl yaşanılabileceğinin örnek kadın gerillalarındandı. Erkek egemenlikli sistemsel gerçekliği çözümledikçe, tarihsel bilinç edindikçe kadınca yaşamın en kutsal mekanlarının dağlar olduğuna ve dağları kadınının yaşam bulduğu, kendisini yeniden yarattığı ve özgür kılabildiği tek mekanlar olduğuna inandı. Bundan işte dağın anlamı kadar büyük ve anlamlı bir kadın olmak için dağ dağ yürüdü. Dağların sırrına erişmek, dağın anlamıyla iç içe geçmek için bir serüvenci gibi yol aldı. Arayışları onu son yolculuğu olan Botan’a kadar götürdü ve eşsiz güzellikteki Gabar dağının ve onu tanıyan yoldaşlarının hiçbir zaman unutamayacağı biçimde kalbine düştü.
Rojinda! Dağların en güzel kadını, baktığım her yerdesin. Her dağ güzelliğinden bir parça gibi ve düştüğün yerden bize doğru esen rüzgarlar hep kokunu taşıyor. İçimize çekiyoruz kokunu ve senmişsin gibi dağlara daha da sıkı sıkı sarılıyoruz. Çünkü dağlar kavgamızın kalesi, onurumuz ve kadınca, özgürce yaşadığımız tek mekan… Ve her şeyden öte yoldaşlarımızı ellerimizle gömdüğümüz mekanlar… Hep benimle, tüm yoldaşlarınla birliktesin. Anılarından kopmamak ve hayallerine sahip çıkmak için sen varmışsın gibi seninle omuz omuza kavgamıza devam edeceğiz.
- Ayrıntılar
14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi tanıklarından Cevher Kandal; Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve 'Dörtler' gibi birçok kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadelesi'nin bugünlere gelmesinde temel taş olduğuna dikkat çekiyor.
1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde birçok direnişe ve ölüme tanıklık eden 71 yaşındaki Cevher Kandal, 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni anlattı.
Hilvan'ın Kırbaşlı Köyü'nde Millet Partisi Urfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri M. Celal Bucak'a yönelik 30 Haziran 1979 yılında gerçekleştirilen bir eylemde yaşamını kaybeden PKK'nin ilk şehitlerinden Salih Kandal'ın amcası Cevher Kandal, Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananların ve 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin tanıklarından biri. PKK'nin çalışmalarına sempati duyduğu için Urfa bölgesinde PKK'nin yaptığı bazı toplantılara katılan Cevher Kandal (71), 1980 yılında yeğeni ile birlikte Diyarbakır Cezaevi'ne konuldu. Diyarbakır Cezaevi'nde 3 yıl kalan ve 21 Mart 1982 yılında bulunduğu koğuşta 3 kibrit çöpü yakarak gerçekleştirdiği eylemde yaşamını yitiren Mazlum Doğan, 14 Temmuz 1982 yılında Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz'la mahkemelerde gidip gelirken karşılaşan Kandal, sorumlu olan M. Hayri Durmuş'un fırsat bulduğu her an kendileri ile konuştuğunu söyledi.
'Allah yok peygamber de izinde'
Cezaevi şartlarının dayanılmaz olduğunu kaydeden Kandal, Cezaevi Müdürü Esat Oktay'ın köpeği "Co"nun tutukluların üzerine saldırtıldığını ve köpeğin yaptığı hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını belirtti. Birçok işkenceye maruz kaldıklarını söyleyen Kandal, "Ne ekmeğimiz ne de suyumuz vardı. Üzerimize pislik dökerlerdi. Oranın Komutanı Esat Oktay şöyle diyordu: 'Allah yoktur peygamber de izinde!' Oktay, gözlerimizin önünde su içiyordu. Birden hücrelere girip bizi uyandırıyorlardı. İnsanlara pislik yediriyorlardı. Onurumuzu ayaklar altına almak için bizi soyuyorlardı. Mardinli bir arkadaş vardı, onlara 'En büyük namussuz sizsiniz. Siz bizi çıplak bir şekilde gördünüz ne kazandınız?' diye sordu" şeklinde konuştu.
'Durmuş yol gösterirdi'
Büyük Ölüm Orucu Direnişi'ni gerçekleştiren "önderler" ile birlikte katıldığı mahkemelerin etkisinde kalan Kandal, "Hayri Durmuş mahkemede 1.5 saat konuştuktan sonra 'ölüm orucuna giriyoruz' dedi. Ardından Ali Çiçek de mahkeme heyetine 'Ben de açlık grevine giriyorum' dedi. Mahkeme heyeti Ali Çiçek'e onu sevdiklerini yaptıklarından geri dönmesini ve buna benzer birçok şey söyledi. Ali Çiçek kabul etmedi. Hakime karşı başı dik bir şekilde korkusuzca yaptıklarını söylüyordu ve düşüncelerini savunuyordu. M. Hayri Durmuş her zaman bize mücadeleyi anlatırdı. Bize yol gösterirdi. Yol ve bizi kurtaracak kişileri bize o gösterir ve 'birçok yol var' derdi" dedi.
Kandal, M. Hayri Durmuş ile hakim arasında duruşma salonunda geçen diyaloglara tanık olduğunu ifade ederek şöyle konuştu: "Hakim Hayri Durmuş'a şöyle diyordu: 'Ben size yardım ederim. Sizin bu yaptıklarınız köylerdeki kavgalara benziyor. Biri birini döverken '15 kişi dövdü' diyorlar. Ben nasıl 15 kişiyi suçlarım'. Hayri Durmuş da bir buçuk saat konuştu ve şöyle dedi: 'Şimdi siz beni bıraksanız da ben gitmem. Ben ne hakim, ne binbaşı ne yüzbaşı ne de sizin sözlerinizi tanırım. İşte arkadaşlarım da benim yanımda. Bunları bize söylemenizi, hiç tavsiye etmiyorum.' Sonra Ali Çiçek kalktı ve Hayri Durmuş'un sözlerine katıldığını söyledi. Kemal Pir de kalkıp aynı şeyleri de söyledi. Sonra Akif Yılmaz da kalktı ve o da onlara katıldığını söyledi."
'Durmuş'un konuşması ağlattı'
M. Hayri Durmuş'un yaptığı konuşmada "Bizim neyi niçin yaptığımızı, siz bizden daha iyi biliyor ve anlıyorsunuz" sözlerinden sonra duruşmaya katılan 12 avukatın ağladığını söyleyen Kandal, mahkemede katiplik yapan kadının da ağladığını ve daktilosunu düşürdüğünü ifade etti.
Mahkemeye giderken kendi yaşadıklarını da dile getiren Kandal, "Bizi mahkemeye götürürken ben önden yürüdüm. Benim için 'Bu Salih Kandal'ın amcasıdır' dediler. Yedinci Kolordu Komutanı Kemal Yamak oradaydı. Ben oradan geçerken 'O yaşlı adam buraya gelsin' dedi. 'Dede sen nasıl buraya geldin?' diye sordu. Ben de dedim ki; 'Ben bilmiyorum Salih benim yeğenimdir. Komünisttir. Bu işlere karışmış, adam öldürülmüş benim üzerime atıp buraya getirdiler.' Yanımızda bir üstteğmen vardı, o da 'Doğru söylüyor komutanım' dedi. Üsteğmen komutanına 'Salih Kandal'ı tanıyor musun?' diye sordu. O da tanımadığını söyledi. Bunun üzerine Yüzbaşı komutanına 'Onun adını duymuşsundur. Bu çevrelerin hepsi onun elindeydi. öğretmendir. Kemal Pir'in arkadaşıdır' dedi. Bunun üzerine benim için dedi ki: Bunu bırakın gitsin."
'Mazlum kendini halkı için feda etti'
Yaşanan tüm işkence ve şiddete karşı 1982 yılında Mazlum Doğan, M. Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek, Akif Yılmaz ve 'Dörtler'in eylemlerine başladıklarını bildiren Kandal, 1982 yılının Newrozunda Mazlum Doğan'ın ilk eylemi gerçekleştirdiğini ve Mazlum Doğan'ın ölümü üzerine M. Hayri Durmuş'un kendilerine konu hakkında bilgi verdiğini ifade etti. Kandal, Mazlum Doğan'ın gerçekleştirdiği eylem üzerine M.Hayri Durmuş'un söylediklerini şöyle anlattı:
"Hayri Durmuş bize, 'Mazlum Doğan kendini halkı için feda etmiştir. Mazlum Doğan bir yazı yazıp bugünün Newroz günü olduğunu ve kendisini halka feda etmek için bu eylemi yaptığını söylemiş' dedi. Daha sonra Kemal Pir de Mazlum Doğan ile son yaptıkları konuşmayı anlattı. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın kendisine 'Şimdi gündüz mü gece mi?" diye sorduğunu söyledi. Kendisi ona gece olduğunu söylemiş ve Pir, Mazlum Doğan'a 'Neyin var, bir şey mi oldu?' diye sorduğunu söyledi. Mazlum Doğan da "Ben gece mi gündüz mü bilmiyorum" cevabını vermiş. Kemal Pir, Mazlum Doğan'ın bu sözlerinin ardından eylemini gerçekleştirdiğini anlatmıştı."
'Amed Cezaevi zulmün kalesiydi'
Kandal, Mazlum Doğan'ın eyleminin ardından aynı koğuşta kaldığı Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner ve Mahmut Zengin'in 125 kişinin kaldığı koğuşta kendilerini yaktıklarını anlattı. Amed Cezaevi için "zulmün kalesi" diyen Kandal, orayı görenlerin Türkiye'de yaşamaması gerektiğini ve Salih Kandal, Mazlum Doğan, Kemal Pir, Ali Çiçek, M.Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve'Dörtler' gibi birçok şehidin yaşamlarını bu mücadele uğruna feda ettiğini söyledi. Bugün yapılanların ve gelinen aşamada Özgürlük Mücadelesi şehitlerinin büyük katkısı olduğuna dikkat çeken Kandal, " Kemal Pir bizden bu mücadeleyi her yerde herkese anlatmamızı isterdi. Biz o zaman kimseye Kürt olduğumuzu bile söyleyemiyorduk. Şimdi rahatlıkla söylenebiliyor" dedi.
- Ayrıntılar
Geçen haftaki yazımızda özellikle tarih bilinci üzerinde durmuş ve Alevilerin tarih bilincinin çarpıtılmasına yönelik yapılan ve sonuç alıcı da olan bazı hususları belirtmiştik. Bu ve bundan sonraki yazımızda bu bilinç çarpıtmasının hangi yollarla yapıldığını, Alevî sorunu denilen olgunun ne olduğunu ve pratikte yapılması gerekenlerin ne olabileceğini dile getirme çabasında olacağız. Konuyu hatırlatmak amacıyla geçen yazımızdan bir alıntıyı buraya alıp, bunun üzerinden konuya devem etmek istiyoruz.
“Alevilik Kürt ve Türkmen halkı içinde günümüze kadar taşınmış bir yaşam biçimi, düşünce ve eylem birlikteliği, bir tarihsel var oluş gerçekliği, insanın kendi toplumsallığıyla birlikte yaşamada ısrarın, direnişin, direngenliğin, özgürlük ve var olma bilincinin kimliği, kendisidir. Bu yönüyle bakıldığında Alevilik sadece bir inanç değil, insanlık özünün bir coğrafyada ve farklı etnik yapılarda vücut bulmasıdır. Toplumu toplum yapan temel ahlaki ve politik değerlerin, zihniyetin bileşkesi, bunun tarihsel akışı, bu akış içinde iyi, güzel, doğru olanı bağrına alan ve bunu zamanda farklı biçimlerle an’a kadar taşıyan insanlığın ta kendisidir. Mezopotamya ve Anadolu halklarının her türlü baskıya, sömürüye, zulme, haksızlığa, yani devlet ve devletli olan her şeye karşı bir başkaldırı, alternatif sistem olma duruşu, bunun toplum içindeki örgütlenmesi olmaktadır.”
Evet, bu alıntıda dile getirildiği gibi, her şeyden önce, Aleviliğin bir kimlik olduğu, tarihi arka planının bulunduğu, bir felsefe ve ideoloji (yaşam biçimi) olduğu açıktır. Bu nedenle günümüzde Alevilerin sorunlarını tartışırken, ya da Aleviler kendi sorunlarını tartışıp ortaya koyarken, her zaman var olan düzene karşı mücadele eden bir geleneğin sahibi olduklarını, bu egemen düzene asla baş eğmediklerini, bunun içine çekilmek istenildiğinde nasıl karşı koyduklarını, bu karşı koyuş nedeniyle egemen sistem, yani devlet tarafından nasıl katliamlara uğradıklarını unutmadan bu sorunlara çözüm bulmaları en doğrusu olmaktadır.
Hem Osmanlı döneminde, hem de Türkiye Cumhuriyeti döneminde Türk ve Kürt Alevilerin katliamlardan geçirildiğini bilmekteyiz. Katliamdan geçirilmek, o toplumun veya topluluğun bir tehdit unsuru olarak görüldüğü, onun varlığına dahi tahammül edilemediği, egemen olanın bundan büyük bir korku duyduğunu gösterir. Demek ki bu toplumun hem düşünce sistemi, hem inanç yapısı, hem yaşam biçimi egemen sistem tarafından tehlikeli görülüyor. Bu husus çok önemlidir.
Neden? Çünkü var olan devletçi sistem kendisini mutlak görme gibi bir saplantı içinde hareket etmektedir. En doğru düşüncelere kendisinin sahip olduğunu söyler, en iyi yaşam sisteminin kendisinin oluşturduğu sistem olduğunu iddia eder, en iyi yönetim biçiminin ona ait olduğunu, kısacası toplumsal yaşama dair ne varsa kendi sistemi ve örgütlülüğü tarafından sağlandığı iddia ve saplantısı içinde bulunur. Ve devlet olmaktan, yani zor ve baskı tekeli olmaktan kaynaklı olarak kendisini toplum üzerinde zorla, baskı araçlarıyla hakim kılar ya da kılmaya çalışır. Bu nedenledir ki, eğer Aleviler devlete büyük bir korku veriyorsa, demek ki bu topluluğun temsil ettiği düşünce, yaşam sistemi, dünya görüşü ondan daha ilerde, daha doğru bir öz taşımaktadır.
Alevî felsefesinin ve yaşam biçiminin en büyük özelliği: Devletsiz olmayı düşünmeye cesaret etmesi ve devletsiz bir yaşam örgütleyebilmesidir. Elbette bunun da altında yatan gerçeklik, devletsiz toplum döneminin temel değerlerini kendi bağrında bulundurması ve bu değerleri günümüze kadar taşımış olmasıdır.
Günümüzde Alevilerin bu gerçekliği her zaman göz önünde tutmaları, akıllarından hiç çıkarmamaları ve bu gerçeklikten güç alarak örgütlenmelerini geliştirmeli, toplumsal ve siyasal alana müdahale etmelidirler. Diğer yandan ise, günümüzde gelişen ve kendi düşünce yapılarıyla paralellik arzeden, kendi düşünce sistemlerine daha fazla katkı yapacak ve günümüzde kendilerine yol gösterecek olan görüşlere de kendilerini açık tutmaları gerekmektedir. Bu hususta bunları belirtmekle birlikte, daha pratik hususlara da değinme ihtiyacı hissetmekteyiz.
Hiç kuşkusuz ki, Aleviler kendi tarihlerini, kültürlerini hem bilmeli, hem de onları gelecek kuşaklara aktarmalıdır. Bu onların hem en doğal hakkıdır ve hem de görevleridir. Bunu yapmazlarsa, günümüz kapitalist modernite sistemi içinde asimile olmaya ve bir yok oluşa doğru gideceklerdir. Dolayısıyla hem eğitim gördükleri, hem de inançlarına uygun ibadetlerini yerine getirdikleri, kültürlerini yaşattıkları örgütlenme ve kurumlara kavuşmaları gerekmektedir. Bu yönlü her türlü girişim ve çabaları kutsaldır, doğru olandır. Bu nedenle bir halkın veya topluluğun en doğal haklarını kullanması gibi, Aleviler de farklı bir inanç ve kültüre sahip olmaktan kaynaklanan her türlü haklarını kullanmaları gerekir. Bunun önünde engel oluşturan her tür girişim bir hak gaspıdır ve buna karşı mücadele etmek de en demokratik ve meşru bir haktır. Aksine, eğer bu hakları için mücadele etmezlerse, işte o zaman kendilerine karşı yapılacak olan her türlü olumsuz girişime kapı açmış, onay vermiş olacaklardır.
İkinci husus, Türk devletinin kimliği Türk-İslamcı(Sünni İslam) bir kimliktir. Dolayısıyla Alevilerin kendi ihtiyaçlarını, ya da taleplerini karşılamak amacıyla devletten medet ummaları kadar abes, yanlış bir davranış olamaz. Türklük, milliyetçilik temelinde bir Türklük olduğu için, faşizan karakterlidir ve farklılıklara tahammülü yoktur. İslamcı yani Sünni İslam olduğundan, Alevileri zaten düşman gören, sapkın bir düşünce olarak tarif edip, bu inançta olan insanların katledilmesi için fetvalar çıkaran bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla günümüzde Alevilerin devlete yaklaşması, devletten kendi sorunlarına duyarlı olması ve çözüm bulmasını istemek boşa kürek çekmek anlamına gelmektedir.
Üçüncü husus, Türkiye'de ciddi bir demokratikleşme sorununun olduğu, demokratikleşmenin önünde ciddi engellerin var olduğu hususudur. Türkiye cumhuriyeti devleti demokratikleşmeden hiçbir toplumsal, etnik, inançsal, kültürel sorunun ciddi anlamda çözüme kavuşmayacağı gerçeğinin bilinmesi gerekmektedir. Türkiye cumhuriyeti devleti bir sistem krizi yaşamaktadır. Kriz bütünseldir, dolayısıyla çözümü de bütünsel olmak zorundadır. O nedenle Alevilerin sorunlarının çözülmesi ancak Türkiye'nin bir bütün demokratikleşmesiyle çözülebileceği gerçeğinin Alevî toplumlu ve onun örgütleri tarafından görülmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Türkiye'de yürütülen demokrasi mücadelesine, günümüzde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku olarak gelişen demokrasi gücüne katılmayan, bunun yanında yer almayan hiçbir etnik ya da inanç topluluğunun, çeşitli toplumsal kesimlerin sorunlarını gerçekçi temelde çözemeyecekleri iyi görülmelidir.
Bu konuda şöyle bir görüş ileri sürülüyor: “Alevî örgütlerinin kendi içinde birlik olmaları gerekir, ama bu örgütlerin Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na katılmaları ya da buna destek vermeleri zordur; çünkü çeşitli Alevî örgütleri bu konuda farklı yaklaşım içindeler, ya da değişik siyasi oluşumlara daha yakın durmaktadırlar.” Şimdi böylesi bir görüşü savunmak ve bunun da Alevî toplumunun temsilcisi olduklarını söyleyen kişilerce dile getirilmesi tabi ki anlaşılması zor bir yaklaşımdır. Bu görüşün altında devlete yaklaşma, çözümü devlette bulma arayışının yattığını görmek zor olmamaktadır.
Elbette Aleviler çeşitli siyasi örgütlenmelerde yer alabilirler, buna ilgi de duyabilirler. Ama devletin parçası olan ve insanları devlete bağlayan siyasi oluşumların peşine takılmaları asla kabul edilemezdir. Bunu yapmak geçmişini unutmak olur. Zaten devletin kurduğu CHP gibi bir parti de günümüzde Alevileri devlete bağlama görevini sürdüren bir parti konumundadır. Fakat biz Türk ve Kürt Alevilerin şunu sorgulamalarını isteriz: 1920’de Koçgîrî’de başlayan, 1937-38 Dersîm Katliamıyla süren, 1970’lerde Maraş, Malatya, Sivas, Tokat, Çorum’da, en son da Gazi Mahallesi’nde yapılan Alevî katliamlarında kendisine sosyal demokrat diyen, günümüzde temsilini CHP’de bulan bu siyasetin ne kadar rolü, parmağı ve suçu vardır?
Eğer bu durum sorgulanırsa CHP’nin bir devlet partisi olduğu, (bünyesinde gerçekten dürüst ve inanarak yer alan Aleviler olsa da), aslında Alevîleri devlete bağlamaya, Alevîlerin sorunlarını çözmek değil de onları oyalamayı, sömürmeyi ifade eden bir yaklaşım içinde olduğu görülecektir. Dolayısıyla Alevîlerin emekten, özgürlükten, demokrasiden yana olan, bunun mücadelesini verenlerin yanında saf tutması kendi geçmişlerine uygun olandır, doğru olandır.
Unutmayalım ki, 1970’lerde Alevîlere yönelik yapılan katliamların, yine 1993’te Sivas katliamının en temel nedeni; devletin Alevîleri başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere, devrimci-demokrat, ilerici akım ve örgütlere doğal sempati duyan, onlara zemin ve güç kaynağı olan, güç veren bir konumda görmeleri ve bunu ortadan kaldırmak için böyle bir yönelime girmiş olmaları gerçeğidir. Ama işin ilginç ve tezat olan yanı, devlet Alevîleri böyle görüp, buna göre karşı tedbirler geliştirirken, Alevîler neredeyse bu gerçekliklerini unutmak istercesine farklı arayışlara girmekte veya buraya yönlendirilmek istenmektedirler. Bu da üzerinde yoğunlaşılması gereken bir husus olmaktadır.
Dördüncü husus, Alevî örgütlerinin pasif bir konumda kalma, suskunlaşma, mağduriyet edebiyatına sarılarak hak arama durumunu bırakmaları gerekmektedir. Bugün AKP hükümeti, 12 Eylül faşist askeri rejimi dönemlerini katbekat aşan uygulamalar yapmaktadır. Hem Kürt Özgürlük Hareketi’ne yönelik imha ve tasfiye saldırılarını her alanda sürdürmekte, hem de Türkiye demokrasi güçlerine yönelik bir baskı, sindirme harekâtı yürütmektedir. Dolayısıyla buna karşı direnmek en temel görevdir. Ne şekilde olursa olsun buna karşı durmak, mücadele etmek, bu yönde güçbirliği yapmak gerekmektedir. Çünkü AKP hem kendi hegemonyasını oluşturmakta ve hem de faşizmi Türkiye'de kurumsallaştırmaktadır.
Fakat bu gerçeklik ortadayken, Alevî örgütlerinin buna yönelik tutumu hiç içaçıcı değil. Elbette tüm Alevî örgütlerin durumu böyledir, ya da bu genel bir durumdur demek istemiyoruz, fakat somut bazı veriler bu konuda değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Böyle bir değerlendirmeye neden olan olayı şöyle açıklarsak belki daha iyi anlaşılacaktır. 2 Temmuz Sivas katliamını protesto etmek için bu yıl yapılan yürüyüşte polis göstericileri Madımak Oteline yaklaştırmadı ve göstericilere saldırdı. Bu esnada bir örgüt temsilcisi polise yönelik şöyle bir çağrıda bulundu: “Güvenlik güçleri yapmayın, bize saldırmayın, biz 18 yıldır bir karıncayı bile incitmedik.” Öncelikle bu temsilcinin yaşadığı derin acıyı anlıyor ve de paylaşıyoruz. Fakat biz karıncayı bile ezmedik, bize saldırmayın, bizi niye öldürüyorsunuz, merhamet edin gibi söylemler faşist bir devlet ve hükümet karşısında acaba ne kadar gerçekçi bir söylem ve taleptir. Bu söylemin altında yatan zihniyetin böylesi bir devlete karşı direnme gücü ne kadar olabilir?
Şimdi tarih bilinci derken, işte bu hususu anlatmak için belirtiyoruz. Peki, Aleviler karıncayı incitmezken, Kürdistan dağlarında binlerce gerilla öldürülmedi mi? Hem Kürdistan'da, hem de Türkiye'de binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitmedi mi? Aleviler karıncayı incitmezken, bugün AKP iktidara gelip faşizmi kurumsallaştırmadı mı? En ufak bir hak talebinde bulunan Kürtlere, emekçilere, işçilere vahşî bir şekilde polis saldırıları yürütülmedi mi? Demokrasi adına, özgürlük adına, eşitlik adına, insanca bir yaşam adına bin yıllardır direnen Alevî toplumunun, onun felsefesinin bu gerçekler karşısında bireyi direnişe zorunlu kıldığını, bunu esas aldığını bilmiyor mu? Pir Sultan Hızır Paşa’dan hiç merhamet diledi mi? Alîşêr, Seyît Rıza, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve binlerce devrimci demokrat insan bu devletten merhamet bekledi mi? Günümüzde Kürdistan Özgürlük Hareketi ve onun gerillası, Kürt halkı, Türkiye'de devrimci demokratlar tüm baskılara, işkencelere rağmen merhamet diliyor mu? Eğer kimse zulmün karşısında sessiz kalmadıysa, zalimin karşısında elpençe durmadıysa, o zaman Alevîlerin günümüzde bu zulüm sistemine karşı her türlü yol ve yöntemle karşı durmaları, bunun için örgütlenmeleri kendi tarihlerine karşı sorumluluğun bir gereğidir. Dolayısıyla böylesi bir zihniyetin Alevilere kazandırıcı olmayacağı, aksine kaybetmeye götüreceğinin görülmesi gerekmektedir.
Bu yazının son konusu olarak Alevîlere yönelik geliştirilen çeşitli özel savaş oyunlarını, bilinç çarpıtmasına yönelik girişimleri de gelecek sayımızda dile getireceğiz…
Edîp Koçgîrî
- Ayrıntılar
9 Temmuz 2011 günü HPG gerillalarımız iki rütbeli TC askerini esir almışlardır.
Esir askerlere karşı geçmişten beri izlediğimiz muamele biliniyor. Onlarca kez esir aldığımız askerleri aracılık yapan heyetlere teslim etmişizdir. En son 2007 Oramar’da 8 TC askerini ve daha önce de Dersim’de bir TC askerini aracılık yapan insan hakları derneklerine, aydınlara, sivil toplum örgütlerine ve siyasal partilere güvenlikli ve sağlıklı bir şekilde teslim etmişizdir. Dediğimiz gibi önceki yıllarda da onlarca kez bu sağlıklı ve güvenlikli teslim etme işlemini yapmışızdır.
Ancak durumu yakinen bilenler ve izleyenler bilir ki her defasında TC devleti adeta kendi askerlerinin ölmesi için her şeyi yapmışlardır. Hatta çoğu kez teslim edilen yani devlete iade edilen askerlerine karşı davalar açarak onları tutuklamışlardır.
En son 2007 yılında Oramar eyleminde esir alınan askerlere karşı TC devletinin ve özelde de ordusunun yaptığını herkes kendi gözleriyle görmüştür. Bu kadar insani özden uzak, yoksun ve asosyal bir ordu yapısını dünya da göremezsiniz. “Neden teslim oldular, ölselerdi ya” demeleri hatırlardadır.
Şimdi iki rütbeli asker yeniden gerillalarımızın elinde bulunmaktadır. Ve şunu da açıkça söyleyelim: bundan sonra daha fazla asker Kürdistan yollarında esir alınacaktır. Buna polislerde dâhil edileceklerdir. Nedeni ise Kürdistan’da bu şekilde baskı, zulüm ve operasyonlar devam ettikçe kimse bizden daha başka bir yaklaşım beklememelidir. Bu birinci husus.
İkinci husus öncelikli olarak TC devleti ve askeri güçleri bizim amacımızın asker öldürmek olmadığını da iyi bileceklerdir. Öldürmek istesek her gün bu tür eylemlerle Kürdistan’da ve de Türkiye’de askeri rütbelilere yaşamı haram ederiz. Bu ülkede en kolay iş herhalde budur. Ancak bizler Kürdistan gerillaları olarak amaçlarımıza uygun hareket etmeyi ilkesel olarak benimsemiş bir gücüz. Bu ilkelerimizin önemli bir tanesi halkların kardeşliğine olan inancımızdır. Bunun için öncelikli hedefimiz öldürmek değildir. Kangrenleşmiş siyasal bir sorunun, TC devletine, yıllardır süregeldiği faşizan yöntemlerle çözülemeyeceğini göstermektir.
Üçüncü husus ise; TC askerliğine gidenlerin bundan böyle bu durumu bilerek askerlik yapmalarını istiyoruz. Hiçbir yerde Kürdistan’da TC devleti adına savaşmak için gelenlerin yaşamlarının garantisi yoktur. Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu giderek daha fazla gelişecektir. Bunun için hiçbir kimse Kürdistan’da askerlik yapmaya gelmesin. En azından bugün ki koşullarda faşizan uygulamalar gündemdeyken ve Kürt sorunu gibi tarihi bir sorunu devlet ve hükümet çözmeye yanaşmazken hiçbir Türk genci Kürdistan’da askerlik yapmaya gelmemelidir.
Dördüncü olarak ise; yukarıda söylediklerimiz polisler için de geçerlidir. Kürdistan’da var olan sorun çözülmedikçe hiçbir kimse Kürdistan’da polislik yapmamalıdır. Polislik yapanlar ortaya çıkacak tablo karşısında kendileri sorumlu olacaklardır.
Beşinci husus olarak ise; biz esir aldığımız askerlere her zaman Cenevre sözleşmeleri temelinde bir yaklaşımı esas aldık. Ve bundan sonra da bu yaklaşımımız devam edecektir. Ne var ki TC devleti askerlerin esir alındıkları alanlara çok yoğun saldırı operasyonları yapmaktadır. Bu durum askerlerin yaşamlarını tehlikeye atmaktadır. Gelişecek olası bir çarpışmada kimse askerlerin yaşamasının garantisini veremez. Kaldı ki faşizan yöntemleri uygulayan bu ordu gücü çok yoğun savaş araçları kullanmaktadır. Öyle ki rasgele arazileri taramakta ve yakıp yıkmaktadır. Bu durumda dediğimiz gibi kimse ama kimse askerlerin hayatta kalacağı güvencesini veremez. Gerillanın, TC devletinin yürüttüğü saldırılar altında askerleri koruması oldukça zor olacaktır.
İşte bunun için diyoruz ki öncelikli olarak esir alınan askerlerin aileleri, insan haklarına duyarlı çevreler ile bizatihi siyasal cephenin temsilcileri araya girerek askeri operasyonları durdurmalı ve esir askerleri teslim alabilmek için inisiyatif kullanmalıdırlar. Esir alınan askerlerin sağlam bir şekilde ailelerine teslim edilmeleri için bu inisiyatif şarttır.
Kendi cephemizden şunu belirtiyoruz; gerillalarımız geçmişten beri Cenevre Sözleşmelerine sadık kalmışlardır bundan böyle de bu sadakatini koruyacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
AKP ve CHP’nin birlikte geliştirdikleri yemin krizi BDP’nin üzerine yıkılmak isteniyor. Mevcut krizin, BDP tarafından planlı bir şekilde, “Kürt sorununun çözümünü engellemek maksadıyla” geliştirilmiş bir krizmiş gibi gösterilmeye çalışılması kadar gayri-ahlaki bir siyasete Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de dahil olması krizi daha da derinleştirmekten öteye bir anlam taşımıyor.
Gül, yemin krizi ile ilgili olarak yaptığı “Maksat dikkat çekmekse hâsıl oldu” şeklindeki açıklamasıyla BDP’nin tavrına hasıl olmadığını ya da hasıl olmak istemediklerini gösteriyor. Makamı gereği yansız ve çözümleyici bir rol oynaması gereken Cumhurbaşkanlığı’nın bu açıklaması, çözüme dair olan beklentilere “Kürtlere siyasi fahişelik rolü oynatmak isteyen” bir zihniyetle cevap vermenin başka bir biçimi oluyor. Kürt halkının özgür yaşam iradesini bir türlü tanımak istemeyen zihniyetin “Cumhuriyetin” en tepesindeki yansıması oluyor.
Ülkede hegemonya kurmak isteyen AKP’nin yol açtığı cumhuriyet, bu anlamda kesinlikle demokratik bir cumhuriyet temelinde gelişmiyor. Kurulan cumhuriyet bir AKP Cumhuriyeti olmaya doğru eviriliyor, evirildi.
Ne demek yani?
“Maksat dikkat çekmekse hasıl oldu, artık gelip yemin edin” demek, ne anlama gelebilir başka?
Öyle anlaşılıyor ki 29 Mart 2009 seçimleri, 12 Eylül 2010 referandumu ve son olarak da 12 Haziran 2011 seçimlerinde Kürt halkının vermiş olduğu mesajlar anlaşılmak istenmiyor. Anlaşılmanın da ötesinde Kürt halkının barışçıl, demokratik siyasal çözüm çabaları Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir zayıflığı olarak değerlendiriliyor. Çözüme yol açacak projeler üretmek yerine hemen tasfiye planları üzerinde yoğunlaşılıyor.
Kürt halkı gösteriş için, Gül’ün deyimiyle “dikkat çekmek” için meydanlara çıkmıyor. Her defasında meydanlara indiğinde kendisini nelerin beklediğini bilmiyor mu?
Kimyasal atıklar ve plastik bilyeler karıştırılmış tazyikli suların üzerlerine sıkılmasından hoşlanan bir halk olabilir mi?
Başlarına plastik mermi sıkılmasından ve gaz bombası patlatılmasından hoşlanan bir halk olabilir mi?
Panzerler altında çiğnenmekten hoşlanan bir halk olabilir mi?
Coplanmaktan, yerlerde sürüklenmekten, aşağılanmaktan, hakarete maruz kalmaktan hoşlanan bir halk olabilir mi?
Bir halk sırf dikkat çekmek için bu kadar acı çekmeyi göze almaz. Kendine acı çektirmekten hoşlanan bir halk olamaz.
Kürt halkının demokratik direnişini böyle görmek, böyle tanımlamak, Kürt halkının onurlu yaşam ısrarını böyle ifade etmek Kürt halkına yapılan en büyük haksızlıktır. Kürt halkına yönelik en gayrı ahlaki yollarla gerçekleştirilmiş bir hak gaspıdır.
Kürt halkı meşru ve en doğal hak taleplerini dile getirmek için her defasında meydanlara indiğinde kendisini bunların ve dile getirmediğimiz daha bir çok insanlık dışı yönelimlerin beklediğini çok iyi biliyor.
Barışçıl, demokratik siyasal çözümün önünü açmak için hiçbir halk uzun süre bu haksızlıklara ve hakaretlere katlanamaz. Her şeyin bir haddi, bir sınırı vardır.
Her kes hep bir ağızdan bas bas bağırıyor. “Çözüm yeri meclistir” deniliyor. Buna sanki “BDP ve Kürt halkı itiraz ediyor, karşı çıkarak kriz yaratıyor” gibi gösterilmeye çalışılıyor. Çözüme yanaşmak istemeyenin Kürtlermiş gibi gösterildiği, BDP ve Kürt halkınının meydanlarda işkence altında çözüm geliştirmek istiyormuş gibi lânse edildiği bir yargıya aklı, ahlakı ve vicdanı olan hiç kimsenin itibar etmeyeceği açıktır.
Aslına bakılırsa Kürt halkı ne devletten ne de AKP’den bir şey talep etmiyor. Devlet içindeki çözüm karşıtlarını da, AKP’yi de çıldırtan asıl neden budur. Kürtler kendi öz güçleriyle, yaşamın her alanında geliştirecekleri örgütlenmeyle kendi çözümlerini kendileri geliştirebilecek iradeye ulaşmışlardır. Asıl kriz devlet içindeki çözümsüzlük yanlısı hizipler ile AKP’nin bu iradeyi tanımamasından kaynaklanıyor. Kürt halkının geliştirmeye çalıştığı çözümün önü alınmak istenirken krizler yaşanıyor. Yemin krizi olarak adlandırılan krizin perde arkasında gizli tutulmaya çalışılan asıl gerçek bu olmaktadır.
Cumhurbaşkanı Gül’ü de, Meclis Başkanı Çiçek’i de, Başbaka'ı, partisini ve diğer bütün yandaşlarını da, CHP’yi de asıl çıldırtan bu gerçek daha uzun süre saklanmaya çalışılırsa gerçek krizin ne olduğu işte o zaman görülecektir. Umarız yemin krizciğinin çözülmesi için cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere yetkili ve sorumlular köklü krizlere hasıl olmadan, maksada hasıl olurlar.
Mansur Berken
- Ayrıntılar
“Ustalık dönemi” görevine başlayan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ilk sözü ve icraatı BDP ile CHP’yi tehdit etmek olmuş. Bunların meclis çalışmalarını boykotunu kastederek, “Eğer anlaşabilirsek yeni anayasayı MHP ile birlikte yapabiliriz” demiş. Baştan sona şantaj kokan bu söze en iyi cevabı, yine Başbakan’ın çok sevdiği şu söz oluşturuyor: Sevsinler seni!
AKP, sadece MHP ile anlaşarak bir anayasa yapabilir mi? Aritmetik olarak elbette mümkündür bu. AKP ile MHP milletvekilleri toplandığında anayasa yapacak sayıya ulaşmakta ve hatta aşmaktadır. İdeolojik olarak da bu kısmen mümkün görünmektedir. Çünkü, seçim boyunca AKP, MHP ile milliyetçilik yarışı yapmıştır.
Fakat siyaseten bunun mümkün olmadığını herhalde en iyi Başbakan Tayyip Erdoğan bilir. Çünkü, AKP’nin MHP ile anlaşarak yapacağı anayasanın 12 Eylül anayasasından pek farkı olmaz. Böyle bir anayasanın ne yeniliği olur, ne de demokratikliği! Dolayısıyla iç ve dış kamuoyunda meşruiyet kazanamaz. Belki hazırlanması ve meclisten geçmesi kolay olur, fakat demokratik meşruiyet kazanması zordur.
Zaten her iki partinin de 12 Eylül rejiminden pek uzak olmadığı biliniyor. AKP’liler 12 Eylül anayasasına 1982’de de “Evet” oyu vermişlerdir. MHP Lideri Alparslan Türkeş ise, 12 Eylül zindanlarında hapis yatarken “Fikirlerimiz iktidarda, ama biz içerdeyiz” demiştir. Böyle iki partinin yalnız başlarına yapacakları bir anayasanın, 12 Eylül anayasasını boyayıp yeniden pazara sürmek olacağı açıktır.
Herhalde 12 Eylül anayasasından sonra meşruiyeti en zayıf olacak anayasa bir AKP-MHP anayasası olur. Böyle bir anayasa 12 Eylül’ün doğrudan devamı sayılacağı için içte ve dışta yoğun bir demokratik muhalefetle karşılaşır. Bu tür bir anayasanın fazla bir ömrü olmaz. Dolayısıyla demokratik güçlerin bundan korkmaması gerekir.
Kaldıki bu durumu en iyi her iki parti bildiği için böyle bir şey yapmazlar. Bu süreçte böyle geleceği olmayan bir şeye ne AKP angaje olur, ne de MHP! Her iki parti de böyle görünmekten uzak durmaya çalışır. Özellikle kendini “demokrat” göstermeye ve bu temelde herkesi aldatmaya çalışan AKP’nin böyle yaptığı açıktır.
O halde siyaseten böyle yanlış olan ve gerçekleşmesi mümkün görünmeyen bir sözü koskoca Başbakan niye söylemiştir? Bu sözün basit bir şantaj olduğu ve BDP ile CHP’yi korkutmayı hedeflediği açıktır. Güya bu biçimde korkutularak BDP ve CHP’nin meclis çalışmalarına katılmaları sağlanmak istenmektedir.
BDP ve CHP bu sözden etkilenerek veya korkarak meclis çalışmalarına katılırlar mı? Tabi şimdi biz bunu bilemeyiz. Siyasetten biraz anlayanların bu sözün bir şantaj olduğunu fark etmeleri zor değildir. Dolayısıyla BDP ile CHP’yi bu sözle korkutmak zor görünmektedir. Eğer onlar meclis çalışmalarına katılırlarsa bu nedenle değil, başka etkenler sonucu bunu yaparlar.
Bizce demokratik güçler bir AKP-MHP ittifakından korkmamalıdır. Böyle bir şey en başta AKP’yi bitirir. Çünkü AKP’nin yüzündeki her türlü dinci ve demokratik maskeyi aşağı indirir. Son seçimde açıkça gösterdi ki, AKP en büyük gücünü sözde MHP karşıtı ve MHP ile mücadele içinde görünmekten almaktadır.
AKP ile MHP’nin açıkça yapılan ittifakı değil, gizli var olan ittifakları korkutucu olmalıdır. Açıktan sözde tüm parti ve sivil toplum örgütleriyle diyalog sürdürülüyor gibi yapılara, gizliden AKP-MHP ittifakının yürütülmesi tehlikelidir. Bu durum en çok da yeni anayasa yapımı açısından tehlike oluşturmaktadır.
Öyle görünüyor ki, AKP yeni anayasa hazırlama çerçevesinde diğer partileri meclise çekmeye çalışacaktır. MHP bile bu noktada siyaset yapmakta ve dışlanmamaya çaba harcamaktadır. Yeni anayasa yapımı tüm partilerin ve 12 Haziran meclisinin olmazsa olmazı durumundadır. Adeta siyasetin yumuşak karnı gibidir. Dolayısıyla hiç kimse dışlanmayı göze alamaz.
Bu nedenle, öyle anlaşılıyorki, yeni bir anayasa hazırlık çalışması başlayacaktır. AKP bu çalışmayı sadece MHP ile değil de, görünüşe göre herkesin katılımıyla yapmak istemektedir. Eğer dürüst yaklaşılsa bu durum elbette en iyisi ve demokratik olanıdır. Fakat gerçekten AKP dürüst yaklaşacak mıdır? Bu noktaya iyi bakmak ve buradan endişe duymak gerekir.
Şunu açıkça belirtelim: Yeni anayasa hazırlanması olayında en ciddi tehlike, AKP’nin sözde herkesi katıyor görünüp de sonuçta kendi bildiğini okumasıdır. Bu durumda diğerleri adeta AKP’nin yaması haline gelir. Zaten seçim ardından yaşanan hukuk darbesi de diğer partileri bu çizgiye çekmek için yapılmıştır. Demokratik güçlerin asıl bu noktada duyarlı olmaları ve bu durumdan korkmaları gerekir.
AKP yeni anayasa hazırlama konusunda güven vermemektedir. Adeta bir nalına bir mıhına vurur durumdadır. AKP’de oyun çoktur, dolayısıyla aldanmamak gerekir. Yeni anayasa hazırlama konusunda görünüşte herkesle diyalog ve tartışma içinde olup, gerçekte ise kendi isteklerini esas alabilir. Veya herkesle tartışırken, gizliden MHP veya CHP’den biriyle anlaşarak iki partinin görüşlerini anayasa metnine yerleştirebilir. Bu durumda görünüşte yeni anayasayı herkes hazırlamış, gerçekte ise AKP’nin isteği olmuş olur.
Yeni anayasa hazırlanmasındaki en büyük tehlike budur. Korkulacak olan AKP-MHP ittifakıyla yapılması değil, herkesin katılımıyla yapılıyor görünüp de sadece AKP’nin veya iki partinin görüşünü içermesidir. AKP bunu gizli ittifaklarla yapabileceği gibi, milletvekili çoğunluğuna dayanarak da yapmak isteyebilir. Zaten AKP’nin çoğunluk demokrasisi anlayışına sahip olduğu bilinmektedir.
Besbelliki demokratik siyasette esas zor sürece şimdi girilmektedir. Dolayısıyla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın şantajlarından etkilenmeksizin bu zor süreci yürütebilmek gerekir. Anayasa hazırlık çalışmaları çok karmaşık ve oyunlarla dolu geçeceğe benzemektedir. Elbette anayasa herkesin katılımıyla hazırlanmalıdır, demokratik olanı budur. Ancak sonuçta da herkesin ortak çıkarını da içermelidir, gerçek demokrasi bunu gerektirir.
AKP ise birincisine evet deyip ikincisini yok etmek isteyecektir. Yani herkes tartışmalara katılsın, fakat sonucu AKP belirlesin! AKP’nin mantığı budur ve çabası da bu temelde olacaktır. Herkes buna karşı uyanık ve başından itibaren duyarlı ve tedbirli olsun!..
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Gever de iki kiralık katilin vurulmasından sonra, Türk medyasının yürüttüğü psikolojik savaş yöntemi tavan yaptı.
Her ne hikmetse bir kiralık katil Türk subayı, astsubay, uzman çavuş ile Fetullahçı polis, HPG güçlerinin misilleme eylemiyle vurulunca, Fetullahçı vakanivusçular hepsini melek kılığına sokar.
Ardından şu dramatik cümleleri kurarlar.
“Üç aylık evliydi. Yeni evlenmişti.
Daha eşine doyamamıştı.
Eşi yeni hamile.
Yeni bir coçuğu olmuştu”.
Bununla da yetinmeyen Türk medyası, kiralık katillerin güya mutlu aile fotolarını yayınlar.
Annelerinden, babalarından röportaj alır.
Varsa kız kardeşlerinden, erkek kardeşlerinden, dayılarından ve amcalarındanda bir kaç söz alır.
Hepsini manşetten verir.
Öyle bir tablo çizer ki, sanki Türk subayı, astsubayı, uzman çavuşu ile Fetullahçı polisler Kürdistan’a masumane bir geziye çıkmışlar.
Sanki, Kürt halkı, gerillası, annesi, babası ile Mehmet Uytun gibi kundaktaki 18 aylık bebeklerini katletmemişler.
Sanki, para karşılığında kiralık katilliği meslek seçmemişler.
Sanki, hiç kimseyi öldürmemişler.
Sanki, hiç işkence etmemişler.
Sanki, Kürdistan’ı işgal etmemişler.
Sanki, dünyanın en cani yaratıkları değillermiş.
Sanki, hepsi dünyanın en iyi melekriymiş gibi atmosfer yaratıyorlar.
Türk medyası, para karşılığında katilkerliği meslek seçen bu canileri, masum yaratıklar kılıfına sokarken, Türk ordusu ile polisince şehit edilen Kürdistan gerillasını ise canavar katogorisine koyar.
Şöyle manşet atarlar.
“X yerde ölü ele geçirilen terörist 200 kişinin katili”.
“Asker dağ taş terörist avında”.
“10 Terörist silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildi”.
“Polis Katili Öldürüldü”.
Medya bu tür başlıklarla gerillanın şehit düşürülmesini meşrulaştırırken, Türk Ordusu ile Polisinin Kürdistan’a yaptığı canilikleri ise kutsallaştırmaktadır.
Ama şunu da bilmeleri gerekir.
İşgalci her yerde nasıl işgalci ise Türk askeri, polisi ile tüm işgalci memurlar Kürdistan’ın işgalcileridir.
Hepsi soykırımcıdır. insanlık suçunu işlemişlerdir.
Para karşılığında canice Kürdistan’da katliam yapan kiralık katillerdir.
Bu kiralık katillere karşı direnen HPG gerillaları ise, dünyadaki tüm annelerin ak sütleri gibi en zelal, şirin u şerbet ve helal yiğitlerdir.
Bunun dışında başka hakikat varmı ki.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Diyarbakır zindanında 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı gerçekleşen 14 Temmuz Büyük Ölümorucu Direnişinin 29. yıldönümünü yaşıyoruz. Yirmidokuz yıldır Kürt halkı Mazlum Doğan, Hayri Durmuş ve Kemal Pir öncülüğünde gerçekleşen zindan direnişinin etkisi altında yürüyor. Tarihsel olarak kaybettiği her şeyi bu büyük direnişin izinde yürüyerek kazanıyor.
Çok iyi biliniyor ki, 1982 yılının 14 Temmuz’unda Kürt halkının beyni olan aydın gençlik öncüleri Diyarbakır zindanında tarihi bir karar verdiler. 12 Eylül rejiminin teslim alma ve kimliksiz-kişiliksiz kılma politikalarına karşı tarihi ölümorucu direnişine girdiler. Kenan Evren cuntasının itirafçılaştırma-inançsızlaştırma politikalarını başarısız kılarak, inkar ve imha sistemini ideolojik yenilgiye uğrattılar.
Hiç kuşkusuz bu öyle büyük ve anlamlı bir karardır ki, düşmanında bile saygınlık uyandırmayı sağladı. Bu karar temelinde gelişen direniş karşısında 12 Eylül cuntasının başı Kenan Evren bile “Burada öyleleri var ki, kafalarını koparsanız bile inançlarından vazgeçiremiyorsunuz” diyerek zindan direnişinin büyüklüğünü itiraf etmek zorunda kaldı. Belki de Kenan Evren’de en ciddi zihniyet değişikliği bu olaydan sonra yaşanmıştır.
Genelde zindan direnişinin, özel olarak da 14 Temmuz ölümorucu direnişinin Kürt halkı üzerindeki etkisi ise, azalmak bir yana, 29 yıldır artarak devam etmiştir. Bugün de etkisi taptaze yaşanmakta ve halkı özgürlük mücadelesine sevkeden en büyük kuvvetlerden biri olmaktadır. 29 yıldır binlerce Mazlum, Hayri, Kemal ve Ferhat doğup büyümüş ve özgürlük mücadelesi saflarına katılmıştır. Halk kimliğini ve kişiliğini, onur ve şerefini, umut ve güvenini, cesaret ve fedakarlığını, kısaca özgür ve demokratik olan her şeyini bu direnişin açtığı yolda elde etmiştir.
Kürdistan özgürlük mücadelesinde fedai çizgisi bu direnişle oluşmuştur. Özgürlük mücadelesinin temel ölçüleri bu direnişle kazanılmıştır. “Mezar taşıma borçlu yazılsın” sözünde dile gelen yüksek sorumluluk, mütevazılık ve özeleştirel yaklaşım, “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” sözünde anlam bulan özgür yaşam tutkusu Kürt Özgürlük Hareketinin en temel ölçüleri olmuştur. En zor anda bile özgür insanın yaşamı yaratan temel ölçü ve özellikleri en iyi bir biçimde bu direnişte ortaya çıkmıştır.
Hiç kuşku yok ki, bu tarihi kararı veren ve büyük direnişi yürütenler son derece bilinçli ve iradeli idiler. Ne yaptıklarını ve neye yol açtıklarını çok iyi biliyorlardı. Onlar bugünü daha o zamandan görüyorlardı. Kemal Pir, “Ben bu harekette zaferi görüyorum” derken bugünü o zamandan yaşıyor, Apocu çizginin zafer yaratıcı gücünü derinden idrak ediyordu.
Bu konuda gerçeği tam anlamamıza hizmet eden pratik bir formül de şu: Eğer çok derin bir bilinç, çok güçlü bir inan ve geleceği gören öngörü olmasa, hiç elli-altmış gün ölüm orucuna yatılabilir mi? İnsan soyunun yarattığı en zor direniş biçimi açlık grevi ve ölüm orucu olmalı. Çünkü bunlarda her an gerçekleşen hücre ölümüne karşı bir direniş vardır. Bir anda kalbin durması kolaydır, fakat altmış günün her saniyesinde kalp çırpıntısını dinlemek zordur. 14 Temmuz direnişçiliği işte bu zoru başarma direnişçiliğidir.
Kürt halkı aynı düzeyde olmasa da, bugün de yeni bir tarihi karar verme sürecindedir. 14 Temmuz tarihi kararlılığının otuzuncu yılına girerken yeni bir 14 Temmuz kararlılığı yaratmakla yüzyüzedir. Çünkü özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişimi bunu istemektedir. Devletin ve AKP hükümetinin izlediği politikalar bunu gerektirmektedir. Hiç kuşkusuz bunda da en büyük öğretmen 14 Temmuz direnişinin tarihi dersleri olmaktadır. Yirmidokuz yıl önce nasıl böyle büyük tarihi karar verme gücünü gösterdiyse, Kürt halkı elbette bugün de tarihi karar verme gücünü gösterecektir.
Hiç kimse Kürt halkının tarihi karar verme gücünü bir kez daha sınamaya çalışmamalıdır. Bu halkın neler yaratabileceği anlaşılmak isteniyorsa, o zaman dönülüp yakın tarihe bakılması yeter. Eğer AKP’nin Kürt halk gerçeğini anlamakta bir sorunu varsa, o zaman gerçeği görmesi için 12 Eylül rejiminin durumuna bakması yeterlidir. Tarihten ders almayı bilemeyenler asla geleceğin yaratıcısı olamazlar.
Kaldıki Kürt halkı otuz yıl öncesine göre bugün çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklıdır. Kırk yıllık mücadele içinde somutlaşmış bir Önderlik çizgisine, otuz yılın büyük mücadele tecrübesine ve her alandaki örgütsel güce sahiptir. Öncü partisi, yenilmez gerillası ve örgütlenmiş demokratik toplum yapısı vardır. İç ve dış koşullar ise direnişi geliştirmek için otuz yıl öncesine göre çok daha elverişlidir. Bu nedenle özgürlüğü kazanmak için direnmek Kürt halkının yapabileceği en kolay iştir.
Eğer bu konuda ihtiyatlı ve sabırlı davranıyorsa, bu güçsüzlüğünden değil, mücadele çizgisi gereğidir. 14 Temmuz tarihi direnişinin öğretici derslerine sıkı sıkıya bağlı olduğu içindir. Dikkat edilirse, 14 Temmuz tarihi direnişçiliğinde de büyük sabır ve kılı kırk yarma vardır. Tutsaklar kendilerini savunma imkanı bulabilmek için, tarihin en vahşi işkencelerinden birine iki yıl boyunca sabırla katlanmışlardır. Yine direniş eylemlerini siyasi çizgiye sıkı sıkıya bağlamışlardır. Ne zamanki 12 Eylül faşist-askeri rejiminin soykırımcı gerçeği ve dayatması netleşmiş ve başka bir yol kalmamış, işte o zaman tarihin en büyük kararlılığı ve direnişçiliği ortaya çıkmıştır.
Demekki bu durum Kürt halkının ve özgürlük mücadelesinin temel bir özelliği olmaktadır. O nedenle, bugün de Özgürlük Hareketi’nin gösterdiği sabrı ve çözüm arayışını hiç kimse yanlış değerlendirmemeli ve asla hareketin zayıflığı gibi safsatalara bağlamamalıdır. Esas güçlülük nicel birikimde değil, zamana uygun olan doğrulukta hareket edebilmektedir. Kaldıki Kürtler hem nicel güce ve hem de doğru hareket tarzına sahiptir.
Bu konuda en çok dikkat etmesi gereken AKP hükümetidir. Eğer AKP, şimdiye kadar olduğu gibi “Ben yaptım, oldu” mantığıyla hareket ederse, o zaman kendini de Türkiye'yi de tarihi bir tehlikenin içine atar. Şimdiye kadar bu konuları çok değerlendirdik ve artık sürecin sonuna geldik. Artık ne diyelim? Umalım ki AKP de 12 Eylül rejimi gibi tarihi bir hata yapmasın ve Kürt Halk Önderi’nin çözüm çabalarını dikkate alsın!
Kürt halkına gelince, yeni bir tarihi karar gününde olduğunun bilinciyle hareket ettiği ve edeceği kesindir. 29 yıl önce gerçek yolu bulmada nasıl hata yapmadıysa, zindan direniş çizgisinin dersleriyle yürüyerek bugün de hatasız karar verme gücünü gösterecektir. Genciyle kadınıyla yeni bir tarihi adımı atmayı bilecektir.
Herkesin bu duyarlılığı göstereceği inancıyla 14 Temmuz tarihi kararlılığını kutluyor ve zindan direniş şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar