Bütün partiler birbirleriyle tartışsa da seçim mücadelesinin esas olarak AKP ile BDP arasında geçeceği anlaşılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Bayburt’tan verdiği mesaj bunu açıkça gösteriyor. Yoksa gerçekleri tersyüz ederek Başbakan’ın BDP’yi suçlamasının başka bir anlamı olamaz.
Önce BDP’nin seçime katılmasına fırsat ve imkan verilmedi. Ardından BDP’nin desteklediği bağımsız adaylar YSK marifetiyle veto edilerek seçim dışı bırakılmaya çalışıldı. Tam bir Kürt düşmanı terör örgütü olarak hazırlanan polis halka saldırtılarak faşist terör tırmandırıldı. Tüm bunları tersyüz eden Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcüleri ise BDP’yi daha çok suçlar hale geldi.
Bunların arasında bir de bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan ile yağdanlıkları “Artık Kürt sorunu yoktur” savını dillendirmeye ve propaganda etmeye başladı. Bunlara göre “Kürt sorunu çözülmüş, Kürtçe sorunu varmış”! Bir halktan kopuk olarak onun dili nasıl sorun olur, elbette anlamak zordur.
İnsan bu savı duyunca hemen inanamıyor, şaka yapıldığını sanıyor. Çünkü aklı başında insanların ileri süreceği bir şey değil. Fakat bu sözlerin ciddi ciddi söylendiği ve ısrar edildiği görülüyor. Bu durumda elbette herkes soruyor: Ne değişti ki Kürt sorunu ortadan kalktı?
AKP çevrelerinin bu soruya verdikleri cevaplar da şöyle: “Kürt kökenli vatandaşlar”ın varlığı artık kabul ediliyor! Kürtçe türkü söylenebiliyor! TRT-6 Kürtçe yayın yapıyor! Kürtçe öğreten kurslar açılabiliyor!
Kuşkusuz bunlar eskiye göre bir değişikliktir. Eskinin ulusalcı faşist iktidarının kaba inkar ve imha yaklaşımına göre kısmi değişimi ifade ediyor. Ancak bu değişiklikler nasıl yaratıldı ve neyi ifade ediyor? Değişikliklere bu çerçevede de bakmak gerekiyor.
Öncelikle herkes kabul ediyor ki, bu değişiklikler Kürt halkının büyük cesaret ve fedakarlıkla yürüttüğü mücadeleyle yaratıldı. Bunun için Kürtler kırk yıldır direniyorlar. Binlerce şehit verdiler. Yüzbinlercesi tutuklandı ve çok ağır işkencelerden geçtiler. Kısaca hiçbir şey mücadelesiz kazanılmadı. Özellikle de AKP tarafından hiçbir şey verilmedi. Her şey dişe diş bir mücadeleyle kazanıldı.
Diğer yandan mevcut değişikliklerin hiçbirinin kalıcı olmadığını, yani örgütlü Kürt halkı dışında koruyucu bir güvencesi bulunmadığını da herkes bilmektedir. Kısaca bu değişikliklerin hiçbir Anayasal, yasal dayanağı yoktur. Hepsi fiili birer uygulama durumundadır ki, yapıldıkları gibi her an fiilen durdurulabilirler de. Böyle bir durumda hiç kimse bunu engelleyemez.
O halde bu değişiklikler ne anlama geliyor. Kürt halkı açısından, mücadele ederek kimlik ve özgürlük konusunda fiilen bazı gelişmeler yaratıldığı anlamına gelmektedir. Devlet ve AKP hükümeti açısından ise, Kürtlerin gelişen mücadelesi karşısında zorlanarak eskinin kaba inkar ve imha çizgisini yürütememe ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısında varlık gösterebilmek için daha inceltilmiş ve maskeli bir inkar çizgisini uygulamaya çalışmayı ifade etmektedir.
Yani AKP’nin “Hak verdik, sorunu çözdük” dediği, aslında Kürtlere karşı mücadeleyi daha da inceltmek ve maskelemek olmaktadır. Kürtlere karşı özel savaşı daha da derinleştirmek ve yoğunlaştırmak anlamına gelmektedir. Ortada Kürt sorununun çözümü değil, Kürt soykırımının daha gizli, sinsi, maskeli yöntemlerle yürütülmesi vardır.
O halde Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin “Kürt meselesi artık yoktur” demeleri, gerçekte “Kürt yoktur” demeyi ifade etmektedir. Eskisi gibi açıktan “Kürt yoktur” diyemedikleri için, şimdi örtülü bir dille “Kürt meselesi yoktur” demektedirler. Böylece bir yanıltma yapmaya çalışmaktadırlar. Ortada özgürlüğünü tam kazanmış Kürt olmadığına göre, yine “Kürt sorunu da yoksa”, o zaman bütün bunlardan “Kürt yoktur” sonucunun çıktığı açıktır.
Aslında AKP bazı değişiklikler yapmıştır, hakkını yememek gerekiyor. Eskinin Kürd’ü kaba ret ve inkar çizgisi yerine, “Kürt kökenli vatandaş” deyip yine her şeyi “Tek dil, tek millet, vs…” edebiyatına bağlayarak inceltilmiş bir yeni Kürt inkar ve imha çizgisi yaratmıştır. Yani Kürd’ün inkar ve imhası yine esastır; fakat eskiden kaba ret ve açık asker terörü vardı, şimdi inceltilmiş ve maskelenmiş bir inkar ve polis terörü vardır. Kısaca AKP politikası daha sinsi, gizli, oyun dolu ve tehlikelidir.
İnkar ve imha çizgisindeki bu söylem değişikliği, imhayı gerçekleştiren terör yöntemlerinde de belli bir değişikliği içermektedir. Yani eskinin jandarma baskısı ve JİTEM terörünün yerini şimdi polis terörü almıştır. Kısaca jandarmanın yerine polis koydunmu diğer her şey aynıdır. Yine evleri basmak, zindanları doldurmak, işkence ve katliam, yine zulüm ve aşağılama devam etmektedir. Sadece eskiden bunu jandarma yaparken, şimdi polis yapmaktadır. Kenan Evren ile Tayyip Erdoğan arasındaki fark ve değişiklik işte bundan ibarettir.
Yoksa bizzat Başbakan tarafından Kürtler yine aşağılanıyor ve her fırsatta tehdit ediliyor. Her gece onlarca Kürt evi polis tarafından basılıyor, her gün sokakta çocuklar ve kadınlar polis tarafından öldüresiceye kadar dövülüyor. İkibinin üzerinde Kürt siyasetçi tutuklu. Hapisteki Kürt çocuğu, genci binleri, on binleri buluyor. Kürtler yine siyaset dışı tutuluyor. Kürt kimliği ile yine hiçbir şey yapılamıyor. Vs, vs!.. Yani Kürt cephesinde yeni bir şey yok, halkın iddialı ve iradeli mücadelesi dışında.
Başbakan ve AKP sözcüleri ne söylerlerse söylesinler, işte AKP gerçeği budur. Bunu artık herkes görüyor. Dolayısıyla AKP sözcülerine ne Kürtler, ne de demokratik toplum inanmıyor. Artık AKP’nin farklı bir şey yapacağına dair inanç ve beklenti de tükenmiş durumda. Dolayısıyla çare AKP’nin aşılması ve çözüm siyasetinin etkili hale gelmesidir. Bunun için de 12 Haziran seçimleri ciddi bir fırsat durumundadır. Bakalım ciddi bir gelişme yaşanacak mı?!..
Adil BAYRAM
Kaynak: Özgür Gündem Gazetesi
- Ayrıntılar
Çok değil daha bu yılın başında hareketimiz tarafından 2011 yılında Kürt halkının yürüteceği mücadelenin, direnişin, ayaklanma ve devrimin Kürt halkının kaderini belirleyeceği tespiti yapılmıştı. Bu tespite gidilirken yıllardır Kürt halkının haklı mücadelesi karşısında resmi devlet politikaları ve iktidarların sorunu derinleştirmek için yürüttükleri politikaların tarafımızca kapsamlı çözümlemeleri ve değerlendirmeleri de yapılmıştı. Ayrıca Kürt halkının artık kandırılmaya, oyalamaya, inkar ve imha politikalarına karşı sabrının kalmaması ve çözümünü kendi irade ve gücüyle gerçekleştirileceğine duyulan güven de bu tespite gidilirken önemli bir veriydi. Yıllardır aktif mücadele yürüten bir güç olarak karşısında mücadele ettiği devletin ve erkanının karakteri bilindiğinden bu tespit yapılmıştı.
Anlaşılması güç olmuş ve oldukça zaman almış olsa da AKP hükümetiyle temsil edilen devletin, Kürt sorununun siyasal barışçıl yollarla çözülmemesi için uyguladığı taktikler ayan olmuş bulunuyor. Son bir aylık gelişmeleri yan yana koyduğumuzda TC’nin ordu, siyaset, bürokrasi, hukuk alanlarında topyekun bir saldırıya kalkıştığı görülebiliyor. Devlet savaş ilan etmiş durumda.
Fakat her zaman olduğu gibi söze bağlılığı bir ilke olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi birçok bedele rağmen korumaya gayret gösteren bir hareket olarak bu savaş ilanını belirlenen hareket tarzı çerçevesinde karşılamaktan da geri kalmadık. Yani savaş ilanı da olsa kamuoyunun bunu görebilmesi, farkına varabilmesi için gereken fedakarlıktan kaçınmadık. Her problem karşısında sorumlu tutulan fakat gösterdiği olgunluk ve fedakarlıkların bir türlü görülmediği bir ortamda tek yanlı bir dayatmayla barışın elde edilemeyeceği son bir aylık gelişmelerden de rahatlıkla görülebiliyor.
Kamuoyunun en son BDP’nin desteklediği adaylara ilişkin ne düşünüp düşünmediği, nasıl bir tartışma yürütüp yürütmeyeceği açıkçası artık bizim açımızdan önemini yitirmiş bulunuyor. Bir inkar ve imha planının devrede olduğu, Kürt iradesinin ısrarla baskı ve şiddetle kırılmaya çalışıldığı bir ortamda birkaç milletvekili adayının adaylıklarının kabul edilmemesi o kadar da önemli değil.
Son damla olarak bardağı taşıracak etkide bulunan bu durum sadece Kürtler açısından değil, otuz yılı aşkın bir süredir oluşturulmaya çalışılan halklar ittifakına, devrimci, sol buluşmaya da büyük bir darbe anlamına geliyor.
Türkiye’de tıkanan siyaseti açma potansiyeline sahip bir bloğun oluşma aşamasındaki durumuna dahi tahammül edemeyen bir siyasi erkin olduğu bir ortamda, çözümün halen siyasal yollarla gelişebileceğini düşünmek herhalde en iyi tabirle safdilliliktir.
Evet, her şey çok net.
Kürtlerin Kürdistan’da devlet ve düzen partilerini kovma, devlet gücünü ve etkinliğini sınırlandırma, giderek yok etme hedefiyle yürüttüğü siyasal mücadeleye karşı devlet klasik inkar ve imha politikasını devreye koymuştur. Bu yükselen direnç ve irade karşısında açıkça yenilgilerini kabul etmeyen klasik, statükocu devletçiler ve AKP hükümeti savaşı kışkırtarak yenilgilerine kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Bu çabaların da en çok onları yakacak yangına körükle gitmekten başka bir anlamı yoktur.
Bu durumun Kürt halkına öğreteceği yeni bir şey olmasa da tüm Türkiye ve Kürdistan kamuoyunu daha fazla düşünmeye teşvik etmesi gerekiyor. Fakat bu tartışmaların olasılığı artan savaşın önünü alma potansiyelinin artık kalmadığı da görülmelidir.
Yıllardır gerillaların yürüttüğü mücadeleyi kötüleyen, karalayan kesimlerin bu noktadan sonra yürütülen mücadelenin gerekçelerini daha iyi anlaması gerekiyor. Kürt halkının siyaset kanalları kapatıldığı müddetçe, barışçıl, demokratik bir çözümün önüne engeller konulduğu sürece gerillalar olarak dayatılan savaşa karşı gereken cevabı vereceğimiz iyi bilinmelidir. Kürt halkını inkar eden ve imha etmenin yollarını arayan iktidarların ve bu iktidarlarla yolları kesişenlerin bu noktadan itibaren tarafımızca onaylanması beklenmemelidir. Sabırsa sabır yeterince gösterilmiştir. Artık açıkça bir tasfiye politikası yürütüldüğü görülürken elimiz kolumuz bağlı, bir kurban koyun misali biat etmemiz beklenemez. Bunu talep edenler en az inkar ve imha zihniyeti kadar suçludurlar.
Tek seçenek, bir mecburiyet, bir zorunluluk olarak önümüze konulan savaş seçeneğinin çok istemesek de bugünden itibaren yürürlüğe gireceği iyi görülmelidir. Bundan sonra savaşın anlamı da değişmiştir.
Artık savaş, insan olmanın, iradeli olmanın, onurlu olmanın önüne dikilen engelleri kaldırmanın tek yoludur.
Savaş, en iyi niyetlere, eylemsizliğin uzatılmasına rağmen sinsi ve kirli oyunlarla gerillaların peşine düşen anlayışı yıkacak araçtır.
Savaş, her türlü hukuksuzluk ve keyfilikle hakları gasp edilen bir halkın kendi haklarını kazanmasının aracıdır.
Savaş, her gün farklı bir yerde katledilen Kürtlerin geleceği çocuklara özgür ve onurlu bir gelecek sunmanın aracıdır.
Savaş, ahlaksız, kuralsız ve ilkesiz bir toplum yaratarak onlar üzerinden kendilerine gelecek yaratmaya çalışan bir avuç kapitalist uşağı alaşağı etmenin yoludur.
Savaş, inkara, imhaya, baskıya, işgale karşı tek direniş yoludur.
Savaş, hak arayanların hakkını elde etmesinin tek çıkar yoludur.
Madem savaş isteniyor, madem Kürtlere tek çıkar yol olarak bu bırakıldı o zaman herkes ama herkes bu yolun sonunda kendilerini bekleyenlere hazırlıklı olması gerekiyor.
Tüm Kürt gençleri de bu durum karşısında kendi görevlerine sahip çıkmalıdır. Dağlarda, kahraman şehitlerin izinde yürümek, halkını her türlü saldırı karşısında korumak her Kürt gencinin en birinci görevi konumundadır. Artık Türkiye’de var olan bu sistemin hiçbir bireye, özellikle de Kürt bireylerine bir şey kazandırmadığı, sivil ve demokratik mücadelenin bir oyalama ötesinde anlamının bırakılmadığı görülüyor. O zaman Kürt gençleri enerjilerini doğru noktaya kanalize etmesi gerekiyor.
Kürdistan dağlarında yer alınarak düşmanın yüzüne güçlü bir tokat vurulabilir. Ancak bu şekilde işgalci, faşist düşman geriletilebilir, özgür, yaşanılabilir bir toplum yaratılabilir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Dalgakıran; “Kıyı kuruluşlarını, tekneleri, dalgaların yıpratıcı etkisinden korumak yine gemilerin yük alıp boşaltmasını sağlamak amacıyla liman ve iskele önlerine yapılan uzun set” diye tanımlanıyor.
Bilinen dalgakıran yukarıda tarif edilendir. Birde dalgakıran derken yüklenen anlamları vardır. En bileneni ve yaygınca kullanılan olanı birilerinin önündeki engelleri kaldıran, varsa engelleri aşan ya da birilerine dönük olacak olanları koruyan, engelleyen anlamındadır.
Daha önce polisin devlet yapısı için ne kadar önemli olduğunu, nasıl vazgeçilmez olduğunu, kutsallaştırılmasının kısmen de olsa nedenlerini söylemeye çalıştık. Hatta bir Japon atasözünün “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diye bittiğini de yazmıştık.
Özcesi polis devlet yapılanmasının belki de en büyük koruyucu zırhı olarak her zaman rol oynamıştır. Polise atfedilen; adlî, siyasi, idari ve trafik görevleri kâğıt üzerinde yazılanlardır. Kendilerince belki yukarıda dile getirilenleri de yapıyorlardır. Ancak asli görevlerinin devletin bekçiliğini yapmak olduğu kesindir. Buna da siyasi görevler diyorlar.
Özcesi polis devletinin koruyucu bekçisi olarak görev yürütüyor. Devletin ise daha çok bir zor aygıtı olarak işlev gördüğünü de biz ekleyelim. Devlet belki de insanlık tarihinde en kirli oluşumların başında gelmektedir. Devlet iktidar demektir. Zor demektir. Kan demektir. Baskı ve zulüm demektir. Ve tabii ki sömürü demektir. Tahakküm demektir. İnsanların emeklerini çalmak demektir.
İşte tüm çalıp çırpmaların koruyucu meleği polistir. Polislerdir. Burada iyi ya da kötü polis yoktur. Burada şu polis bu polis yoktur. Polisin üstlendiği bir misyon vardır. O misyon ise halkları baskı altında tutarak ezmektir. Güvenliği sağlama, iç disiplini sağlamaların tümü safsatadan ibarettir. Esas olan görev toplumu sindirmedir. Rapt u zapt altında tutmadır, istedikleri çizgide yürütmedir. Özcesi polis dalgakırandır. Devletin dalgakıranı.
Ve bugün devlet eşittir AKP demek hiçte yanlış olmayacaktır. AKP adım adım devleti ele geçirerek kendi rejimini oluşturmaya devam ediyor. Bugün devletin birçok kurumunu bizatihi AKP yürütüyor. YÖK, TBMM, YARGI, YÜRÜTME, CUMHUR REİS, YSK, YGS, DİYANET, TRT ve daha burada saymadığımız onlarca böyle kurum ve kuruluş artık AKP’nin denetimindedir. Ve bunların dışında en ileri düzeyde ve en erken el atılan kurum ise Polis Teşkilatıdır. Polis teşkilatı AKP’nin ve Fettulahçıların kendilerini en ileri düzeyde içinde örgütledikleri kurumdur.
Eğer AKP’nin politikalarına bakmak istiyorsak, AKP’nin ne yapmak istediğini öğrenmek istiyorsak polise bakmamız yeterlidir. Çünkü polis bizzat AKP’dir. AKP’nin politikalarını ilk pratikleştiren güç polistir. Polis teşkilatıdır. Bir nevi AKP’nin turnusol kâğıdı polislerdir.
Bugün Kürdistan’da ya da Kürt sorununa yaklaşımda polisin yaptıklarına bakarak AKP’nin ne yapmak istediğini anlamak zor değildir. Çünkü polis AKP’nin dalgakıranıdır. AKP’nin ruhudur. AKP’nin kendisidir.
Ve bugün Kürdistan’da saldırıya geçmiş bir polis örgütünü görüyoruz. Bu saldırıya geçmiş bir AKP’dir.
Bugün çoluk çocuklara gaz bombalarıyla, tazikli suyla, coplarla saldırıya geçen bir polis görüyoruz bu halkımıza karşı saldırıya geçen bir AKP demektir.
Bugün polis adeta Kürdistan’ın her yerinde Kürtlerin karşısına dikilen bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Bu esasta topyekûn Kürt toplumuna karşı atağa geçen, ezmeyi hedefleyen bir AKP demektir.
Kürt halkına karşı saldırıya geçmiş AKP’nin koruyucu zırhı polisler ise, yani dalgakıranları polisler ise o zaman ilk yapacağımız iş bu dalgakıranları aşmaktır.
Dalgakıranları nasıl aşacağız. Herhalde birinci yöntemi dalgakıranları ortadan kaldırmaktır. Bunu yapabiliriz miyiz? Herhalde yapamayız. Ama dalgakıranları bir Tsunami dalgası gibi aşarak AKP’ye ulaşabilir miyiz? Evet, bunu yapabiliriz.
O zaman yapacağımız ilk iş AKP’nin dalgakıranlarını gördüğümüz her yerde dalgakıran olmaktan çıkarmak için tüm gücümüzle bu dalgakıranlara yönelelim.
Özcesi, AKP’nin dalgakıranlarını dalgakıran olmaktan çıkarmak, her Kürt gencinin ve özgürlük isteyen bireylerin görevi olmalıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
12 Haziran seçim sürecine resmen de fiilen de girildi. Partiler adaylarını belirleyip Yüksek Seçim Kurulu’na verdiler. Aday listeleri üzerine büyük bir tartışma fırtınası başladı. Kimi adayları değerlendiriyor, kimi de bu adaylara bakarak partileri. Kuşkusuz en çok tartışılan alan Kürdistan oluyor. Sanki Türkiye'de genel seçim olmuyor da Kürt sorununa ilişkin referandum yapılıyor gibi. Seçim sonrasına kadar da bu durumun devam edeceği anlaşılıyor.
Aday listelerinin açıklanması birçok partide ciddi kargaşa da yaratmış görünüyor. Bir yaşam sektörü haline gelmiş olan TBMM üyeliğini elde etme şansı olanların yüzünde gülücük eksik olmazken, bu şansı lider tasarrufu sonucu kaybedenler kıyamet kopartıyor. Bunun sonucunda partilere dönük ağır suçlamalar, meclis odalarından taşınmalar, partilerden istifalar ve hatta kavgalar bile yaşanıyor. Bu tür durumların en çok da AKP ile CHP’de yaşandığı gözleniyor. Bir diğer sonuç ise bağımsız adayların artması oluyor. Yüksek seçim barajı nedeniyle seçime giremeyen BDP ve sol partilerin bağımsız aday göstermeleri zaten bu alanın hacmini büyütmüştü. İstifalar nedeniyle oluşan yeni eklenmeler ise bu hacmi daha da büyütüyor.
Bu seçimin partiler açısından temel sloganı “Açılım” oluyor. Açılım adeta şifre kelime durumunda. Mayıs 2009’da “Kürt Açılımı” kavramıyla AKP’nin başlattığı açılım furyası devam ediyor. Öyle ki, açıla açıla bazı partilerin görünmez hiçbir yerleri kalmamış gibi. Bu açıdan mevcut seçim süreci varolan partilerin maskelerinin iyice indirildiği ve gerçek yüzlerinin tam açığa çıktığı bir dönem oluyor. Denebilir ki, partiler zaten gizli değildi, tartışma adına birbirlerine söyledikleri sözlerle kimin ne mal olduğunu toplum zaten görebiliyordu. Bu da doğru, ancak seçim süreci bu gerçeği daha da ileri götürmüş bulunuyor. Seçimden bakınca mevcut parti manzaraları daha net ve iyi görünüyor. Seçimi kazanma manevraları mevcut partilerin gerçek kimliklerini daha net gösteriyor.
Değerlendirmeye AKP’den başlayalım. Bu parti sözde Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’nden doğmuştu. Demirel’in Doğru Yol Partisi ile Özal’ın ANAP’ını baraj altına düşürerek onların tabanına oturmuştu. Kendi kendini “Muhafazakar demokrat” olarak tanımlıyordu. Sözde İslami bir partiydi. Toplumun ve Avrupa’nın gözünde liberal, değişimci, halkçı, demokrasiye açık bir parti olarak görülüyordu. Hatta AKP’ye “Sol ve emekçi partisi” diyenler bile vardı. Sosyalist Enternasyonal toplantılarına davet ediyordu.
Şimdi mevcut seçim süreci bütün bunların ya tümden yalan, yani maske olduğunu, ya da çok sınırlı bir biçimde taşındığını gösterdi. AKP’nin de tıpkı MHP gibi Alpaslan Türkeş milliyetçiliğini devam ettirmeye çalışan bir parti olduğunu ortaya koydu. Dikkat edelim, Türkeş’in bir oğlu MHP’den, diğer oğlu AKP’den aday. Meğer şimdiye kadar en sert sözlerle süren Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli kavgası, Türkeş’in yerine “Başbuğ kim olacak?” kavgasıymış! Gerçek AKP çizgisi, yukarıda sıraladığımız sıfatların aksine “Türk-İslam sentezci” bir çizgiymiş! Yani Alpaslan Türkeş’in faşist-milliyetçi çizgisi! Yani 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesiyle hayata geçirilen çizgi. Alpaslan Türkeş o zaman “Fikirlerimiz iktidarda, biz cezaevindeyiz” demişti, şimdi de Tayyip Erdoğan “12 Eylül yönetimi getirdi, biz de uyguladık” diyor. Yüzde on seçim barajı karşısındaki duruşunu böyle ifade ediyor. Herkes aydınlanmalı ve özellikle gerçekten inanmış Müslümanlar çok iyi görmeli: AKP, 12 Eylül faşist-askeri rejimini devam ettiren ve Türkeş çizgisinin bir yeni versiyonu olan faşist-milliyetçi bir partidir, böylesi partilerden biridir.
İkinci olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’sine gelelim. Baykal’ın CHP’sini zaten herkes biliyordu. Fakat genel başkanlığa Kılıçdaroğlu’nun gelişi yeni bir beklenti ortaya çıkarmıştı. Kılıçdaroğlu ile CHP değişecekti, kendisinin de söylediği gibi “Yeni CHP” olacaktı, tutucu-bürokratik devlet partisi olmaktan çıkıp toplum partisi haline gelecekti, açılım yaparak tüm sol liberal, demokrat çevreleri birleştirecekti. Hatta BDP’yle bile ittifak yaparak AKP’ye karşı yeni bir iktidar alternatifi haline gelecekti. Bu nedenle Baykal’ın dışladığı birçok çevre umutlanmış, Kılıçdaroğlu’nun yanına koşmuştu.
Peki ya sonuç ne oldu? Hakkını yememek lazım, Kılıçdaroğlu CHP’yi değiştirdi, açılım yaptı, Baykal ile Önder Sav’ı silerek yeni isimleri CHP listesine doldurdu. Böyle bir değişim ve açılımın olduğu açık bir gerçek. Ancak bu açılım hangi yöne oldu? Çok açık ki, daha sol, liberal, demokrat çevrelere dönük değil, daha sağ, tutucu çevrelere dönük oldu. Baykal ve Sav’ın tutucu-bürokrat yapısını kırdı, ancak yerine DYP ve ANAP’ın farklı türden bir tutucu-bürokrat yapısını geçirdi. 2007 seçimlerinde CHP, DSP ile ittifak yapmıştı, öyle anlaşılıyorki bu seçimlerde de Demirel’in DYP’si ve Özal’ın ANAP’ı ile ittifak yaptı. Kılıçdaroğlu bir koltuğuna Rahşan Ecevit’i alırken, diğer koltuğuna da Mehmet Haberal’ı oturttu. Böyle bir varlığın nasıl yaşayıp yaşamayacağı ayrı bir konu. Fakat bu CHP’nin çizgisinin doğru okunması gerekiyor. Özellikle sol, demokrat çevreler, Dersîmliler, Aleviler, emekçiler şunu çok iyi anlamalıdır: Kılıçdaroğlu’nun CHP’si eskisinden daha ilerici-demokrat değil, DYP ve ANAP’la ittifak yapmış orta sağ ve şekilsiz bir partidir. Bu partinin nereye gideceği, yaşayıp yaşamayacağı belli değildir.
Burada MHP için görüş belirtmenin fazla gerekli olmadığı açıktır. Devlet Bahçeli’nin MHP’sinin ne olup olmadığı zaten bellidir. O, Kürt halkına kan kusturmuş bir özel harpçı paşayı “Kahraman” diyerek listeye yerleştirmekle gerçek kimliğini zaten ortaya koymuş oluyor. Böylece bu seçimde Bahçeli’nin ne yapacağı ve umudunu nereye bağladığı iyi anlaşılıyor.
Dikkat edilirse, mevcut seçim sürecinin açıkça gösterdiği gibi, her üç partide de kısmi bir açılım sözkonusu. Ancak bu açılım sola ve demokratikleşmeye dönük değil, tersine sağa ve daha da tutuculaşmaya dönüktür. Beklenenin aksine devlet partileri daha sağa kayıp tutuculaşmaktadır. Mevcut AKP, CHP ve MHP’yi eskinin AP-MHP toplamı olarak tanımlamak hatalı değildir. Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli arasındaki fark, eskinin Demirel ve Türkeş’i arasındaki fark gibidir. Onlar da 1970’li yıllarda “Milliyetçi Cephe hükümetleri”nde bir olmuşlardır.
Geriye bu üçüz kardeşin alternatifi olarak BDP’nin başını çektiği “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” kalıyor. Böyle bir blokun oluşması, hiç kuşkusuz Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü açısından tarihidir, stratejik öneme sahiptir. BDP’nin böyle bir açılım yapabilmesi, onun artık dar, tutucu siyasal duruşu aşarak Türkiye gerçeğine uygun bir demokratik siyaset gücü haline gelmeye yöneldiğini gösteriyor. Yine Türkiye'nin sol-demokrat örgüt ve kişilerinin birlik olmaya ve siyaset yapmaya yönelmeleri 1971’den bu yana ilk kez yaşanıyor. Kuşkusuz bu Blok’un oluşması geç kalmıştır, hem de çok geç kalmıştır; fakat yine de önü açıktır, oynaması gereken rol yerinde durmaktadır. Diğer yandan, hâlâ eksiklikleri vardır; hem Kürt cephesinde ve hem de Türkiye genelinde dışta kalmış tüm kişi ve örgütleri dikkatli bir çalışmayla Blok’un içinde toplamak gerekir.
12 Haziran 2011 seçiminin doğru ve gerçek açılım yapan tek gücü BDP ve diğer sol partilerdir. Bu nedenle “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” adıyla oluşan stratejik ittifak, seçim sürecinin başlamasıyla birlikte gündemin başına oturmuştur. En çok tartışılan konumundadır. AKP, CHP ve MHP’den bunalan herkes için yeni bir umut durumundadır. Bu gerçeği iyi görür ve doğru değerlendirirse, çok eşitsiz katıldığı bu yarıştan yüksek başarıyla çıkabilir. Ancak bunun için şu üç şartın yerine getirilmesi gerekir. Birincisi, geçici değil, kalıcı bir yönetim gücü olduğunu tüm kitlelere iyi yansıtmalı ve gerçektende böyle olabilmelidir. İkincisi, mevcut ilgiye bakarak asla rehavete kapılmamalı, hiçbir şeyi çantada keklik görmemeli, dolayısıyla mahalle mahalle, köy köy, kişi kişi çalışmalı,çalışmalı, çalışmalıdır. Üçüncü olarak da herkese hitap etmeyi bilmelidir; Kürtlerden tüm azınlık ve etnik gruplara, emekçilerden demokrasiye açık işverenlere, gençlere, kadınlara, Alevilere kadar tüm halka kendi gerçeklerini görerek hitap edebilmelidir. Bunları yaparsa 12 Haziran’ın zaten kazananı olabilir.
Özgür Politika
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Herkes için sonuçları çok zarar verici olaylar yaşanmaya devam ediyor. Ülkede yeniden şiddetli bir savaş gittikçe tırmanıyor. Olaylar Gabar Dağı’nda üç gerillanın katledilmesiyle başladı. Ardından Bingöl’de dört gerillanın öldürüldüğü açıklandı. En son olarak da Amanos Dağlarında yedi gerilla, henüz nasıl yapıldığı bilinmeyen bir yöntemle katledildi. Dersîm’den Botan’a kadar Türk ordusunun operasyonları gittikçe yayılıyor. Zap ve Zagros sınırlarında ise neredeyse “Sınırötesi operasyon hazırlığı” denebilecek düzeyde bir yığınak yapılıyor.
Türk ordusunun Mart ayı ortasından bu yana geliştirdiği askeri harekatlılığın tam bir savaş konumuna ulaştığı anlaşılıyor. Peki bu tehlikeli gidişi kim ya da kimler yaratıyor? Bu gidişten kimler ne tür sonuçlar almayı hesap ediyor?
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, bu yapılanların savaşı tırmandırmayı ve Kürtleri savaşa tahrik etmeyi ifade ettiği tartışmasızdır. Peki bunu kim yapıyor? Milli Güvenlik Kurulu kararları doğrultusunda mı bunlar yapılıyor? Yoksa bunlar AKP hükümetinin plânlı bir uygulaması mı? Veya bunları kendi başına ordu mu yapıyor? Ya da ordu içinde “savaş yanlısı” denen ve tam denetlenemeyen bazı kesimler mi bunları yapıyor?
Elbette bu şıklardan hangisinin doğru olduğunu şimdilik tam bilemiyoruz. Herhangi birisi doğru olabileceği gibi, belki de hepsinin katkısı da olabilir. Fakat yapan ya da yaptıranı kim olursa olsun, seçim sürecine girerken Türk ordusu tarafından savaşın tırmandırıldığı inkar edilemez bir gerçektir. Bundan da siyaseten AKP hükümetinin sorumlu olduğu yine tartışma götürmez bir gerçektir.
Kısaca AKP hükümetinin siyasi sorumluluğu altında Kürtlere yönelik bir saldırı savaşı tırmandırılmaktadır. Yani AKP savaşı tahrik etmektedir. AKP hükümetinin sorumluluğu altında artan ordu saldırılarına karşı gerillanın savunma eylemleri de geliştikçe savaş ülke çapında yayılmaktadır. Bunun siyasi sorumlusunun AKP olduğu tartışmasız bir gerçektir.
Fakat AKP’nin tahrik edip tırmandırdığı sadece silahlı savaş da değildir. Onunla birlikte ve belki de ondan daha fazla tırmandırılan halka karşı siyasal saldırılardır. Her ne kadar özel savaş medyası görmezden gelse de, Türk polisinin sivil halk üzerinde estirdiği terör, Kürt gençleri, çocukları ve kadınlarına yönelik polis saldırıları arttık gizlenemez düzeydedir ve her geçen gün kamuoyu nezdinde daha fazla teşhir olmaktadır.
Bunun en somut örnekleri, son günlerde AKP polisinin Demokratik Çözüm Çadırlarına yönelik saldırılarıdır. Demokratik Çözüm Çadırı gibi barış ve demokrasi mücadelesinin ocağı olan yerlere bile saldırması “AKP demokrasisi”nin maskesini iyice düşürmektedir. Kürt halkının seçtiği milletvekili ve belediye başkanlarına bile polisin saldırması, AKP polisinin faşist ve Kürt düşmanı karakterini gözler önüne sermektedir.
AKP Kürtlere karşı geliştirdiği bu asker ve polis terörüyle de yetinmemekte, Kürt halkının ibadetine bile dil uzatmaktadır. Halkın sivil itaatsizlik temelinde son dönemlerde geliştirdiği “Sivil Cuma Namazları”, AKP’nin maskesini iyice düşürerek faşist ve özel savaşçı yüzünü tamamen açığa çıkarmış görünmektedir. Böylece AKP’nin görevlendirdiği özel savaşçı imamlar ordusu boşa çıkarılmış ve AKP’nin en tehlikeli oyunlarından biri daha bozulmuş olmaktadır.
Fakat burada özellikle Tayyip Erdoğan’ın tutumu dikkat çekmektedir. Bu zat kendini o denli kaybettik ki, artık zamanın Abdulhamid’i olmakla da yetinmiyor. Neredeyse kendini Sultan Süleyman gibi görüyor. Hatta onu da aşarak hangi namazın kabul edilip edilmediğini belirleyicisi olarak kendini görüyor. Bu zata göre kendi soykırımcı imamları tek namaz kıldırabilir, Kürt halkı kendi yetiştirdiği imamları ardında ve kendi diliyle namaz kılamazmış! AKP ve Tayyip Erdoğan eliyle İslam dininin ne kadar devletleştirildiğinin ve asimilasyon aracı haline getirildiğinin en açık kanıtıdır bu. Oysaki İslamiyet topluma aittir, cemaatindir. Kürtlerin de yaptığı da Peygamber döneminin İslamını yaşamak olmaktadır.
Dikkat edilirse Kürt soykırımını yürütmekte AKP hükümeti hiçbir kural ve ölçü tanımamaktadır. Ekonomiyi, siyaseti, eğitimi, sağlığı, sporu, kültürü, toplumsal yaşamın bütün alanlarını özel savaşın hizmetine koştuğu gibi, toplumun kutsal alanı olan din ve inanç alanını da özel savaşın hizmetinde kullanmaktan çekinmemektedir. Bu biçimde AKP gerçeği çok daha net bir biçimde açığa çıkmış olmaktadır.
Fakat tarihin tanık olduğu bir toplumsal gerçeklik daha vardır: Bir yerde zulüm ne kadar ölçüsüz ve acımasızsa, özgürlük için direniş de o kadar cesur ve fedakârdır. Bu tarihsel kural günümüz Kürdistan’ında bütün canlılığıyla yaşanmaktadır. AKP hükümeti Kürt soykırımını ne kadar zalim ve hileli bir biçimde yürütüyorsa, bunun tersi olarak Kürt halkı da özgürlük ve demokrasi mücadelesini eşi görülmemiş bir cesaret, fedakârlık ve yaratıcılıkla geliştirmektedir. Açık bir biçimde ya özgür ve demokratik bir yaşam ya da hiç demektedir. Böyle bir mücadele ile AKP zulmünü kırıp oyunlarını boşa çıkarmaktadır.
Kürtler 12 Eylül faşizmine karşı direndikleri gibi, AKP’nin maskeli faşizmine karşı da kahramanca direnmektedirler. Artan ordu saldırılarına karşı, bedeli ne olursa olsun Kürt gerillası kahramanca direnmektedir. Vahşileşen polis terörüne karşı Kürt gençliği, Kürt kadınları, Kürt çocukları, bir bütün olarak Kürt halkı direnmektedir. Bütün saldırılara rağmen Demokratik Çözüm Çadırları her yerde kurulmakta, sivil Cuma namazları her hafta daha geniş katılımla yayılmaktadır. Kürt halkı özgürlük mücadelesinde örneği bulunmayan yol ve yöntemler geliştirerek büyük bir yaratıcılık sergilemektedir.
Kürtler Newroz’la birlikte bu yeni süreci “An azadî, an azadî” şiarıyla geliştirdiler. AKP’nin tahrik ve saldırıları ne olursa olsun, aynı şiarla da zafere ulaşmakta kararlıdırlar. Herkes bilmelidir ki, bu halk özgür yaşamdan başkasını kabul etmeyecektir. Özgür yaşama ulaşmak için de ne kadar bedel ödemek gerekiyorsa çekinmeden ödeyecektir. Bu uğurda verdiği şehitlerini en kutsal değerleri bilecek ve daha yüksek bir bilinç ve sorumlulukla onların devrettiği mücadele bayrağını sahiplenecektir. Bu temelde Gabar, Bingöl ve Amanos şehitlerini saygıyla anıyor ve özgürlük mücadelesinde sürekli yaşayacaklarını belirtiyoruz!
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
“Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!”diyormuş bir Japon atasözü.
Geçmişten biliriz ki egemenler kendilerince “iç düzeni” polis ve jandarmayla sağlarlar. Dünyanın birçok yerinde jandarmanın iç içişleri bakanlığına bağlı çalıştığını da biliyoruz. Yani polis ve jandarma egemenlerin “iç düzen” dediklerini sağlamakla görevlidirler. Polisin görevleri sıralanırken: adlî, siyasî, idarî ve trafik görevleri diye tanımlarlar. Egemenler kendilerince devletlerinin ayakta kalabilmesi içinde haklı gerekçeler bulmaktan zorlanmazlar.
Devlet onlarındır, mal mülk onlarındır, çalışanlar onlarındır, yeraltı yer üstü zenginlikleri onlarındır, su, hava, toprak ve aklınıza ne gelirse hepsi onlarındır. Boşuna Özel mülkiyetin ve Devlet mülkiyetinin kutsallığı dile getirilmiyor. “Adalet Mülkün Temelidir” sözünden bile adalet ile mülk arasındaki ilişki ele alınarak mülkün kutsallığı dillendirir.
Ama bizde biliyoruz ki mülkiyetin her türlüsü insan ahlakını bozar. Mülkiyetin bir vicdan kirlenmesi olduğu boşuna söylenmiyor. Mülk esasta nesneleştirilmedir. Mal haline getirilmedir. Bu mal haline getirilmeyi insanı kadını ezmeyle başladılar, daha sonra insanları köle ederek devam ettiler. Bunlar yetmeyince bu kez toprağa el koyarak insanı bağımlı hale getirdiler. Bu da yetmeyince emeğinin karşılığı olarak insanı satın alarak makinenin ve türlü baskı aracının kölesi yaptılar. Zaman hızla ilerledikçe de bu kez de tüm bunları aşan bir köleleştirmeyi icat ettiler: ulus devlet. Ulusun devletini oluşturma sözüyle halkları uyutmanın yolunu sadece bulmamışlardır, daha ilerisine giderek halkları birbirine düşman ederek, birbirine kırdırarak kendilerine ait olan sonsuz köle sistemini kurdular.
Şimdilerde öyle bir algı var ki; benim devletim, benim ulusum, benim milli takımım, benim ordum. Özcesi benim, benim, benim diyerek tümden bir kandırma ve saptırmayla insanlar manipüle edilmişler ve ediliyorlar.
Hâlbuki ulusun devleti olmaz. Hangi devlet kendi ulusuyla mal varlığını paylaşıyor? Tersinin doğru olduğunu söylüyoruz; devletin ulusu haline gelmiş insanlar. İnsanlar adeta sağılmak için her şey yapılıyor. Adeta sağılan hale getirilen insanlara birde sahte “sizin devletiniz” deyimiyle afsunlaştırıcı etkiyle esir alınmaktadırlar.
Devletin ya da devletlerin bu uyutma, uyuşturma, yönlendirme, maniple etme durumuna karşı insanlar karşı durduğu anda herkesin karşısına devletin ne olduğu çıkar. Devlet tamda bu anlarda çıplak olarak insanlara kendi asıl yüzünü gösterir. Devletlerin asıl yüzü zordur, gasptır, talandır. Ve bunu düzeni sağlayan ise eğer dış güçlerin rahatsızlıkları ise Askeri Ordulardır. Yok, eğer bu olup bitenleri kabul etmeyen, içte yaşayan halk ise devreye polisler girer, jandarma girer.
Özcesi devletin en ileri düzeyde temsilini polis yapıyor. Polis devletin cisimleşmiş halidir desek yanlış olmaz. Polis nerede varsa orada devlet vardır. Devlet ise faşizandır. Zihniyet yapısı budur. O zaman demek ki devletin cisimleşmiş en ileri hali polistir. O zaman bu faşizan zihniyet yapısına ve kurumuna karşı tavır almak faşizme karşı tavır almakla eş anlamlıdır.
Bugün polis toplumu en ileri düzeyde baskılayan güç olarak ortaya boşuna çıkmamaktadır. Devlet iktidarı ile birlikte daha fazla faşistleştikçe polis daha fazla saldırganlaşıyor. Çünkü devlet ve iktidarın özü polistir. Devlet ne kadar faşizansa, iktidar ne kadar faşizansa polis o kadar ileri düzeyde faşizanlaşır.
Sonuç olarak; faşist bir yapıyla karşı karşıyayız. Faşizme karşı mücadeleyi nasıl ki ideolojik, siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik, diplomatik sahalarda yürütüyorsak, iktidar gücüne karşı en etkili mücadeleyi birde polise karşı yürütmek esastır.
Bunun için bundan böyle hedefler daha nettir. Hedef faşist yapıysa –ki öyledir-o zaman ilk hedef olarak polis güçleri gelmektedirler. Polisin her türlüsü bu kategoridedir. Polis gücünü hedeflerken de sadece teknik araçlarına takılmak Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırısına benzer ki bu ise sadece ve sadece kaybettirir.
Elbette duygu dünyasında TOMA dedikleri araçların karşısına taşla, Molotoflarla çıkmak bir cesaret işidir. Belki de çok büyük bir cesaret işidir. Ne var ki bu cesareti, bu yürek gösterisini, bu atikliği TOMA’lar yerine faşizmin kale bekçiliğini yapan polislere yöneltmek daha yerinde olmaz mı?
Kasım Engin
- Ayrıntılar
2011 yılının ilk günlerinden bu yana ayakta olan halkımızın demokratik barışçıl taleplerine yönelik gerçekleştirilen saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Polis devletinin günlük uygulamaları yanında AKP eliyle sürdürülen psikolojik savaş bombardımanı halkı savunmasız kılmaya çalışıyor. Sivil itaatsizliğin tanımları üzerinden yürütülen tartışmalarla eylemlerin içeriği ve gösterilen irade görmezden gelinmeye çalışılıyor.
Bu girişimler şüphesiz Kürt halkının eylemsellikleri karşısında dara düşen, tıkanmayı yaşayan ve ciddi bir yenilgi psikolojisi altına girmiş olan siyasi erkin oyunları. Bu oyunlar karşısında demokratik güçlerin ve halkımızın eylemlerini ısrarla sürdürmeleri gerekli olduğu kadar güçlü bir savunma mekanizmasının yaratılması gerekliliği de kendisini gösteriyor.
Kürt halkı ve bireyi olarak mücadelecilik, cesaret ve özgüven konularında özellikle son otuz yılda oldukça büyük gelişmeler yaşandı. Bedel vermekten geri durmayan halkımızın duruşu bin yılların direniş kültürünün günümüzde de oldukça güçlü bir şekilde korunduğunu gösteriyor. Bu anlamıyla direnişin çocukları genlerinde var olan özgürlük tutkusuyla ayakta ve düşmana kök söktürüyor.
Bununla birlikte halen savunma mekanizmasında yaşanan açıklar da gözlerden kaçmıyor. Haklı olan taleplerini dile getirirken karşılaştığı saldırılar karşısında kendini koruma noktasında halen zayıflıklar görülüyor.
Karşıt güçler arasında yaşanan çatışmalarda tarafların kendi iradesini hakim kılma, kendini savunma ve karşısındakini geriletme düşüncesinde netlik gerekmektedir.
Yıllardır sokaklarda, faşist polis güçleri karşısında eylem halinde olan Kürt gençliğinin bu konuda gösterdiği cesaret dillere destan. Onlarca küçük komutanımız faşistlerin güllelerinin önünde can verdi. Onlarcası sakat kalma pahasına iradesini ortaya koymaktan geri durmadı. Buna rağmen halkını ve hakkını savunmanın bu mücadelesinde sıcak çatışmanın dışındaki zamanda sergilenen duruş saldırganlara halen cesaret veriyor.
Devrimci bir duruş ve kişilikle kendini büyük hesabın sahibi yapmak gerekirken birçok ortam ve kesimde küçük düşüncelerle hareket etme yaşanıyor. Tüm halkın özgürlüğü için ayakta olduğu, yediden yetmişe herkesin ortaklaştığı Önderliğimizin ve ülkemizin özgürlüğü mücadelesinde artık sona doğru yaklaştığımız bir dönemde halen bireysel gelecek düşüncesi ve planları yapmak oldukça geri bir duruşu gösteriyor.
Olağanüstü süreçler olağanüstü kişilikler ve katılım düzeyi gerektirir. Fakat bu böyleyken sanki “yaşanan süreç yıllardır gerçekleştirilen serhıldan hareketlenmesi gibi bir düzeydir, bu düzey içinde bugüne kadar nasıl katılım sergilenmişse bundan sonra da aynı tarz ve tempoda katılabiliriz” tarzında yaklaşımlar sergilenebiliyor. Sürecin ruhuna ve karakterine tezat olan bu duruş halk eylemselliğinin etkisini azaltmanın yanında öz savunma görev ve sorumluluklarını yeterince yerine getirmemeyi de getiriyor.
Düşman topyekun tüm kurum ve kişileriyle Kürt halkının özgürlük taleplerini bastırmanın yollarını aradığı bir süreçte kendini görev sahibi kılmama, büyük hedeflerle hareket etmeme gibi bencil bir yaklaşım şüphesiz Kürt halkına ve bireye bir katkısı olmayacaktır. Aksine bu duruş örgütlülükteki zayıflığa işaret eder ki bu da ancak karşısında mücadele edilen gücün işine yarar. Örgütlenmede oluşan boşlukları doldurmak isteyen düşman bundan faydalanarak var olan kalkışı bastırma cesaretini edinir.
Halbuki düşüncede düşmanını, karşıtını geriletmeyi hedefleyen bir insan savaş ve çatışmanın olduğu sürece oldukça duyarlı ve örgütlü olmak zorundadır. Büyük bir disiplin ve duyarlılıkla hedefe kilitlenerek mücadelesini sonlandırmanın yoğun çabasını sergilemelidir. Tüm bireysel yaşam plan ve projelerini askıya alarak toplum olarak talep edileni elde edene dek, mücadelede bir sonuç alana dek mücadele içinde olmalıdır.
Devrimci kişiliğin en önemli farkı buradadır. Devrimci değiştirilmesi gereken olgular var olduğu müddetçe devrim işinden vazgeçemez. Bundan geri durma gibi bir lüks sahibi değildir. Yıllardır devrim havasını yaşayan ve soluyan halkımızın bireyleri olarak bizlerin de devrimin ayak seslerinin geldiği bir süreçte her zamankinden daha güçlü, yüksek tempoda ve yaratıcı katılım sahibi olması gerekmektedir.
Devrimcilik, kendini en kudretli bir biçimde düzene alternatif kılmaktan geçer. Bu anlamıyla düzenin bizlere yaşam olarak sunduğu her türlü özelliği, seçeneği yok sayarak, onun karşısında Kürt halkının onurlu mücadelesinde şerefli bir yer edinme mücadelesini vermek günümüzün en doğru rol tespitidir. Hedefidir.
Toplum olarak ayaktaysak, dağlardan şehirlere dek her yerde özgürlük bayrağını daha da yükseltmeye çalışıyorsak hiçbir onurlu Kürt bireyi kendisini bundan uzak tutamaz. Kendisini bu kalkışın dışında değerlendiremez.
Yıllarca mücadele vermiş olmak, bedel ödemiş olmak hiç kimseyi kendisini bir kenara çekmesine sebep olamaz. Hiç kimse “ben yaptım, sıra başkalarındadır” diyemez. Her Kürt insanının kendisini sürecin yakıcılığını hissederek yeniden sorgulaması gerekiyor.
Şehitlerimizin vasiyeti devrimin gerçekleşmesidir. Günlerdir Kürdistan ve Türkiye’nin dört bir yanında şehitlerimizi toprağa verirken bireysel yaşamın, ilişkilerin, duyguların peşinde olmak, ayakta olan halkının yanında yer almaktan kaçınmak hiçbir vicdanlı Kürt insanının tercihi olamaz. Sona doğru koşar adım ilerleyen halkımızın devrim ruhuyla yaşadığı kalkışa her Kürt bireyi kendini katık etmelidir. Özgürlük ve özgürlük uğruna toprağa düşen tüm canlar bunu emrediyor.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Başbakan Tayyip Erdoğan, BDP’yi “İradesiz olmak”la suçladı. BDP’nin geliştirdiği “Sivil itaatsizlik eylemleri”nin hem sivil olmadığını ve hem de BDP’nin kendi iradesiyle geliştirilmediğini ifade etti. Yani dıştan, başka güçlerden gelen talimat sonucu ve militarist içerikli eylemler olduklarını söylemek istedi.
Burada Tayyip Erdoğan’ın “Talimat veren güç” olarak ima ettiğinin PKK veya Lideri Abdullah Öcalan olduğu açıktır. Eylemlerin sivil sayılmaması daha çok PKK’nin kastedildiğini göstermektedir. Yani burada gerillaya atıf yapılmış olunmaktadır. Başbakan Tayyip Erdoğan’a göre BDP’yi “İradesiz” kılan, işte var olduğu söylenen bu PKK ve gerilla bağlantısı oluyor.
BDP’nin PKK ve gerilla ile bağlantısı var mı, yok mu, varsa ne oranda ve nasıl var; elbette bunlar ayrı bir konu. Bu durumun BDP’yi ne kadar iradesizleştirdiği de tartışmalıktır. Fakat burada daha önemli olan husus, bunları AKP ve Tayyip Erdoğan’ın söylüyor olmasıdır.
Dilimizde anlamlı bir deyim var, “Dinime küfreden bari Müslüman olsa” deniyor. Yani BDP’ye “İradesiz” diyen bari kendi iradeli olsa! Şimdi BDP iradesiz de, AKP mi iradeli? BDP dış destekli de, AKP mi dış destekli değil? BDP sivil değil de, AKP mi sivil? Bu soruların cevabının AKP açısından olumsuz olduğunu artık herkes biliyor.
Yine herkes biliyor ki, AKP hükümeti Cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en Amerikancı hükümetidir. Washington yönetimi “Yürü” demiş, Tayyip Erdoğan da yürümeye başlamıştır. AKP daha parti bile olmadan seçim kazanıp hükümet olmuştur. Peki bu seçimi kimin ya da kimlerin gücüyle kazanmıştır? Buradaki birinci gücün ABD olduğunu bilmeyen var mı?
Yine her başı ağrıdığında Tayyip Erdoğan ve AKP yetkilileri Amerika’ya gitmektedir. Bunun tersi de yaşanmaktadır. Yani AKP hükümeti sıkışınca Amerikalı yöneticiler (sivil-asker) hemen Ankara’ya damlamaktadır. Özellikle Kürt sorununa ilişkin her gelişme karşısında bu durum gerçekleşmektedir. Adeta Türkiye ABD’nin bir eyaleti gibi yönetilmektedir. NATO’nun kopmaz bir parçası haline getirilmiş durumdadır.
O halde bu mu iradeli olmaktır? Bu mu dışarıdan destek almamaktır? Bu mu talimatla yönetilmemektir? Belliki BDP suçlama konusu yaptığı her şeyi aslında Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticileri yaşamaktadır. Cumhuriyet tarihinin en iradesiz hükümeti, bir de kalkıp BDP’yi “İradesiz olmakla” suçlamaktır.
Yapılanların sivil olup olmadığı konusu da benzerdir. Dağdaki gerilladan güç aldığı için BDP’nin sivil itaatsizlik eylemlerini sivil saymayan, yani askeri gören Başbakan ve AKP hükümeti, her gün şehirde ve dağda polis ve asker eliyle operasyon yapmaktadır. AKP’nin eylemi polis ve asker eylemi olmaktadır.
Peki bu mu sivil olmaktır? Hergün polis ve askerin saldırısına dayanarak ayakta kalan bir iktidar hiç sivil olabilir mi? En büyük askeri baskı bu değil mi?
Kaldıki Başbakan Tayyip BDP’yi suçladığı zamanda gerçekte aynı suçları kendisi işlemektedir. Hemen hergün ondan fazla Kürt evi basılıp kırılmakta, her tarafta 40-50 yurtsever gözaltına alınırken, ondan fazlası da tutuklanıp zindanlara konulmaktadır. Geçen eylemsizlik döneminde 540 civarı Kürt siyasetçinin tutuklandığı basına yansımıştır. Halen 2500 civarı Kürt siyasetçi zindanlarda tutuklu bulunmaktadır.
Gerillaya dönük askeri operasyonlarda da Mart ortalarından itibaren gittikçe bir artış gözlenmektedir. Dersîm’in her yerinde operasyon olduğunu basın-yayın organları günlerdir vermektedir. Botan ve Zagros alanlarında sınır kesimlere yönelik bir askeri hareketlilik sürekli basına yansımaktadır. Buralarda neredeyse gittikçe kızışan bir savaşın varolduğu bile söylenebilir. Gabar ve Bingöl alanlarındaki çatışmalar ardından, şimdi de Hatay ve Osmaniye alanlarında çatışmaların yaşandığı haberleri gelmektedir.
AKP ülkeyi yeniden bir savaş ve çatışma içine sokmuştur. Belliki “Teröre karşı mücadele” adıyla tırmandırdığı operasyon ve çatışmalardan siyasi kazanç elde etmeyi hesaplamaktadır. Her ne kadar bununla da BDP’yi suçlamaya çalışsa da, AKP’nin şiddeti tırmandırarak oy oranını artırmak istediği anlaşılmaktadır. Yani seçim kazanmak için kana dayanmakta ve savaşı göze almaktadır.
AKP’nin yüzde on seçim barajını düşürmemesinin temel amacının da bu olduğu açıktır. Bu biçimde BDP’yi seçim dışı bırakmış ve en az elli milletvekilini bu yolla BDP’den çalmıştır. AKP’nin yeniden iktidar oluşunun da bu çalıntı milletvekillerine dayanacağı ortadadır.
Aslında BDP’nin seçime girişinin nasıl engellendiği, nasıl seçim dışı bırakıldığı konusu araştırılmaya değerdir. Bunun yüzde onluk barajla yapıldığı, ancak hiçbir partinin bu oranı düşürmek istemediği ortadadır. “İleri demokrasi”den söz eden AKP, yüzde on barajını düşürmeyeceğini açıkça belirmiştir. Meydanlarda “baraj düşsün” dese de, CHP’nin de bu konuda ciddi bir çalışma yapmadığı, meclise herhangi bir yasa değişikliği talebinde bulunmadığı açıktır.
Şunu herkes bilmelidir: Yüzde on seçim barajının korunması ve BDP’nin 12 Haziran seçimlerine sokulmaması konusunda AKP ile CHP ittifak etmiştir. Bu bir gizli ittifaktır. Ancak somut ittifaktır, yani yorum değildir. BDP’ye karşı AKP ile CHP ittifak halinde çalışmaktadır.
O halde Tayyip Erdoğan ve AKP’ye sormazlar mı: Sen yüzde on barajıyla BDP’yi seçime sokma ve Kürt halk iradesinin seçime tam yansımasını engelle, ardından da kalk “BDP iradesiz” de! Bu suçlamanın herhangi bir ciddiyeti ve tutarlılığı var mı?
Adil BAYRAM
Kaynak: Günlük Gazetesi
- Ayrıntılar
Geçenlerde basında çıkan haber ve makaleleri okurken bir makalede geçen şu cümle çok dikkat çekiciydi. Bu cümleyi zamanında bir polis karakolunda duvarda asıllıyken okuduğunu söylüyor bize bu cümleyi aktaran yazar.
Cümle şöyledir: “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” diyor. Bu sözlerin Japonlara ait olduğunu da bizim için ekliyor.
Hepimiz toplumu baskılayan gücün askeri güç olduğunu düşünürüz. Ne de olsa Türkiye tarihinde sistem karşıtlarını hep karşılayanlar son tahlilde askerler yani ordu olmuştur. Asker yetişen, yetiştiren bir toplumda bu algının oluşması belki de anlaşılırdır.
Ordular savaşçı iktidarcı tahakkümcü güçlerin en örgütlü gücü olarak elbette günahsız bir kategoriye konulamaz.
Ordu nedir? Savaşın en örgütlü kullanımın örgütüne ordu deniliyor. Askeri örgütlenme deniyor. Ordular da savaşı iki alana yöneltiyorlar. Bir; ordunun denetlediği sınırlar içerisindeki topluma yönelttiği şiddet yani iç savaş süreçlerinde. İki; ordunun sınırları dışında kalan özgür topluluklara ve devletlere yönelttiği saldırı, şiddet kullanımı oluyor. Buna da dış savaş deniliyor.
Yani ordu normal durumlarda egemen, iktidarcı savaş güçlerinin çıkarlarını koruyan bir güçtür. Ancak bu güç her zaman devrede görülmez. Ordu, Türkiye’de yukarıda söylediğimiz karakterinden dolayı farklılıklar içerse de özü iç savaş dönemlerinde müdahil olan ve de dış tehlikelerde ya da dış güçlere karşı tehdit unsuru olarak kullanıldığında devreye girer.
Lakin iktidarcı savaş güçleri tahakkümlerinde bulundurdukları toplumu ya da toplumları ilk elden polis güçleriyle rapt u zapt altına almaya çalışırlar. Daha doğrusu iktidarcı savaş güçleri toplumu kontrol altında tutmaları için kullandıkları temel güç polistir. Bunun içindir ki polis kutsanır. Bunun içindir ki emperyal güçlerde polislerin her zaman özel bir yeri vardır. Onlara en özel yer verilir. Çünkü sistemi ayakta tutan, kollayan, koruyan, muhalifleri hizaya getiren, farklı düşünceleri baskılayan güçlerin başında hep polis gelir.
Elbette devasa bir sömürü çarkını sadece polislerin gücüyle yürütmezler. Zaten sadece polislerin gücüyle yürütemezlerde. Polisin yanında istihbaratları vardır, valileri, mülki amirleri, gizli paramiliter güçleri derken devasa bir baskı teşkilatı da elbette toplumu baskılamak için gereklidir.
Lakin “Hırsızlık yapanı bağışlayabilirim, ırza geçeni bağışlayabilirim, adam öldüreni bağışlayabilirim, imparatoruma kılıç çekeni bile bağışlayabilirim, ama polisime el kaldıranı asla!” cümlesi üzerinde ciddi durmamız gerekir.
Polis kavramını sözlüklerde biz “Şehirde kamu düzenini, huzur ve güvenliği sağlayan kuruluş, kolluk, zabıta” olarak tanımlandığını görüyoruz. Yani polis huzuru sağlayan bir güç olarak tanıtılıyor.
Polis huzuru sağlamak için vardır ama kimin huzurunu kime karşı sağlamak için vardır? Polisin ya da polis teşkilatının ilk görevinin yaratılan bu haksız, hırsız, baskıcı, kan emmici, tahakkümcü ve anti insanı düzenin korumakla hatta ayakta tutmakla görevli olduğu aşikârdır. Huzur dedikleri bu haksız olupta insanlık karşıtı sitemi ayakta tutanların huzuru kast ediliyor. Güvenlik ise yine bu küçük bir azınlık ile bu sistemde çıkarlarını olanların güvenliğidir. Kamu düzeni dedikleri ise dediğimiz gibi kurulan ve toplumları zulüm cenderesine alan bu baskı rejimidir.
İşte tüm bu baskı rejimini koruyan, kollayan güçlerin başında polisler gelmektedir. Bunun için bu anti insanı sistemde en büyük suçlular ya da en büyük suç ortakları kimlerdir diye sormak gerekirse bu sorulara verilecek cevap kesinlikle ilk elden polistir, polis teşkilatıdır.
Burada iyi ya kötü polis ayrımına gitmek bir yanılgıdır. Birey olarak iyi olsan ne yazar. Görevin toplumu baskılamak üzerine kuruludur. Üstlendiğin misyon insanları kendilerine karşı güvensiz kılmak üzerine kuruludur. Polis teşkilatının görevi esasta toplumu baskı altında tutmaktır. Toplumun direnç odaklarını kırmaktır. Halkları korkutarak öz güvenlerini yıkmaktır.
Özcesi polisin, polis teşkilatının ve polislerin asli görevleri bir toplumu iğdişleştirmektir. Polis teşkilatının kutsallaştırılmasındaki temel neden budur. Toplumları egemenler, iktidarcı savaş klikleri polislerin elleriyle zapt u rapt altında tutmaktadırlar.
Mademki bir toplumu en çok baskılayan güçlerin başında polis ve polis teşkilatı gelmektedir, o zaman yapılacak olan ilk iş ilk elden polislere yönelmektedir. Çünkü toplum nerede olursa olsun gösterecekleri en masumane istemlerine ilk saldıran ya da toplumun karşısına ilk çıkarılanlar polislerdir.
Bunun için artık Kürdistan’da gençlerimizin temel hedefi polis ve polis teşkilatı olmalıdır. Polis araçlarından ziyade polisin ve teşkilatın kendisidir.
Devam edecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Şahadetinin otuz dokuzuncu yıl dönümünde de Mahir Çayan’ın hayalini kurduğu ve bunu gerçekleştirmek için hayatını ortaya koyduğu Bağımsız Türkiye ve halkların kardeşliği amacı tüm devrimci ve duyarlı insanlığın önündeki bir görev olarak duruyor. PKK’nin Mahir’in başlattığı yolda yürüttüğü mücadele, o ve yaşamlarını yitiren diğer tüm Türkiyeli devrimcilerin amaçlarını biraz daha yakınlaştırmış olsa da devrimin Türkiyelileşememesi, Türkiyeli devrimci demokratların “bedelsiz mücadele” anlayışları nedeniyle başarıyı tam olarak yakalayamıyor.
Mahir, Denizlerin idamını durdurmak için eylem yapmasıyla çok anılmaz belki. Devrimci dayanışmanın, ortak fikirlerde birleşmenin, Türkiye’nin geleceğini kurma gibi bir amaçta ortaklaşmanın önemi çok fazla ön plana çıkarılmak istenmez. Ayrı olmasına rağmen aynı ruhta, amaçta, felsefede birleşme 70’li devrimci önderlerinin en temel özelliklerinden biriydi. Ama bu ruh günümüzün amip tarzı bölünmüş sol davasına güçlü özeleştiriyi dayattığından çok fazla değerlendirme, tartışma konusu yaratmıyor.
Özeleştirinin yanında bir de Mahirlerin mirasına dayanmakla övünen kesimlerin amaçlara göre yürüyüşünü de zorunlu kılıyor. Revizyonist, oportünist yaklaşımlar eksininde kurulan günü birlik çıkar siyaseti ve siyasal programı ile şüphesiz bu kesimlerin devrimci ruh ve düşünceyle hareket etmeleri beklenemez de. Gel gör ki artık bazı şeyler dur demek lazım gelir.
Türkiyeli halklar, Kürdistanlı halklar özgürlük ve bağımsızlık çizgisindeki ısrarıyla faşist gerici devlet karşısında feryat figan sokaklarda hakkını arıyor. Fakat bu halkların özgür ve bağımsız yaşayabilmesi için hayatlarını ortaya koyan, “Kesintisiz Devrim” diyerek diğer tüm amaç ve hedefleri bir kenara bırakarak kavgaya atılan öncü devrimcilerin birçok sözde ardılı halkları ezen devlet düzeniyle ittifak halinde demokratik güçleri bastırmaya çalışıyor. Ya eli tetikte, ya susarak, ya izleyerek.
Günümüzün bilim dünyası ve felsefi derinliğine kapak atmış postmodern fikirlerin, kapitalist modernitenin ideolojisizleştirdiği işbirlikçi sivil toplum örgütlerin peşinde halkın isyanını, reflekslerini, feryatlarını kısmak, susturmak için çabalıyor.
***
Halklar arası birlik her zaman her yerde kendisini gösteriyor ama. En son Türkçesi Kasaplar Deresi olan Nevala Kasaba yürüyüşünde birleşenler gibi. On binlerin bu görkemli yürüyüşü halkların öfke ve kinini ortaya koyması açısından da oldukça önemli. Çıkarabilene bir ömürlük dersler veren, mücadele gerekçesi sunan bu eylem de tıpkı Newroz’da ortaya konan halk iradesinin görülmemesi gibi görmezden gelinerek, üstü kapanmaya çalışıldı.
Düne kadar Kürt halkının yaşadığı acılar karşısında empati yaptığını söyleyen kesimler Kürt halkının ölülerinin kemiklerine dahi razı olmaları gerçeğinden kaçtı, kaçıyor. Halklar arası köprülerin kurulması, yaşanan acıların birlikte kapatılması gerekirken Kürt halkı yokmuş, acıları yaşanmamış, feryatları, çığlıkları söylenmemiş gibi yaklaşıyor sözde demokratlar, devletçiler.
***
Gerilla olarak bizler halklar arası çatışmanın önünü almak, yıllardır halkımıza çektirilen acılara karşı kin ve nefret duygularının etkisine girmeden sağduyulu yaklaşmaya çalışıyor olsak da halen üzerimize gelenlere ses çıkarılmıyor, görmezden geliniyor. En son yine Kürdistan dağları bombalandı. ‘Çözüm üreten’(!) iktidarın emrindeki uçaklar Kürdistan’ın hiçbir insana bir şey yapmadığı, sadece yaşamın ve direngenliğin varlığını haykıran dağlarına bombalar yağdırdı.
***
Duymuyor musunuz bu sesleri? Yüzlerce kiloluk bombaların dağlara yağdırılmasının ardındaki mantığı çözemiyor musunuz? Hadi diyelim dağların etrafında sarılı bir perde var ve seslerin sizlere ulaşmasına izin vermiyor. Normaldir, alışmışız.
Ama ya halk? Yanı başınızda, çoğunuzun gidip gördüğü, içinde yer aldığı, en imansızı bile imana getirterek konuşturan o görkemli halk ayaklanışını, sözler, sloganlar, şiarlar, çığlıklar da mı duyul muyor?
Ya Nevala Kasaba’da “Erdoğan, inşallah sen de aynı acıyı çekersin”, “Yok mu bunun hesabını soracak”, “Kemiklerimizi istiyoruz” diyen ve insan kemiği dolu çukurun başında oturmuş olan o ananın sesini de mi duymuyorsunuz?
Kürdistan, Türkiye ve birçok ülkede aynı anda ayağa kalkan 6 milyonu aşkın insanın, Kürt’ün tek bir ağızdan söylediği Ya Özgürlük, Ya Özgürlük sözlerini de mi?
***
Mahir’in otuz dokuz yıl önce katledildiği Kızıdere’de yitip gitti mi vicdan. Yitip gitti mi sorumluluk ve görev duygusu. Madem o kadar biliyor ve konuşuyorsunuz, mangalda kül bırakmıyorsunuz neden kalkıp hak talep etmiyor, bu ülkeyi yaşanılabilir bir yer haline getirmek için çabalamıyorsunuz.
***
Biz dedik ki bu süreçten sonra tek taraflı çözüm olamaz ve eylemsizlik anlam taşımaz. Ama buna rağmen yine dedik ki üzerimize gelinmezse silah kullanmayacağız. Saldırı olursa, savunma yapacağız. Sadece misilleme için basacağız tetiğe dedik.
Bu kararı tartıştırmamak için kalktılar türlü oyunlara başvurdular. Ve sizler de izlediniz.
Sanıyor musunuz ki Ahmet Şık olayı sadece bir kitap meselesi. İnce ayar çektiler ya, bilen de söylemedi bunu. Sırf, “benim gündemim dışında gündemin başına gelen budur” diyerek bastırdılar hepinizi. Köşelerinizden yarım ağızla “yapmayın, bu kadar olur mu” dediniz de, çıkıp bir kere meydana talep ettiniz de hakkınızı. O kadar. Bu muydu özgürlükler mücadelesi. Düşünce özgürlüğü inadınız. Neden sustunuz şimdi.
***
Türkiye’nin kaderini tayin edecek bir karar aldık. Sustunuz.
Newroz’da milyonlar sokaklara aktı. Sustunuz.
Yüzlerce, binlerce Kürt sadece insanca yaşamak için hareketlendi, katledildi, toplu mezarlara dolduruldu. Sustunuz.
Sizi ilgilendiren, yaşamınızı etkileyen yasaklar, engellemeler, hukuksuzluklar oldu. Sustunuz.
Her gün ülkenin dört bir yanında çocuklar, kadınlar katledildi, parçalanan cesetleri dört bir yana saçıldı. Sustunuz.
Her gün tecavüz, her gün hak ihlali, her gün sömürü yaşanan bu ülkenin her şeyi peşkeş çekildi. Sustunuz.
Daha ne kadar susacak, daha ne kadar bekleyeceksiniz?
Bari kendi haklarınızı savunun.
Bize o da yeter.
***
Bedelsiz mücadele olmaz. Bedelsiz hak alınmaz. Mahir’ler bunu gösterdi bize. Bunu bilir, bunu konuşur, bunu yaşarız.
Pir Kemal
- Ayrıntılar