Ay karanlık.
Bir gece ansızın geldiler.
Sıbate dinokta geldiler.
Daha puk u tofan olmadan geldiler.
Sızacaklardı planladıkları yerlere.
Zap karargahına, HPG Ana Karargahına.
Yerle bir edeceklerdi.
Ay yıldızlı alkanlara boyanmış bayraklarını dikeceklerdi Şıkefta Brindara tepesine.
Ne edalarla poz vereceklerdi bayrak diktikleri zaman.
Bil cümle aleme yayacaklardı.
Ve ardından birer birer Zagros, Metina, Haftanin, Xakurke, Qandil ile Gare’yi düşüreceklerdi.
Kerkük’ü de fetih eyleyeceklerdi.
Ne güzel planlar yapmışlardı.
Ne güzel işgal hayallerini kurmuşlardı.
Bir de arkalarında NATO vardı, yanke ABD vardı.
AB vardı.
Arap diktatörleri vardı.
Farsın Şia diktatörü vardı.
Naralarla gelmişlerdi.
Davul zurna çalıyorlardı TV’lerinde, boy boy kahraman asker fotoları vardı gazetelerinde.
Fehmi Koru gibi vakanüvusçular PKK bitecek kasidelerini kaleme almışlardı.
Daha neler yazmışlardı, neler.
Bilemediler başlarına ne geleceğini.
Bilemediler, hesaplayamadılar HPG gerillalarının direnişini.
Hesaplayamadılar, gerillanın fedaileşmiş ruhunu.
Buzda, ayazda ve karda.
Bırakmadılar mevzileri Xeregol sırtlarını Kürtlerin en naif ruhlu ve altın evlatları.
Ayaklar şişti mekaplara girmez oldu.
Jiletten de keskin soğukları yendiler.
Yine direndiler, yine direndiler.
Karın keskin soğukları onları biledi.
Sıbata dinokun puku onları biledi.
Onlar bilendikçe, yenilen Türk ordusu oldu.
Yenilen, NATO oldu.
Yenilen, ABD ile AB oldu.
Yenilen, Arap diktatörleri ile Fars Şia diktatörü oldu.
Eğer bugün Türk ordusu herkesin diline paspaye olmuşsa, ZAP Destanı’nın sonucunda olmuştur.
Eğer önce bir çavuşu bile yargılamansı mümkün değilken, bugün 163 üst rütbeli ile general yargılanıyosa bu HPG gerillalarının eseridir.
Bu nedenle, tüm Türk liberalleri, AKP gibi münafıklar hergün oturup HPG gerillalarına şükretmelidirler.
Bu bir hakikattir aynı zamanda.
Ne kimse üstünü örtebilir ne de aksini iddia edebilir.
Eğer bir zafer aranacaksa Zap zaferi orta yerde duruyor.
Eğer bir kahraman aranacaksa Çiyaye Reş, Xeregol ile Çemço kahramanları duruyor.
Eğer bir idol aranacaksa bu zaferi yaratan her HPG gerillası bir idoldur.
İdolların yaşadığı ve direndiği kutsal mekanlar dururken, pislenmiş ruhların bulunduğu kentlerde yaşamanın insan onuruyla alakası olabilirmi?
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Evrensel varoluş içerisinde kadın olarak kendi oluşumuza bir anlam verebilmek, kendimize anlam verdikçe her oluşun bir anlam içerdiğini hissetmek ancak evrensel tarihi, evrensel tarihin bir parçası olarak tikel tarihi kavramakla mümkündür. Nasıl ki Ortadoğu tarihi evrensel tarihin anadamarıdır diyorsak aynı zamanda kadın tarihi de evrensel tarihin anadamarı olarak değerlendirilebilir. Özgür ve anlamlı yaşamak için kendi tarihini bilmek, tarihi canlı olarak hissetmek, kendini de yaşanan tarihin bir parçası olarak görmek gerekmektedir. Çağın bilme sınırlarını aşarak gerçekleşecek olan bilme, gerçeğin içinde erimeyle, gerçeğin kendisi olmayla, kendini bilmeyle mümkündür. Özgürlüğün en temel ilkesi olarak kendini bilme arayışı ise kişide doğru tarih bilincinin gelişmesiyle sağlanacaktır. Nereden başlamalı, nasıl yaşamalı ve ne yapmalı sorularına verilecek cevapları tarihsel akış içerisinde aramak hakikate en yakın arayıştır.
Anlamın derinliği, hislere inanç, başarma iddiası, özgürlüğe cesaret, hakikate götüren yol ve yöntem ancak tarihteki direnişlerden ve yenilgilerden öğrenilerek gerçekleşir. Bir anlam deryası olarak değerlendirebileceğimiz tarihte kadınlar her ne kadar gölgede bırakılsa, yazılmak istenmese de bugün kadın diye bir cins gerçekliğinden bahsediyorsak bu kadınların merkezi uygarlık sistemine karşı bir direniş içerisinde olmalarından kaynaklanmaktadır. 8 Mart Dünya Kadınlar günü de bu anlam deryası içerisinde akışı görkemlileştiren, akan suları çağlayana dönüştüren bir anlam içermektedir. Her şeyi revize eden, gerçek özünden uzaklaştıran merkezi uygarlık sistemi 8 Mart Dünya kadınlar gününü de bir direniş günü, kavga günü olmaktan çıkararak bir bayram, bir kutlama gününe dönüştürmeye çalışmaktadır. Özgürleşme savaşımını yürüten kadınlar olarak öncelikle yapmamız gereken kadının tüm değerlerini çalan bu ev hırsızı sistem gerçekliğine karşı yüksek bir inanç ve bilinçle mücadele etmek, kendi değerlerimize sahip çıkmaktır. İşte 8 Mart dünya kadınlar günü de böylesi soylu değerlerimizin zirveleştiği günlerden biridir. Bundan yüzellidört yıl önce 1857 yılında Amerika’ da tekstil işinde çalışan yüzlerce kadın, sekiz saatlik çalışma ile eşit işe eşit ücret gibi taleplerle bir direniş başlatmışlar bu direniş şiddetle bastırılmıştır. Ve işbaşı yapmayan protestocu kadınlar diri diri yakılmış, fabrikanın kapıları kapatılarak ondokuzuncu yüzyılda sistem kendine yakacağı yeni cadılar bulmuştur. O gün tam 129 kadın diri diri yakılarak şehit düşürülmüş, şehit düşmeyenler ise yakılan işçi kadınların çığlıklarını, yanık bedenlerinden yükselen kokuları, iş arkadaşlarının, kavga yoldaşlarının gözlerinin önünde eriyişini unutmamış, aslında o 129 arkadaşlarıyla birlikte onlarda yanmışlardır. Daha sonrasında büyük kavgalar ve sistem karşıtı direnişlerle, 1910 yılında gerçekleştirilen İkinci Enternasyonalde, 8 Mart’ın dünya emekçi kadınlar günü olarak ilanı karar altına alınmıştır.
Özgürlük mücadelesi yürüten kadınların bugünden o günlere vermesi gereken anlam sadece meydanlara çıkarak bayram coşkusuyla bugünü kutlamak, davullar eşliğinde halaylar çekmek, sloganlar atmak olamaz. Öncelikle diri diri yakılarak şehit düşürülen yüzyirmi dokuz kadının acısını yüreğimizin derinliklerinde hissederek, tarihimizi yeniden irdeleyerek, analize tabi tutarak alternatifler yaratmak bugünden o günlere vereceğimiz en anlamlı yanıt olacaktır. Sistem karşısında mücadele yürüten kadın hareketlerinin yaşadıkları yanılgıların, eksik ve yetmezliklerinin çözümlenerek tüm kadın hareketliliklerinin örgütlülüklerini güçlendirmek ve özgürlük mücadelesini derinleştirmek gerekliliği açığa çıkmıştır.
Günümüzde sömürünün kadın ruhu, bedeni, duyguları üzerinden en katmerlisinin yaşanması, her gün kadın intiharlarının, katliamlarının, cinayetlerinin devam etmesi mücadelemizin istenilen düzeyde derinleştirilmediğinin ve yürütülmediğinin göstergesidir. Erkek egemenlikli sistem belki bugün kadınları diri diri yakmamaktadır ama öyle bir hale gelmiştir ki yaşamı kadın için tam bir cehennem ateşine çevirmiştir. Özellikle Ortadoğu’nun intiharın eşiğinde olan toplumsal gerçekliği içerisinde kadınlar daha fazla bu eşikten aşağıya kaymaktadır. Çoğu kadının böylesi bir yaşam sürmektense kendini yakması, ölümün en zorunu tercih etmesi, içindeki acıyı ancak yangınların hafifleteceğine inanması bundan kaynaklanmaktadır. Kadınların geliştirdikleri özgürlükçü çabaları reddetmemekle birlikte hala bu erkek egemenlikli sisteme hergün onlarca kadını kurban veriyorsak çözümlememiz, değiştirmemiz ve aşmamız gereken eksik ve yetmez yanlarımız bulunmaktadır.
Öncelikle kadın hareketleri açısından kapitalist modernitenin ilişki, yaşam ve kişilik anlayışlarının doğru çözümlenmesine ihtiyaç vardır. İlk sömürü nesnesi olan kadın kapitalist sistemle birlikte paradan daha ince bir para haline getirilmiş, kadına kamusal alan açılarak devletin kölesi de olmuş, kölelik kadına içerilmiş ve erkek egemenliği ise yaygınlaştırılmıştır. Özellikle de burada geliştirilen liberal politikalar daha derinlikli ve köklü irdelenmelidir. Çünkü sistemsel gerçeklik öyle incelikli politikalar yürütmüştür ki kadına özgürlük yanılsaması yaşatmıştır. Sümer rahiplerini aratmayacak bir biçimde en iyi, en özgür sistem olduğuna kadının kendi kendisini ikna etmiş ve inandırmıştır. Kadının özgürlük mücadelesinde özgürlükten çok eşitliğin, köklü taleplerden çok hukuksal düzeltmelerin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bu yaklaşım doğru çözümlenip aşılmazsa kendisiyle birlikte feminist hareketlerin tıpkı reel sosyalizmde yaşandığı gibi kapitalist modern sistemin mezhebi olmasını getirebilir.
Kadın özgürlük sorunsalına daha felsefik, ideolojik, örgütsel, sosyal, askeri, öz savunma boyutlarıyla komple bir gerçeklik ancak doğru çözümü getirecektir. Mücadelenin daha fazla ortaklaştırılmasına, birbirini kucaklamaya, farklılıkları zenginlik gerekçesi olarak gören zihniyet yapılanmasına, kadının sınıfı ve ulusu yoktur esprisinden hareketle, yüreğinde herkese yer açabilecek enginliğe ulaşmak daha radikal ve köklü bir mücadele gerçeğini açığa çıkaracaktır. 8 Mart ilanının 101. yılını yaşadığımız bugünlerde kadın hareketliliğinin Avrupa merkezli bilme sınırlarını aşmasının, batı merkezli zihniyet yapılanmalarıyla savaşmasının örgütlülüğünü toplumsallaştırılıp yaygınlaştırılmasının her zamankinden daha fazla aciliyeti vardır. Kadının sömürü tarihi olan merkezi uygarlık tarihi içerisinde kadının mücadele yürütmesi demek sistemin ontolojik gerekçelerini yok etmek demektir. Daha önce sistem karşıtı mücadele yürüten birçok hareket ilk çelişkinin tanımlanmasında yetersiz kalmıştır. Çelişkinin doğru tanımlanamaması, gerçeğe teğet geçilmesi çözümünde hakikate yakın olmasını engellemiştir. İlk çelişkinin proletarya-burjuva çelişkisi olarak tanımlanması ve özgürlüğün proletarya diktatörlüğünde, işçi sınıfının özneleştirilmesinde görülmesi en temel yanılgıyı teşkil etmiştir. Oysaki ilk çelişki kadın ve zorba, kurnaz erkek arasındaki çelişkidir. Bu çelişki çözümlenmeden ya da bu çelişkinin çözümlenmesi mücadelenin temel ilkesi olarak ele alınmadan içine girilecek her devrimci çaba evrimci olmaktan, sistem içileşmekten kurtulamayacaktır.
Önderliğimiz mücadelemizi hiçbir zaman klasik bir mücadele, klasik bir parti, klasik bir örgütlenme olarak ele almamış en temel farkını da kadın özgürlüğüne yaklaşımında dışa vurmuştur. Ulusun özgürlüğünün kadının özgürlüğünden geçtiğine inanmış, ulusal dirilişin tamamlanmasında, özgürlüğe ve kurtuluşa evrilmesinde kadın özgürlük mücadelesinin derinleştirilmesinin, öneminin giderek arttırılmasının temel rol oynadığını görmüştür. Önderliğimizin 8 Mart 1998 yılında kadın kurtuluş ideolojisini ilan etmesi bu gerçeklikle yakından ilintilidir. Böylesi bir ilanla kadın özgürlük hareketimizin Amerika’da şehit düşürülen 129 kadının intikamını alma hareketi olduğu da daha da somut bir ifadeye kavuşmuştur.
Sistem karşıtı mücadele yürüten hareketlerin tarihlerini incelediğimizde hemen hepsinde kadın katılımları olmasına rağmen hiçbir harekette kadınların kendi öz ideolojileri oluşturulmamış, kendi kurumlaşmaları, kendi özgün örgütlülükleri ise yok denecek kadar az olmuştur. Bu yönleriyle hareketimizde kadınların özgürlüğü için geliştirilen birçok açılım kadınlar için ilkleri içermektedir. Alternatif bir ideoloji, alternatif bir yaşam, alternatif bir orduyla Kürdistanlı kadınlar Apocu gerçeklik içerisinde erkek egemenlikli uygarlığa karşı anti uygarlıkçı mücadelede başarıya ulaşabilecek tüm donanıma sahip olmuşlardır.
Özellikle de erkekten kopuş, erkeği öldürmek ve kadın kurtuluş ideolojisiyle Önderliğimiz sosyalizm ve özgürlük mücadelelerinde ilkesel açılımlar gerçekleştirmiştir. Bunun en somut ifadesi olarak da kadın örgütlülüğü öncelikle kadın ordulaşması zemininde yaşamsallaştırmış, kadın ordusuna salt bir askeri örgütlenme olarak değil sosyal bir örgütlenme olarak da bakılmıştır. Erkeğe ait olarak görülen bu alanın(spotta kullanırsan “bu” alanın yerine “askeri” alanın yazarsan iyi olur) kadına açılması birçok tabunun da yıkılmasını kendisiyle beraber getirmiştir. YJA STAR örgütlenmemiz bu yönleriyle Önderliğimizin ve şehitlerimizin büyük emekleriyle, soylu çabalarıyla acıyla ve kanla yaratılmış özgürlük örgütlenmemizdir.
Bugün gittikçe güçlenen meşru savunma gücümüz YJA STAR, halkların ve kadınların baharlaşmasının ön günlerinde kadın meşru savunma gücü olarak devrim sürecini yürütmeye hazır olduğunu gerçekleştirdiği 5. konferansında güçlü kararlaşmalar, iddia düzeyi, başarı inancı ve devrime cesaretiyle göstermiştir. Uluslar arası komplonun gerçekleştirildiği günlerde yapılan konferansımız hem lanetli uluslar arası komploya bir cevap hem de Sekiz Mart’ın öngünlerinde olmasından kaynaklı tüm dünya kadınlarına kadın gerillaların armağanı olarak ele alınmıştır.
İlk tanrıçalar Ninhursag adı verilen dağ tanrıçalarıdır ve bu tanrıçalar şehirleşmeye karşı savaşmışlar, kendilerine dağları mesken eylemişlerdir. Tarihsel örneklerinde gösterdiği gibi kadınla dağ arasındaki ruhsal birliktelik çok eskilere dayanmaktadır. Kadınlar dağlarda erkeksiz, korkusuz yaşayabileceklerini öğrenmektedir. Kendimiz bu gerçekliğin içerisinde yer aldığımızdan kaynaklı yaşadıklarımızın çoğunu kanıksamış olsak ve alışsak da dağda yaşayan kadınlar olarak yaşadıklarımız oldukça anlamlı ve tarihsel değere sahip. Kadınlar olarak sistemin belirlediği yaşam anlayışından, ilişki ağından yine bizlere belirlenen kalıplardan dağlarda sıyrıldık. Dağlar sistemin elinin uzanamayacağı özgürlük mekânlarıdır. Dağların yüreğinde yer alan YJA STAR gerillalarının da yüreklerini dağlar kadar büyütmeleri, dokunulmaz ve erişilmez kılmaları gerekmektedir.
YJA STAR gerillaları olarak 8 Mart’ın 101. yılında tüm kadınlara vereceğimiz en anlamlı armağan bundan sonraki süreçte gerçekleştirdiğimiz 5. konferans kararlarının yaşamsallaştırılması için büyük bir iddia ve devrim ruhuyla yaşamak, savaşmak ve zafere ulaşmak olacaktır.
Şerda Mazlum
- Ayrıntılar
İhanetçilerin, işbirlikçilerin en çok kıymetlendikleri yıllar devrim süreçleridir dedik. En çok paralandıkları yıllarda yine bu yıllardır.
Normal diye bilinen yıllarda ajanlarla çalışmalar yürütülürken olağanüstüleşen süreçlerde birebir işbirlikçilere ihtiyaç duyulur. Bir halk ayağa kalkmışsa, bir halk kendi yolunu kendisi çizmeye başlamışsa ve bir halk giderek boyunduruk zincirlerini boynunda atmaya başlamışsa orada işgalci olan gücün çok fazla yapacak bir şeyi kalmaz. Başka bir deyimle saflar netleşmiştir. Halk kendi tarafını belirlemiştir. İşgalci nettir, sömüren nettir, ajan nettir, devletin memuru nettir, askeri çıplak zoru nettir, polisi nettir. Ve tabii ki halkın yanında olan güçlerin de durumu da nettir. Varsa gerillası nettir, öz savunma güçleri nettir, sempatizanları, taraftarları, renkleri, zevkleri nettir.
Özcesi işgalcinin yanındakiler net, özgürlükçülerin yanındakiler nettir. Arada duranlar sınırlıdır. Böyle anlara devrim anları diyorlar. Keskin kıyasa mücadelenin sürdüğü yıllar oluyor bu yıllar. Böylesi anlar öncesi ortada duranlar elbette vardır. Ancak halkın topyekûn direnişe kalktığı anlarda bunlar yok denecek kadar azdır. Hatta varsa işgalcilere silahlı milislik yapanlar, örneğin korucular gibi. Bunlar bile renklerini daha belirgin kılarak kendi öz tarafına geçerler. Özgürlükçüler de bunu bildikleri için bunlara dokunmazlar. Çünkü hedef en büyük birliği işgalcilere karşı oluşturmaktır. Ne kadar büyük birlik yaratılırsa o kadar işgalcilere ya da ülkeyi istila etmiş güce karşı direniş yükseltilebilir inancıyla bu yaklaşım gösterilir.
Özgürlük güçleri kendi cephelerini böyle genişletirlerken hiç şüphe yoktur ki işgalciler boş durmayacaklardır. İşgalciler ise bu oluşturulan cepheyi parçalamak için elinde geleni yapacaklardır. Hatta ne kadar bu oluşan birliği -biz buna ulusal birlikte diyebiliriz –parçalarlarsa o kadar kendilerini başarılı sayacaklardır. Zayıf düşürdükleri bir ulusal birlik kendi ellerini yani işgal pozisyonlarını güçlendirecektir. Bunu işgalci güçler iyi bilmektedirler. Ne de olsa başka halkların deneylerini iyi etüt etmişlerdir. İncelemişlerdir.
İşte böyle tarihi kritik anlar ihanetçilerin, işbirlikçilerin devşirildiği anlardır. Önceleri devlete yakın duran ki bunlara biz genelde hainde diyebiliriz öne çıkarılır. Bunlar bolca kullanılırlar. İşgal edilmiş toprakların hiçte öyle sanıldığı gibi işgal edilmediği hissi verilmeye çalışılır. Ne de olsa işgalci güçlerin öne çıkardıkları da bu toprakların ‘insanlarıdırlar.’ Ancak bizde biliriz ki bunlar fazla tutmaz. Bir dönemler mücadele henüz cılızken böylelerine kulak verilebilirdi ancak artık çoktan foyaları ortaya çıktığı için kıymeti Harbiyeleri kalmamıştır.
Ancak asıl önemli olan bu süreçte başka Kürtlere el atılmasıdır. Öncelikli olarak tüm dünya devrimlerinde görülen ilk çıkış yıllarında, ideolojik mücadele yıllarında karşılıklı birbirini inciten, zarar veren bu bağlamda kendilerine göre zarar görenlere işgalciler el atarlar. Kendi doğal seyrinde yürütülen bu mücadeleyi işgalciler on yıllar sonra kullanabilmek için el atacaklardır. Bunun için özel çağrılarının yanı sıra imkânlar sunmaya başlayacaklardır.
Özgürlük mücadelesiyle arası açılmış bireylere el atacaklardır. Ona ne kadar haksızlık yapıldığı anlatılacaktır.
Varsa halkın saygı duyduğu bir aydına el atılacaktır. Öne çıkarılacaktır.
Varsa tanınan ve belki de halkın sevdiği bir sanatçıya el atılacaktır. Konuşturulacaktır. İmkânlar sunulacaktır.
Yine varsa tanınmış bir sporcu öne verilecektir. Önü daha fazla açılacaktır.
Gazeteci kimliği olan, akademisyen kimliği olan, dini kariyeri olan ve tabii her meslekten kendisini bir nevi halkını da kabul ettirmiş bireylere el atarak özgürlük hareketine karşı çıkarmak için ne kadar girişimler pahalı olursa olsunlar yapmaktan vazgeçmeyeceklerdir.
Yine geçmişte siyasetle uğraşanlar, özgürlük mücadelesine ters düşenler, hatta düşmanlık yapanlar, bunlar geçmişte devlete karşı savaşmışta olsalar bunlarla ilişkilenip ve bir yolunu bulup özgürlük hareketine karşı dikmek için her şeyi yapacaklardır.
Ve tabii ki özgürlük hareketinde yer almış ancak sonraları ondan kopmuş hatta özgürlük hareketine ters düşmüş ve karşıtlaşmış kesimlerle de ilişkilenerek kendi yanlarına çekmek için büyük çabalar harcayacaklardır.
Biz geçmişten beri Kürt halkına azılı düşman olmuş hainleri hiç açma gereği duymuyoruz. Bunların zaten tescilli ajan ve hain olduklarını söylüyoruz.
İşgalcilerin de önemle ele aldıkları bu kesimler değildir. Bunlar zaten çantada keklik takımıdır. Bunlar kazanılmış ve her zaman sahiplerinin yanında olanlardır. Ancak buna rağmen devrim yükseliyor, halkın birliği pekişiyor, özgürlük istemi ve özgürlüğü garantileyecek halkın örgütlülüğü gelişiyor, işgalcilere kimse rağbet etmiyor, işgalcinin defolması için küçücük çocuklar bile zafer işaretleri yaparak “zımane tırki mırov xırav dıke” diyerek işgalcilere kinlerini kusuyorlar.
Hiç şüphe yoktur ki böylesi anlar devrim anlardır, kurtuluş anlarıdır, özgürlük anlarıdır. Bir halkın topyekûn şaha kalktığı anlardır.
İşte işgalciler böylesi anları boşa almak için, parçalamak için en özel çaba sarf edikleri ve edecekleri anlardır da. Böylesi anlarda dediğimiz gibi halkın birliğini bozmak için ihanetçileri ve işbirlikçileri en çok öne çıkardıkları anlardır. İşbirlikçilerin en çok paralandıkları anlardır. Kıymetlendikleri anlardır.
Devam edecek.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
13 Ağustos’ta ilan edilen eylemsizlik kararı KCK’nin açıklamasıyla birlikte 1 Mart itibarıyla kaldırılmış oldu. Gerçi eylemsizlik kararının Haziran seçimlerine kadar sürdürülmesinin zor olacağı daha ilk günlerden itibaren anlaşılmıştı fakat verilen sözün değeri için bile olsa bu kararda ısrar sahibi olundu.
Hareketimiz “halkımızı beklenti içinde tutamayız” diyerek verdiği sözü belirttiği tarihte gözden geçirerek gösterilen sabrın yeterli olduğunu ilan etti. Tek taraflı çabaların hiçbir anlamı olmadığını ve bundan sonrası için Kürt halkının kendi yolunu çizmesinde herhangi bir sınırlamanın kalmadığını açıkladı.
Bu karar ardından suçlu ve sorumlu arama yarışı tekrar hızlanacağa benziyor. Ve yine kesinlikle “havaların ısınmasıyla…”, “arazinin elverişliliği nedeniyle…” diyerek başlanılan cümleler, diğer bir deyişle yılların teraneleri ardı sıra gelecek. Ve yavuz hırsız misali bir döngüde gündem çarpıtılacak.
Ama artık eski etkiyi yapamayacak. Çünkü PKK olarak meramımızı yeterince anlattık. Barıştaki ısrarımızı da yeterince ispatladık. Buna karşın imha ve inkârın inceltilmiş politika ve yöntemlerle devam ettirildiği, toplumun en hassas ve duyarlı yaklaştığı noktalarda kayıtsız kalındığı tüm iç ve dış kamuoyu tarafından görüldü. Cılız da olsa dillendirenler olsa da çok daha fazla sayıda insan yaşananların gerçekte nasıl bir neden sonuç ilişkisine dayandığını gayet iyi biliyor.
Bu gerçekler görülmüyormuş gibi devletin bir yetkilisi halen pazarlığın yapılmayacağını söylemesi kelimenin tam anlamıyla talihsizlik. Hakaret dolu sözler ardından bir de tehditler savurması niyetlerin yanında bu konudaki hazırlıklılığı da ortaya koyuyor.
***
Devlet şimdiye kadar ne yaptıysa bundan sonra da onu yapacakmış. Peki, sizce devlet bugüne kadar ne yaptı da bundan sonra ne yapacak? Gelin kaba da olsa şöyle bir bakalım,
Faili meçhuller her geçen gün tırmanacak.
Tespit edilen toplu mezarlar açılmayacağı gibi, yenileri eklenerek rekora doğru koşulacak.
Demokratik ve yasal haklarını talep eden halkımızın gösterilerine müdahaleler artarak, katliamlar gerçekleştirilecek.
Türkiye’nin her yerinde yaşayan Kürtlere yönelik linç kampanyaları tertiplenerek sonuç alması sağlanacak.
Kürt halkının bastırılması, asimile edilmesi, yok sayılması için devletin tüm imkanları seferber edilecek.
Türk ordusu, paralı ordu, özel ordu, tüzel ordu ve akla gelebilecek her türlü ordu gücüyle Kürdistan yeniden işgal edilecek.
Kürt halkının geleceği, çocukları bilinen ve bilmezlikten gelinen cisimlerle, nereden geldiği belli olan kurşunlarla can vermeye devam edecek.
Kürt halkının aydınları, sanatçıları, öğrencileri, siyasetçileri, hukukçuları tez elden ve sudan gerekçelerle dört duvar arası işkencelere çekilecek.
Kürt halkı içinde husumet ve çelişki yaratma adına işbirlikçi Kürtler örgütlenmeye çalışacak, var olanlar palazlansın diye sırtı sıvazlanmaya devam edilecek.
Ve daha bir sürü şey;
Devletin bunları yapacağı sır olmadığı gibi bunun karşısında Kürt halkını ve değerlerini savunmaya ant içmiş insanların yapacakları da oldukça açık.
Direnmeyi yaşam olarak algılayan ve dağların kalbinden ülkenin her köşesine yayılan ateşi yüreğinde taşıyanlar saldırının olduğu her yerde mücadeleyi yükseltecekler.
Bunun adı budur.
Biz, yani Kürtler, dağlarda direnerek bin yıllardır yaşam bulan bu halk siz ne verirseniz onu geri verecektir. Barışa barış, savaşa da savaşla cevap verecektir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Her fırsatta; yaşananlarda veya yaşanacaklarda insanlar “suçlu” ararlar.
Aslında aranan her “suçlu”nun eylemi ya da fiil hali çoğu zamanlarda kaile bile alınmaz. Burada sorun sadece suçludur ve bulunması lazımdır!
Elbette anlaşılması ya da anlatılması bu kadar basit bir konu değildir bu. Onun için de, lastik misali kim nereye çekerse, o yöne evrilebilir.
Peki, insanoğlu ya da zorun sistematik aygıtı olan yönetim elitizmi neden “suçlu” arar.
Örneğin direnişe direnmeye çalışan arap liderler neden hep “suçlu” ararlar? Bu arayışlarının içinde gördükleri suçluyu değil de, neden görmek istedikleri suçluları hep ön plana çıkarmaya çalışırlar?
Elbette bir kesim sakil düşünce sahibi bu sorunun cevabını aramıyor. Bundan dolayı da onlar daha çok meselenin diğer yüzüyle, suyu bulandırmaya çalışıyor.
Her fırsatta ve her defasında bir “suçlu” arıyorlar.
Artık nabza göre şerbet misali gündemde ne varsa; kılıfı ona göre uyduruyorlar…
Yine son günlerin gündem konusundan örnek vermek gerekirse; Mısır’da, Tunus’ta ve son olarak Libya’da yaşananlarda, bu suçlu arayan kesimler; işi daha çok ekonomik boyutlara indirgedi ve geçtiğimiz sene yaşanan ekonomik sıkıntılardan, batılı güçlerin/nifakların elini aramaya çalıştılar…
Halbuki gerçeğin var oluşunda; bunların hepsi birer birer tarihin dehlizlerindeki yolculuklarına çıktılar…
Aynı şey Türkiye için de geçerli.
Mesela Türkiye yönetim siyasetinin öteden beri kullanmaya çalıştığı can simidi siyaseti; “suçlu” oluşturmaktır. Bunun için de tarihin bütün önemli dönemeçlerinde “suçlu” aranmış ya da oluşturulmuştur.
Bu durum kanıksanmış ve neredeyse hazırlanan bütün gündem konularında, bu ilk elden üzerinde durulmaya çalışılan bir konu olmuştur.
Şimdi de birçok çevrenin tartıştığı konularda, Türkiye yönetim siyasetinde “suçlu” aramaya başladı.
Hatta “suçlu” avlamanın sezonu bile açıldı.
Geçtiğimiz günlerde ABD’li bürokratın açıklamalarının ardından Roj tv’nin yayınlarına sinyal atılması ve yayınlarının kesilmesi, bürokratla/yönetim siyasetini belirleyenler arasında yaşanan tartışmaları anlamak açısından bir veri olabilir… (Hani Sansür üzerine olanı)
Burada suçlu kimdir? Kimine göre, baskıcı yönetimiyle siyasi hükümranlardır. Bir diğerine göre ise bu konulardan anlamayan ve acemice yorumlarda bulunan bürokrattır!
Araplar için de aynı durum geçerlidir; koltuğunun derdinde olanlar, yaşanan ayaklanmaları batılı güçlere bağlamaktadır. Fakat meydanlardaki halk, ayaklanmanın temel nedeni olarak yönetimi bırakmayan ve babasının çiftliğiyle, ülke yönetimi arasında hiçbir fark görmeyenleri belirlemiştir.
Peki, burada suçlu kimdir?
Hükümrana göre; sanal ortamları bu şekilde geliştiren ve buralarda, kendi ülkelerinde hazırladıkları siyasi muhalifler aracılığıyla halkı sokağa döken batılı devletlerdir.
Öbür taraftan ise yani meydandaki direnişçiye göre; 30 yıldır, 40 yıldır ülkelerinin başına bela olan bu diktatörlerdir. Bu analizi güçlendirdiğimizde burada da suçlu batılı güçlerdir, doğal olarak kapitalist sistemdir. Çünkü mevzubahis edilen bu diktatörleri de batılılar ortaya çıkartmıştır!
Şimdi bu “suçlu” arama ve oluşturma konusunda, son örnekle daha da belirginleşen bir durum ortaya çıkmaktadır. Ona da “toplumsal psikoloji de manipülasyon oluşturma” diyebiliriz.
Nasıl mı?
Yine arapların direnişi buna örnek olabilir. Yaklaşık son yarım yüz yıldır, batlı güçlerin mimariliğinde Ortadoğu’da bir devlet geleneği oluşturuldu. O zamanın koşulları ve dönemin gerektirdiği uluslar arası siyasetten kaynaklanan bu devlet inşası, son yirmi yıldır ciddi bir anlamda gerileme sürecine girdi. Yani arapların direnişi son yirmi yılın tıkanıklığıyla bağlantılı olmaktadır.
Bu şekilde ekonomik nedenler-diktatörya-teknik iletişim hepsi suçludur ama özünde bunların hepsi manipüle edilmektedir.
Türkiye’de de basın konusunda yürütülen tartışmalardan, son günlerdeki giderek yükseltilen tansiyona kadar bütün konularda; “bu toplumsal psikolojide manipülasyon oluşturma” harekatı devrede olmaktadır.
Roj tv’ye sinyal atılmasının temel nedeni; Kürtlerin gerçeği öğrenme/görme imkanlarına müdahale olmaktadır.
Seçim öncesinde var olan söylemler, çatışma siyasetine zemin sunan yaklaşımlar da gergin siyasetle-mağdur arasına sıkışmaya çalışarak, geçmişteki taktiği uygulama mücadelesi olmaktadır.
Hani (fırsat vermiyorlar, önümü açmıyorlar, anayasa mahkemesi devreye giriyor vs) eski söylemleri ya da “suçlular”ı güncelleme mücadelesi veriyorlar…
Ondan Kürtleri “taşeron”lukla suçluyorlar ve ondan “Kürtlerin medyasına, haber alma özgürlüklerine” müdahale de bulunuyorlar.
Hatta son zamanlarda “Diyarbakır-Tahrir Meydanı olur” talimatı verdiği gerekçesiyle, Kürt Halk Önderini “suçlu” göstermeye çalışıyorlar.
Halbuki son altı ayı göz önünde bulundursalar, yapılanlar-karşıt yapılanlar diye bir sorgulamaya gitseler, bütün “suçlular” şıpır şıpır ortaya dökülecek ya…
İşte bütün mesele “toplumsal psikolojideki manipülasyon”un nimetlerinden faydalanmaya çalışmak, bundan öncesinde olduğu gibi…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Herhalde dünyada en az kabul gören ve en az affedilen eylem ihanettir, işbirlikçiliktir. Kendi toplumsal çıkarına ters düşmenin ötesinde karşıtlarının yanına geçerek halkının değerlerine karşı saldırıda bulunmak en az affedilen insan eylemi oluyor. Kürt toplumu böylelerine keklik takımı diyor. Biliniyor tutsak alınan keklik kafese alınarak çıkardığı sesler sonucu diğer keklikleri tuzağa düşürerek diğer keklikler yakalatıyor. İhanetin keklik benzetmesi bundan ibarettir.
İnsanlık tarihi sayısızca ihanet ve işbirlikçilikle hatta birkaç adım ilerisi olan hainlikle karşılanıyor. Bir toplumu esir almanın en iyi yolu olarak zulmedenler kendilerine keklikleri hep hedef seçmişlerdir. Nede olsa bir toplumu en zayıf yerinden vurmak ancak böyle kekliklerin var olması ile olabiliyor.
Kürdistan tarihi kekliklerin çok bol gördüğü bir tarihtir. Acıda olsa itirafı zor da olsa, kabul etmesekte böyle bir gerçeklik söz konusudur. Kendi halk tarihlerinde Kürtleri gösterdikleri direnişle hep yenilgiye ve bu yenilgi sonucu köle statüsüne getiren bu keklik takımlarıdır. Kürt halk direniş tarihine baktığımızda çok daha bariz görülür. Bir nur yüzlü Şêx Saidi TC devletine teslim eden ve ona yakın duran akrabası olan Kasım’dır. Dersim direnişinde ise bu keklik Rahiberdir. Biraz daha gerilere gidersek Baban reisi Abdurrahman’ı arkasından vuran Osmanlının yanına geçen kardeşidir. Rewanduzlu Kör Muhammedi arkadan vuran yine kardeşidir. Cizreli Bedirxanı ise arkadan hançerleyen kardeşi oluyor. Ve böylece bu keklikleri tarihin ta derinliklerine götürebiliriz. Bir Med kralı Astiyag’ı arkadan hançerleyen yakın akrabası ve sözde büyük komutanı olan Harpagos’tur. Daha gerilere gidecek olursak Gılgameş’in yanına geçerek kendi soyunu ezdirmesi ve köleleştirmenin yolunu açan Enkidu’dur. Evet Kürt Halk tarihinde işbirlikçilik ve ihanet her zaman var olmuştur. Kürtlerin meşhur olan “ağacın kurdu ağaçtan olmazsa ağaç devrilmez” öndeyişinin ne kadar doğru olduğunu tarihte olup bitenlerden öğreniyoruz.
Peki ihanet, işbirlikçilik ve hainlik ne zaman devreye giriyor? Ya da ihanet, işbirlikçilik ve hainlik ne zaman para eder, ne zaman paralanır, ne zaman kıymetlenir? Hiç şüphe yoktur ki ihanet, işbirlikçilik ve hainlik her zaman para etmezler ve her zaman aranan bir durumu arz etmezler.
Olağan süreçlerde ihanet ve işbirlikçilik çok rağbet görmez. Normal bir adamın rolü oynatılabilir. Bunun için belki de karşısında birkaç kuruş verilir. Önüne birkaç kemik atılır. Olağan süreçleri halkların baskı altına alınmadığı süreçler olarak ele alırsak, egemenlerin birilerine yol göstermeye ihtiyaç duymadıkları süreçler olarakta anlamak yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda egemenler ya da bir halkın elini güçlendirecek kekliklere çok ihtiyaç olmayabilir. Dediğimiz gibi yine de pratik tedbir olarak yine de genişlemek isteyen bir güç halkların aralarına kendi adamlarını yerleştirmek isteyebilir. Ancak bunlar ajanlar olabilir. Bu ajanlar elbette yine halk düşmanlarının yanında bir kıymeti olacaktır. Ancak bu ajanların gelecekleri sıradan bir ajan muamelesi olacaktır. Sanki ihanetçiler, işbirlikçiler ve hainlerin paralandıkları kıymetlendikleri zamanlar olağanüstü süreçlerdir. Bu olağanüstü süreçler genellikle direniş süreçleridir. Bir halkın sömürgecilere karşı direnişe kalktığı süreçler hele birde bu direniş neredeyse kırılamayacak bir aşamayı yaşıyorsa oradaki ihanet işbirlikçilik tavan bulur. Böyle süreçlerde ihanet, işbirlikçilik ve hainlik en üst düzeyde karşılanırlar. Her gün yanı başlarında görülürler, paraya batırılırlar, özel karşılanırlar. Böylelerine böyle süreçlerde kızları bile verilirler. Ne de ihanet öyle bir kazığa bağlanmalıdır ki bir daha sökülmesin. Örneğin Hitit kralı kendi tebasına karşı çıkan Mitani prensi Matizawaya kızını bile verir. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ise Matizawa’ya çok küçük bir parçası verilir. Böylelikle de sağlam bir kazığa bağlanılmış olur. Özcesi bir halkın direniş süreci en çok ihanetçi, işbirlikçi ve hainin ortaya çıktığı zaman oluyor. Ayrıca kıymet görmeyenler böyle süreçlerde çok ama çok kıymetlenirler, paralanırlar, ödüllendirilirler. Peki, ihanetçiler, işbirlikçiler ve hainler neden böyle tarihi süreçlerde ortaya çıkarlar, neden tam da tarihi anlar yaşanırken böylesi iğrenç bir eylemin sahibi olurlar.
Hiç şüphe yoktur ki verilecek çok farklı sayıda cevaplar olacaktır. Sosyolojik olarak ciddi bir araştırma yapmak gerekir. Elbette ihanet edenlerin ruh halini iyi araştırarak, ruh hallerini iyi bilmek gerekir.
Örneğin Hindistan doğumlu Philby eğitim görmüş ve çift taraflı çalışmak üzere 1940 ta MI6’te –İngiliz İstihbarat Servisi oluyor-alınmış, Philby 1963 yılına kadar hiç sezdirmeden Ruslara çalışmış, deşifre olunca Ruslara sığınır. İşte bu Philby ‘ihanet etmemek için insanın bir yere ait olması gerekir, oysa ben hiçbir yere ait değilim ‘ diyerek ihanetini savunduğu söylenir.
Özcesi bir yerlere ait olmayanlar, bir yerlerde yaşarken başkalarına yarananlardır. Başkaları gibi düşünenlerin varacağı yer ihanettir.
Devam Edecek…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İnsan insanlaşmaya, toplumsallaşmaya yol aldığından bu yana hiç umutsuz, ışıksız kalmadı. Büyük emek ve yaratıcılığının yanında hep umutlu ve ışıklı olmayı bildi, böyle olmasaydı insanlaşmaya ve toplumsallığa ulaşması belki de mümkün olmayacaktı. Varoluşumuzun ne kadar farkındaysak, toplumsallığımızın kökeninde bulunan bu değerlerimizin de farkında oluruz.
Yirmisinde bir gencin yirmi bin yaşında olduğunu söylemek, yirmi yaşında olduğunu söylemekten daha gerçek değil midir? İnsan, ruhunun derinliklerine bakmasını bildiğinde insanlığın binlerce yıllık çatışmasını, umudunu kendinde bulabilir. Ve sadece kendi ömründen, insanın aydınlıksız, umutsuz ayakta kalamayacağını görür. Yalanlarla doldurulan, tarih adına tarihsizleştirme kitapları dahi, ne kadar çarpıtırsa çarpıtsın, insanlığa öncülük etmiş, yaşam, umut vermiş dehalarının, öz evlatlarının aydınlığı, gerçekliğini karartamaz.
Bize ait olmayan, özgür yaşama seçeneğinden yoksun, her adımımızın tanrılarca belirlendiği, karartılan bir dünyaya doğduk. Kimliksizdik, dilsizdik, kişiliksizdik...
Üzerinde yaşadığımız topraklar, üzerimizdeki giysiler, beynimize üşüşen düşler, düşünceler bizim değildi. Biz bize ait değildik. Yalan bir dünyanın yalandan figüranlarıydık. Ama yine de ne yapılırsa yapılsın, ne kadar oynanırsa oynansın, söndürülmeyen, hayatın başlangıcından, evrenden devraldığımız özgürlük ışığını taşıyorduk, derinliklerimizde...
Birçoğumuz sırtını dönüp, dalsa da yalan dünyanın sularına, birileri o ışığı bulup çıkaracak, onunla önceden çizilenin ötesinde, egemenlikli tarihten bugüne hep saklanmak, kapatılmak istenen, o zorlu yola gözlerini dikti. Bu yol nereye gidiyordu acaba? Sürüleşen koro hep bir ağızdan haykırdı; “ölüme gider, hiçliğe gider bu yol !...”.
Bilinmeyen korkutucuydu, her zaman olduğu gibi. Gitmek yola koyulmak cesaret istiyordu, en çok da hakikat aşkıyla yoğrulu bir yürek gerekti.
Asla, tümüyle karanlıklara teslim olamayan koca insanlığın en gizli görünmezlerinde sakladığı ışıktan, özden yarattı ve bu ışığın sonsuz savunucusu, tereddütsüz, bakmadan geriye, aydınlığıyla binlerce arayışçıyı sürükleyerek peşinden düştü yola.
Tarihin bu en eski yolundan başlayıp yolculuğuna, yeni yollar keşfederek kaderini aldı avuçlarına. Zor tanımını çok aşan, imkansız denilene yaklaşan bir yolculuktu. Düşe kalka, insanın önceden çizdiği tüm sınırları alt-üst eden, içinden çıkılan yaşama ait her şeyi üstünden, içinden atmadıkça hep kanadığı, düştüğü, kendini bulma, yeniden yaratma yolculuğuydu. Şimdiye kadar en çok yok sayılanlar, karanlığın ilk kurbanları kadınlar, hiçbir yaşama hakkı tanınmayanlar, özgürlüğe susamış halkların çocukları, kendi öz seslerinin, yüreklerindeki ışığın temsilcisi öncülerini takip ederek çıktıkları yolculukta yol oldular geride kalanlara. Verili sınırların dışına çıkan, yalanları parçalayarak kendi gerçek dünyalarını yaratanlar emsal oldular, ardlarında bıraktıklarına, her geçen gün büyüdüler, ışığı çoğalttılar. Sınırsız köleliğin zincirlerini parçaladılar.
Aydınlığı her geçen gün tüketen karanlık dünyanın yaratıcıları için uykusuz geceler demekti gerçekleşenler. Rahatları kaçmıştı, her şey istedikleri gibi gitmiyordu. Yerin derinliklerinde oluşan çatlak büyürse, altlarındaki toprak kayabilir, binlerce yıllık saltanatları yerle bir olabilirdi. Tehlikenin kokusunu iyi alan burunlarıyla, büyüyen ışıkta ölümlerini gördüler. Can havliyle ışığı boğmanın yollarını aramaya koyuldular. Karanlık, hile, yalan, katliam, her türlü kirlilik, vahşet onların işiydi. Bunlarla büyüyerek bugünlere gelmişlerdi. Özgürlük adına köleliğin en derinini yaşatan bu canavar, insanı geçmişinden ve geleceğinden, onu kendi yapan toplumdan koparıp, parçalayarak yalnızlığın, sevgisizliğin en diplerine fırlatarak, ölmeden sürekli ölüm halini yaşatıyordu.
Özgürlük savaşçılarının düşlerine, düşüncelerine sızmak, onları yollarından döndürmek için elinden geleni ardına koymadı. Kimileri düşse de canavarın pençesine, savaşçılar daha büyük bir azimle sürdürdüler savaşlarını. Çok amansız, insafsız, adaletsiz bir savaşı yürüttüler, karanlığın temsilcileri hem de insanın doğuş beşiğinde.
Dünyanın tekniği alt edemedi bir olan bilinci, inancı ve umudu. Ve karanlık, gözlerini aydınlığın öncüsüne dikti. Binlerce yıldır, kah yer üstünde kah yer altının derinliklerinde süregelen çatışma, çıplak gözler önünde büyük bir savaşa dönüşmüştü. Yerin göğün en derinden hissedip, sarsıldığı, kör yüreklerin dahi gözlerini açan, insanlık tarihinin en kirli oyununu sergilediler.
Boğmak, yok etmek, kökünden söküp atmak istediler aydınlığı, insanlığın umudunu. Dünyayı bir tiyatro sahnesi haline getirip insanlığa kendi yok oluşlarını alkışlatmak istediler. Olmadı, olamazdı!
Bir kere özgürlük tohumu boy atmıştı. Kök salmıştı. Artık her şeyi kontrol edemezlerdi, edemediler...
Nasıl ki karanlık binlerce yıllık bir tarihe sahipse, aydınlık ondan daha uzun bir tarihe, tecrübeye sahipti. Karanlığı aydınlığa çevirmenin yolunu bulmuştu. İnsanlığın kirlenmemiş oğlu! Özgürlük aşkıyla dolu bir yürek yenilmezdi, kendini yürüterek çoğaltırdı. Zifiri karanlığı dahi aydınlığa çevirmek en büyük yaşam oyunu, gerekçesiydi onun için.
Ve büyük savaş, dört bir yanımızda, yaşamın her alanında, ruhlarımızda şiddetlenerek büyüyor. Kim kazanacak? Arayışçılar-savaşçılar hakikat yolunda yürüyerek kendini çoğalttıkça, kenetlendikçe aydınlık düşlerin, düşüncelerin etrafında, O’nun dediği gibi, “Özgürlük Kazanacaktır!”...
Şehit Viyan Bölüğü
- Ayrıntılar
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Tam bundan 12 yıl önce ne çarxın kaldı ne de vicdanın.
Ne adaletin kaldı ne de hukukun.
Ne yiğitliğin kaldı ne de cesaretin.
Kala kala korkaklığından dolayı qelleşçe yaptığın komplo kaldı.
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Nerede, ne zaman, birine karşı hele bir öndere karşı, böyle bir komplo yaptın?
Nerede, ne zaman bir halkın özgürlük özlemlerine karşı topluca hareket ettin?
Nerede, ne zaman bir halkın soykırımdan geçirilmesine sessiz kalma bir yana ortak oldun?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Hani PKK’ye altı aylık ömür biçmiştin.
Hani PKK dağılacaktı.
Hani PKK bir daha direnişe geçmeyecekti.
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Umudun tam tükendiği sanılan bir yerde, yeni bir zafer umudunun yükseleceğini bilmiyor muydun?
Böyle bir Önder’in etrafında yiğit Kürt halkı ve çıplak bedenlerinden başka bir şeyi olmayan zindan direnişçilerin ateşten çember oluşturacağını bilmiyor muydun?
Kendi küllerinden kendini yeniden yaratan Anka kuşu gibi İmralı’dan Kürdistan kentlerine ve köylerine, oradan Kürdistan dağlarına kadar topyekun ve yeniden bir yaradılaşa geçen Kürtlerin bunu yapabileceğini hesaplamıyor muydun?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Ya ARGK’den de daha amansızca direnen bir HPG gerilla gücüne dönüşümün olabileceğini de görmedin mi?
Ya 120 ARGK gerillasının yaptığı bir eylemi 4-5 kişilik bir HPG gerilla timinin yapabileceğini de hiç görmedin mi?
Ya profesyonelleşen ve yenilmezliğini kanıtlayan HPG gerillalarının, Türk ordusuna tarihin en büyük yenilgisini ZAP’ta tattıracağını görmeyecek kadar körmü idin?
Ya HPG’nin neredeyse yüzde doksan düzeyde yenileneceğini de mi görmedin mi?
Ere oy felek!
Ere oy felek!
Bak, Kürdistan ve dünyanın dört bir yanındaki Kürtler, her yıl 15 Şubatta ayakta.
Bak, daha örgütlü ve direngen bir halk var.
Bak, artık her Kürt çocuğu ve gencinin tek bir hayali var.
Bak, bu hayali keskin olanlar, dağları mesken eyliyorlar.
Bak, bu hayali keskin olanlar, 15 Şubat Komplosundan alınacak en iyi intikamın gerillaya katılımdan geçtiğin iyi biliyorlar.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
“Devletin öldürme özgürlüğü var mı?”
2004 yılında Tekirdağ taraflarında ortadan kaybolan ve bir daha kendisinden herhangi bir haberin alınamadığı Tolga Baykal’ın annesi soruyor bunu. Ve haklı olarak da son yedi yıldır bütün mercilerde ve kapıların eşiğinde bu soruya cevap arıyor.
AİHM’de dahi bu sorusuna cevap aradı.
Tolga Baykal!!!
2004 yılında İstanbul Üniversitesinde öğrenciydi. O dönemlerde Tekirdağ tarafına bir geziye gitmiş ve daha sonra annesini arayarak, bir telefon numarası vermek istemişti. Fakat o anda telefon bağlantısı kesilir ve gözü yaşlı annenin Tolga Baykal’ın ağzından duyduğu son sözler bunlar olur.
Uzun bir süre onun izini sürer anne. Daha sonra yine bir gün kapısı çalınır ve izini sürdüğü oğlunun, küf kokusu sinmiş elbiseleri kendisine verilir.
Bunun dışında da herhangi bir şey söylenmez.
Aradan geçen zaman zarfında bir uzman çavuş, Tolga’nın annesiyle telefonda oldukça ilginç diyalog geliştirir. Son derece kendinden emin bir şekilde bu işin peşini bırak der.
Tolga’nın annesi bu işin peşini bırakmadığı gibi her yerde ve platformda bu soruna ve benzerlerine, yani bu ülkenin kayıp insanlarına yönelik ciddi bir hassasiyetin mücadelecisi olur.
Galatasaray Lisesi önünde, üç yüz küsur haftadır toplanan ve kamuoyunda “cumartesi anneleri” olarak bilinen grupla tanışır.
Geçtiğimiz günlerde de, başbakanla görüşme yapan heyetin içinde yer alarak, yedi yıldır yürüttüğü amansız mücadeleyi anlatır.
Fakat orada “Tolga’nın cenazesine ulaşsam dahi bu insanları ve bu acı hikayeleri, o soğuk meydanlarda bırakmayacağım” der.
Devletin kendisinde öldürme özgürlüğünü hissettiği bir olayın ve yakın geçmişin toplumsal hafızasının şekillenmesinde oldukça önemli bir rolü olan bu gerçekliklerin, devlet ve toplum arasındaki ilişki hukuku gerçekliğinde öteden beri cevabını arayan şu soruya dayanır;
Devlet korumak ve kollamakla mükellef olduğu topluma karşı neden şiddet uygular?
Bu soruyu dünya gerçekliğindeki demokrasi ve liberal hukuk devleti anlayışlarına vurduğunuzda alacağınız en kestirme cevap; devlet başlı başına bir yapısal sistemdir. Bundan dolayı her türlü yürütme-yasama erkine sahiptir. Bundan dolayı da cezai yaptırımlarının dışında ve uygulamakla mükellef olduğu hukuksal çerçevenin dışında hareket edemez!
Bu soruya sokağın ortasında ve paramparça olmuş hayatların içinde alacağınız cevap ise; umuda yolculuk otobüsleri ve yaz/kış demeden o meydanda toplanan, her hafta bir hikaye anlatan annelerin gözyaşları olacaktır.
İşte bu sorunun cevabını ve yaşamın gerçekliğini tam 17 yıldır o lisenin önündeki meydanda arayan anneler var hala.
17 yıldır canlarından birer parça olan kayıplarının akıbeti hakkında seslerini duyurma mücadelesi veriyorlar. Salt bugün değil dün de oradaydılar, emin olun yarın da olacaklar. Onlar sadece ve sadece kuru bir mezar, kırıntı kabilinde olsa dahi bir bilgi istiyorlar.
Son 17 yıldır ortaya koydukları bu duruş; devletin yargısının, yasamasının ve yürütmesinin işleyiş mekanizmasını ve sınırlarının herkes tarafından bir kez daha sorgulanmasını şart koşuyor.
Hikaye sadece Tolga Baykal’la sınırlı da değil. Cumartesi anneleri bu acımasız yazgılarının bütün hezeyanlarına bir cevap arıyor. Devletin bu soruyla yüzleşmesini istiyor.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Şubat ayı, Kürdistan’ın birçok bölgesinde biz Kürtler arasında “Sıbata dînok” diye tanımlanır. Yani, “deli şubat.” Deli denir şubata! Kışın, doğa koşullarının zorluğu mu? Kar, fırtınanın yoğunluğu mu? Yolların kapanması ve çevreyle ilişkilerin kesilmesi mi? Bunlar da var ama sanmıyorum ki bundan dolayı Sıbata dînok densin.
Kürdistan’ın doğu-güney sınırı, güney-kuzey sınırı ve kuzeydoğu Kürdistan sınır hatlarının dağların karla kaplı ve her gün fırtınalara gebe halleri ve sınırların öte yüzündekilerin akrabalarına ulaşamama, ulaşmak isterken fırtınalara yakalanıp karda donup boğulmaları, yine karda boğulanların naaşlarının bulunmaması; bulunsa dahi yaz aylarında karın erimesinden sonra kurtların, çakalların yediklerinden artakalan parçalanmış elbise artıkları ve kemikleri bulunur.
Kürdistan’da Şubat ayında üç mevsim bir arada yaşanır. Ovalarda ekinlerin yeşerdiği, vadilerin yem yeşile kestiği, dağ eteklerinin eriyen kar sularıyla coştuğu, yükseklerin kar boranla geçen donduran, öldüren soğuğu Şubatın birkaç yüzü. Ancak Şubat ayının farklı yüzleri de var. Biz Kürtleri insanlık ailesinden çıkarmak için planlanan ve hala devam eden toplum kırım politikalarının uygulanma zamanı gibi.
Adımız, “eşkıya, kuyruklu, idraksiz, medeniyetten uzak”; varlığımız, güldürü-mizah malzemesinin aşağılanan fıkralarının konusu ve sanatın çöplük işlemelerinde etkisiz madde... Yani beyaz adamın kusmuğunu üstüne kustuğu, coğrafyası ile halkıyla bir toplum kırım arenası. Bu, öyle bir kırım ki Nazizm’e ilham verdi ve Nazım Hikmet’i bile tuzağa düşürerek O’na da bizim için “eşkıya” dedirtti.
20.yüzyıl başında dünyanın ulus devletlerince ve en acısı da halklar adına mücadele eden Lenin’in Bolşevik Partisi’nin katkılarıyla Lozan’da yeryüzünde yok sayıldık.
1925 Şubatının 15’inde Kürt şeyh ve dedelerine karşın komplolarla soykırım başlatıldı. Katlettiler, yaktılar, sürgün ettiler ve 80 Şeyhimizi hunharca astılar. Beyaz adam doymak bilmiyordu, analarımızın kulaklarını kesip altın küpeleri çaldılar “sevgililerine” hediye ettiler.
Sovyetlik Komünist partili yoldaşlarla anlaşarak Lenin’in Kurdurduğu Kızıl Kürdistan’ı 1936–38’de yıkarak Orta Asya Türkî Cumhuriyetlere dağıttılar. Yük trenlerine doldurulan yüz binlerden günlerce yapılan yolculuklar sonucunda yarısı ölmüş, öldürülmüş ve arta kalanlar Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a dağıtılmışlardı. Dağıtıldıkları, konumlandıkları alanlar, yerleşim yerleri de Türklerin içindeydi.
En ilginci ve anlaşılması zor olan da toplu kalmalarına izin verilmemesi, köy köy Orta Asya'nın her yanına parçalanarak dağıtılması ve 1968’e kadar da bu köylere giriş çıkışların izne tabi tutulmasıdır. Yani bir nevi karantinaya alınmaları. Geride Kızıl Kürdistan’da kalan Müslüman Kürtler Azeri olmayı kabule zorlanıyor; Ezidi olanlar da Gürcistan ile Ermenistan’a dağıtılıyorlar. O dönem TC ile anlaşmanın gereği bunlar yapılıyor. Beyaz adam durmuyor, doymuyor toplum kırımına devam ediyor. Ta şimdiye kadar. Ama ne gariptir deli, eşkıya, dağlı denilerek küçümsenmek isteyenler tüm yok etme silah ve programlarına rağmen hala dağdalar.
Kara gün 15 Şubatta, soykırım gününde Rêber APO esir düşünce Kazakistan’da yaşayan şair (Welate me Kurdîstan’e şarkısının yazar) Mecide Sılo Önderlik için bedenini ateşe vermişti. Şubatın acısı Kürtleri siyasallaştırdı. Önderliğin yakalanması, esir düşmesiyle dağıtıldıkları dünyanın her yerinden yüzlerini ülkelerine döndüler.
15 Şubat 1925’te başlatılan Kürt toplumsal soykırım politikalarının yıldönümünde Önder APO’yu haince bir tuzakla Türkiye’ye getirdiler. Şeyh Sait’in idam edildiği 29 Haziranda Önder APO’ya idam verildi. TC, yani beyaz adam tarihselliğe göre hareket ediyor. Kürtlere “yok olmanızın tarihi var ve güncelden ders alın, siz var olmak isterseniz hep idam ve katliamları yapacağız” mesajını verdi. Katliamları hep yaptılar, günlük hayatımızın her alanına saldırarak yaptılar, tarihi belleğimize saldırarak tarihsizliği yarattılar. Asıl bir toplumun, bireyin tarihsel bellekten yoksunluğu o toplumda boşluk yaratır. Şubat 1925 ile hedeflenen Kürt toplumunda boşluk yaratmak yaratılan boşluktan beyaz Türklüğü inşa etmekti.
Sonuç olarak biliniyor delilik de bellek kaymasından kaynaklanır. Kürt toplumunun Şubat ayına deli şubat demesi mizahi de olsa, güncel yaşamın zorluğundan da olsa kendine yönelen soykırıma karşın bir karşı refleks ve kendinde ısrarın, kimliğini korumanın kara mizahıdır. Kürtler adeta “Senin tankın, topun, askeri zorun var, kendini güçlü görebilirsin, öyle de sanıyorsun ama benim damarlarım insanlığın ilk evrimine, ilk yerleşik yaşam ve toplumsallaşmanın ilk kültürüne gidiyor. Ben yaşayan insanlığın doğuranıyım yerimden sökülmem” diyor.
Evet, soykırımcıların planladıkları kara 15 Şubat yani Kürtleri kırım gününe cevaben Önder APO İmralı duruşu ve yaratığı eserleriyle soykırım tarihini boşa alarak Kürt tarih belleğini yeniden yarattı. Şimdi dağlılar, eşkıyalar yani Kawa’nın ellerinde özgürlük ateşi olan çocukları deli gömleğini zalimin başına ilmik ilmik örüyor. Şeyh ve dedelerimiz rahat uyusun, mezalimin planı başarılı olamadı.
Medet Serhat
- Ayrıntılar