Ya inanılmaz bir iyimserlik ya da korkunç bir kötümserlikle bakmak zorunda değiliz. Her olay ve olguyu bin yılların biriktirdiği duygu yoğunluğu ve neredeyse bir sigara yaprağı kadar incelmiş bir ruh haliyle değerlendirmek kimseye fayda sağlamaz. Yaşanan her olay, karşımıza çıkan her olgu -hele bir de günümüz gibi karmaşık toplum yapılarında- çok uç değerlendirmelere gebe olduğundan kesinlikle bu yaklaşımlarla anlaşılamaz.
İyimserlik ve kötümserlik arasında gelip gitmek karşıda bulunan tehdit ve tehlikenin farkına varılmamasına yol açıyor. Bu konuda belirli bir yetkinliği yakalayanların da bunu nasıl bertaraf edebileceği konusunda yeterli bir fikir üretkenliği ve mücadele zenginliği yakalayamadığı ortada. Neticede karşı tarafın günlük propaganda bombardımanı içerisinde kendi haklı taleplerini dillendirme ve “Çoğalma” eylemini gerçekleştiremiyor. Şikayetçi ve beklentili üslup neredeyse tüm demokratik, yurtsever kamuoyuna hakim oluyor.
Bir anlamda beklentili bir ruh halinin yarattığı bu sonuç şüphesiz en çok da hayatını ve tüm varlığını barış için adayan Kürt halkı açısından olumsuz bir duruma yol açıyor.
Birilerinden beklenen hiçbir talep istenen düzeyde ve ölçüde elde edilemez.
***
İşte görüyoruz, “Anlaşılmayan bir dil” sözüyle sergilenen ikiyüzlülüğü.
Buna rağmen olayı münferit bir iki hakim ya da meclis başkanının kişisel değerlendirmeleri olarak yansıtmaya çalışanların çabaları da çok açık bir yalakalık düzeyinden geri kalmıyor.
Düne kadar Akp’nin Kürtler açısından TC tarihi boyunca karşılaşılan en iyi fırsat olduğu yönlü düşünceleri en açık ve cüretkar bir şekilde Kürt Özgürlük Hareketi karşısında savunanların bundan sonra nasıl bir tutum sergileyecekleri de tabii ki merak konusu.
Koskoca anayasaya rağmen gidip Kürtçe TV kurma ‘cesareti’ gösteren bir ‘yürekli’ bir siyasi hareket Kürtlerin kendi ana dilleriyle savunma yapmaları karşısında kullanılan dili “Anlaşılmayan bir dil” olarak değerlendirenlere çıkıp “biz yaptık oluyor, siz de kabul edin” demeyecekleri herhalde artık anlaşılmıştır.
Demek ki inkar ve imha politikalarını halen Kürtler karşısında bir sopa gibi kullanan bir siyasi irade söz konusu.
Demek ki halen Kürtlerin toplum olmaktan kaynaklı haklarını talep etme ve uygulamaya koyma imkanları yokmuş.
Demek ki Akp ve yalakaları tarafından dillendirilen “Biz Kürtlerin dostuyuz, onları en iyi biz savunuruz” sözleri de koca bir balonmuş.
***
Bu gerçeği görmezden gelerek bu saatten sonra yine de Akp eksenli politikalara itibar etmenin Kürtler açısından daha ne gibi sonuçlar doğuracağı önümüzdeki günlerde daha iyi açığa çıkacaktır. Fakat bunun deşifresinde yurtsever ve demokratik kamuoyunun yapması gerekenlere sahip çıkma düzeyi bunun süresini belirleyecektir. Yani öyle kendiliğinden deşifre olmasını beklememek gerekir.
Bir iki iyi söze kanıp iyimserlik rüzgarına kapılmak da, bunlardan adam olmaz deyip kendini kapatmak ve soyutlamak da bir sonuç doğurmaz. Bu anlamıyla aktif bir mücadele içine girmek gerekiyor. Fakat bu konuda da beklentili bir duruşun hakimiyeti kesinlikle gelecek açısından kaygı uyandırır bir düzeyde seyrediyor.
Gerilladan beklenen son şans da verilmiş olmasına rağmen adeta susan silahlarla birlikte suskunlaşan bir toplum kesinlikle Kürtlerin barışçıl, demokratik mücadelesine yakışmayan bir duruş. Kendi haklarının temini için belirli bir süre daha demokratik ve barışçıl yöntemlerin önünü açmış olmak, bir şekilde kısmi diyalogla Önderliğimizle görüşülüyor olması kesinlikle Kürtlerin haklarını garantiye alacak bir düzey değildir.
Her zamankinden daha fazla haklarını elde etmek için ayakta olunması gereken bir dönemde beklemek, gözlemek ve iradesini sokakta, eylemde gösterememek Kürtler açısından kazanılmış hakların kaybedilme riskini de yaratıyor.
Bir dönemler Önderliğimiz “Kürtlüğü de elinizden alacaklar” şeklinde bir değerlendirmesi olmuştu. Günümüzde sergilenen politika ve söylemler buna tekabül ediyor. Dilimizi kullanma hakkını dahi elimizden almaya çalışan bir siyasi irade ile yüz yüzeyken hakların kendiliğinden geleceğini beklemenin hiçbir sonuç yaratmayacağının bilinciyle bir dakikanın bile boşa harcanmadan örgütlenmenin ve eyleme geçmenin zamanıdır şimdi. Böylesi ikiyüzlü bir iradenin Kürtlerin dillerini elinden alma çabalarını durdurmak dili daha güçlü sahiplenmek ve bunu ekmek su kadar önemsemekten geçiyor.
Gençlerimizin öncülüğüne asıl bu dönemde ihtiyaç var. Kürt gençlerinin sokak eylemlerindeki cesaret ve öncülüğünü kendi ana dilini öğrenme, öğretme ve savunma konusunda da yürütebilmesi hem asimilasyon politikalarına hem de böylesi ikiyüzlü yaklaşımlara son ve keskin cevabı verecektir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Eskiden okurken ya da dinlerken bir şeyleri görünen anlamının ötesini araştırma gibi bir merakımız vardı. Derine gizlenmiş manaları çözmek çocukça bir merak olduğu kadar kaşifçe bir haz da veriyordu. Öyle bilinemez olduğundan değil. Daha çok kendi düşünce emeğine dayalı araştırmanın, bilinmezi ortaya çıkartmanın, sonucuna ulaşmanın verdiği bir coşkunluk hali. Kış gecelerimizin vazgeçilmezi bilmece ve bulmacaların verdiği zevk de bundan olsa gerek. Bilmenin verdiği tatmin ve bilginin insana verdiği güvenin yaratımı olan bu coşku bir yanıyla da merak ve emek olgularının düşüncelerdeki yeriyle ilgili.
***
İktidarların söz ve bilgi üzerindeki egemenliğin gücü herkesçe bilinir. Ve bu bilgilerin insanları nasıl alıklaştırdığı. Yersiz ve ağır bir eleştiri olarak algılanabilecek olan alıklaştığımız tezi yeni değil. Yıllardır, on, yüz yıllardır önde gelen birçok fikir insanı bunu defalarca tekrarladı. Çoğunun başına gelen talihsizlikler gözler önünde.
Daha eskilerden de örnekler bol. Bir kelimenin, bir cümlenin militanlığını yaparak ölümsüzleşen nice isim var dimağımızda. Bilgi ve hakikat tutkusu öyle bir şey ki sırf geleceğe aktaracağım diye nice “aşavan”* yandı hakikatin aşkıyla.
Gel gör ki günümüz insanlarında anlam verilemez bir bilgisizliğe susamışlık var. Bilinçli bir cahillik akımı. Verilen, öylesine sorgulamadan ve öylesine kabullenmişlikle alınıyor ki verenin de öyle ustalık aramasına, bin bir dereden su getirmesine ihtiyaç duyulmuyor.
Haliyle ortam “daravan”lara** kalıyor.
***
Teröristlik suçlaması Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin sıkça karşılaştığı bir yönelim olarak resmi ideolojilerin, iktidarların temel argümanlarından birisi. Öyle ki sırf Türkiye’de yaşayanların belki de yüzde 80’inin haberdar olmadığı bir ülkeye PKK’yi terörist denilmesi için sunulmayan fırsat, peşkeş çekilmeyen değeri kalmadı halkların. Gerçek terörün ne olduğu konusu öylesine girift ki doğrusunu anlatmak da öyle kolay değil. Buna rağmen Kürt halkı, hareket ve Önderi etrafında oluşturduğu örgütlülükle zorlama terör tanımlarının beyhudeliğini tüm dünyaya duyurdu.
Artık günümüzde söyleyenlerin bile inanmadığı bir tez PKK’nin ‘teröristliği’.
Çok usta bir şekilde kafalara kazılan bir olgu olan teröristlik otuz yılı aşkındır halkının kimliği ve kültürü için mücadele yürüten bir harekete yapıştırılmaya çalışılıyorsa bu savunduğu gerçeklerin devlet ve iktidarlar nezdinde taşıdığı tehlikeyle bağlantılıdır. Binyıllardır kim ki iktidar odakları karşıtı hareket içine girmiş ise kafir, zındık, hain, cadı, şeytan olarak adlandırıldılar. Günümüzde de kapitalist modernite keşfi olan teröristlik bu olguların yerini aldı. Devlet ve etrafında örgütlenmiş olan medya ve bürokrasi ise birinci görevi olarak bu düşünceyi kesinleştirmek, doğal ve sıradan bir gerçekmiş gibi halkların düşüncelerinde hakim kılmak için elinden gelen çabayı sergiliyor.
Hal böyleyken ‘terörist’ olarak lanse edilmeye çalışılan Kürt Özgürlük Hareketi’nin yürüttüğü siyaset ve uygulamalarla devleti köşeye sıkıştırdığı bir dönemde bu hareketin yarattığı ortamda örgütlenen kimi dost ve demokrasi yanlılarının bu yaftadan kendilerini sıyırmaya çalışmaları dayatılan gerçekliğin kabulü anlamına gelmiyor mu?
Kürtler ve demokratik halk inisiyatifleri bu tezin anlamsızlığını ispatlamış olsa da yoğun bilgi kirliliği ve manipüle artık cümlelere sıkışmış kimi gerçekleri göz ardı ettiriyor. “Terör örgütünden talimat alıyor musunuz?” sorusuna genelde verilen cevapların çoğuna hakim bir üslup olarak “Biz asla teröristlerle ilişki kurmayız” tarzında verilen cevaplar tam da yapılmak istenen oyunlara gelmek anlamına geliyor.
Bir olguyu, bir soruyu olduğu gibi, verildiği gibi algılama ve düz yaklaşmanın bir sonucu olarak geliştirilen refleks kabilinde cevaplar kimi zaman savunulan doğrunun karşısında yer almayı da getirebiliyor. Belki de Kürtler olarak Türkçeye hakim olmakta yaşadığımız gensel bir zayıflığın sonucudur. Fakat daha fazla politikada yüzeyselliğin bir sonucudur yaşanan durum. Oysaki Kürt Özgürlük Hareketi ve Önder Apo yıllardır Kürt halkında politik hassasiyet oluşturmaya çalışıyor. Fakat görünen o ki daha alınması gereken çok yol var.
Her sözün, her hareketin, hemar sorunun geldiği yer ve kimlikle birlikte taşıdığı maksatlılık görülmez, iyi niyet ve duygusal tepkimelerin sonucu yaklaşım sergilenirse günümüz tartışmalarında olduğu gibi tersten bir kabulü yaşamış oluruz.
Kürt Özgürlük Hareketi ‘terörist’ değil ve bu nedenle herhangi bir kişi ‘terörist’ örgütten talimat alamaz. Onun perspektifleri doğrultusunda hareket edemez. Demokratik modernitenin yaratıcı gücü olan Kürt siyasi hareketi ve çalışanları da bu gerçekliğin bilincinde olarak cesurca yaklaşabilmeli. Bir demokratik ulus yaratım mücadelesi yürüten, halkının savunmasını yapan bir hareket savunulacak, fikirleri, dağlardaki özgürlük savaşçıları desteklenecekse bu gerçeğin etrafında oluşturulacak netlikle sağlanabilir. Yoksa duygusal, manevi bağlılığın yaratacağı bir düzeyle ancak kendi birliğini korumak mümkün olabilir.
Önderliğimizin “çağın bilgi sınırlarını aşmak” söylemi doğrultusunda her kavrama kutsallık derecesinde anlam verip yeniden anlamlandırarak, söylenen her sözü gözden geçirerek, dayatılan her söz ve fikri savunduğumuz düşüncenin süzgecinden geçirerek yaklaşmak hayati önemdedir. Yoksa savunulan en büyük ve haklı doğruların altı doldurulamaz ve zayıf argümanlar olarak karşıtların kullanımına açık hale gelir.
*aşa: doğruluk, hakikat. Aşavan: Doğruluk taraftarları.
**Druj: yanlış, yalan. Daravan: Yalan taraftarları
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Yönetim olmak insanları yanıltmak değildir. İnsanlara çalışma bilinci, ortamı, imkânı sunmak demektir.
Tarihi gerçeği bu olması gerekirken, Türkiye yöneticileri sadece ve sadece toplumu yanıltıyorlar, yalanlar üzerine kurdukları sistemleriyle yürütüyorlar. İnsanın duygusal bir varlık olduğunu, onun yanıltılabileceğini ve manipüle edilebileceğini de bildikleri için, bu kirli yol ve yöntemleri uygulamakta sınır tanımıyorlar. Pervasızca toplumun bilinciyle oynuyorlar.
Normalinde politikanın görevi belli bir süreçteki, belli bir toplumsal güç ve ilişki içerisindeki değişim sürecini, işleyişi çözümleme ve planlama olmalıdır. Bu anlamda politika alanı, dönemseldir, yaşanan sorunlara çözüm bulandır. Toplumun iç ve dış ilişki ve çelişkilerinin belli bir dönemde oluşan düzeyinin çözümlenerek, belli bir hedef doğrultusunda, toplumun çıkarlarının savunulması için, toplumsal çalışmanın yürütülmesidir.
Ne var ki olması ve yürütülmesi gereken politika yerine, toplumların çıkarları yerine, kendi dar-zümresel çıkarlarını esas alarak toplum sömürülüyor.
Politika sahası dışında, yalan ve sahtekârlıklardan daha ektili bir toplum güdümlenmesi için kullanılan başka bir silah ise: şiddet ve savaştır, yani askeri güçtür.
“Şiddet ve zor gasp ve köleleştirmenin esas yöntemidir.” İrade kırma, etkisizleştirme, boyun eğdirme, teslim alma ya da bunlar olmuyorsa imha etme oluyor. Şiddet bir hedefe dönük bir güç kullanımını, saldırıyı ifade ediyor ve bu da bir amaca bağlı gerçekleşiyor. Bir şeyler elde etmek oluyor. Gasp etmek oluyor. Ona dair bazı imkânlara, değerlere el koymak oluyor. “Şiddet devletleştiğinde ordulaşıyor. Örgütleşirken orduya dönüşüyor. Ve örgütlü şiddet, büyüyen şiddet savaş halini alıyor.”
Savaş ise: “şiddetin daha örgütlü ve planlı hale gelmesidir. Savaş ve şiddet arasında böyle bir ilişki, bağ vardır. Savaş gerçeği bir saldırıdır. Savaş, insanlık tarihinin ağır sapma yaşadığı bir dönemde artık değer gaspına dayalı tekelci sistemin oluşum sürecinde, bu sistemin oluşmasının temel aracı olarak var olmuştur.
O halde savaşı iktidar ve sermaye tekellerinin oluşmasına ve devletin gelişmesine yol açan temel saldırı eylemi olarak tanımlamamız lazım. İkna, yanıltma, hile, hem artı değer gasp etmede yani sömürü baskı uygulamada hem de bunu rahat yürütmede, bir sistem haline getirmede temel etken rolü oynuyor. Kapitalist sistemin büyük marifeti ve başarısı buradadır. Sömürme daha yoğun olmasına rağmen ezilenler, ürettiklerini daha rahat teslim ediyorlar. Vergi diye veriyorlar. Hem de kendi elleriyle veriyorlar. ‘Özgür işçi olduk, ücretimizi alıyoruz’ diyerek emeklerinin yüzde beşini alıyorlarsa yüzde doksan beşini kapitaliste, sermayedara elleriyle bahşediyorlar, teslim ediyorlar. Bu kadar gönüllü hale geliyorlar. İşte iknaının yetmediği yerde yine daha köklü olarak zor, şiddet ve savaş devreye giriyor. Demoklesin kılıcı gibi. Yoksa ikna ve hileyi yalnız başına sözle gerçekleşen bir eylem olarak değerlendirmemek lazım, onun etkili olmasında, insanları ikna etmesinde, yanıltmasında, şiddet ve savaşın yol açtığı tehdit, korku, ürküntü de önemli bir rol oynuyor. Savaşla korkutulan insan daha kolay aldatıcı düşüncelere, baskı ve sömürü düşüncesine ve durumuna ikna oluyor. Onu kabul ediyor. Onu benimser hale geliyor. Kölelik içselleşiyor, doğallaşıyor. Doğal kabule dönüşüyor. Bunun gerçekleşmesinde ideolojik saldırının, düşüncenin temel bir rolü olduğu gibi tabi ki savaşın da temel bir rolü var, etkisi var. Yarattığı dehşet, korku, ürküntü insanı oraya yönlendiriyor.”
İşte devletler hele hele sömürgeci devletlerin yaptıkları tamda budur. Zor aracılığıyla söylediklerini daha rahat kabul ettirebiliyorlar. Bunun için yüz binlik ordular, on binlik polis gücü, binleri aşan ajan, kontra örgütler ve paralı katiller.
Peki, halkların bu duruma karşı ne yapmaları gerekiyor? Toplumu, toplumsal doğayı, doğal toplumu tahrip etmeyi, yıkmayı, ona zarar vermeyi hedefleyen şiddet ve savaşa karşı doğal toplumun da özgür birey ve toplulukların da, komünal toplumun da bu saldırı karşısında bir refleksi, savunma durumu elbette olacaktır. Gasp ve talan amaçlı geliştirilen şiddete, saldırıya karşı doğal toplumun, politik ve ahlaki toplumun kendini savunma durumu da bir direnmeyi, savaşı ifade ediyor. Saldırı ve imha savaşına karşı kendini, değerlerini sahiplenme ve koruma amaçlı bir savaş durumu gündeme geliyor. Buna da öz savunma savaşı deniliyor. Savunma bu saldırı karşısında ortaya çıkan bir eylemdir, etkinliktir. Köleleşmek istemeyen, özgür kalmak isteyen bireyin direnişidir. Köleleştirilmiş bireyin kölelikten kurtulmak için direnişidir.
Özgürlük hareketinin ve şaha kalkmış olan Kürt halkının Kürdistan’da uyguladıkları sadece ve sadece öz savunmadır. Başka bir kavramlaştırmayla meşru müdafaadır. Onurunu çiğnetmemedir. İnsan olmakta ısrardır. Bu Jean Jacques Rousseau’nun söylediği “hür doğar” ısrarıdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Devletten parelinip de, orada-burada “sivil toplum örgütüyüz” diye gazel okuyanlar.
Okyanuslar ötesindeki bir ölüm için kıyama duranlar.
Ama Kürdistan’da daha süt emmen minnacık bebekler, Fetullahçı polisler tarafından katledilirken qer u lal olanlar.
Kürdistan’da yüzbinlerce Kuran, Türk ordusu tarafından yakılırken, bizim köyün camisi dahil binlerce köy camisi tonluk kazan bombalarıyla yerle bir edilirken sus pusa yatanlar.
Ama ve lakin okyanus ötesinde İslama hakaret ediliyor diye miting düzenleyenler.
Kendi kardeşi, ciranı, mahallelesi Kürt, “sen çok yaşa” dedikleri Türk devletinin polisi ile askeri tarafından hunharca katledilirken “ümmetçiyiz” deyipte zülme destek veren, Türklüğe devşerilmiş Kürtler ve Türk gözüken Kafkas, Balkan devşirmeleri.
Devletin her türlü zulmünü ve şiddetini meşru görüpte kutsarken, “şiddete karşıyız” diyerek PKK silah bıraksın, eylemsizlik kararı versin diyenler.
Türk devletinin yoğun saldırılarının olduğu süreçlerde, HPG gerillaları kendi savunurken, “eylemsizlik olsun” diye bas bas bağıranlar.
Eylemsizlik sürecinde Türk ordusu operasyon üzerine operasyon düzenleyince, tık diye tek bir ses çıkarmayanlar.
Onlarca gerilla şehit düşerken, hiç bir şey hissetmeyenler ve hiç oralı olmayanlar.
Ama Türk ordusunun saldırları karşısında gerilla kendini savunurken, bir asker bile öldüğünde kıyameti koparanlar.
Külliyetiniz nerededir, ey şiddete karşıyız diyen STK’cılar.
Yeşil kontgerillacı AKP’nin sofrasının tırşıkçıları neredesiniz?
Eylemsizliğin bitimine bir iki gün kalana kadar hiç bir girişimde bulunmayan Yeşil Konturgerillacı AKP’nin memuru STK’cılar.
Eylemsizliğin bitimine iki gün kaldı, şimdiye kadar hükümete tek bir çağrı yaptınızmı?
Hayır.
Ya 31 Ekim’den sonra süreç her türlü direnişe evrilirse akacak kandan sorumlu görülenlerden birileri de sizler olmayacakmınız?
Tabii ki Evet.
O zaman bu sessizliğiniz niye?
Filistin, Çeçenistan, Bosna Hersek için efelenenler.
Sorun Kürdistan ile Kürtler olunca nasıl bir çırpıda dünyanın en xwinhar devleti olan Türk devletinden yana tavır koyuyorsunuz?
Hani Müslümanlığınız, hani o çokça kullandığınız kardeşliğiniz nerede kaldı?
Her zaman yaptığınız gibi yine eylemsizlik sürecinin son gününde Yeşil Katiller sürüsü AKP adına, eylemsizlik uzatılsın mı diyecekseniz?
Siz kendinizi çok akıllı görüyor olabilirsiniz, ama sizden daha akıllı olan, politik ve ahlaki bilinç açısından dünyanın en bilinçli bir halkı Kürt halkınında olduğunu unutmayın.
Bu halka bundan sonra ne kimseyi aldatır ne kimseye aldanır.
Özgürlük andını ulusça yüzde yüz yerine getirene kadar direnecektir Kürtler.
Kürtlerin altın çocukları HPG gerillalarıda nerede, ne zaman eylemsizlik, nerede, ne zaman aktif topyekun direnişe geçeciğini iyi bilecek kadar bir bilince sahiptirler.
Bunu bilin AKP yardakcısı STK’lar- sözümona Sivil Toplum Örgütleri-
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
“Taş atma gol at” diye bir kampanyayı Türk özel savaş sistemi başlatmış. Hem de yurtseverliğin ve devrimci direnişçiliğin giderek boyutlandığı Hakkâri’de. Kendilerince bu yolla Kürt çocuklarını pasifize ederek yanlarına çekecekler. Kendilerince Kürt çocuklarını rehabilete edecekler. Ve kendilerince çok akıllı olduklarını düşünüyorlar.
Ve yine bu kampanya yürütücülerinden daha da kendilerini akıllı bilenler de varlardır. Bunlarda Hakkâri’de TC sistemini neredeyse yüzde yüzlük bir oranla ret eden ve bunu da boykotla irade beyanına giden halkımızın nasılda “zoraki silahlarla” buna zorlandığını dile getirerek, yazarak işliyorlar. Bir de utanmadan bunları yazarlarken hiç mi ama hiç renk atmıyorlar, kızarmıyorlar, morarmıyorlar. Ve ilginçtir ama ses tonları bile değişmiyor. Sadece gözleri söyledikleri büyük yalanı biraz ele veriyor ancak o gözlere de gözlük takarak bunun üstünü örtüyorlar.
Sanki Hakkâri şehir merkezinde o gözleri mahsum, mavi renkli olan gencin kollarını kamaraların içine baka baka kıran başkalarıymış da, sanki faşist bile diyemeyeceğimiz salyalı, kuduz köpekler gibi yüzleri maskeli, ızbandutların dipçikleriyle yine kamaraların karşısında ölümüne Hakkâri çocukların kafasına vuranlar başkalarıymış… Ve sanki bir şey olmamış gibi bu kez de Hakkâri çocuklarını Avrupa’lara götürüp sözde ne kadar Hakkârili çocuklarıyla ilgili olduklarını gösterecekler. Ve yine bu faşizan zihniyete karşı çocukların taş atmasını engellemek için utanmadan birde “Taş atma Gol at” kampanyası başlatmışlar.
Şunu açık söyleyelim: Hakkâri deyip geçmeyeceksiniz. Hakkâri derken biraz durup düşüneceksiniz. Hakkâri çocukları da sandığınız gibi bir şekerle kandırılacak çocuklar değildir. Bu çocuklar sizlerin o faşist yüzünüzü görerek büyüyorlar. Bu topraklarda faşizmin ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorsanız önce Kürt çocuklarına sorun. Onlar size faşizmin ne olduğu anlatacaklar. O Kemal Sunal’ın Kibar Feyzo’sunda “bele puşt, bele namusuz, bele…” tanımını faşizm için her Kürt bilir. Hele hele sokaklarda dipçiklerle büyüyen Kürt çocukları daha da iyi bilir. Bunun için sizin o taş yerine gelin gol atın hikâyeniz tutmaz.
Dediğimiz gibi bu kampanya gibi tuhaf hatta daha da absürt olan sözde Hakkârilerin zoraki boykota katılmaları imiş. Ve bu beyler bu boykotun şehir merkezinde yapıldığını unutuyorlar. Ve bu şehir merkezinde kocaman bir tugay var. Bu Tugaya bağlı etrafı tellerle örülü devasa bir güvenlik taburu var. Bunlar yetmiyor alayları var, alay tepeleri var. Bir sürü tepecikte kendilerini koruma güçleri var. Ve yine bu beyler, 9 tane canımızın katledildiği ve geçmişte 250 korucusu olan Peyanis’te bile yüzde 90’ların üzerinde boykotun çıkmasını acaba nasıl izah ederler? Birde Peyanis’te yüzlerle ifade edebileceğimiz askeri güçlerinden söz bile etmiyoruz.
TC devleti kendince kendisini akıllı bilerek Hakkâri’ye özel yükleniyor. Çocuklarına şeker uzatarak kendini taşlardan korumak isterken, yalan dolanla yürüyen kalemşorlarına ise sözde özgürlük hareketini karalama görevini vermiş. Ve tabii ki bir sürü gözle görülen görülmeyen sinsi oyunlarda cabası.
TC devleti şunu bilecek: Hakkârili çocuklar hem taşlarını faşistlerin kafalarına atmaya devam edecekler hem de gol atacaklardır. Taş atmayla gol atmak birbirini yadsımıyor. Çocuklarımız karşı takımın sahasına geçtiklerinde düşmanlarının yüreklerine korku salacak taktikleri bulmuşlardır. Bundan vazgeçerler mi? Çocuklarımız, Hakkârili çocuklarımız 16 metrelik sahanın içerisine girdiklerinde taş atmanın, hatta Molotof atmanın faşistleri nasıl çileden çıkardığını hem gözleriyle görmüşlerdir hem de eylemleriyle öğrenmişlerdir. Görülen, öğrenilen ve üstelik düşmanlarını ürküten bir de sonuç alınan bir eylem türünden vazgeçilir mi? Asla…
Birde bu kadar yalan söyleyen bir basın ya da basıncılık-bu tür yalan habercilik yapan kimisi kendisini birde akılı gazeteci görüyor-okunur mu? Herhalde okunmaz. Böyle kendisini çok akıllı sanan sahtecilikle iş yapan tipler Hakkâri’de yaşayabilir mi ya da yaşama hakları var mıdır? Herhalde olmaz. Aslında olmamalıdır demeliyiz. Ve bu tür tipleri Hakkâri’den hızla atmalıyız.
Ve işte bu Hakkâri’den atma işini biz Kürt çocuklarına bırakalım. Böylelerine hem taş atmalılar hem de kendi sahalarında gol atmalıdırlar. Öyle gidip polisin, askerin, valiliğin oluşturduğu ne takımlarında ne de bunların yarattığı imkânlarla top oynamalıdırlar. Nasıl ki Hakkâri artık Kürdistan’da bir onuru temsil etmenin simgesiyse aynen öyle çocukları da bu simgeyi onurluca temsil etmesini bildikleri gibi bundan böyle de onur bayrağını daha da yükselterek Kürdistan’ı temsil etmesini bileceklerdir.
Kürdistan’da tüm gözler sizde bunu bileceksiniz, tabii gerillanın da hem gözleri hem de yüreği sizde bunu da bileceksiniz…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kurdistan’da ne varsa fiilidir.
AKP’nin attığı tek bir adım yoktur.
Bilhassa hukiki açıdan herşeyi 50 yıl geri götürmüş.
Var olan fiili durum Kürdistan gerillasının sayesindedir.
Kurdistan’da ne varsa kanla, canla dirhem dirhem direnişle yaratılandır.
Kurdistan’da ne varsa, karşılıksız kendini feda eden gerilanın eseridir.
Kurdistan’da ne varsa, Kürtler ve değişik halkların enternasyonalist altın çocuklarının direnişi sayesindedir.
Sadece Kurdistan’da değil, Anadolu ve Trakya’da eğer birileri biraz konuşuyorlarsa, bunu PKK-HPG gerillalarına borçludurlar.
Öyle kimse afra tafra kesmesin.
Şöyle gelişme olmuş, demokratik adımlar atılıyor diyen AKP’liler ve onların vakkanuvüsçü bikarekter liberal etiketli Yeşil Türk Faşist sekreterleri küllü yalan atıyorlar.
Bu küllü yalancıların ne tür korkaklar olduğunu iyi tanıyoruz.
AKP’yi, Bülent Arınç, A.Gül ve Erdoğan’ı daha iyi tanıyoruz.
Amed’lilerin deyişiyle “ma hepsinin cigeri kaç paradır looo bu qebraxların”.
Asker höt dedimi, köpek gibi kuyruklarını nasıl bacaklarının arasına soktularını Kürtler iyi hatırlar.
28 Şubat 1997 yılında, asker höt dediğinde iktidarı bırakıp kul-köle gibi el-pençe diz çöküp, askere xulamlık yapanın Erdoğan, Gül ile Arınç olduğunu yine Kürtler iyi hatırlar.
Ya AKP xulamlık yapan M.Barlas, Gülay Göktürk, H.Cemal, E.Babahan, M.Övür, Fehmi Koru gibi vakanüvüsçü sekreterler varya çok yaşa 12 Eylül Askeri Cunta, çok yaşa Güreş Paşa diyenler değillermiydi.
PKK’nin ARGK gerillaları Türk ordusunun efsununu yerle bir ederken, onlar komanda elbisesiyle Türk ordusunun yanında cephede yer alıyor ve fotoğraf çekiyorlardı.
Gülay Göktürk nasıl Eyşecik asker olmuştu? H.Cemal nasıl uzman çavuş olmuştu?
Nasıl helikoptere binmişlerdi?
HPG gerillaları 2008 yılındaki Zap Destan’ında Türk ordunan 21.Yüzyılın en büyük yenilgisine uğratıncaya kadar, Türk askerine tek bir söz söyleme bir yana, söz söyleme cesaretini bile düşünecek kadar yürekleri yoktu.
O zamana kadar Fehmi Koru gibiler şunu yazıyorlardı. “PKK bitecek, ordumuz PKK’yi yenecek. Anlı şanlı ordumuz Allah Allah diye Zap’ı zapteylecek” diyen bu vakanuvüsçü sekreterler ile AKP’lilerden başka birileri değildi.
İşte böyleleri şimdi de liberal maskesi takmışlar.
Kim iktidardaysa, bunlar hep yanında olmuşlardı.
Nerede iktidar sofrası, onlar o sofranın çanak yalayıcıları.
Durumları böyle iken, ne zaman PKK bir ateşkes veya eylemisizlik ilan edince gerilla Güney Kürdistan’a çekilsin, silah bıraksın manisini okuyorlar.
Fakat onlar biliyorlar, bu dağlar bizim.Kuzey Kurdistan’daki dağlar da bizim.Güney, Doğu ve Güney Batı Kurdistan’daki dağlar da bizim. Her parçada bizim, her parçadaki dağlarda bizim. Nerede, nasıl kalacağımıza, biz karar veririz. Buna karar verecek neYeşil Türk Faşistleri ne de onun vakanuvüsçü sekreterleridir. Onlar vereceği tek doğru karar, taptıkları ordularına Kürdistan’dan geri çekil demeleridir.
Çünkü biz Kurdistan’da doğduk. Bizler bu dağlarda büyüdük. Kürtler demek, dağ demektir.
Kürtler için dağ demek, özgürlük demektir.
Kürtler için dağ demek, Kürdün varoluşu demektir.
Kürtler için dağ demek, Kürdün kimliği demektir.
Kürtler için dağ demek, yenilmemek demektir.
Kürtler için dağ demek, ulus olarak varlığının yegane dayanağı demektir.
Kaldı ki dağlar, süt beyaz gibi temiz olmanın, ahlaklı ve erdemli olmanın kutsal mekanlarıdır.
Kaldı ki dağlar, insan olarak kalmanın yegane stargehlarıdır.
Dağların Kürtler için ne anlama geldiği Kürtlerin şu ata sözlerinde gizlidir.
Kürtçe’nin Dimilkî lehçesinde iki atasözünde şunlar var.
“Pê koyan de bibo, binê erdî de mebo”.
Türkçe anlamı “Dağların ardında ol, yerin altında olma”.
“Qiymetê koyan Kurd zanê”
Türkçe anlamı: “Dağların kıymetini, Kürtler bilir”.
Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinde de bir atasözü dağlar için şunu söyler.
“Li kudere çiyayek hebe ê Kurday e”.
Türkçe anlamı:”Nerede bir dağ varsa, o dağ Kürtlerindir”.
Bu atasözlerinden sonra diyeceğim şudur.
Gerilla, uygarlığa beşiklik eden, insanlığa özgürlüğü, eşitliği ve en insani buluşlar ile değerleri bahşeden atalarının bu bilgece sözlerinin anlamına göre mi hareket eder, yoksa Yeşil Türk Faşistlerin söylemine göre?
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
9 Ekim kara bir gündür. Hüzünlü bir gündür. Büyük enternasyonalist devrimci, özgürlükçü, romantik, adalet ve eşitlik arayışçısı Che’nin katledildiği ve Kürt Halk Önderliğine karşı uluslar arası korsanvari komplonun başlatıldığı gün.
1967 yılında Bolivya’da bir 9 Ekim günü La Higuera katledildi. 8 Ekim günü ağır yaralı bir şekilde emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin eline geçtikten sonra hiç bekletilmeden merkezi olarak CIA’nin talimatıyla katledilmişti. Hem de panik içerisinde bunu yapmışlardı. Ürkerek, korkarak, sinerek, hainhanece yaptılar bunu. Ve o kadar Che’nin naaşından korktular gibi cenazesini yıllar yılı kimse bulamamıştı. Ta ki çok sonraları tesadüflerle naşı bulunana kadar…
Che’nin kendisini infaz eden cellâda söyledikleri halen kulaklarda yankılanıyor:"Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın" diyecek ve onunla mücadelenin en sertine baş koyan dava yoldaşı Castro’ya ise :“Castro’ya söyleyin; benimle devrim bitmedi, devrim sürecektir” sözlerini de tereddütsüz sarf edecektir. İşte bu bir ruhtur, bu bir duruştur, bu bir davranıştır, bu bir boyun bükülmezliktir ki bu da bir karakterdir. Hem de Che’nin yoldaşları olan tüm devrimcilere ekilen bir karakter.
Aradan tam 30 yıl geçmesine rağmen Che’nin ruhunu öldüremediler, geriletemediler. Hatta Che’nin yol ve dava arkadaşları onun yolunda daha büyük adımlarla ilerleyerek büyük mesafeler katlettiler. Ve onun takipçilerinden olan Kürt Halk Önderimiz 10 Kasım 1997 tarihinde yaptığı bir çözümlemede: “Geçenlerde biraz inceleme de değil, anlamaya çalıştım. Che Guevara’nın 30. ölüm yıldönümü dolayısıyla biraz kişiliği tanıtılmaya çalışılıyor. Sanırım tam istediğimize yakın bir yaşam, yeni insan anlayışı var mı? Bizden üstün yanları da olabilir, ama birleştiren yanı çok çarpıcıdır. Türkiyeli devrimciler de vardı, büyük özgürlüğe kalkan, bizim de kendilerini yakinen gördüğümüz, tanıdığımız ve derin bir sempatisi olmaktan zevk duyduğumuz kişiliklerdi, halen anılarına da bağlıyız. Burada gözüken ve halen dünya halklarının büyük saygıyla andığı bunların ödünsüz ve ilkelerine göre -ki insan için, halklar için özgürlüktür bunların ilkesi- bugün insanın başını gerçekten kırıp geçiren bir tarzda kendini yükleyen, her şeyi metalaştıran, her şeyi korkunç bireysel çıkara bağlı götüren sistemin tam zıddı olan bir kişiliktir. Yeni insan söylediğim gibi, sanırım uygulamaya çalıştığımız gibidir. Bunlar önemlidir. Dünyanın öbür ucunda böyle birisi bizim için günceldir ve en yakın arkadaşımızdır. Biz de onun tipik bir gerilla arkadaşı gibiyiz burada. Aynı ruh, aynı özgürlük anlayışı, aynı savaşım, aynı yeni insan peşinde koşma” diyerek nasıl Che’nin bir takipçisi ve yol arkadaşı olduğunu gösteriyor.
İşte emperyalistler, işbirlikçileri, taşeroncuları, tırşıkçıları, yağcıları ve tabi ki özgürlük ve adaletten öcü gibi korkan ne kadar güç ve devletçi zihniyet varsa bu kez silahlarını ve namlularını Che’nin yakın yoldaşlarına doğrultular. Ve öyle bir ders verilmeliydi ki Che’nin ilk harfi olan “Ç’sine bile tahammül edilmeyecekti. Aynen Che’nin katledildiği güne denk getirilecek bir katliam olmalıdır ki cümle aleme ibretlik olsun. Ve öyle de kendilerini örgütlediler. 8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan gece Önderliğimiz henüz havadayken güdümlü füzelerle emperyalistlerce katledilmek istenmişti. Hem de bir 9 Ekim günü bu yapılacaktı. 30 yıl sonra bu kez Che’lere böyle ders verilmek isteniyordu. Che’lerin umut ışını olmasını böyle engellemek istemişlerdi.
Ve 9 Ekimleri anlamak istiyorsak Chelerde bugünlere uzanan direniş halkasını böyle ele alacağız. Latin Amerika’da Yankeelerin başına bela olan Che’lere karşın bu kez Ortadoğu’da Yankeelerin başına bela olan Kürt Halk Önderliği vardı. Emperyalistlerin tekerleklerine çomak sokacak olan bir Kürt halk Önderliği vardı. İşte bunun için cümle cemaat bu dünyanın tüm iblisleri ve bu iblislerin hizmetçi tayfası bir araya gelerek yeni dönemin Che’sine yüklendiler. Önderliğimizin deyimiyle “çarmıha germek için her şeyi yaptılar.”
İşte biz bir yeni 9 Ekim gününü anlamaya çalışırken ve de lanetlerken tarihi arka perdesini böyle ele alıp değerlendireceğiz. Tarihe daha fazla anlam vermek istiyorsak bu 9 Ekim günlerinde daha fazla Che’leri anacağız. Daha fazla Che’nin arkadaşları olacağız. Che’nin genç arkadaşları olarak Kürt Halk Önderliğinin bizi aydınlatıcı devrimci yolunda daha da kararlı adımlarla ilerleyeceğiz. Daha fazla devrime ve zafere olan inancımızı pekiştireceğiz.
Daha fazla devrim derken, daha fazla zafer derken her zaman olduğu gibi:
HASTA LA SİEMPRE VİCTORİA yani her zaman zafer diyeceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Bir süredir Kürt ulusunun gündemini dolduran ve ilanı Kürtler tarafından adeta bir devrim coşkusuyla karşılanan demokratik özerklik modeli nedir ve Kürt sorununun çözümünde neden en uygun model olarak tercih edildi? Kadının bu modelin uygulanmasındaki rol ve misyonu nedir?
Bu sorulara doğru yanıt geliştirmek öncelikle kendini tekçi sistemin tarih çarpıtmalarından arındırmayı gerektirir. Zira tekçi sistem, erkek egemen zihniyetin yaratımları olan milliyetçi ve cinsiyetçi yapıları içerisinde barındıran ve bu sayede toplumsal doğanın özünü zehirleyen, dejenere eden, dolayısıyla da toplumsal gerçekliği inkar eden bir yalan ve çarpıtma sistemidir. Bu anlamda evrensel tarih perspektifinden Ortadoğu toplumlarının tarihsel gerçekliğini çözümlemeye çalıştığımızda toplumsal doğaya dayatılan devlet olgusundaki ısrarın günümüz Ortadoğu cehennemine yol açan esas nedeni oluşturduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz. Ortadoğu toplumları açısından kangrenleşen, kördüğüm halini alan ve neredeyse bir kaderciliğe götüren tüm toplumsal sorunlarını etnik ve dini çatışmaların kaynağı, bize ulus devleti ve onun yarattığı tahribatları işaret etmektedir. Ahlaki ve politik dokusu zayıflatılmış, kültürel kırımlardan geçirilmiş, ekonomisiz, politikasız ve savunmasız bırakılarak iktidar sahiplerinin kendi çıkar savaşlarının hizmetine koşturulmuş bir toplumsal gerçeklik daha doğrusu bir toplum kırımı söz konusudur. Toplumlar vatan-millet edebiyatı ve aldatmacasıyla ulus devlete mahkum edilerek toplumsal örgütlülükleri parçalanmış, dağıtılmış ve iradeleri teslim alınmıştır. Keza ulus devletin varlığını mümkün kılması da ancak bu sayede olabilmiştir. Çünkü ulus devlet kurumsal örgütlenmesini toplumsal emek, üretim ve değerlerin gaspı ve sömürüsü toplumsal ahlak ve politikansın zayıflatılması üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu anlamda sermaye ve iktidar tekellerinin ideolojik kurumlaşması ve örgütlenmesidir. Dolayısıyla da toplumun güçsüzleştirilmesi savunmasız bırakılması ve her türlü sömürüye açık hale getirilmesi dışında bir rolü ve işlevi yoktur.
Kürt ulusunun demokratik özerklik tercihini bu gerçeklikle bağlantılı olarak ele almak gerekir. Kendisi açısından bir yönüyle ulusal özgürlük hareketi, bir yönüyle de aydınlanma ve bilinçlenme hareketi olarak anlam kazanan PKK, şahsında bu derin gerçekliğin bilincine varan Kürt ulusu, kapitalist sistemin ısrarla kendisine dayattığı ‘Küçük Kürdistan Devleti’ne’ diğer bir deyişle ulus-devletçiğine hayır demiştir. Tüm Ortadoğu halkları adına kendi demokratik çözüm alternatifini demokratik özerklik olarak ortaya koymuştur. Bu açıdan demokratik özerklik modeli, Kürtler için öncelikle bir politik demokratik yönetim sistemi olarak anlam kazansa da esas itibariyle ulus devlet karşısında toplumu yeniden güç ve irade kılmayı, sosyal, politik ve ekonomik yaşamın öznesi kılmayı, kurumsal örgütlülüğünü oluşturmayı, ahlaki politik özünü yeniden işlevli kılmayı ve öz savunmasını geliştirmeyi içeren bir modeldir. Dolayısıyla devlet yetkilerini paylaşmadığı gibi, merkeziyetçi bir yönetimi veya iktidarı oluşturma hedefinde de değildir. Toplumun her kesiminin tüm dini, etnik, kültürel ve politik kimliklerin veya farklılıkların kendisini her ortamda özgürce ifade etmesini, örgütlemesini ve gerçekleştirmesini sağlayan yerele dayalı bir yönetim sistemidir. Toplumun demokratik temelde örgütlendirilmesi en esaslı hedefini oluşturmaktadır. Bu açıdan her topluluğun kendi demokratik toplum birimini oluşturmasını demokratik özerklik uygulamasının öncelikli şartı koşar. Burada birim tekçi sistem karşıtı her topluluğu kast etmektedir. Demokratik ulustan bir köy derneğine, uluslar arası bir konfederasyondan bir mahalle şubesine, kent konseyinden mahalle meclisine her topluluk ve her yönetim organı birer birimdir.
Bu anlamda demokratik toplum birimleri demokratik ulusun gerçekleştirilmesinin de ön koşulu olmaktadır. Demokratik toplum olmadan demokratik ulus düşünülemeyeceği gibi, demokratik ulus olmadan demokratik özerklik de düşünülemez. Zira demokratik ulus, ulus-devletteki ulus kavramından farklı olarak tekçi devlet zihniyetini, devlet sınırlarını ve giderek devletin kendisini aşan, milliyetçiliği ve cinsiyetçiliği içermeyen bu anlamda farklılıkların birliği ve özgürlüğü ilkesine dayanan demokratik bir birliği ifade etmektedir. Bu da erkek egemen zihniyetin kurumsal ifadesi olan ulus devletin toplumsal öze aşıladığı toplumsal cinsiyetçiliğin, etnik-dini-kültürel ayrımcılığın, tecavüz kültürünün aşılmasını, toplumun demokratik karakterinin açığa çıkarılıp yeniden hakim kılınmasını gerektirmektedir. Bu bakımdan demokratik ulusun, giderek demokratik özerkliğin kadın özgürlük sorunuyla güçlü bir bağı söz konusudur. Dolayısıyla cinsiyetçilikle mücadeleyi, cins ayrımcılığını ve köleliğini aşmayı hedefleyen ve bu anlamda toplumsal yaşamın öznesi ve örgütleyici gücü olan kadını toplumsallığın dışına itilen konumundan çıkartıp yeniden toplumsal yaşamın tüm alanlarında aktif ve işlevli kılmaya çalışan kadın özgürlük çalışmaları, demokratik özerklik için hayati önemdedir. Yalnızca bu açıdan değil, kadının toplumsal yaşamın esas örgütleyici ve belirleyici gücü olması, dolayısıyla da durum böyledir. Yine ulus devletin toplumu politikasız bırakma çabalarına karşılık, demokratik özerkliğin bir başka kurum sal hedefi olarak öne çıkan demokratik siyasetin kurumsallaştırılması çalışmalarında da kadına büyük rol düşmektedir. Çocuğun yetiştirilmesi ilk ve esas eğitmencisi olması, ailenin düzen ve disiplinini sağlayan olması ve yaşamsal günlük işlerin esas çekip çevireni olması bakımından kadın toplumsal ahlakın kaynağı, geliştirici gücüdür. ‘Ahlakın rolü, toplumun sürdürülme, ayakta kalma kurallarına sahip olma ve uygulama gücüdür. Politika ve toplum için gerekli ahlak kurallarını sağlamak ve toplumun maddi-zihni ihtiyaçlarını gidermenin yol ve yöntemlerini tartışarak kararlaştırmaktır’ Toplumun iki temel varlık stratejisi olarak anlaşılması gereken ahlak ve politika somut ifadesini demokratik siyasette bulur. Bu bakımdan kadın ahlakın esas kaynağı ve geliştirici gücü olarak demokratik siyasetin kurumlaşmasında öncü bir role sahiptir. Ayrıca ulus devletçi sistemin azami kar, sermaye birikim, mülkleştirme ve aşırı büyümeye dayalı kapitalist yaşam sunumuna karşılık, demokratik özerkliğin köy tarım ve toprağa dayalı ekolojik yaşamın ve onun ekonomi politikasının geliştirilmesinde de kadının belirleyici bir konumu söz konusudur. Ekonomi kadının kutsal mesleği olarak önce kadından ardından da toplumdan kopartılarak iktidar ve sermaye tekellerinin hizmetine verilmiştir. Toprak ekonomisinden para ekonomisine (ya da ekonomi karşıtlığına) geçişi ifade eden bu durumla birlikte kadın ve toplum için büyük yabancılaşma ve tutsaklaşma gerçekleşmiştir. Zira ekonomi alanı toplum için olduğu kadar kadın için de üretimi beslenme, korunma, barınma ihtiyaçlarının giderildiği en hayati alanı oluşturmaktadır. Kadının kendisini ve yaratıcılığın en fazla gerçekleştirdiği alandır. Bu bakımdan bu alanın gasp edilmesi kadının temel özgürlük alanlarından birinin gasp edilmesi ve bir nevi temel öz savunma alanının yitirilmesidir. Dolayısıyla kadının bu kutsal mesleğini tekrar geri alması ve kendi örgütlülüğünü bu alanda yeniden sağlaması hayati önemdedir. Eğitim ve sağlık için de benzeri noktalar kadın için belirtilebilir. Yani bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak kadının demokratik özerklik modelinin uygulanması ve inşasındaki misyonu için genel anlamda şu belirtilebilir; ulus-devlet cinsiyetçilik, milliyetçilik ve dincilik üzerine inşa edilmiş bir yönetim sistemidir. Bu ideolojilerin besin kaynağı ise düşürülmüş, teslim alınmış, örgütsüz bırakılmış köle kadındır. Buna karşılık demokratik yaşamı gerçekleştirmenin hedefi olan demokratik özerkliğin besin kaynağı da özgür kadın çalışmaları ve örgütlülüğü olacaktır. Dolayısıyla kadın siyaset akademilerini yaygınlaştırma, kadın kooperatifçiliğini geliştirme, yerel yönetimler ve meclis birim çalışmalarını derinleştirmek, demokratik kadın birimlerini yaygınlaştırmak ve bu temelde komünsüz, birimsiz, kadın bırakmamak her kadının en temel acil görevleri olmaktadır.
Ekin Gever
- Ayrıntılar
Kendi topraklarının, insanlarının, coğrafyanın aleyhine dış güçlerle ilişkiye geçerek kendi halkının çıkarlarına karşı çalışma yürütmek herhalde işbirlikçiliğin tanımıdır.
Dünyanın hiçbir yerinde işbirlikçilik kabul görmez ve her zaman lanetlenir. Kürt toplumunda böyleleri keklik olmakla eleştirilirler.
Bilinir keklik arazide bir şekilde yakaladıktan sonra bu sefer başka keklikleri yakalamak için kullanılır. Kekliklerle keklik avlayanlara Kürtçe Kevgir denir. Yani keklik avcısı. Kürtlerde keklik bu bağlamda aslında çokta tasvip edilmez. İhanet, işbirlikçilik anlatılmaya çalışılırken keklik benzetilmesi işte bunun için yapılır.
Kürdistan’da her türlü keklik denemesi yapılmıştır. Tarihimizde keklik rolü oynayanlar çok mu ama çok zarar verdiler. Enkidu, Matizawa, Harpagos, Babanlardan Abdruhraman paşanın kardeşi, Rewanduzlulardan Kör Muhammed’in kardeşi, Bedirxan’ın yeğeni, cümle cemaat aşiret okullarında yetişen Mangurtların çoğu, Cemile Çetolar, Rayberler, Merkitler, Dönmezler, Tiriller ve… Bunlar sadece ve sadece isimlerini duyduğumuz birkaçıdır.
Ancak şunu da belirtelim; özgürlük mücadelesinin gelişmesiyle artık eski tarzda kekliklerle bu işbirlikçilik yürütülemez hale gelmiştir. İhanet ve işbirlikçilik deşifre olarak perdesi düşmüştür. Öyle gizli saklı duramaz işbirlikçilik. Rengini netleştirmeden edemez. Eskiden her türden renksizlikten dolayı Kürt halkını kandıra bilen keklik takımı artık bunu yapamaz duruma gelmiştir.
Ve öyle görülüyor ki eskide alıştığımız klasik tarzda işbirlikçilik çok fazla yürütülmeyecektir. İpliği piyasaya çıkmış işbirlikçiliğin devrede tutulabilmesi için daha incelikli ele alınması gerekir, yoksa başka tutmaz.
Özgürlük hareketinin Kürt toplumunun içine derinliğine nüfus etmesiyle birlikte bu ihanet zemini ve işbirlikçilik zemini kurumaya yüz tutmuştur. Artık kuruyacaktır. İşte bunun için sömürgeci güçler öncelikli olarak Kürt özgürlük hareketinin ne kadar yeminli düşmanı varsa hepsini bir araya getiriyorlar. Ama tutmuyor. Çünkü iplikleri pazarlarda deşifre edilmiştir. Bu kez düşmanlıklarını bireysel kine dönüştürülenler pazara sürülüyor ancak bunlarında bir kıymeti Harbiyeleri yok. Eski de kendi gelişmelerinin önünün alınması özgürlük hareketiyle izah edenlere el attılar ancak onların da Kürt toplum nezdinde bir ağırlıkları yok.
Alışıla geldikleri işbirlikçi ailelere yüklenmenin dışında bir yol kalmamışa benziyor. Yine onlara el atıyorlar. Artık onlar da klasik işbirlikçi değildirler. Bu kesimler artık halkın düşmanları. Kürt olupta düşmanın yanına geçen hain takımı. Bunlar bolca AKP’nin içine çöreklenmişlerdir. İşbirlikçilik yerine ihanet ve hainlikle bunları ele almak daha yerinde olacaktır. İhanetin ve hainliğin halklar için ne anlama geldiğini burada söylemenin de çok anlamı yok.
Bu ihanet eden ve hainlik yapanların yanına birde parayla, pulla, şöhretle, yeni yetişmiş olan gözü kara Rus mafyacıları gibi önlerini açtıkları yeni yetme saldırganlar var. Bir Metin Metiner, bir Bejan Matur, bir Münir Ceylan gibilerini bu kategoriye koymak yanlış olmaz. Bunlara oldukça büyük fırsatlar ve imkanlar sunarak piyasaya sürülerek konuşturulmaları söz konusudur. Bunlar saldırdıkça saldırıyorlar. Ve bunlar yeni dönemin en kirli ve tehlikeli işbirlikçileri. Kan emmicileri. Söz de bir de bunlar aydın-maydın kimlikleri de var. Böylelikle Kürt halkına karşı yapılan her toplantıda Kürt halkı adına konuşan işbirlikçiler aslında ihanetçiler demek daha yerinde olacaktır.
Şimdi işte bunlar yani işbirlikçiler Kürdistan’da cirit atacaklar mıdır? Ya da biz yani Kürt gençleri buna izin verecek miyiz? Yaptıkları düşünce özgürlüğü ile ilgisi olmayan düşmanlıktır. Yaptıkları özgürlük hareketine düpedüz saldırmaktır, hakaretler yağdırmaktır. Peki, Kürt gençleri bunlara bir daha söyleyelim cirit atmalarına izin verecek mi? Paralı lejyonerler gibi özgürlük hareketine saldıran bu bay ve bayanlara tahammül gösterilecek mi? Herhalde parayla çalışan, para için saldıran bu bay ve bayanlara izin verilmeyecektir.
Özcesi; yeni yetişen bu ihanet şebekesi üyelerine Kürdistan’da yer vermemek yurtsever olmanın temel bir kıstası olmalıdır.
Eleştiri olmayacak mı olacaktır. Gerekirse nasihatler olmayacak mı olacaktır. Ancak düşmanla işbirliği içerinde yeminli hainler gibi bir şeylerin karşılığı olarak özgürlük hareketine ve onun değerlerine dil uzatmak sadece ve sadece lejyonerlikle izah edilir ki, lejyonerlik ise sadece ve sadece paramiliter askeri bir güç anlamına gelir. Paramiliter güçlere karşı durmak ise onurlu Kürt gençlerinin asli bir görevidir. Paramiliter güçleri Kürdistan’da barındırmama, Kürdistan’da def etme herkesin görevi olmalıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Çok yakından takip ettiğimiz ve tüm Kürt halkını derin bir hüzün kadar büyük bir öfke ve mücadele azmine kavuşturan Peyanus katliamı üzerine her kesim tarafından çok farklı fakat birbirine yakın düşünceler dillendiriliyor. Yiten canların acıları görülüp, binlerce yıldır bu kadim coğrafyada Kürtlere dayatılan inkar ve imhanın kırılmasının vesilesi kılınması gereken bir olayı her türlü çarpıtma ve manipüleyle örtbas etme çabaları ise bu düşüncelerin odağında yer alıyor.
Sahiplenildiniz mi? Sizleri devlet büyükleri aradı mı? Baş sağlığı diledi mi? Gibi oldukça maksatlı ve çarpıtma dolu sorular eşliğinde sözde katliam mağdurlarının duygularının, düşüncelerinin dillendirilmesinde aracılık yapan medya ikiyüzlü, çirkin ve ahlaksız haberleriyle aslında Kürt halkına hakaret ediyor. Ve her gün biraz daha öfkeleri kabartıyor.
En çok da sözde acıları paylaştığını iddia eden kimi sahte politikacılar öfkelendiriyor. Kameralar karşısında anasını yitirmiş, kendisi daha bir yaşını doldurmamışken sakat kalma tehlikesi yaşayan, neyin olup bittiğini anlamayan küçücük yüreğe oyuncaklar, elbiseler hediye ediliyor. Bir ananın acısı, bir halkın yiten güven duyguları, geleceğe bağlanma konusunda zorla ve kendi iradesiyle, gücüyle nedenler yaratan insanların duygularıyla dalga geçiliyor.
Dalga geçiliyor çünkü kendi algılarında acıyı tanımlamaya çalışıyorlar. Hakkında konuştukları, türlü görüş ve fikirlerde bulundukları, sözde empati yaptıkları insanları onların gözünden, düşünce ve duygusundan tanımlamak yerine olayın yaratacağı atmosfer ve arka planın nasıl kullanılacağıyla ilgileniyorlar. Olayın kime yıkılacağı kaygısıyla öylesine maksatlı ele alıyorlar ki insanca olan ne varsa tüketiyorlar. Öylesine bayağı, öylesine sıradanlaştırıyorlar ki insan olmaktan utanır hale geliyoruz.
Durup sorgulamak lazım bu tabloyu. Her ayrıntısını incelikle değerlendirmek.
Fakat bırakın sosyolojik, psikolojik tahlillerle olayın insanlar üzerindeki etkisini hafifletmeye çalışmak ısrarla en temel hassasiyetleriyle oynayarak, dayandıkları, güç aldıkları olguları hiçleştirerek boşluğa düşürmenin, teslim almanın oyunları oynanıyor.
Düşmanlık yapmak ancak bu kadar dost yüzlü yapılabilir. Kalkıp niye böyle yapıyorsunuz diye soranlara da “İnsanlık görevimizi yerine getiriyoruz” yalanını uyduruyorlar.
Öyle olduğunu farz edelim. İnsanlık görevi bu ve siz de ilgiyle yaklaşıyorsunuz.
Peki, yıllardır Hakkari ve çevresinde gerçekleşen yüzlerce, binlerce katliam yaşandı ve failleri çok net bilinmesine rağmen bir türlü açığa çıkarılmıyorsa bunun gerçekleşmesi için insanlık duyarlılığınızın biraz da olsa devreye girmesi gerekmez mi?
Somut olayla ilgili olarak bölge halkının her türlü zorbalığa ve tehdide rağmen desteklediği PKK’yi hedef göstermenin, öyle olmadığını bile bile, sırf birileri bunu böyle uygun gördü diye ısrarla sürdürmek hangi insanlık duyarlılığıyla açıklanabilir. Herkes çok iyi biliyor ki Hakkâri halkı topyekûn PKK’yi destekliyor. Gerillaya müthiş sempati besliyor ve tüm hatalarına rağmen gerillaları bağırlarına basıyorlar. Yani çok açık bir şekilde sadece gerillayı halkın gözünden düşürmeye çalışma ihtimaline dayanarak koskoca sonuçlar silsilesine sahip böylesi bir olayı bu denli özünden çıkarmak hangi akla, insaniyete sığıyor.
Medya dediğin, sorumlu aydın, yazar kesimi dediğin biraz da olsa vicdan ve izan sahibiyse olayı doğru değerlendirmek, gizli ve muğlâk yanların üzerine giderek gerçeğe ulaşmaya çalışır. Ama burası Türkiye ve nedense herkese görevinin aksini yerine getirmek için birbiriyle yarışıyor.
Şunu çok iyi görmek lazım. Bugün söylenen tüm sözler belleksizleştirilmiş bir toplum açısından gelecekte hatırlanmayacaktır düşüncesinden kaynaklı rahatlıkla söyleniyor olsa da yarın açısından bunun böyle kalmayacağı ve söylenen tüm sözlerin toplumsal etkisi ve yarattığı sonuçlar açısından tekrar değerlendirilerek söz sahiplerine sorulacağı görülmelidir.
Demokratik kültürü her türlü işkence, katliam tehdidine rağmen canları katık yaparak yaratan bir halkın verdiği bedelleri ucuz sözlere, göstermelik davranışlara heba etme lüksü yoktur. Her yeni gün bir şekilde açığa çıkan ve daha da çıkacak olan gerçekler karşısında Kürt halkı günü geldiğinde kendi özgürlük mahkemelerinde hesap sormasını da bilecektir. Çünkü verilen bedeller bir geleceğin yaratımı, yarının özgür dünyasının tuğlalarıdır. Eğer yaşam ve gelecek korunmak isteniyorsa verilen bedeller de gözetilecektir. Bu diyalektik içinde herkesin kendini Kürt halkının ödediği bedeller karşısında yeniden ele alıp sorgulaması gerekmektedir.
Sorun bir olay ve olayda yaşamlarını yitiren insanlarımızın acısını paylaşıp paylaşmama sorunu değildir. Paylaşmanın ölçüsü de göstermelik söz ve davranışlar değildir. Bu ülkede insanca yaşamanın koşullarını yaratmaktır. Kendi dilinde, kültüründe, kaygısız ve özgürce yaşayabilmeleri için insanların mücadelelerine destek veriliyor, onlarla bedel verilmeye hazır olunuyorsa bu paylaşımın bir değeri vardır. Yoksa iki damla gözyaşı dökerek, hayıflanarak, duygu sömürülerine gömülerek yiten canların ve daha yitecek canların acıları giderilemez. Evet, bireysel anlamda vicdana su serpilebilir ama asla sorunlara, ölümlere kaynaklık eden zihniyetin yaratımlarına cevap olunamaz.^
Pir Kemal
- Ayrıntılar