Yazımıza başlamadan önce onurlu direnişiyle Kürt halk tarihine yeni bir başarı destanı daha ekleyen halkımızı gerillalar olarak selamlıyoruz. Ve bundan böyle de onurlu özgürlük yürüyüşünü hiçbir gücün artık durduramayacağını ve frenleyemeyeceğini de herkese bilmelidir. Yeter ki bir halk ayağa kalkmasını bilsin artık gerisi sadece ve sadece onurlu bir özgürlük taçlanmasıdır.
Gerillalar olarak kendi tercihini demokratik özerklik temelinde ortaya koyan halkımızın önünde saygıyla yeniden eğiliyor bugüne kadar halkımızın yanında olduğumuz gibi bundan böyle de daha güçlü bir şekilde yanında olacağız.
Bu yazımızda halkımızın başarılarını gölgeleyen, halkımızın bir nebze de olsa özgürlük yoluna doğru koşusunu köstekleyen, kendince kendini çok akıllı bilen, sadece kendisini akılı bilen de değil halkımızı geçmişten beri gütmeye alışmış, yönlendirmiş ve kendince de bunu önemli ölçüde sağlamış kişilikleri işlemek istiyoruz.
Tarih böylesine kişiliklere eğer karşıtlarıyla ilişkiye geçerek kendi halkına ya da onun –yani kendi halkının-çıkarlarına karşı bir ilişkilenmeye girerlerse işbirlikçi diyor. Latince böyle tiplere kolabaratör diyorlar. Bir nevi kendi halkına karşı düşmanlık yapan kişi anlamında.
Bunun bir adım ilerisi ise ihanettir. Halkının düşmanlarının yanına geçerek düşmanlarla birlikte halkın çıkarlarına yönelenler anlamında. Bu işbirlikçiliğe göre daha büyük bir suç ya da ahlaksızlığı ifade ediyor.
Ve eğer bir dönem kendi halkının yanında görünerek ardından da düşman saflarına geçerek düşmanlık yapıyorlarsa bunlara da tarih hain diyor.
İşbirlikçi, ihanetçi ve hain tipler Kürdistan’da var mıdır? Vardır. Bunlar çalışma yürütüyorlar mı? Evet, yürütüyorlar. Düşmanlık yapıyorlar mı? Yapıyorlar.
Peki, dünyanın neresinde olursak olalım kendi halkına karşı mücadele eden, düşmanlarının yanına geçerek kendi halkının çıkarlarına saldıran tiplere, kişiliklere nasıl bakılmaktadır?
Şunu biliyoruz ki: dünyanın hiçbir yerinde içerisinde yer aldığı halkın, toplumun çıkarlarını zedeleyen ya da zarar veren tiplere tahammüllü yaklaşım gösterilmez. En ileri düzeyde bu yönlü kişilikler suçlanır. Cezalandırılır. Vatandaşlıktan atılır. Ülkeden sürülür. Ve…
İnsanlar istediği için ihanetçi ya da tasfiyeci olmuyor. Hainlik ise bir bilinçli tercih meselesidir. Eğer bir birey işbirlikçi ve ihanetçi yaklaşımlarından ısrar etmezse, kendi halkından özür dileyerek yaptıkları için af dilerse böylesine bireyleri yeniden toplumu katmak ters olmayabilir. Lakin ihanetçi ya da işbirlikçi bu duruşunda ısrar ederse bu tiplere tarih hain der ve son noktayı koyar. Ve bizim yazımızın konusu hainler ve hainlik değildir. Yazımızın konusu işbirlikçilik ve ihanettir.
Bir yazıda İhanet Nedir (?) Sorusuna verilen cevap;
“Hayat, ihanet edenler için bir komedi; ihanete uğrayanlar içinse bir trajedidir. İhanet edenler, hiçbir yere ait olmamakla temellendirirler ihanetlerini. İhanete uğrayanların tesellisi ise…
İhanet deyince akla gelen ilk isimlerden biri ünlü İngiliz casus yöneticisi Kim Philby'dir. Hindistan doğumlu Philby, Cambridge'de eğitim görmüş ve çift taraflı çalışmak üzere 1940 yılında İngiliz Dış İstihbarat Servisine alınmış.
Philby 1963 yılına kadar hiç sezdirmeden Ruslara çalışır. Deşifre olunca Ruslara sığınır. İşte bu Philby
"İhanet etmek için, İnsanın bir yere ait olması gerekir. Oysa ben hiçbir yere ait değilim" diyerek ihanetini korkunç bir ahlaksızlıkla savunur.
Bir yerlere ait olmayanlar, bir yerlerde yaşarken başkalarına yaşayanlar, başkaları gibi düşünenlerin varacağı yer ihanettir.
Özcesi İhanet şu veya bu şekilde süre giden hayatı kesintiye uğratan, adeta şoklama görevini yapan bir oluştur. Bir kendisinden kaçıştır. Başkalaşmaktır. İnsanlıktan uzaklaşmaktır. Onlar, Immanuel Kant'ın deyişiyle, “kendilerine hayrete düşüren iki şeyden -başlarının üzerindeki yıldızlı gökyüzü ile içlerinde ahlak yasasından-uzaklaşmayı tercih eden ucubelerdir.”
Kendisi olamayan, kendisini tanımayan, öz kültürüyle yetişmeyen bir bireyin başta kendisine hayırı olamayacağı gibi başka halklarla da sağlıklı bir iletişimi sağlayamayacağı ve bilakis tersi olarak sapkın, saldırgan, agresif ve hasta olacağı da o kadar aşikârdır.
Böyle hastalıklı bireyler, söz konusu yer Kürdistan ise ve kişilikler üst sınıf ya da egemenleri böyle bir duruma düşmek istemiyorlarsa hızla kendi halkının yanına geçmelidir. Ve Philby’nin yaşadığı "İhanet etmek için, İnsanın bir yere ait olması gerekir. Oysa ben hiçbir yere ait değilim” durumunu hızla terk etmeleri gerekir. Aksi durumda hastalıklı durumda kurtulamayacaklardır. Ancak bu kadar ızdırap çeken bir halk böylesine her gün arkadan vuran, işbirlikçilik yapan ve bazı kemik kırıntıları için takla atarak ihanet eden hastalıklı durumu kaldıramayacağını da herkes bilmelidir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Dördüncü stratejik mücadele döneminin başlangıcı olarak ilan ettiğimiz 1 Haziran kararımızın ve ardı sıra geliştirdiğimiz eylemsellik sürecinin üzerinden daha iki ay gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen oldukça önemli ve kapsamlı sonuçlara yol açmış bulunuyor. Bu sonuçların çok yönlü değerlendirilmesi mümkünken en çarpıcı noktanın Türk devleti, ordusu ve Türkiye toplumunun yürütülen bu savaş karşısında aslında ne kadar zayıf olduğu gerçeğidir. Kuru bir propagandanın ötesinde var olan bir gerçek olarak artık çok açık bir şekilde görülüyor ki Kürt halkına karşı ilan edilen bu savaşın yürütücüsü olabilecek, savaşan taraf sorumluluğunu üstlenebilecek bir irade Türkiye’de yoktur.
Kürdistan gerillalarının yürüttüğü savaşın yarattığı bir sonuç olarak geriletilen ve savaşamayacak duruma gelen ordunun içinde bulunduğu durum bunun sadece bir parçasıdır. Gerilla eylemleri karşısında mevzilerine çakılı kalan, salt teknik ağırlıklı bir savaş yürütmeye çalışan bir ordu gerçeği bu. Yıllarca Kürdistan’da kirli savaş uygulamalarıyla devlete hizmet etmiş generaller artık itibarsızlaşmış, geleceğin komutanı olma noktasında da oldukça isteksiz ve kaçkın bir hal almış durumdalar. Gerilla karşısında güç getiremediğinden gerillaların yuvası olan Kürdistan dağlarının ormanlarına saldıran ilginç bir ruh halini sergiliyor. Belki de bu geçen iki ay içinde gerillaların eylemlerinde ya da operasyonlarda kullandıkları cephaneden daha fazlasını Kürdistan ormanlarına sıkan bir ordu gerçeği var. Gece duyduğu her sesi, gördüğünü sandığı her şeye sıktığı mermi, attığı top neredeyse sıcak çatışmalar içinde kullandıklarını kat be kat aşmış bulunuyor.
Siyaset dünyasında yaşananlar zaten tam bir aymazlık ve yüzkarası. Dünün sözde Kürt dost ve hamilerinin hepsinin bugün, gerillanın yürüttüğü savaşın ateşi karşısında tam anlamıyla kudurdukları günübirlik pratiklerden görülebiliyor. Ağza alınmayacak terbiyesiz ve ahlaksız bir küfür kültürü sarmış etrafı. Hâlbuki 1 Haziran öncesinde Kürtleri PKK ve onun gerillalarından koparmak, yanlarına çekebilmek için kendilerini en büyük ve güçlü dostlar olarak gösterme yarışı içindeydiler. Gelinen aşamada çok net bir şekilde görülüyor ki amaç kesinlikle yeni bir imha ve inkar sistemini kurmada verilen rollere uygun bir söylem ve pratikle Kürtleri kandırmakmış. En iddialı sözde demokrat siyasetçisi “Temizleyin” talimatını çığlık çığlığa dökerken, sözde aydın ve Kürt dostu yazarlar ise Kürtlerin savunma güçlerini jitemlere, istihbarat örgütlerine bağlamak için ellerinden gelenleri yapıyorlar.
Hem siyaset dünyasında, hem medyada, hem de orduda bu savaşın sorumluluğunu alma, savaşın bir tarafı ciddiyetiyle er meydanında hakkıyla savaşmaktansa köşe bucak kaçan, kaçak dövüşenlerden geçilmiyor. Ne yaparsın hal böyle olunca savaşın sorumluluğunun yükleneceği başka güçler, başka talihsizler aranıyor. Sanki başarılı olma ihtimalleri varmış gibi. Bir de yetmiyormuş gibi esas gündemin oldukça etrafından değerlendirmelerle yaşadıkları şoku ve paniği göstermemeye, gerillanın üstünlüğünü toplumdan gizlemeye, etkisini kırmaya dönük basit, çocukça yöntemlere başvuruyorlar.
Tabii bir savaş gücünün olmaması, savaşın yaratacağı sonuçlarda sorumluluk sahibi olmamayı getirdiği gibi savaşı farklı yöntem ve kesimlere havale eden bir tabloyu da açığa çıkartıyor.
En son Dörtyol ve İnegöl gibi ilçelerde gerçekleşen saldırılar tam da bu söz ettiğimiz kesimleri işaret ediyor. Son birkaç yıldır alttan alta örgütlenen, psikolojik olarak hazırlanan gerici, faşist çevreler serbest bırakılıyor. Kendilerine verilen sözler doğrultusunda Kürtlere yönelik linç kampanya ve girişimlerine izin verildiği görülebiliyor. Gerilla karşısında savaşamayan, Kürt halkının serhildanlarına güç getiremeyen TC devleti tüm kurumlarıyla başaramadığını halklar arasında bir çatışma yaratarak başarmak istiyor. Tabii ki bu oyun yeni başvurulan, daha önce denenmemiş bir yöntem değil.
1970’lerle birlikte Türkiye ve Kürdistan’da oluşan ve yeni bağımsız bir ülke amacıyla şahlanan devrimci dalga karşısında güç getiremeyen devlet bu yöntemi yine devreye koymuştu. Nasıl ki o dönemlerde faşist, milliyetçi kesimler devletin güvencesi olarak, devrimcilere karşı savaşmak için kullanılmışsa günümüzde de böylesi bir rol üstlenmiş bulunuyorlar. AKP eliyle Türkiye’de oluşturulmak ve tüm Ortadoğu’ya yayılmak istenen ılımlı İslam eksenli imha ve inkar sistemi karşısında şu anda tek dinamik güç olarak duran Kürtler tasfiye edilmek isteniyor. Demokratik Konfederalizm sistemi çerçevesinde Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da yeni bir sistem oluşturma yolunda oldukça büyük bir mesafe alan Kürtleri böylesi provokatif faşist kesimlerle durdurabileceklerini sanıyorlar. Daha doğrusu bu onlar için son şans kabilinde bir gereklilik olarak, son çare olarak devreye girmiş bulunuyor.
Çünkü artık devlet ve kurumları Kürtlerin mücadelesi karşısında yetersizdir. Kesinlikle Kürtlerin insanlık için oynadıkları öncü rol karşısında daha önce denenmemiş, yıllardır sürdürülen özgürlük mücadelesi içinde başvurulmamış var olan ordu, emniyet, yargı, bürokrasi ve siyaset güçlerinden farklı bir güce ihtiyaçları var. Eğer gerilla karşısında ordu, Kürt halkının serhildanları karşısında siyaset dünyası ve bürokrasi başarı elde edebilmiş olsaydı kesinlikle böylesi kesimler kışkırtılamazdı. Fakat gelinen aşamada çok net bir şekilde görülmektedir ki devlet tüm kurum ve kuruluşlarıyla Kürtlerin otuz yılı aşkındır sürdürdüğü mücadele karşısında yenilmiştir. Bu yenilgiyi tersine çeviremeyeceğini anlayan sistemin artık halkları birbirine kırdırarak kendi iktidarını sağlamlaştırma gibi ahlaksız bir yönteme başvurduğu kesinleşmiştir.
Böylesi bir yönelimin şüphesiz ciddiye alınması gerekiyor. Çünkü yıllardır kaçındığımız, uzak durmaya çalıştığımız bir durumun gerçekleşmesi tehlikesi var. Reber Apo 1999 yılında yakalandığında sırf Kürtler ve Türkler arasında bir çatışmanın yaşanmaması için çok önemli çabalar sarf etmiş, halkların boğazlaşması amacıyla gerçekleştirilen uluslararası komployu boşa çıkarmıştı. Ama gelinen aşamada tüm iyi niyetli ve kardeşlik eksenli yaklaşımlarımıza rağmen bu çatışma devlet tarafından tetiklenmiş bulunuyor. Yıllardır sürdürülen kışkırtma ve psikolojik alt yapı sonucunda bugün Dörtyol ve İnegöl gibi yerlerde bu patlak vermiştir. Devletin belirli ve sınırlı güçleri karşısında bu kontrolsüz ve dengesiz güçler şüphesiz kitle psikolojisinin de verdiği bir güçle Kürtler karşısında ciddi bir tehlike pozisyonundadır.
Bu güçlerin ideolojik, siyasi, ahlaki ölçüler noktasında bir birikim sahibi olmadığı, kendiliğinden ve anlık kışkırtmalara göre yön alabildiği gerçeğinden kaynaklı çok ciddi facialara yol açma potansiyeline sahiptir. Genel anlamda bilinçsizlik ve cahillikle yoğrulmuş, holigan kültürü de diyebileceğimiz bir tetikleyicilikle hareket geçtiklerinden ne zaman ne yapacakları tam kestirilemez. Olayların karşılıklı bir çatışma içinde nasıl bir seyir alacağı ise tam kestirilemez. Geçmişte Kürtlerin örgütlü olduğu yerlerde böylesi örgütlenmeler sinsi ve gizli düşmanlık besleme dışında bir faaliyet yürütmezken bugün devletin de verdiği destek ve emniyet mensuplarının gösterdiği müsamaha ile gözü kara saldırmaktan kaçınmayacakları bir ortam hazırlanmış bulunuyor. Kaldı ki kendilerinin ocağı, kutsal mekanı olarak gördükleri karakolları, polis araçlarını dahi yakabilecek bir potansiyelin savunmasız sivil insanlar karşısında gösterecekleri reflekslerin daha korkunç olacağını kestirmek zor değildir.
Kürtlerin meşru mücadelesi karşısında TC devletinin tüm imkanları ve uluslararası güçlerin desteğinde yürütülen savaşta yeni bir döneme girilmiş bulunuyor. Yenilginin hırsı ve intikam duygusunun yarattığı sağlıksız düşünce ortamında kışkırtılan böylesi bilinçsiz faşist kesimlerin tüm Kürtler açısından ciddi bir tehlike olduğu net bir şekilde görülmelidir. Sudan bir sebeple dahi her gün bir Kürt’ün yaşamına kastedilebilir, malına zarar verilebilir. Bunun için artık Türkiye’de herhangi bir engelleyici faktör kalmamıştır. Devlet bu yönlü kimi engelleyici perde ve engelleri kaldırmış, böylesi saldırılara açık onay vermiştir. Madem devlet halkların, sivil insanların yaşamlarını koruyamayacak kadar acizdir, hatta onay vermektedir o zaman herkesin kendini savunma, bu amaçla örgütlenme, misilleme yapma hakkına sahiptir. Bu saldırıların durdurulmasında şu anda tek engelleyici faktör halkın örgütlülüğüdür.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Tarih; 15 Ağustos 1984
Zaman: 21:00 (serin bir yaz akşamı)
Mekan: Eruh ilçesi
“Yapılan keşif sonucu yöneleceğimiz bütün kurum ve noktaların dar bir küme halinde bulundukları ve ortalarında da bölük düzeyinde düşman askeri gücünün bulunduğu tespit edildi. Tasarlanan işgal ve kitlelere sözlü, yazılı propaganda yapma olanağı ancak bölüğün etkisizleştirilmesi veya teslim alınmasıyla mümkün olacağı görüldü. Bu nedenle bölüğe yönelme hedefler dizisinde temel ve baş sıraya konuldu” diye anlatıyordu günlüğünde bu baskın eyleminin yaratıcısı ve büyük komutanı Agit…
Planlamada bu keskinlik ve vuruştaki kararlılıkla bir grup gerillayla birlikte (yaklaşık otuz kadardır sayıları) tüm detay hesaplarıyla birlikte eylem gerçekleştiriyor.
Bundan tam 26 yıl 11 gün önce, serin bir yaz gecesinde…
Planlama da ve diğer hamlelerde uygulanan usta taktikle birlikte başarılı bir eylem gerçekleştiriliyor. Yaklaşık bir saate yakın bir süre boyunca Eruh ilçesi gerillaların kontrolü altında kalıyor, sivil halkın zarar görmemesi için üstün çabalar sergileniyor.
Kürtlerin tarihinde özellikle darbeler ve katliamlarla yönelik egemen zihniyetlerin ve onların pratik politikalarına yönelik “ilk kurşun” olarak geçen bu eylem, tarihsel zihinlerde ve toplumsal belleklerde yer ediniyor kendine.
Tabi o dönemlerin basın ve medya mecmualarında gerçekleştirilen bu başarılı eylemlere yönelik devlet kademelerinde görevli olanlar; “birkaç çapulcu, eşkıya-asi avare” edebiyatlarına sarılıyorlar. Hatta “24 saat” gibi zaman da biçiyorlardı.
Öyle ki, dönemin başbakanı bu saldırı karşısında; Bodrum’daki tatilini yarıda kesmemiş ve abartılacak bir olay olarak ele almamıştı. Mantıken kendi baktığı şekilde gerçek olacağına o kadar çok inanmıştı ki, yıllar sonra tatilini kesmediği o olaylardan kaynaklı nedenlerle öldürülmesi ise kelimenin tam anlamıyla; tarihsel bir ironi olmuştu onun için…
Kürtlerin ilk kurşununun ardından sömürünün, baskının devlet kontrolü altında yaygınlaştırıldığı her alanda daha da artarak diğer kurşunlar sıkılmaya, bombalar patlatılmaya devam edildi. Zincirlerini zihniyetinde parçalayan bir halk gerçekliğiyle birlikte özgürlüğe, demokrasiye ve hepsinden önemlisi onurlu bir yaşama doğru doludizgin seyir eyleyen mücadele dönemi başlamıştı.
Elbette bahsi edilen bu dönemlerde çok katmerli acılar yaşandı. Binlerce insan bu yüce erdemler doğrultusunda toprağa düştü. Binlercesinin emir niteliğindeki vasiyetleri ise ardıllarının hayatla olan anlaşmaları gibi öneme büründü.
Devletin bu dönemlerde çok ciddi bir zihniyet formu yoktu. Daha çok vur, sindir ve kontrol altına al denklemi içerisinde dünyanın hiçbir yerinde eşi benzeri olmayan bir saldırının dışında herhangi bir adım atılmadı.
“Örgüt içinden kaçışlar çoğaldı, dağılmayla yüz yüze”, “Yürütülen operasyonlarda …....... terörist etkisiz hale getirildi”, “Kahraman Türk ordusunun yürüttüğü mücadele ile köşeye sıkışan örgüte yönelik büyük zayiatlar verdirilmektedir” gibi ucuz laf salataları geliştirildi ve bunların hepsi gerçekmiş gibi topluma enformel veriler olarak sunuldu.
Devlet ne değişen dünya gerçekliğini, ne de yürüttüğü zihinsel kısırlığı anlayabildi.
Tarih: 2 Ağustos 2010
Zaman: 22:00 (serin bir yaz gecesi)
Mekan: Eruh
Agit’in ve arkadaşlarının ilk kurşun olduğu ve sömürgeci güçlere yönelik eylemini gerçekleştirdiği zamanın 26 yılının dolmasına 13 günün kaldığı bir gece de, daha doğrusu serin bir yaz gecesinde gerillalar yine baskın yapıyorlar Eruh’a. Siviller zarar görmesin diye üstün bir dikkat sergiliyorlar. Yine baskının, sömürünün ve katliamın örgütlü gücü olan Türk ordusuna yönelik saldırıyorlar.
Gerçi kimse tatilde değil ama devlet erkanı konuya yönelik herhangi bir açıklama yapmıyor. Ne zaman bitirileceğine yönelik kimse herhangi bir tahminde bulunmuyor, sayıları hakkında ise kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Tarih her zaman her kesime aynı düzeyde bağışlayıcı ve cömert davranmaz. Tarihi anlar vardır ve bu anlar her zaman yaşanmaz belki birkaç yüzyılda şans doluysa insan birkaç on yılda yeniden bu cömertlik yaşanır.
Evet, öyle tarihi bir an yeniden Kürdistan gençliği için yaşanıyor. Hani var “ya yürü ya kulum” diye bir atasözü aynen öyle. Kürdistan gençliği için tarih “yürü ya kulum” diyor, daha doğrusu “yürü ya Kürdistan gençliği” diyor.
Kürdistan gerillası elinden geleni yapıyor belki de şimdilik elinden geleni yapıyor diyelim. Çünkü gerilla tüm kartlarını sermemiştir. Dizmemiştir. Bilinir savaş ya da özgürlük savaşı uzun soluklu bir iştir. Ve savaşın bitimi ya da özgürlüğün elde edilişi sadece elimizde değildir. Savaştığımız bir güç vardır ve bu güç deyim ağırdır ama oldukça bön bir yapısı vardır. Bönlük biraz kendini beğenmişliği, kibirliği ve tabii ki Budalılığı da içeriyor. Özcesi akıl böylesine karakter özellikleri taşıyan tiplerde çokta önde olmadığı için bu tiplerle kavga da her zaman en iyisi olmuyor. Normal dünyada biriyle nedeni ne olursa olsun kavga edildiğinde bu kavganın giderilmesi için yollar aranır. Ancak bu bön kendini beğenmiş budala tiplemelerle savaşta sonuçlar ne olursa olsun bildiklerinden bir adım geri atmıyorlar. Israr ediyorlar. Yere sersen de yeniden kalkıyor ve diyor ki bu sayılmaz. Ya da sersen de kalkıyor ve diyor ki hakem hinlik yaptı. Ya da sersen de kalkıyor diyor ki ben düşmedim sadece ayağım kaydı.
Karşımızda tümden bön ve bön olduğu kadar kimyası bozulmuş faşist bir ordu ve ordu mensupları var. Böyle olunca herkesin yaptığı ve doğru da olan sorunlara çözüm arama yolları aralanmıyor. İlginçtir böylesine bönlükler hatta budalalıklar sadece TC ordusunda değil neredeyse tüm siyasetçilerinde de var. Hele bir Bahçeli’ye bakın. O kadar yaşamdan uzak, o kadar gerçeklerden bihaber. Halen Kürtleri kendi kapısındaki köle, yamanma biliyor. Hele bir Kılıçdaroğlu’na sözde Kürt olacak bir bakın adam meydanlarda gerçekten Dostoyevski’nin Budala’sı gibi dolaşıyor. Birde ringe meraklı askerlerin mevziilerine giderek pehlivan rolüne soyunuyor. Bre adam seni bir kroşeyle yere sererler. Kendini ne sanıyorsun. Ve tabii daha ilginç bir vaka ise Erdoğan. Yani Recep hem de Recep Tayip Erdoğan. O kadar yalan söylüyor ama hiç renk atmıyor. O kadar sahtekârlık yapıyor ama hiç istifini bozmuyor. O kadar insanın kanına giriyor hiç vicdanı sızlamıyor. O kadar büyük konuşuyor bir general konuştuğunda hemen sütten çıkmış kedi gibi kuyruğunu salıyor. Doğrusu bu Recep mi, Recep Tayip mi bilmeyiz ama çok mu çok attığı bir gerçek. Hani içimizden “atma Recep diyeceğiz” ama tüm Recepler gücenir diye söylemiyoruz. Yine bu adam bu kadar bireyin tabiatıyla uygun olmayan davranışları sergilemesi tıbben psikolojimken sadece ve sadece ruh hastalığına işarettir. Ya da gerçekten en iyi değerlendirmeyle budaladır. Yani ne yaptığının farkında değildir.
Evet, özgürlük hareketinin yürüttüğü devrim dalgası karşısında en büyük talihsizliği böylesine budala tiplerle hep savaşmış olmasıdır. Hâlbuki başka yerlerde olsaydı şimdiye dek bu savaş değil 5 kez on kez bitmişti, sonuçlandırılmıştı. Ama nafile hani var ya o malum olanın 9 çeşit yüzme bilipte suyun kenarına geldiğinde unuttuğu meselesi bunlar da öyle.
Evet, durum bu iken gerilla Ahmet Altan’ın deyimiyle 800 binlik orduyu ““küllüm” ediyor, hallaç pamuğu gibi atıyor ve de Öyle bir mangayı falan pusuya düşürmüyor, gidiyor karakolları, birlikleri, taburları basıyor, “en seçkin” birlikler denen komando tugayına saldırıyor” demesi gibi yaptığı halde bu kimyası bozulmuş yapı bir türlü burnundan kıl aldırmıyor.
İşte GENÇLERİN ZAMANI derken tamda bunu kastediyoruz. Gençlik bu burnundan kıl aldırmayan öyle ki burun delikleri kapanıp ölebileceğini bildiği halde bir türlü yola gelmeyen bu yapıyı dize getirmek için gerillayla el ele yola çıkmalıdır. Bu kadar gerillayla gençlik tarihin hiçbir anında benzer misyonlar üstlenmemişlerdir. Kaldı ki tarih misyonları tarihin kendisi verir. Gerillaya aynı misyonu paylaşmak tarihin bu canlı anı veriyor.
GENÇLERİN ZAMANI her zaman tarihen vuku bulmaz. Tarihi anlarda bu tarihi an gelir çatar insana. Ya da tarihi anlarda bu tarihi an ya da misyon gelip insanı bulur. Bu durumda gençlik ve gerilla buluşmuşlardır. Gençliğin yapacağı her eylem gerilla hanesine yazılacaktır. Gerillanın yapacağı her eylem de gençliğin hanesine yazılacaktır.
Gençliğin ilk kez bu denli geniş eylem perspektifi vardır. Kürdistan özgürlük mücadelesine zarar veren her yapı hedeftir. Kürdistan’daki savaşa TC’nin yanında giren herkesim hedeftir. Ekonomik olarak hedeftir, kültürel olarak hedeftir, tecrit edilmesi açısından hedeftir. Ve tabi ki birey olarak hedeftir.
Bu kadar geniş yelpazede hedefler gençlik için hiçbir zaman olmamıştır. Bir sivil polisi gizlice bulup yer sermek, bir ajanı tespit edip hak ettiği cezayı vermek, bir kontrayı yakalayıp kontralığına son vermek ve tabii ki o kadar ekonomik hedef varken bir kibrit çakmak ya da molotofla türkü söylemek hepsi imkân dahilindedir. Çok ciddi hazırlıkta gerekmez, sadece biraz gerillayı duyarlıca takip etmek yeterlidir. Gerillayı yaşamak yeterlidir.
GENÇLERİN ZAMANI sürecinde biz her Kürdistanlı genci bir gerilla olarak görüyoruz. Daha doğrusu HPG’li olarak ele alıyoruz. O zaman diyoruz ki tüm HPG’liler ileri. O zaman diyoruz ki tüm HPG’liler görev başına ve tabii diyoruz ki tarihle buluşmak için tüm gençler GENÇLERİN ZAMANI’na hoş geldiler.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kasım 1922’de Lozan da görüşmelere başlandı. Ve aynı yıl Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları, 24 Temmuz 1923’de kabul edilerek antlaşmasıyla sonuçlandı. Cumhuriyetin ilanından önce yapılan antlaşma da Kürtleri temsilen katılan meclis üyelerinin olmasına rağmen, İsmet İnönü’nün kendisini hem Kürtlerin, hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirmesi sadece bir aldatmaca değildir.
Bunun temelinde yatan o dönem meclisinin hala Kürtler ve Türklerin Meclisi olarak kabul edilmesidir. Böyle tehlikelerle dolu bir süreçte Kürtlerin, Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik stratejik görülmektedir. 1919’da Koçgiri İsyanı’nda izlenen yol barışçıl ve uzlaşma içeriklidir. Nitekim öyle de sonuçlanmaktadır. Yine çeşitli süreçlerde yapılan açıklamalar, ağırlıklı Kürtleri tanımaya dönüktür. Amasya Tamimi, Cizre Komutanlığına gönderilen talimatlar, İzmir Basın Açıklamaları hep Kürtlerle, Türkler’in nasıl birlikte daha güçlü yaşayacağını dile getirirler. Türk’ün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf olacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti yapılmıştır. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç kenetlenmeyi getiriyordu.
Neydi Lozan?
“Lozan Anlaşması Türkiye’nin sınırlarını çizen ve Türkiye devletinin varlığını ortaya çıkartan bir anlaşmaydı. Türkiye’yi temsil eden heyet ve Ankara’da oluşan yönetim kendisini Türklerin ve Kürtlerin ortak yönetimi olarak ifade ediyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nda Kürtlerin adı olmadı, yeri olmadı. Lozan görüşmelerinde Kürt temsilciler bulunmadılar. Türkiye’nin sınırları çizildiği halde, Türkiye’ye Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı topraklar dendiği halde, iki toplumun ortak devletinin oluşturulduğu söylendiği halde bunlar ne resmi yazıya geçti, ne de somut olarak Kürtleri temsil eden herhangi bir heyet Lozan Anlaşması görüşmelerinde bulundu. Kürtler katılmadılar, yok sayıldılar. Lozan’da Kürtler yok sayıldı.
Aslında Kürtler katılmadılar ama bu Lozan görüşmelerinde Kürt sorununun Kürdistan’ın görüşülmediği anlamına gelmiyor. Hayır; çok sert tartışmalara hatta en sert tartışmalara Kürt sorunu üzerinde rastlandı. En sert tartışmalar Kürt sorunu üzerinde yaşandı, Kürdistan üzerinde yaşandı. Bunlar belgelerle sabittir. İsmet İnönü önderliğindeki Kemalist heyet, sıkıştığı anda kendisini Kürtlerin ve Türklerin ortak temsilcisi olarak sundu. Buna karşı İngiltere ve Fransa’da zaman zaman, çeşitli Kürt temsilcilerden aldıkları imzalı dilekçeleri görüşme gündemine getirdiler. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun İsveç Ataşelerinden olan Kürt Şerif Paşa var. Ondan işte ‘şu hakları istiyoruz biçiminde aldıkları dilekçeyi kullanmak istediler. Şerif Paşa’yı zaman zaman Lozan’a getirdiler. Ve onunla İsmet İnönü öncülüğündeki heyeti tehdit etmeye, dengelemeye çalıştılar. Sonuçta hem Türkiye Irak sınırı çizilemediği gibi hem de Kürtler yok sayıldılar. Türkiye’nin diğer alanlarda sınırları çizildi. Boğazlar sorunu çözüldü. Türkiye toplumu tanımlandı. Özellikle azınlıklar ve onların hakları belirlendi. Kürtlerin adı çok genel bir iki şeyde geçti.
Oluşan devletin üçte birini oluşturan bir toplum olmasına rağmen yer almadı. Yok sayıldı aslında. Hasıraltı edildi. Birbiriyle Kürdistan üzerinde sert mücadele yürüten, anlaşamayan taraflar sonuçta Kürdü yok sayarak, Kürt toplumuna dair herhangi bir şeyi anlaşma metnine koymayarak anlaştılar. Kürt inkârı işte böyle oluştu ve başladı. Daha sonra Kürt aşiret ve dini önderlikleri, ileri gelenleri ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadılar. Buna itiraz ve isyan ettiler. Kuzey Kürdistan’da ettiler. Güney Kürdistan’da itiraz ettiler. Doğu Kürdistan’da itiraz ve isyan ettiler. Fakat bu isyanlar feodal aşiretçi düzeyi aşamadı. Örgütlü ve bilinçli bir ulusal kurtuluş hareketi düzeyine gelemedi. Sonuçta, oluşan sistem tarafından ezildiler. Bastırıldılar. Katliamlarla Kürt toplumu susturuldu.” (Selahattin Erdem)
Nasıl ki 1071 yılında Malazgirt’te Alparslan’a Anadolu yolu açılmış ise ve nasıl ki 1514 yılında Yavuz Sultan Selime doğu yolu açılarak cihan imparatorluğunun yolu açılmışsa, bu kez silinmekle yüz yüze kalan tarihinin en zorlu süreçlerinden belirsizliğe yuvarlanmanın önünü tekrar Kürtler alıyorlar. Bu dayanışma ve ortaklık, TBMM’nin oluşumuna kadar gider. Meclis Kürt ve Türklerin meclisidir. 24 Temmuz 1923’te, yeni Türk Cumhuriyeti ile imzalanan bir antlaşmayla bugünkü üniter-ulusal devletin temelleri atılmıştır.
M. Kemal 16 Ocak 1923 tarihinde İzmit'te, gazetecilerle yaptığı bir söyleşide (16 Ocak 1923) şunları söylemektedir:
“Kürt sorunu; bizim yani Türklerin çıkarına da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırlarımız içinde bulunan Kürt unsurlar, öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun durumdadırlar. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurların içine gire gire, öyle bir sınır çizmek istesek, Türklüğü ve Türkiye'yi mahvetmek gerekir... Söz gelişi, Erzurum'a kadar giden, Erzincan'a Sivas'a kadar giden, Harput'a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye'nin halkı söz konusu olurken, onları da (Kürtleri de) birlikte ifade etmek gerekir. İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Türklerin, hem de Kürtlerin yetkili vekillerinden (milletvekillerinden) oluşur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve geleceklerini birleştirmişlerdir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz..." demektedir (Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge)
“Türk tarafının dağıtılma, bölünme fobisi ve özelde Musul-Kerkük'te İngilizlerin girişimleri dikkate değerdir. Kürtlerin saltanat ve hilafet yanlısı çıkışları ve cumhuriyetle çok sıcak yaklaşmamaları, devletin yereldeki otoriteleri daraltma girişimleri, dış kaynaklı tahriklerle desteklenince, birliktelik gerilemeye başlamıştır. Kürtlerde yeterince süreci sezecek ve ona uygun çözüm geliştirerek öncülüğün, liderliğin bulunmaması, Türklerde gelişkin olunan Türkist yaklaşımlarla birleşince, Türk ve Kürtlerin bağlarının kopmasına gidilmiştir. Giderek hilafetin kaldırılması, Kürt dilinin resmi dil olarak kabul edilmemesi, gelişecek isyanların kapısını sonuna kadar açmıştır.” (Kürt Halk Önderliği)
Fikret Artım
- Ayrıntılar
Kürtlerin kendi konjonktürel durumlarını çok iyi bilmeleri gerekir. Kürtlerle yaşabilme konusunda, köprüden geçene kadar ayıya dayı demeye benzeyen bir devlet politikası vardır. Bu Kürt-Türk ilişkilerinde oldukça belirgin olan bir durumdur. Devletin Kürt sorunu konusunda şöyle bir tecrübesi vardır. Sorunun dış hukuki boyutunu çeşitli tavizlerle çözerek, iç hukuku buna göre düzenleyen bir tecrübedir. Kürtlerin hukuk dışında bırakılması denilen şey bu anlama gelmektedir.
Sevr ve Lozan hatta daha öncesi birçok isyanda gözüken şey benzerdir. Lozan da geçtiği biçimiyle “Biz Türklerle birlikte yaşamak istiyoruz” denilen şey, hukuki bir argüman değildir. Lozan çıkmazı bittikten sonra TBMM’nin yapısı değiştirilerek yeni bir anayasa oluşturuldu. Yani Kürtler hukuk dışında bırakıldılar. Hukukun içinde olma ya da dışında kalma ikilemi Kürt -Türk ilişkilerinin önemli bir yanıdır. Lozan çok planlı gerçekleşti. Yani korktukları bir canlı ile köprü geçildikten sonra dayı hoşgörüsü geri alındı. Anayasaya böyle bir kavram (dayı) yerleştirilmedi. Zaten birçok Türk yazarının o dönemde yazdığı şey, hayvana bile yakıştırılmayan şeylerdir. Dışa da aynı şekilde yansıtıldı. İsyanların geri ve dinsel ideolojilere dayandığı yönündeki yalanlarına Lenin’i bile inandırdılar. Hâlbuki durum hiçte öyle değildi. Bütün isyanların içinde onlarca aydın vardır. Önderlik bir simge olarak ele alınır.
Kürt isyanlarında dini motif taşıyan Şeyh Said İsyanı aslında en fazla aydının içinde olduğu bir isyandır ve isyanın nedenini tekrardan gözden geçirmek, yorum farkını getirmek önem taşıyor. Hukuk dışında bırakılmaya karşı bir isyandır. Osmanlı ile hukuki bir ilişki içinde olan Kürtler cumhuriyet döneminde aynı statüye sahip olamadılar. Bu olunca doğal olarak buna isyan ettiler.
Bu ikilem hala sürüyor. Dolayısıyla anayasa değişikliği ve yeni bir anayasa Kürtler için bu anlamda çok önemlidir. 1923’leri yaşıyoruz derken, kastedilen şey bunlardır; bu ikilemdir. Kürtler, Şeyh Said dönemin siyasi konjonktürünü aşarlarsa bu süreçten başarıyla çıkarlar. Reber APO, “isyanlara erken doğum yaptırıldığını” söylemektedir. Aynı tehlikenin günümüzde de var olduğunu belirtmektedir. Yani erken doğum yaptırıp bastırma tehlikesi hala da vardır.
Şeyh Said İsyanı zamanında, isyan gerçekleşirken birçok aydın tutuklanır. Adeta isyan akılsız bırakılır. Dolayısıyla hepimizin bundan çıkartması gereken çok sonuç vardır. Peki, Kürtler şeyh Said zamanındaki Kürtler midir? Sorusuna verilecek cevap Kürtlerin çalışma temposu, siyasi yetenek ve güçlü savunma nitelikleri belirleyecektir. İmkânları değerlendirme, değerlendirmeme konusu her zaman aynıdır. Bir Kürt isyanı olan Şeyh Said İsyanı, örgütlü olsa Cumhuriyetin kaderini değiştirebilirdi. Kürtlerin böyle bir rezervi söz konusudur. Ama kullanılan miktar bunun çeyreği olmamıştır. Kürtler hep bu durumda olup, devletin burnu dibinde uyuyan ya da uyutulan bir dev gibi kalıp durmuştur. Zaten arada bir “PKK bütün Kürtleri temsil etmiyor” derken, kastedilen şey bu genel rezervdir.
Peki, Kürtler kendi kendilerini nasıl işletecekler? Bu rezervi nasıl ürüne dönüştürecekler? Soruları önem kazanıyor. Her şeyden önce bu soruya verilecek cevap, Kürtler artık eskisi gibi yaşamamalıdır. Kürtler, politik kimliğini devlete yıllarca göstermeye çalıştılar. Sıra bunun içini doldurmaya gelmiştir. Bu politik kimlik devletin politikalarından kaynaklı çok kapsamlı bir hale gelmiştir. Yani, eskiden olduğu biçimiyle kısmi yurtseverlik görevleri yeterli olmamaktadır. Her Kürt, Kürtlerin meşru savunmasından sorumludur. Her Kürt, Kürtlerin politik örgütlenmesinden sorumludur. Her Kürt, Kürtlerin ekonomik finansmanından sorumludur. Peki, bu sorumluluklar nelerdir? Ve kim hangi sorumluluğu göğüsleyebilir? Sorusuna gelince, bu durumlar kişisel davranış niyet ve istemleri aşmıştır. Çünkü Kürtler artık politik bir güçtür. Devletin idari biçimi dışında olan Kürt politik kimliği, kendi özgünlüğünde kendi politik ihtiyacını karşılayacak bir örgütlemenin iskeletini sağlamış durumdalar. Bunun ete kemiğe bürünmesi atılacak adımlarla belli olacaktır. Bu durumda gelişebilecek saldırılar karşısında, HPG kilit bir konumda olacaktır. Yani savunma durumu ön plana çıkacaktır.
HPG bütün Kürtlerin savunma gücüdür. Bir politik kuruma bağlı bir savunma biçimi değildir. Yani halkındır. Dolayısıyla büyütülmesi, güçlendirilmesi Kürt halkının işidir. Politik kurum ya da PKK diyelim bunun yürütme ve komuta ihtiyacını karşılar. Dolayısıyla katılım sayısını belirleyecek olan Kürt halkıdır. HPG güçlendirilmek zorundadır. Sayı yüz bini gerekiyorsa buna karar verecek olan halktır. Bir şehide karşılık yüz katılım kararını Kürt halkı vermelidir. Okul, iş yeri, hata evlerde bile bu tartışma yapılmalı, düşünülmelidir. HPG bu sayısıyla bile orduya paçavraya çevirdiğini söyleyen biz değiliz. HPG kahramanca direniyor, çağımızın yüksek teknolojik savaş gücüne karşı başarılı eylemler yapabiliyor. Bir ilktir ve halklar için ilham kaynağıdır. Kürtlerin özgürlük ve direniş tarihlerinin günümüze uyarlanmış bir modelidir. O halde daha da büyütmeliyiz.
Bu çağrı her Kürt gencinedir. Adeta her Kürt gencinin geçmesi gereken bir sınav, geçmesi gereken bir sorumluluktur HPG. Hukuk dışında kalmaya karşı en doğru yaklaşım nerede bir Kürt varsa kendisini bağlayabileceği siyasi bir irade bulmalı ya da kendilerini örgütlemelidir. Bunun dışında kalmak ezilmeyi getirecektir. Bu ilk adım iken diğer adımlar savunma biçimi olmaktadır. Bu da ifade etmeye çalıştığımız HPG oluyor. Hukuk dışında kalmaya karşı kendini savunma hukukunu sonuna kadar geliştirmek zorundayız. Kürtlerin savunma hukukunun kimliği de HPG’dir. Bütün Kürt gençlerini savunma hukukunu öğrenmeye çağırıyoruz. Geçmiş ve bu günkü siyasi konjonktürden çıkarılacak en iyi sonuç, bu olmaktadır!
Numan Amed
- Ayrıntılar
Apocu Hareket tarihin akışkanlığı gibi akışkan bir harekettir. Apocu Hareket demek en zorlu koşullarda çıplak bir yürek ve irade gücünden başka hiçbir şeyi olmayan, yine düşmanla birebir yüzleşildiği ortamda halkın, devrimin ve partinin çıkarlarını korkusuzca ve kahramanca savunmak demektir. Muazzam güç dengesizliği içerisinde eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir irade ile halkın, devrimin, partinin kimliğini çıkarlarını ve çizgisini savunmak en zor olanı olduğu gibi Apocu kahramanlığında özüdür. Kahramanlıkta korkaklıkta zor anlarda belli olur. Zor anlarda, darlıklarda, imkânsızlıklarda, kanıtlanmayan olağanüstülük ve kahramanlık, kahramanlık değildir.
PKK’li tutsaklar–özelde Mazlum, Hayri, Kemal ve önde gelen kimi kadrosu-zorlu süreçte asıl rolün ve devrim bayrağının dalgalandırılmasının zindanlara düştüğünün bilincindedirler.
Mazlum arkadaş “geri çekilme doğrudur, acele edilmesin, iki yıl sağlam bir hazırlıktan sonra fazla geç kalınmadan, bir kez daha ülkeye dönülsün” ve “o zamana kadar biz bu bayrağı devralacağız, o boşluğu dolduracağız, dışarıdaki devrimi biz zindanlarda sürdüreceğiz” diyerek bu sorumluluğu bizzat üzerine almıştır. Hayri arkadaş o süreçte tarihteki tüm Kürt direnişlerinin geride hiçbir yazılı belge bırakmadan bastırıldığını dolayısıyla tarihe mal olmuş miraslara dönüşemediğini-her ne pahasına olursa olsun-savunma yapmaları gerektiğini belirtecektir. Bu sözler düşmanın siyasi savunma yaptırtmayacağını gördükten sonra yapılan bir belirlemedir.
Bu ilkesel yaklaşım PKK’li tutsaklarının tarihte eşine ender rastlanılacak olan bir direnişi sergilemelerine götürecektir. Deri ve kemikten ibaret olan, dört duvar arasında dünyada ve yoldaşlarından kopuk olanla bu iradeyi ve azmi–ki azmin ve iradenin yırtamayacağı hiçbir şey yoktur-gerçeğiyle canlarını ortaya büyük insanlık onuru olan PKK için ortaya koymuşlardır.
Zindana girildiğinde çok tecrübe yoktur. Bir insanın kaç gün susuz kalacağı, açlık grevine ne kadar dayanacağı bilinmiyor. İlk deneme sekiz gün, ikinci deneme on beş gün olmuştur. Önceleri su içilmezken giderek öne çıkacak olan eylemin siyasal mesajıdır. O zaman su ve sigara da alınır. Okunan bazı kitaplar dışında gördükleri hiçbir deney yoktur. İlk büyük ölüm orucu 43 gün sürecektir. Ve giderek çelikleşen bir irade şekillenecektir. Kürdistan’da onlarca gün aç kalmak ve bunu halk için ülke için katlanmak yeni bir kültürdür.
Çünkü geçmiş isyanlarda teslimiyet ya da ölüm hep önde olmuştur. Ancak bu kez zindan da direniş destanları yaratılmaktadır. Düşman alabildiğine her yöntemi devreye koyarak teslim almaya çalışırken, iç ihaneti ve vahşi şiddetle eksiltmeyecektir. Nitekim bunun sonucunda 1981’lerin sonunda hep kırılmalar yaşanacaktır. Tek tek çift çift teslim olmuşların koğuşları dolacaktır. Öncü militanlar tek bir elin parmak sayısı kadar kalırlar ya da kalmazlar. Teslimiyet, korku bir virüstür, bulaştı mı tüm bünyeyi sarar. Bunun üzerine Kemal Pir ve Hayri arkadaşlar teslimiyetin ihanete dönüşmemesi için ve direnişi yeniden örgütlemek için teslim olanların koğuşlarına giderler. Ferhat Kurtay “Herhalde ben işkenceden, ölümden korkmuyorum. Apocu'luğa ihaneti de düşünmüyorum. Arkadaşların da öyle düşünmesini istemiyorum. Ama biz bu direnişi kaybettik, bütün arkadaşlarımız koğuşlarda kaldı ve koğuşlar düşmanın ajanlaştırma faaliyetleri için açık alanlar haline gelmiştir. Biz yapabilirsek onun önüne geçmeye çalışacağız” der.
İlk direniş kırıldıktan sonra her gün ve her saat yeni kurallar dayatılır. İşkencenin düzeyi giderek artırılır. İtirafçılık alabildiğine hızlandırılır.
Direnişten önce veya direniş sürecinde nispeten normal olan koğuşlardaki yaşam koşulları direnişin bitimiyle birlikte düşman cehenneme dönüştürür. Köpek gibi hırlatma, eşek gibi anırtma, kuzu gibi meletme, lağım çukuruna sokup çıkardıktan sonra birbirine yalatma, copla tecavüz, bir hücreye 56 insanı yerleştirme, birkaç kişilik yere kışın ortasında elbiseleri çıkartarak her gün su dökme, pencereleri açık bırakma, tazyikli su, mahkeme gidiş gelişlerde kelepçeleme, arabada zincirleme ve tüm yol boyunca coplama, sıcak yemekleri tutsakların üzerine dökme gibi insanlık dışı muameleler eksilmediği halde önder kadroları savunmalarını yazarlarken; “Bakın önderleriniz itiraflarını yazıyor” gibi birçok onur zedeleyici, insanlık dışı tutum ve davranış Diyarbakır zindanının günlük yaşamı olacaktır. “Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” sloganı böyle karanlık, karabasan gibi çöken kâbuslu günlerin şiarı olacaktır. Onlarca insan-yurtsever ve militan dayanamayarak intihar girişiminde bulunmaktadır. Ölüme bile geçit verilmemektedir. Ölüm adeta tek kurtuluş yolu olarak kalmaktadır. Ancak buna da müsaade edilmeyecektir.
1982 yılının 21 Martına gelindiğinde ya bu baş aşağı gidişe dur denilecektir, ya da bir avuç Apocu militan sonuna kadar direnerek ihanet etmeden imha olacaklardır. Mazlum arkadaş yan koğuştaki bir arkadaşa (Karasu) bugünün Newroz günü olduğunu ve Newroz'u nasıl kutlayacağını sorduktan sonra kendisinin üç kibrit çöpüyle Newroz'u kutlayacağını belirtir. Mazlum arkadaşın eylemi baskıların arttığı, teslimiyetin geliştiği bir dönemde gerçekleşecektir. Mazlum arkadaş kravatların toplandığı gün mahkemede olduğu için kravatını düşmandan saklayabilecektir.
4. katta kalıyor, 4. kat meyillidir. Kravatla bir ilmik yapar, kravatını su vanasına takar. Daha sonra ilmiği boynuna geçirir ve ayaklarını kaydırır. Başka da bir direnişi ortaya koymanın imkânı bu şartlarda yoktur. Ölümü düşmanın elinde koz olarak almak, bunu Kürt ve Ortadoğu’nun kardeşlik, birlik, direniş geleneğinin günü olan Newroz'da üç kibrit çöpüyle alevleyerek kutlamak ölüm perdesini yırtmaktır. Ölüm ruhunun kol gezdiği günlerde ölümü pençesine alarak hiçleştirmek, ölümün üstüne üstüne yürümek adeta “git ölüm kahpe ölüm” demek bir direniş destanıdır. Apocu ruhun teslim alınamayışının öyküsüdür bu. Yıllar sonra Avrupa’da eser Altınok “PKK virüsü içime girdi, beni sarıyor” demesi işte bu ruhtur.
33. koğuşta bulunan Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyak ve Mahmut Zengin arkadaşlar Mazlum arkadaşın eyleminden sonra büyük bayraklar yapmak için yağlı boya, tiner, fırça vb. malzemeler alırlar. 17 Mayısı 18 Mayısa bağlayan gece dört arkadaş nöbet listesini kendi eylem planına göre hazırlarlar. Koğuşlarda nöbet tutmak askeri bir kuraldır o zaman. Her tutuklu bir gerilla, her koğuşta bir gerilla birimi olduğundan nöbetin tutulması şarttır.
18 Mayıs sabahı 4 arkadaş tüm yağlı boyaları üstlerine dökerek kibriti çakarlar. Arkalarından eylemlerinin nedenlerini, içeriğini ve anlamını izah eden geniş bir mektup bırakırlar. Eylem sırasında tutsaklar panikle uyanarak olay yerine koşarlar. Karşılarında dört militan ateş içinde ellerini birbirlerinin omzuna koymuş “Yaşasın PKK, kahrolsun sömürgecilik” sloganını haykırmaktadırlar. Panik havasıyla ateşi söndürmek isteyen arkadaşlara “yapmayın yoldaşlar, ateşi söndürmeyin, ateşi gürleştirin” karşılığını vererek sonra da şahadete ulaşırlar. Bu çakılan üç kibrit çöpünün yankısıdır. Direniş bireyleri gizliden sarmıştır, Mazlum arkadaşın eylemi; militanlar içinde birikmiş olan öfke, dolu kin, dolu hırsın kibritlerle çakılmasıdır.
Tarihi büyük ölüm orucu eylemi tüm bu yaşanılanlardan sonra gelişir. Bir gün mahkemeye götürüldükleri sırada Hayri Durmuş yoldaş söz alarak ölüm orucu eylemlerini duyurur. Uzun bir konuşma yapmayacağını belirten Hayri arkadaş aldığı kararı şöyle açıklar: “Biz insanca yaşam koşulları ve düşüncelerimizi savunma olanağı istedik. Fakat siz bunların hiçbirini kabul etmediniz ve insanlık dışı işkencelerinize devam ettiniz. Bu yüzden hiçbir talep ileri sürmüyorum. Bugünden sonra da ölüm orucu eylemine başlıyorum” diyecektir. Bu kesin bir karardır.
Hayri arkadaştan hemen sonra söz alan Ali Çiçek arkadaş “PKK bize teslimiyeti değil direnişi öğretti. Şu anda içinde bulunduğumuz konumla hem teslimiyet hem de ihanet içerisindeyiz. Benim PKK’de öğrendiğim bu değildir. Bunun için direniş yolunu seçiyor ve ölüm orucuna giriyorum” Ali Çiçek arkadaşlar arasında en genç olandır. Polise ifade vermeden tek kelime konuşmadan zindana gelen arkadaşlardandır.
Ondan sonra Kemal Pir söz alır. “Bende Hayri ve Ali Çiçek arkadaşların söylediklerine katılıyor, onların söylediklerinin altına imzamı atıyorum. Yaşamdan bıktığımız ve yaşam gücünü gösteremediğimiz için ölümü seçtiğimiz sanılmasın. Biz yaşamı çok seviyoruz. Yaşamı uğruna ölebilecek kadar seviyoruz” der.
Peşinde Akif Yılmaz ile Karasu arkadaşlar ölüm orucuna katılacaklarını söylerler. Sonrada ölüm orucuna katılım sayısı artacak direnişin tohumları yeşerecektir.
Mahkemede koğuşlara giderken Mehmet Hayri durmuşun “Başardık başardık başardık” diye sarf ettiği sözler şimdiden başarılmış bir eylemin haykırışı olmaktadır. “Kürdistan Vietnamlaşıyor çığlıkları duyuyor musunuz” sözleri mücadeleye olan inanç ve bağlılığın ta kendisidir.
Zindanda direniş tohumları filizlenirken “Teslimiyet ihanete direniş zafere götürür” sloganı Destanlaşır. Direniş ve kahramanlık şaha kalkarken ihanet durmayacaktır. Şahin Dönmez ve şürekâsı harıl harıl çalışacak, işkence yapmaktan tutalım, itirafçılık için insan ikna etmeye kadar. Kürt "teşisi" dönüyor, Kürt dokusu yine devrededir. Ancak bu kez galebe çalan direniş ve kahramanlık oluyor.
Kemal Pir 7 Eylülde, Mehmet Hayri Durmuş 12 Eylülde, 15 Eylülde Akif Yılmaz, 17 Eylülde Ali Çiçekler şahadetleriyle militanlar yeni bir dönem başlatacaklardır. Eylemi sürdüren başka PKK tutsakları da vardır. Onlar düşman yazılı savunma olanakları sağlama, işkenceyi durdurma, itirafçılaştırmak için kimseyi zorlamama gibi sözleri düşman verdikten sonra ölüm orucu eylemini sonlandırırlar. PKK tutsakları böylece ilk kez tarihi ters yüz ederek düşmanı dize getirirler. Kürt halkı onun dostları ve ilerici insanlık bundan böyle PKK’yi biraz da zindanlardaki direnişiyle tanıyacak ve anacaktır. Dört duvar arasında bir deri bir kemik kalan militanlar bu iradeyi gösterdikten sonra gerillayla buluşmuş militanlar neler yapmazlardı ki.
İhanet tohumunun tarihsel toplumsal dokusu vardır. Toplumsal bir organizmaya benzetilecekse ve bu her geçen gün bilimsel bir olgu olarak karşımıza çıkıyorsa, toplumun genlere sahip olduğunu da kabul etmek gerekecektir. Kürt toplumsal dokusunun örülüşünde ihanet ya da ihanet eden nüveler vardır. Jeo stratejik konum, işgal ve istilalar, göçebelik, meraya duyulan ihtiyaç. Sonuçta kendine güvensiz, dışa endeksli ve güdümlü kişilik yapılanmasını yaratmıştır. Bu öyle bir dokudur ki tarih ilerledikçe daha derinleşecek ve kanıksanır bir hal alacaktır. Yoksa dün keskin dava adamı görüntüsü veren kişilik bugün nasıl aynı kaynağa saldırır pozisyona geçer ki?
İhanetin objektif olarak sübjektifleşerek bireye nüfus etmesidir. Tasfiyecilik çok tasfiyeci olunmak istendiği için olunmuyor, tasfiyecilik o bakımdan bir tercih sorununu ötesinde bir eğilim bir karakter işidir.
Ara sınıfta gelen bir karaktere sahip kişilik ara sınıf özelliklerini taşıyacaktır. Gelgitlidir, üste öykünse de buna ulaşamaz. Onun için tepki tutar, alta daha fazla düşmekten korktuğu için ona çok eğilimli olmaz. İki uç arasında sıkışıp kalan ara sınıf kişiliği bu özellikleriyle hastalıklıdır. Buna bir de çok çarpıklaştırıcı sömürgeci karakter de eklenince adeta çözümsüz bir vaka ortaya çıkmaktadır.
“Şahin Dönmez tipik bir örnektir. Bu dönemin “gözde militanı” Şahin Dönmezdir. Yardımcılığıma oynuyordu. Fakat içte yoldaşına karşı ilk vahşi cinayeti (Pazarcıklı Muhtarın kızı Ayşe) o işlemişti. Kendini bu tür inisiyatiflerle güçlü gösterme istemi ağır basıyordu. Kompleksli olması aile yapısından kaynaklanıyordu. Önderliksel doğuşun bir zaaflı tarafıydı. Polis sorgusunda hemen çözülüşü erken Ortadoğu seferine yönelmeme yol açtı. Çözülmeseydi tarihin seyri bambaşka olurdu. Ayrıca onur savaşını veren yoldaşlarına yüklenip ölüm oruçlarına zorlamasaydı 15 Ağustos sürecine mevcut biçimiyle gelmeyebilirdi. Kürtler de zor koşullarda kolay saf değiştiren tipi temsil eder. Rahat ve ikbal günlerinde ise bunlar en öndeki gibi gözükmeyi tercih ederler.” (AHİM)
Şahin Dönmez, Yıldırım Merkit, Hıdır Akbalık, Ali Gündüz gibi kişilikler Kürt toplumunda yaygındır. Bu kişilikler ortamın şartları ağırlaştıkça belirgin olarak ortaya çıkarlar. O dönemlerde zindan da bulunan Kani Yılmaz bir ara yoldaşlara işkence yapan konumdadır. Direniş geliştikçe mücadele bayrağı yükseldikçe tekrar Apocuların içine girecektir. Önemli olan zorlu şartlarda militan tavrı takınmadır. Yoksa rahat ortamlarda keskin olmak en önde görünmek rahattır. Nitekim 14 Temmuz eyleminin görkemli ve kararlı sonuçlanmasıyla düşman dize getirilir. PKK safları tekrar bilenir. Teslimiyet ihanete götürmeden tekrar devrim davasına onlarca yüzlerce militan kazanılır. Kürt toplum dokusunun bu karakterinden dolayı zaaf gösterenlere çok tepki göstermeden eğitim ve ikna ve ilgilenme yöntemleriyle halka hizmet eder hale getirmek birincil çalışma olmuştur.
14 Temmuz büyük ölüm orucu bir nevi kahramanlık için şafak atma iken ihanet için yarasaların kaçışını ifade eder. Berraklaşan direniş ortamı ve ruhuyla ihanetçi kukla piyon kişilikler deşifre edilerek etkisizleştirilirken binlerce militan ve yurtsever devrim çizgisine çekilerek ihanete batmalarının önü alınmıştır. Önceleri çok açık Yıldırım Merkit vb. gibi ihanet edenler bundan sonra Şener gibi daha gerilere gizliliğe çekilerek ihanetleri yapacaklardır. Bu önemlidir. Önceleri kol gezen ihanet geriletilerek Yunan mitolojisinde Hades diye tabir edilen yeraltı dünyasına çekilecektir. Bununla sınırlı değildir direnişin yarattığı sonuçlar. Deri kemik kalıpta tarihin altın sayfalarına altın harflerle geçenlerin önünde işgalci sömürgeci kolluk güçleri de selama geçeceklerdir. İlk kez Kürdistan tarihinde ihanetin önü alınacak ve ihanet dokusu PKK militanlar şahsında yenilgiye uğratılacaktır.
Şairin söylediği gibi; PKK’nin direnişi ve direniş geleneği, “İhanetin Göğsüne Hançer Gibi Saplandı.” Artık ihanet alenen olmayacaktır. Artık işbirlikçilik alenen olmayacaktır. Olsa da bir gizi perdesi kalmamıştır. 14 Temmuz büyük ölüm orucu direnişi, namussuzluk yapacaklara namussuzluğu dahi beceremeyecek düzeyde ar perdelerini indirmiştir. Ya insanlığın saffında yerine alacak ya da arsız olup ihanetinin bedelini ödeyecektir. Birde bu yönüyle bakılacak olursa Kürdistan tarihinde ilk kez ihanet, işbirlikçilik ve hainlik hak ettikleri yerleri almıştır. Yani, tarihin hurda vatlık çöplüğünü…
Teslimiyet ihanete, direniş ise ezilen, mazlum Kürt halkını zafere taşıyacaktır.
Not: bu yazı Kürdistan Tarihinde İhanetin Doku Şifreleri kitabında alınmıştır.
K.Nurhak
- Ayrıntılar
Evet, Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek sarfetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor. Onure ediyor. Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor. Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor. Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Şeyh Said’i ve arkadaşlarını Onure etmek biraz da onların yaşadıklarını yeniden yaşamamaktan geçiyor. Onları anarken cümle iblislerin onların başlarına getirdiklerini yaşamamaktan geçiyor.
85 yıl ya da 90 yıl önce ne olup bitmişti?
Osmanlı birinci dünya savaşına Almanlarla birlikte girmiştir. Kaybettiklerini Almanların eliyle ya da onların savaşta elde edecekleri başarırlarla yeniden ele geçirmenin planını yapmışlardı. Dimyat’a giderken evindeki bulgurdan olma deyimi Osmanlının başına gelecekti. Osmanlı, Almanların birinci dünya savaşını kaybetmeleriyle birlikte tarih sahnesinde silinecektir. Entante diye bilinen itilaf güçleri Osmanlı topraklarını işgal edecek, Osmanlı sömürge konumuna getirilecekti. Uzatmadan, bu işgale karşı Türkiye halkları direnişe geçecek ve görkemli bir direnişle bugün Türkiye diye bilinen yapı oluşturulacaktı. Kürtlerde Türkler gibi kurucu üyeler olarak bu yeni oluşumda yerlerini alacaktı, ancak Türkiye’yi daha önce işgal eden güçler Misak i Milli diye bilinen sınırlara göz koymuşlardı. Musul ve Kerkük’te petrol yatakları bulunmuştu. Yine Suriye’nin bir kısmını elerinde bulundurmak istiyorlardı.
Hikâye uzun, petrol yataklarını Türkiye’den koparmak için Sevr’de yapılan toplantıda Türkiye’nin adeta paramparça edilişi gündeme getirilir. Türkiye’nin bir kısmı Yunanlara, bir kısmı Fransızlara, bir kısmı Ermenilere, bir kısmı İngilizlere ve Kürtlere önceleri otonomi, daha sonra ise isterlerse bağımsızlık verilecekti. İtalyanları, Rusları da bu planların içine dahil ettiler.
Sonuç; Türkiye bölünmeyle karşı karşıyadır. Sözde Sevr bazı halklara haklar verecekti. Hâlbuki biz biliyoruz ki, bu şekliyle kurulacak Türkiye, sadece ve sadece kan revan içinde olacaktı. Kan revan, yani sürekli çatışma, sadece gücü fazla olanların yani emperyalistlerin işine yarayacaktır. Bir Irak’a bakın 90 yıl sonra bile halen kan durulamıyor. İstikrarsızlık üzerine kurulu bir yapılanmanın yaratacağı da durum, sadece ve sadece istikrarsızlıktır, ama bugün daha iyi anlıyoruz ki, bu bile Kürtlere ve Ermenilere çok görülmüş. Yapılan sadece bir blöftü. Meğer yapılan sadece bir B planıymış. Asıl plan Türklere ölümü göstererek sıtmaya razı etmekmiş. Bugünlerde Türklerin Kürtlere yaptıkları gibi. Musul ve Kerkük’e karşı Ermeni ve Kürtler için düşünülenlerden vazgeçmek. Ya da tersinden söyleyecek olursak; Musul Kerkük alınacak Sevr’de tarihe karışacak.
İngilizler, sadece iş olsun diye böyle işin içine girmiyorlar. Somut, pratik adımlar atıyorlar. Bunlar emperyalist işlerini tesadüflere bırakmazlar. Bir de bunlar, emperyalistler tek at üzerinden koşuya girmezler. Bunlar, her zaman birkaç at, birkaç jokey ve birkaç planla çalışırlar.
İlk planları güney Kürtlerini yanlarına alarak Türkiye’de yaşayan Kürtlerle birlikte Türkiye devletine karşı çıkarmaktır. Bunun için Şeyh Mahmud Berzenci’yi önce Süleymaniye kralı yaparlar, ancak Şeyh İngilizlerin oyunlarına gelmez, oyunları kabul etmez. Bunun üzerine İngilizler Kürtleri bombalamaya başlarlar. Hatta uçaklarla vururlar. Şeyh’i esir alarak Hindistan’a sürerler. Nafile! Kürtler, İngilizlerin siyasetlerine gelmezler. Kürtler, Türklerle birlikte Cumhuriyetin asli kurucu üyeleri olarak yer almak isterler. İngilizler planlarından vazgeçmezler. Şeyh Mahmut Berzenci’yi Hindistan’dan geri getirerek yeniden Süleymaniye kralı yaparlar. Kendilerince kulaklarını sıkarak, ancak Şeyh, bu oyuna yine gelmez. Şeyh, Türkiye devletinin yanında yer alır. Yani Misak i Milli sınırlarını savunur. Şeyh, bu oyunlara gelmediği için Kürdistan yeniden bombalanır ve Şeyh yeniden esir alınır. Bu kez Basra’ya sürülür.
Devam edelim. İngilizler dediğimiz gibi tek at üzerinden siyaset yapmazlar. Bir yandan Şeyh Berzenci’yi kendi yanlarına alarak Türkiye’ye karşı çıkarmak isterlerken, diğer yandan ise kuzeyde Azadi örgütüyle ilişki kurmak için uğraşırlar. Bir Şeyh Abdulkadir’le ilişki kurarlar. O ise, bu ilişkiyi Şeyh Said’e bildirir. Bu arada Türkler Kürtleri giderek daraltmaktadırlar. Kürtlere vaat edilenler yerine getirilmemiştir. Hatta bir Koçgiri isyanı kanla bastırılmıştır. Her ne kadar daha sonraları tatlıya bağlansa da, olup biteni herkes görmüştür. Daha önemli olan dediğimiz gibi Kürtlerin giderek dıştalanmalarıdır. Bir taraftan bu durum, diğer taraftan İngilizlerin vaatleri, bir diğer yandan Türkiye cumhuriyetin zorlanmaları ve tabii buna Hilafetin kaldırılması gibi birçok çevreyi etkileyen durumlarda etkilenince Kürtler daha fazla aktifleşeceklerdir.
İngilizler Kürtleri tahrik ederek yardım edeceklerini söyleyeceklerdi, ardından da Türklere "bakın Musul ve Kerkük bize bırakılmazsa bırakın Sevr’i bir Kürt devleti kurulacak ve genç Türkiye parçalanacaktır" diyeceklerdi. Yani Önderliğimizin dediği gibi "Tavşana kaç, tazı’ya tut" denilecektir. "Kürtlere ayaklan denilecek Türklere ise vur" diyeceklerdir. Tabii Musul ve Kerkük verilmiş ise.
Biz tarihi irdelediğimizde Lozan Konferansı öncesi aslında Musul ve Kerkük verilmiş, İngilizler Kürtleri satmıştı. Lozan konferansı esasta Kürtlerin öncesinden pazarlandıklarının ve inkâr edildiklerinin resmiyete dökülmüş belgesidir. Başka da bir şey değildir. "Şu şöyle söyledi, bu böyle söyledi" hepsi hikâyedir. Lafı güzaftır. Kürdistan’ın inkârında sadece teferruattır. Ayrıntıdır. Asıl olan Kürtlerin uluslararası sistem tarafından resmen inkâr edilmeleridir. O çok bilinen demokrat Amerikan Wilson’da bu inkârın içerisindedir.
İşte Şeyh Said ve yoldaşları bu kadar kapsamlı yürütülen bir uluslararası komployu göremeyeceklerdi. Hatta bu İngilizlerden medet umacaklardı. Kürtlerin ayaklanmaya hazırlandıklarını TC devletine bizatihi aktaranlar İngilizlerdir. Aynen 45 yıl öncesinden Şeyh Übeydullah Narinimizi ihbar ettikleri gibi, bu kez Şeyh Said’imizi, Cibranlı Xalitimizi ve tabii Yusuf Ziya paşamızı…
Emperyalistler ve onlara boyun eğen Türkler, Kürtleri zayıf pozisyonda yakalamak, erken doğum yaptırtmak için Şeyh’in bulunduğu köye gelerek, bazı kişileri esir almak istemeleri sadece ve sadece bir provokasyon iken, erken doğuma tahrik iken, hazır değilken isyanı patlatmak olduğu politikasını göremeyen Şeyh Said direnişi, hazırlıksız bir şekilde bilinçlice İngilizlerin ihbarı sonucu başlayacaktır. Direnişçiler hazırlıklı değildirler. Liderleri olan Cibranlı Xalit tutuklanmıştır. Azadi örgütü bir nevi başsız bırakılmıştır. Örgütlemeyi koordine edecek beyin alınmıştır. Örgüt koordinesiz kalmıştır. Sonuç kendi kendine gelişen bir isyan ya da direniş. Sonuç, tümden kendisini hazırlamış işgalci bir Türk ordusu ve devleti. Sonuç ayağa kalkanların katledilmesi ve direniş liderlerinin idam edilmesi.
Evet, bir yandan muazzam bir yürek ve yurtseverlik diğer yandan da müthiş bir yenilgi ve ardından da Kürdistan’ın derinlikli olarak işgal edilmesi ve soykırımlar…
Biz Şeyh Said’in torunları olarak olup biteni biliyoruz. Ve Şeyh Said’e pir u kalımızın “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar“ sözlerine Kürdistan özgürlük gerillaları olarak bağlı yaşayacağımıza ve Kürdistan gençlerinin de bu sözlere bağlı kalarak dağlara akacaklarına, size ve işgalcilerce idam sehpalarında sallandırılan tüm direnişçilere layık olacağımıza ve olacaklara söz veriyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Sert bir mücadele sürecine girmiş bulunuyoruz ve bu varlığı koruma özgürlüğünü kazanma süreci öyle görülüyor ki daha da sertleşecektir.
Gerillalar olarak kendi cephemizden kardeşlik, barış ortamının sağlanması için yapılması ve gösterilmesi gereken ne kadar özveri varsa, hepsini göstermiş bulunuyoruz. Dünyanın hiçbir direniş hareketinin göstermediği tek taraflı ateşkesten tutalım da barış elçilerini gönderene kadar her şey, ama her şeyi bir iyi niyet göstergesi olarak yaptık, ancak devlet ve onun iktidar gücü olan AKP, bu iyi niyet yaklaşımlarımızı suistimal ederek komple Kürt halkına, onun legal ve seçilmiş legal güçlerine, körpecik çocuklarına ve gerillasına karşı saldırılar üzerine saldırılar başlatmış ve binlerce legal siyasetçiyi ve çocuğu zindanlara doldururken kendi elimizle, silahsız gönderdiğimiz barış elçilerimizi tutuklamış ve ardından da hava saldırılarıyla gerillamıza yönelmiştir.
Özcesi halkımıza ve gerillasına karşı komple bir imha saldırısı yöneltilmiş bulunuyor. Bu faşizan uygulamalarını yaparken de ihanetçi işbirlikçi bir sürü öğeyi de devreye koymuş bulunuyorlar. Yine gazeteci kimliği adına olmadık faşizan ağızlarla, halkımıza ve gerillasına hakaretler yağdırıyorlar. Bir sürü sözde siyaset bilimcisi, özel savaş uzmanını da piyasaya sürerek, Kürt halkının ve onun gerillasının nasıl tasfiye edileceğinin akılmendliğini yapıyorlar. Yine kendini bilmez, birçok geçmişi karanlık sözde kalemşor ise önderliğimize dönük akıl almaz saldırılarda bulunuyor.
Evet, süreç sertleşiyor. Öyle görülüyor ki daha da sertleşecektir. Bu durumda böylesine kritik bir süreçte Kürt gençleri ve demokratik gençlik çevreleri ne yapacaklardır? Olup bitene bakacaklar mıdırlar? Yoksa harekete mi geçeceklerdir?
Olmak ya da olmamak dedikleri temel kritik soru budur. Biz diyoruz ki, gençlik harekete geçmelidir! Ve biz diyoruz ki, şimdi tam da gençlik zamanıdır! Ve biz diyoruz ki şimdi tam da eylem zamanıdır!
Öncelikli olarak halka, gençlere yönelen polislere yönelme zamanıdır!
Ekonomik katkılarıyla faşist rejimi ayakta tutanlara ve onların malvarlıklarına yönelmenin zamanıdır!
İhanetçi işbirlikçi Kürdü sırtından vuran hainlere vurma zamanıdır!
İhanetlerini dilinde ötesine taşıyan, iktidarın ve devletin akıl hocalığını yapan kendi halkını satanlara yönelmenin zamanıdır!
Sözde turist olarak gelen ve milyarlarca para bırakarak Kürt halkının ve onun gerillasının başına bomba olarak geri dönen bu silahları finanse eden merkezlere yönelmenin tam zamanıdır!
Bu faşist devletin inkârcı ve imhacı sistemini ısrarla sürdüren bunda direten bürokratlarına, mal varlıklarına yönelmenin de zamanıdır!
Evet, gün topyekûn faşist kurum kuruluşlara onlara yamanan ihanetçi işbirlikçilerine ve ajanlarına yönelme zamanıdır!
Elbette bunları yaparken de hedef olması gerekenlerin dışında hiç kimseye ama hiç kimseye zarar gelmemesine dikkat edilmesinin de gerekiyor. Var oluşu savunma zamanı bizim varlığımıza yönelmeyenleri itinayla korumanın da zamanıdır.
Faşist devlet soykırım kararını almıştır. Bu soykırım kararına karşı bizlerin direnme ve kendi varlığını koruyarak özgürlüğümüzü kazanma zamanıdır.
Biz gerilla olarak elimizde geleni daha da ileriye taşıyacağız! Eksiklerimizi gidermek için korkunç çaba harcayacağız! Ve neler yapacağımızı giderek herkes daha iyi görecektir!
Gerilla ile gençlik, ilk kez bu yönlü ruhsal olarak birliğini ve beraberliğini yakalayacaktır. Bu ruh birliği temelinde her Kürt ve demokratik gençlik çalışanını özgürlük mücadelesinin bir neferi olarak görüyor ve öyle de yaklaşıyoruz.
Gençlerin vurma zamanı derken de gerillayla birlikte, ancak gerilla dağlarda, gençlik ise şehirlerde, hem de Türkiye şehirlerinde aynı ruhla, aynı dinamizmle, aynı amaçla ortaklaşarak vurma zamanı olduğunu daha gür ve hür haykırıyoruz!
Yeniden yeniden diyoruz ki:
GENÇLİĞİN VURMA ZAMANI!
Ve yapabileceklerin varsa imkanların gerillaya akma zamanı!…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Son süreçlerde yaşanan kayıplarımız ardından acaba ne kadar söz hakkımız vardır diye düşünüp duruyoruz. Tüm arkadaşlarla oturup tartışıyor, tekrar tekrar gözden geçiriyoruz yaşadıklarımızı. Eksikliklerimizi ve yanlışlıklarımızı, kayıplarımızın nedenlerini tartışıyoruz. Böylesi bir tecrübe ve deneyimin bu kadar kayıp vermesinin, özellikle böylesi toplu kayıplar yaşamasının tüm sebeplerini masaya yatırıp daha güçlü bir savunu ve vuruş gücünün nasıl kazanılacağını tartışıyoruz. Şüphesiz ilk değil bu tartışmalarımız ve son da olmayacak. Ne de olsa yaşadığımız bir savaş ve savaş değişen çağ ve koşullara göre yeniliği şart kılıyor.
Bu konuda çok eleştiri alıyoruz. Yani gerillalar bu kadar hazırlıklıydılar, hani o kadar eğitim almışlardı, hani öfke ve kinle dolu, büyük vuruş gücüne ulaşmıştı deniliyor. Halkını savunmakla görevli gerillaların kendilerini savunamadıkları söyleniyor. Eleştirilerin geldiği yer halk olduğunda tabii ki söyleyecek sözümüz yok özeleştiri vermekten başka. Tabii ki böylesi kayıpların kesinlikle gerekçesi olamaz. Sonuçta gerillalar olarak her türlü olasılığı hesap ederek yaklaşmalıydık.
Bunun yanında bazı gerçeklerin anlaşılması açısından da geniş bakabilmek oldukça önemli.
Yirmi altı yıllık gerilla mücadelesi içinde yürüttüğümüz savaş en çok halkımızı ve değerlerini, canlarını vurdu. Halkımız özgürlük uğruna, insanca bir yaşam için boğazındaki lokmayı, kucağındaki çocuğu onurlu mücadelemize katık etti. Sırf güzel bir gelecek, onurlu ve barış, huzur içinde bir gelecek yaratılsın diye her türlü inkar ve imha politikasına, baskı, işkence ve hakarete maruz kaldı. Eğer olacaksa barış içinde bir yaşam bu bedellerin hepsine kabul dedi.
Artık halkımız bu savaşın olmaması için küçücük bir imkân dahi olsaydı bunun değerlendirileceğini biliyor. Ama olmadı, başaramadık ve savaşmaktan başka bir çaremiz kalmadı. Yaşadığımız savaş sürecinde en çok kaybı veren halkımız olmasına rağmen bu zorunluluk karşısında bize yani gerillalarına güvenini belirterek savaşta da yanımızda olduğunu ilan etti. Meydanlarda yaptığı direniş ve intikam çağrılarıyla halkımız, zorlukları da olsa, acısı çok da olsa yine de özgür olabilmenin direnmekten, savaşmaktan geçtiğini gördüğünü beyan etti. Hareketimizin aldığı varlığını koruma ve özgürlüğünü kazanma kararı çerçevesinde 1 Haziran ile başlattığımız yeni süreçte, yürüteceğimiz savaşta şüphesiz en büyük güç kaynağımız da halkımızın işte bu güven ve desteği.
Halkımızdan aldığımız bu güven ve istemlerimizin, haklarımızın meşruluğundan aldığımız güçle başlattığımız yeni savaş sürecinde üst üste yaşadığımız kayıplar şüphesiz halkımızın beklentilerine göre büyük bir eksiklik olmuştur. Her biri insanlık abidesi, narin bir çiçek, sarsılmaz bir dağ olan yoldaşlarımızın kaybından derin üzüntü duysak da uğruna düştükleri davanın başarıya ulaştırılması görevi karşısında her zaman yaptığımız gibi hüznümüzü kalbimize akıtıp daha güçlü ve eksiksiz savaşmak zorundayız. Bu da her şeyden önce içine girilen durumun güçlü çözümlenmesinden geçecektir.
Bugüne kadar yürüttüğümüz savaşta özellikle kontrollü ve savaş hukuku çerçevesinde yaklaştığımız dünyaca bilinmesine rağmen karşımızdaki faşist düşman bunları hiçe sayıyor ve tüm halkımız bir şekilde bu uygulamalara tanık olmuştur. Faşist uygulama, hile ve oyunların sadece siyasilere ait olmadığı yaşanan son olaylarla da görülmüş oluyor. Tabii ki yaşadığımız kayıpları gerekçelendirmiyoruz fakat gerçeklerin anlaşılması açısından içinde bulunulan durumun da bilinmesi faydalı olacaktır.
Türk ordusu tüm generalleri ve askerleriyle belki de tarihinin en itibarsız, yıpranmış ve düşmüş bir konumunu yaşıyor. Yürütülen savaş karşısında ciddi bir kırılma, ürküntü, dengesizlik, tepki, psikolojik bozukluk bütün ordu gücüne yansıyor. Ve eğer savaşta moral ve psikolojik üstünlük kaybedilmişse, bu konuda karşındaki güç senden kıyaslanamayacak ölçüde üstünse normal savaş yöntemlerinin dışına çıkmak zorunda kalırsın. Türk ordusunun da yaptığı tam anlamıyla budur. Gerillanın savaş kabiliyeti karşısındaki zayıflığını çağın son teknolojisiyle kapatmaya çalışıyor.
Yaşanan son gelişmeler ve gerçekleşen gerilla eylemleri göstermiştir ki karşımızdaki Türk ordusunun bir savaş gücü yoktur. Savaşma azimleri, güçleri yoktur. Başarıya inançları yok. Niçin savaştıkları konusunda bir cevapları ve verdikleri cevaplara da inançları yok. Biraz milliyetçilikle, şehitler ölmez vatan bölünmez edebiyatıyla bir propaganda yapılmak istense de söyleyenlerin kendileri de aslında inanmıyorlar artık buna. Dolayısıyla Türk ordusu moral ve psikolojik yönde yaşadığı zayıflığı bazı etkenlere sığınarak gidermeye çalışıyor. Tekniğe bunun için bu kadar sarılıyor Türk ordusu ve Türkiye’nin imkânlarını bu nedenle bütün dünyaya pazarlıyor. Savaş gücünün komutan ve savaşçılarının azim zayıflığını teknik gücüyle dengelemeye, gidermeye çalışıyor.
Yaşanan savaş pratiği çok açık bir şekilde göstermiştir ki Türk ordusunun en sağlam, en güçlü ve en tedbirli yerlerine bile girmekte, böylesi hedefleri dakikalar içinde yok etmekte hiçbir sorunumuz yok. Gel gör ki gerilla karşısında çaresizlik yaşayan Türk ordusu bu saldırı gücü karşısında kendini koruyamıyor. Bu yüzden yüksek teknik donanımla kendi askerlerinin ölümü pahasına gerillalara karşı saldırılara girişmekten kaçınmıyor. Gerillaların ele geçirdiği hedefleri kendilerine ait de olsa yok etmekten, bombalarla un ufak etmekten çekinmemektedir. Zaten bu savaş tarzı karşısında herhangi bir tepki ve engelleyici etken olmadığından da bunu rahatlıkla kamuoyundan gizleyebilmekte.
Bedeve tepesi eylemimizde de yaşanan aynen böyle olmuştur. Hedeflenilen tepeler düşürülmüş, tüm askerler tepelerden sökülüp atılmış, sinmiş ordunun askerlerinin çoğu tepeleri bırakıp kaçmıştır. Fakat tepede kalan ve yaralı olan askerler yanında tepeyi ele geçiren arkadaşlarımıza yönelik yoğun teknik donanımla, tanklarla bombardıman yapılmış, on iki arkadaşımız bu tank atışlarından şehit olmuştur. Yoksa ordu da çok iyi biliyor ki o teknik donanım olmasa, kesinlikle gerillanın zafer ruhu, saldırı ruhu karşısında bitli piyadeleri, sözde komandoları, özel güçleri ve her türlü emniyet güçleri ile bir şey yapamaz.
Yine Aqêr tepesi eylemimizde de arkadaşlarımız tepenin bir çok mevziisini ele geçirmiş, iki arkadaşımız da bu eylemde şehit düşmüştür. Fakat faşist ordu güçleri arkadaşlarımıza yönelik akıl almaz teknik saldırı gerçekleştirmiş, saatler süren bombardımanlarla sekiz arkadaşımızı da burada şehit düşürmüştür.
Burada düşman tekniğini abarttığımız, üstünlüğünü gösterdiğimiz anlaşılmasın sakın. Önderliğimizin yıllar önce söylediği gibi “İnsan En Büyük Tekniktir”. Şüphesiz ağır da olsa yaşanılan bu olaylarda bizlerin eksikliği var. Başarılı eylemler ardından gelen bu şahadetlerin nedeni yoğun düşman tekniği olsa da sorumlusu bizleriz. Eğer bu konuda her ihtimali göz önüne alsaydık şüphesiz önünü alabilirdik.
Yoldaşlarımızın saldırı ruhu, cesaret, fedakarlık konusunda en ufak bir tereddüdü yaşamadığı aksine bu konuda elinde tuttuğu kaleşnikofla koca orduya karşı, en yüksek donanımdaki teknik karşısında dahi en güçlü askeri hedefleri imha edebiliyor. Fakat göz ardı edilen küçük bir husus bile bazen savaşta istenmeyen sonuçlara yol açabiliyor.
Hareketimizin eksiklik ve yetmezliklerine karşı yaptığı özeleştiriyle her zaman daha büyük ve güçlü atılımlarla mücadelemizi bu noktaya getirdiği biliniyor. Bundan sonrası için bu konuda yaşadığımız eksikliği gidereceğimize ve bir daha asla böylesi kayıplara neden olmayacağımız bir gerçek. Hem hareketimizin içine girdiği dördüncü stratejik mücadele dönemimizin hedef ve görevlerini yerine getirerek toplumumuzu inşa etmede hem de bu amaç uğruna Kürdistan ananın göğsüne düşen yoldaşlarımızın intikamını almak için Kürdistan gerillalarının, Apocu militanların fedaice mücadeleleri çok daha güçlü bir şekilde devam edecektir. Buna duyduğumuz inanç güçlü, kararlılığımız ise tamdır.
Pir Kemal
- Ayrıntılar