Kürt halkı bir sınavdan daha başarıyla, alnının akıyla çıktı. Her türlü saldırı karşısında kendi emeğiyle yaratılmış olan değerlerini ne kadar güçlü sahiplendiğini ortaya koydu. Bir irade beyanının da ötesinde Kürt halkı “üçüncü yol” ekseninde bir çıkışın olabilirliğini de ispatlamış oldu. Ak-kara mantığının ürünü olan evet ya da hayır demenin dışında sanki farklı bir alternatif yokmuş ve olsa dahi bunun seçilmesinin dünyanın sonunu getireceği yönlü kaygı, kuruntuları da Kürt halkı bertaraf etmiş oldu.
Kürt halkı, halkların taraflığının kendi faydası ve demokrasi kültürünü geliştirdiği ölçüde geçerli olduğunu da bundan sonrası için bir mesaj olarak verdi. Bu mesaj aynı zamanda Kürt halkının otuz yılı aşkındır sürdürdüğü mücadelesiyle tüm dünya güçlerinin arkasında durduğu TC faşizmine karşı elde ettiği başarıların da bir göstergesi durumunda. Bu başarılarını sadece kendi iradesini tanıyan, kendine güvenen ve savunduğu doğruların tüm insanlık için çıkış yolu olacağının inancıyla davasına sarılarak kazanan Kürt halkı dışarıdan herhangi bir maddi, manevi destek almadan, her türlü yokluğa, yoksunluğa ve katliam tehdidine rağmen bunu gerçekleştirdi.
Günümüzde ulaştığı örgütlenme düzeyiyle Türkiye ve bölge güçlerine ve halklarına demokrasinin, halkın kendini yönetme gücünün nasıl elde edilip, yürütüleceğini gösteren Kürt halkı bundan sonra da DEMOKRATİK ÖZERKLİK projesini adım adım geliştirerek bin yılların biriktirdiği sorunları çözmeye başlayacak. Bunun için yıllardır kendi dinamikleriyle yürüttüğü eğitim faaliyetleri, örgütlenme düzeyi, toplumun her alanına taşırılan kurum ve kuruluşlarıyla, şehirlerdeki çalışanları, dağlardaki gerillalarıyla gerçek demokrasinin nasıl yaratılacağını gösterecek. Toplumsallığın geliştiği, yetiştiği bu coğrafyada 21.yy. demokrasi bayrağını dalgalandırarak halkların bayramını yaratacak.
Bu iddia ve kararlılığı her türlü bedel ödeme pahasına koruyan halkımız toprağa düşen evlatlarını sahiplenmesindeki görkemle de şüphesiz tüm kör ve sağırlara bir şeyler gösteriyor. Bin yıllardır savaşın eksilmediği topraklarımızda bayram coşkusunu bile çok gören faşist kesimlerin katlettiği 9 Mazlum’umuz, Cesur’umuzu bağrına basan halkımız, kendisi, hakları için küçük bir adımı, savaşma azmini, sadece samimiyeti ve dürüstlüğüyle kendisi için savaştığını düşündüğünü bildiği bu yiğit insanları omuzlarında taşıdı. Terörist bir devletin yöneticileri olarak terörün alasını yapanların terörist adıyla lanetlediği özgürlük savaşçılarını omuzlarında taşıyarak kendi onuruna sahip çıkan Kürt halkının yolundan dönmeyeceği bu vesileyle de bir kez daha ortaya koyuldu.
Özgürlük mücadelemizin görkemli ve soylu direnişi karşısında tahammül gösteremeyen güçlerin, Peyanis katliamını gerçekleştirmelerinin nedenleri burada gizli. Bıçak sırtında yürütülen bir özgürlük mücadelesinin öncüsü halkımızın böylesi onurlu bir duruş sergilemesini hazmedemeyen güçlerin bu çirkin saldırısıyla faşist yüzleri açığa çıktı. İktidar ve muhalefetiyle en demokratik taleplerini dile getiren halkımıza yönelik geliştirilen sözlü saldırıların cisimleşmesi gerçekleşmiş oldu. Başbakan ve kimi kuyrukçu takımının BOYKOT tavrı nedeniyle öfke kusmaları, gerekenin yapılması için karanlık odaklara emir vermelerinin ardından daha günler geçmemişken gerçekleşen bu saldırı Kürt halkına direnmekten başka bir yol bırakılmadığının da ispatıdır.
Altı aylık bebelerimize bile yaşam hakkı tanımayan zihniyetin bu saldırısı gerçek anlamda sözün tükendiği yerdir. Hangi bakış ve zihniyet bu saldırıyı haklı görebilir? Hangi sözde Kürt dostu faşist devletin bu açık saldırısı karşısında konuşmaya devam edebilir? Hangi açılım ve demokratikleşme paketinin yararından söz edebilir?
Kürt halkının yüreğini dağlayan bu saldırıyla, daha üzerinden on gün geçmeden ikinci kez yaşamın anlamını sorgulatan bu ikinci saldırıyla Kürt halkına verilen mesaj çok açıktır. “Seni ve haklı taleplerini kabul etmek bir yana, en temel hakkın olan yaşam hakkını bile vermem” diyen faşist odaklar halkımıza direniş dışında bir yol bırakmamıştır.
Kimi sahte dostlar ve halkımızın içinden çıkmış işbirlikçi kesimlerin bu noktadan sonra hangi sözde barışçıl, demokratik açılımı işaret edecekleri ortada. Böylesi bir saldırıyla gün yüzüne çıkan gerçek niyetler yıllardır oyalanarak, tatlı dillerle, maddi yatırımlarla, baskı ve şiddet gibi yöntemlerle kırılamayan iradeye yönelen kesimlerin açık tutumudur. Bu tutum karşısında onurdan, namus ve şereften nasibini almış herkesin tepkisini göstereceği açık. Kürdistan’ın sokakları, meydanları bu çağdışı, bu ahlaksız kesimlere gereken cevabın verileceği, tokadın patlatılacağı yer olacaktır.
Nasıl ki 9 can görkemli bir sahiplenişle ölümsüzler kervanına katıldıysa, yiten bu canlarımız da onurlu özgürlük mücadelemizin ölümsüz neferleri olarak tarihe yazılacaktır. Bu saldırıyı gerçekleştirenler ise öfkemizi ve kinimizi bileyerek, intikam ateşini harlayarak savaşma azmimizi daha da yükseltmiştir. Bize yaşamı bile çok gören bu faşist zihniyeti yok edene dek savaşmak, her alanda onurunu ve şerefini korumak her Kürt neferinin en öncelikli görevi olarak önümüzde duruyor.
Sadece askeriyle, polisiyle, her türlü devlet kurumuyla yürütülen saldırılar karşısında değil, halkımızın örgütlü tepkilerini küçümseyen, iktidara yaranarak halkımızın reflekslerini marjinalleştirmeye çalışan tüm kesimlere de gereken cevap yükseltilecek serhildanlarla verilecektir.
Dağların zamanı da gelecektir. Dağlar da sözünü söyleyecektir. Fakat şimdi gün, her türlü bireysel ihtiyaç ve planın askıya alınarak sokakları doldurmanın, kini ve öfkeyi kusmanın, intikam almanın günüdür.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Bir süredir Kürt ulusunun gündemini dolduran ve ilanı Kürtler tarafından adeta bir devrim coşkusuyla karşılanan demokratik özerklik modeli nedir ve Kürt sorununun çözümünde neden en uygun model olarak tercih edildi? Kadının bu modelin uygulanmasındaki rol ve misyonu nedir?
Bu sorulara doğru yanıt geliştirmek öncelikle kendini tekçi sistemin tarih çarpıtmalarından arındırmayı gerektirir. Zira tekçi sistem, erkek egemen zihniyetin yaratımları olan milliyetçi ve cinsiyetçi yapıları içerisinde barındıran ve bu sayede toplumsal doğanın özünü zehirleyen, dejenere eden, dolayısıyla da toplumsal gerçekliği inkar eden bir yalan ve çarpıtma sistemidir. Bu anlamda evrensel tarih perspektifinden Ortadoğu toplumlarının tarihsel gerçekliğini çözümlemeye çalıştığımızda toplumsal doğaya dayatılan devlet olgusundaki ısrarın günümüz Ortadoğu cehennemine yol açan esas nedeni oluşturduğunu rahatlıkla görebilmekteyiz. Ortadoğu toplumları açısından kangrenleşen, kördüğüm halini alan ve neredeyse bir kaderciliğe götüren tüm toplumsal sorunlarını etnik ve dini çatışmaların kaynağı, bize ulus devleti ve onun yarattığı tahribatları işaret etmektedir. Ahlaki ve politik dokusu zayıflatılmış, kültürel kırımlardan geçirilmiş, ekonomisiz, politikasız ve savunmasız bırakılarak iktidar sahiplerinin kendi çıkar savaşlarının hizmetine koşturulmuş bir toplumsal gerçeklik daha doğrusu bir toplum kırımı söz konusudur. Toplumlar vatan-millet edebiyatı ve aldatmacasıyla ulus devlete mahkum edilerek toplumsal örgütlülükleri parçalanmış, dağıtılmış ve iradeleri teslim alınmıştır. Keza ulus devletin varlığını mümkün kılması da ancak bu sayede olabilmiştir. Çünkü ulus devlet kurumsal örgütlenmesini toplumsal emek, üretim ve değerlerin gaspı ve sömürüsü toplumsal ahlak ve politikansın zayıflatılması üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu anlamda sermaye ve iktidar tekellerinin ideolojik kurumlaşması ve örgütlenmesidir. Dolayısıyla da toplumun güçsüzleştirilmesi savunmasız bırakılması ve her türlü sömürüye açık hale getirilmesi dışında bir rolü ve işlevi yoktur.
Kürt ulusunun demokratik özerklik tercihini bu gerçeklikle bağlantılı olarak ele almak gerekir. Kendisi açısından bir yönüyle ulusal özgürlük hareketi, bir yönüyle de aydınlanma ve bilinçlenme hareketi olarak anlam kazanan PKK, şahsında bu derin gerçekliğin bilincine varan Kürt ulusu, kapitalist sistemin ısrarla kendisine dayattığı ‘Küçük Kürdistan Devleti’ne’ diğer bir deyişle ulus-devletçiğine hayır demiştir. Tüm Ortadoğu halkları adına kendi demokratik çözüm alternatifini demokratik özerklik olarak ortaya koymuştur. Bu açıdan demokratik özerklik modeli, Kürtler için öncelikle bir politik demokratik yönetim sistemi olarak anlam kazansa da esas itibariyle ulus devlet karşısında toplumu yeniden güç ve irade kılmayı, sosyal, politik ve ekonomik yaşamın öznesi kılmayı, kurumsal örgütlülüğünü oluşturmayı, ahlaki politik özünü yeniden işlevli kılmayı ve öz savunmasını geliştirmeyi içeren bir modeldir. Dolayısıyla devlet yetkilerini paylaşmadığı gibi, merkeziyetçi bir yönetimi veya iktidarı oluşturma hedefinde de değildir. Toplumun her kesiminin tüm dini, etnik, kültürel ve politik kimliklerin veya farklılıkların kendisini her ortamda özgürce ifade etmesini, örgütlemesini ve gerçekleştirmesini sağlayan yerele dayalı bir yönetim sistemidir. Toplumun demokratik temelde örgütlendirilmesi en esaslı hedefini oluşturmaktadır. Bu açıdan her topluluğun kendi demokratik toplum birimini oluşturmasını demokratik özerklik uygulamasının öncelikli şartı koşar. Burada birim tekçi sistem karşıtı her topluluğu kast etmektedir. Demokratik ulustan bir köy derneğine, uluslar arası bir konfederasyondan bir mahalle şubesine, kent konseyinden mahalle meclisine her topluluk ve her yönetim organı birer birimdir.
Bu anlamda demokratik toplum birimleri demokratik ulusun gerçekleştirilmesinin de ön koşulu olmaktadır. Demokratik toplum olmadan demokratik ulus düşünülemeyeceği gibi, demokratik ulus olmadan demokratik özerklik de düşünülemez. Zira demokratik ulus, ulus-devletteki ulus kavramından farklı olarak tekçi devlet zihniyetini, devlet sınırlarını ve giderek devletin kendisini aşan, milliyetçiliği ve cinsiyetçiliği içermeyen bu anlamda farklılıkların birliği ve özgürlüğü ilkesine dayanan demokratik bir birliği ifade etmektedir. Bu da erkek egemen zihniyetin kurumsal ifadesi olan ulus devletin toplumsal öze aşıladığı toplumsal cinsiyetçiliğin, etnik-dini-kültürel ayrımcılığın, tecavüz kültürünün aşılmasını, toplumun demokratik karakterinin açığa çıkarılıp yeniden hakim kılınmasını gerektirmektedir. Bu bakımdan demokratik ulusun, giderek demokratik özerkliğin kadın özgürlük sorunuyla güçlü bir bağı söz konusudur. Dolayısıyla cinsiyetçilikle mücadeleyi, cins ayrımcılığını ve köleliğini aşmayı hedefleyen ve bu anlamda toplumsal yaşamın öznesi ve örgütleyici gücü olan kadını toplumsallığın dışına itilen konumundan çıkartıp yeniden toplumsal yaşamın tüm alanlarında aktif ve işlevli kılmaya çalışan kadın özgürlük çalışmaları, demokratik özerklik için hayati önemdedir. Yalnızca bu açıdan değil, kadının toplumsal yaşamın esas örgütleyici ve belirleyici gücü olması, dolayısıyla da durum böyledir. Yine ulus devletin toplumu politikasız bırakma çabalarına karşılık, demokratik özerkliğin bir başka kurum sal hedefi olarak öne çıkan demokratik siyasetin kurumsallaştırılması çalışmalarında da kadına büyük rol düşmektedir. Çocuğun yetiştirilmesi ilk ve esas eğitmencisi olması, ailenin düzen ve disiplinini sağlayan olması ve yaşamsal günlük işlerin esas çekip çevireni olması bakımından kadın toplumsal ahlakın kaynağı, geliştirici gücüdür. ‘Ahlakın rolü, toplumun sürdürülme, ayakta kalma kurallarına sahip olma ve uygulama gücüdür. Politika ve toplum için gerekli ahlak kurallarını sağlamak ve toplumun maddi-zihni ihtiyaçlarını gidermenin yol ve yöntemlerini tartışarak kararlaştırmaktır’ Toplumun iki temel varlık stratejisi olarak anlaşılması gereken ahlak ve politika somut ifadesini demokratik siyasette bulur. Bu bakımdan kadın ahlakın esas kaynağı ve geliştirici gücü olarak demokratik siyasetin kurumlaşmasında öncü bir role sahiptir. Ayrıca ulus devletçi sistemin azami kar, sermaye birikim, mülkleştirme ve aşırı büyümeye dayalı kapitalist yaşam sunumuna karşılık, demokratik özerkliğin köy tarım ve toprağa dayalı ekolojik yaşamın ve onun ekonomi politikasının geliştirilmesinde de kadının belirleyici bir konumu söz konusudur. Ekonomi kadının kutsal mesleği olarak önce kadından ardından da toplumdan kopartılarak iktidar ve sermaye tekellerinin hizmetine verilmiştir. Toprak ekonomisinden para ekonomisine (ya da ekonomi karşıtlığına) geçişi ifade eden bu durumla birlikte kadın ve toplum için büyük yabancılaşma ve tutsaklaşma gerçekleşmiştir. Zira ekonomi alanı toplum için olduğu kadar kadın için de üretimi beslenme, korunma, barınma ihtiyaçlarının giderildiği en hayati alanı oluşturmaktadır. Kadının kendisini ve yaratıcılığın en fazla gerçekleştirdiği alandır. Bu bakımdan bu alanın gasp edilmesi kadının temel özgürlük alanlarından birinin gasp edilmesi ve bir nevi temel öz savunma alanının yitirilmesidir. Dolayısıyla kadının bu kutsal mesleğini tekrar geri alması ve kendi örgütlülüğünü bu alanda yeniden sağlaması hayati önemdedir. Eğitim ve sağlık için de benzeri noktalar kadın için belirtilebilir. Yani bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak kadının demokratik özerklik modelinin uygulanması ve inşasındaki misyonu için genel anlamda şu belirtilebilir; ulus-devlet cinsiyetçilik, milliyetçilik ve dincilik üzerine inşa edilmiş bir yönetim sistemidir. Bu ideolojilerin besin kaynağı ise düşürülmüş, teslim alınmış, örgütsüz bırakılmış köle kadındır. Buna karşılık demokratik yaşamı gerçekleştirmenin hedefi olan demokratik özerkliğin besin kaynağı da özgür kadın çalışmaları ve örgütlülüğü olacaktır. Dolayısıyla kadın siyaset akademilerini yaygınlaştırma, kadın kooperatifçiliğini geliştirme, yerel yönetimler ve meclis birim çalışmalarını derinleştirmek, demokratik kadın birimlerini yaygınlaştırmak ve bu temelde komünsüz, birimsiz, kadın bırakmamak her kadının en temel acil görevleri olmaktadır.
Ekin Gever
- Ayrıntılar
Mafya birini öldürür, sonra O’nun taziye törenine gider.
Aynı yöntemi bu yeşil soykırımcı AKP’de yapıyor.
Mafyanın ahlakı ve vijdanı ne kadar ise AKP’nin de o kadardır.
Biliyoruz, mafya devletin kanunlaşmamış halidir.
Devlet ise mafyanın kanunlaşmış halidir.
Şimdiki devlet AKP olduğuna göre, AKP’de mafyanın kanunlaşmış hali oluyor.
AKP’nin Kürdistanda’ki mafyavari katliamları katmerlidir.
JİTEM’İ ve Hizbul-Kontra’yı kurup tetikçilik yaptıran AKP’nin geldiği gelenektir.
Bunun baş yürütücüsü A.Kadir Aksu şuanda AKP’de başkan yardımcısıdır.
AKP’nin eli kanlıdır. Hem de çok kanlı.
Hep Amed zindanından bahsederler şu AKP’liler.
Ama Amed zindanında, 12 Eylül’den daha beter bir katliamın talimatının veren, AKP babası Refah Partisidir.
Tarihler 24 Eylül 1996’yı gösterince Amed zindanındaki beton kan kırmızısına boyanıyordu.
Amed zindanında 10 PKK’li esir çivili kalaslarla, silahla katledilirken onların kanlarıyla, beton kan kırmızısına boyanırken T.C’nin başbakanı Erbakan, Adalet Bakanı Refah Partili Şevket Kazan, İçişleri Bakanı da DYP’li Mehmet Ağar idi.
Katliam talimat veren Erbakan, Kazan ile Ağar idiler.
Erbakan ve Kazan’ın gardiyan ile subayları 10 PKK’li esire saldırırken, Allah Allah nidalarıyla ellerindeki esire saldırırken şu sloganları atıyorlardı.
“Her şey vatan için!!!!
Ya Allah Bismillah!!!!
Allah u Ekber!!!”
Allah u Ekber nidalarıyla katliam yapanlara talimat verenlerden biri de, o zaman Erbakanın sağ kolu ile prensi olan şimdiki Cumhurbaşkanı A.Gül idi.
AKP’nin toplu katliam sicili oldukça kabarık.
İşte o katliamlar
Tarih 29 Mart 2006.
Yer Amed.
Katliam talimatını veren Erdoğan.
Katledilen Kürt 15.
Tarih 12 Eylül 2006.
Yer Amed Koşuyolu Parkı.
Katliam talimatını veren Erdoğan.
Katledilen Kürt 10.
Tarih 29 Eylül 2007.
Yer Beytülşebap ilçesinin Hemkan Köyü.
Katiam talimatını veren Erdoğan.
Katledilen Kürt 12.
Şimdi de yer Colemerg’in Peyanus Köyü.
Katliam talimatını veren Erdoğan.
Katledilen Kürt 9.
Katliam emrini veren Erdoğan.
Kendine liberal diyen, muhazakar diyen hiçleşme ve çürümede zirveleşen insan süratlı hiççiler ne kadar katliamcı Erdoğan’ı savunsunlar savunsunlar, Erdoğan’ın katlimacı gerçeğini gizleyemezler.
Ivır zıvır yapmaya gerek yok.
Oraya buraya çekmeye gerek yok.
Laf dansözlüğüne de gerek yok.
Aleni olan bir şey var.
Peyanus katliamını yapan AKP’nin Yeşil JİTEM’dir.
Yalan dolana başvursalarda, Neo-Güntaç Aktan ile Neo-Ertürk Yöndem’e oynasalar da Fetullahçı Medya tetikçileri Yeşil JİTEM’cililiklerini gizleyemezler.
Gün gelecek ve bu halk tüm Yeşil JİTEM’ci Fetullahçıları yargıyacaktır.
Yeşil JİTEM’cilik yaparlar, İslam cilasını sürerler.
Esas katliamları yapan kendileri, başkalarını yüklerler.
Kürtçe’nin Dımılki lehçesinde bir söz vardır.
Kutık Kutıko, Ha Siya ha Sur.
Türkçesi Köpek Köpektir, Ha Siyah Ha Kırmızı farketmez.
Önceki Siyah Kont-gerillanın T.C’si nasıl bir katliamcı devlet idiyse, şimdininde AKP ve Fetullahşan Yeşil Kont-gerillası T.C de daha az değil daha fazla katliamcıdır.
Bunu biliyoruz. Ve bu zihniyeti yeneceğiz.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Kürt halkı birkaç günlük -sembolikte olsa -sömürgecilerin okullarında kendi çocuklarına karşı uygulanan asimilasyon politikalarını sınırlandırmak için TC’nin okullarını boykot etme kararlarını uyguluyor.
Sembolik olarak uygulanan bu eritme politikalarına karşı gösterilen haklı tepkiye; Türk devlet yetkilileri, hükümet üyeleri, kimi rejim yanlısı yazarçizer ve aynı kutbun başka versiyonları olan tiplerde oldukça seviyesiz bir şekilde halkımızın aldığı bu haklı asimilasyonu ret kararını çirkince hakaretler yağdırıyorlar. Kimisi tehdit ediyor. Ve kimisi de frensiz girerek çocukların ne kadar anti-demokratik politikalara maruz kaldığının edebiyatını yaptı ve halen de yapıyorlar.
Öncelikle şunu belirtelim: sizin o beğendiğiniz dilinizi konuşmak zorunda değiliz. Sizin diliniz sizin olsun, kaldı ki dilinize dönük tek bir hakaretimiz olmamıştır. Ancak biz kendi dilimizi kullanmak istiyoruz. Ve bırakalım antidemokratikliği- asıl siz Hitler’lerin bile uygulamadığı faşizan bir zihniyetle Kürt halkının çocuklarını kültür soykırımdan geçiriyorsunuz. Kültürel soykırım nerede anti demokratik eylemlilik nerede…
Kendi yazarlarınızda birisi:
"Sivil itaatsizlik" ilk defa Amerikalı liberal anarşist şair Henry David Thoreau'nun, 19. yüzyıla ait makalesinde formüle ediliyor.
Thoreau, "Sivil itaatsizlik görevi üzerine" başlığını taşıyan bu kısa makalede teorisini anlatıyor. "Sivil itaatsizlik" haksız kararlara veya kanunlara uymama şeklinde, şiddet içermeyen bir eylem biçimi. Otoriteye pasif bir şekilde direniş. Yani sizin o Kürt halkının kendi çocuklarını sizin kültürel olarak insanları erozyona uğratan okullarınızı boykot etmesi antidemokratik bir uygulama değil, bir demokratik eylem biçimi olan sivil itaatsizlik eylemidir. Yani “haksız kararlara veya kanunlara uymama şeklinde, şiddet içermeyen bir eylem biçimi. Otoriteye pasif bir şekilde direniş.”
Kendimizden bir şey katmadan size elimize geçen Türk devletinin ya da ona yakın duran kuruluşların yazdıklarını aşağıya aktaralım:
“Bir milletin kültürünün temel unsurlarından biri olan dil; insanların duygu, düşünce, istek ve arzularını anlatabilmeleri için kullandıkları sesler ve semboller dizgesidir. Dilin amacı, anlamların ortak paylaşımını ve anlaşmayı sağlamaktır. Dil, insanı diğer canlılardan ayıran ve insana özgü bir yetenektir. İnsan dilini toplumsallaşma süreci içerisinde öğrenirken, diğer canlılar dili kalıtımsal olarak elde ederler ve temel gereksinimleri için kullanırlar.
Dil ile düşünce arasında sıkı bir ilişki vardır. Dil olmadan düşünce olmaz. Düşünme, sessiz konuşmadır. Kişinin kendisiyle konuşmasıdır. İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler de bu sayılan alanları besler. Yani bilim ve düşünce bir taraftan kendi fonksiyonlarını yerine getirmek için vasıta olarak dili kullanırken, diğer taraftan da dilin zenginleşmesini sağlarlar. Bu anlamda karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Büyük medeniyetler mutlaka ya zengin bir dil üzerinden gelişmişlerdir ya da gelişme süreçleri içinde zengin bir dil yaratmışlardır. Bir insanın ya da toplumun dili ne kadar zengin ve üretkense dünyayı tanıması, algılaması, olay ve olgulara bakışı da o oranda zengin ve tutarlı olacaktır. Ludwig Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü bu gerçeği ifade ediyor olsa gerektir” diye yazıyor alıntıladığımız ansiklopedi.
Başka bir sözlükte ise:
“Dil ile düşünce arasında, (ilişki)yi çok aşan bir bağıntı vardır. Bu ikisi iç içedirler. Dil düşüncenin kalıplara dökülmüş, somutlaşmış biçimidir.
İnsan, sözcüklerle ve imajlarla düşünür. İmajlar bile isimlendirilmiş, yüklemlenmiş hayallerdir. Onlar da birer sözcük ya da cümle gibidirler. Bunların hepsi birer bildirişim aracı, birer işaret, yan-dildir.
Dilsiz düşünce, düşüncesiz dil olmaz. Doğru düşünmek için, dile hâkim olmak gerekir. Doğru konuşmak için de düşünme şarttır.
Düşünce kategorileriyle dil kategorileri arasında sıkı bir ilişki bulunduğu ve düşüncemizi düzene sokan ilişkileri dile borçlu olduğumuz bilinmektedir.
Bir ulusu ortak paydada toplayan ve ulusa ulus kimliğini veren dilidir, kültürüdür. Bir toplumun kimliğini kaybettirme politikası güden ülkeler veya uygarlıklar o ulusun önce dilini sonra dinini ve en sonunda da kaçınılmaz olan ve bunu doğuran kültürü değiştirirler” diye dil konusunu böyle işlemiştir.
Evet, dilsiz düşünce, düşüncesiz dil olmaz diyorlar. Bunu siz kendi okullarınızda madem kendi çocuklarınıza ve dünya âleme bilimsel veriler olarak savunuyorsanız, o zaman neden bizlerin, yani Kürt halkının kendi dilini konuşmasını, kendi dil okullarını açmasına bu kadar tepkilisiniz?
Neden bu kadar haklı olan bir toplum olma hakkına saldırıyorsunuz?
Neden bu kadar insani olan bir talebe bu kadar dil uzatıyorsunuz?
Size hak olanı neden başkasına çok görüyorsunuz?
Özcesi Türk okullarında Kürt çocuklarına zoraki öğrettiğiniz dilinizi boykot etmek sizlerin on yıllarca Kürt halkına karşı uyguladığınız faşizan uygulamalarınızı, o kirli insanlık suçu işleyen maskeniz düşürecektir.
Ve siz dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ülkesinde -bu ülke sizin diktatör dostlarınızca yönetilmekte de olsa-savunamayacaksınız.
Ve siz o size çok yakın duran Yankee amcalarınıza da anlatamayacaksınız. Beyaz sömürgeciliğin uygulayıcıları olanlara da anlatamayacaksınız.
Özcesi köşeye feci sıkıştırıldınız, kaçacak delik kalmadı.
Ve bundan böyle antidemokratik uygulamalarınız yaşadıkça, bu zihniyetiniz kendisini korudukça Kürt halkı sizi hep köşeye sıkıştıracaktır. Ve dediğimiz gibi Oncle Yankee’ler stratejik ortak dostlarınızda olsalar sizleri kurtaramayacaklardır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürtlere karşı savaşta yeni yöntem olarak benimsenen ve uygulanması noktasında çok yönlü bir konsensüsün sağlandığı halklar arasında sokak çatışmaları karşısında Apocu hareket ve yandaşlarının aynı yöntem ve yollarla karşılık vermeyeceği kesindir. Linç kampanyaları, cana ve mala kasteden saldırılar karşısında Kürtlerin benzer biçimlerde karşılık vermesi beklenmeyeceği gibi bu tarzın yeni yaşamın, insanca yaşamın yaratımında öncülük rolüne soyunan Kürtlerin öz benliklerine de uygun olmayacağı da ortadadır.
Bin yıllardır üzerinde yaşadığımız bu coğrafyada birlikte yaşadığımız halklarla aramızda kurduğumuz birlik ruhunu zedeleyecek yaklaşımlara soyunmayacağımız, fakat gelişen saldırılar karşısında da asla cevapsız ve savunmasız kalmayacağımız bilinmektedir. Kürtlerin onurlu duruşları bunu gerektirdiği gibi bu aynı zamanda tüm canlı varlıkların içinde yer aldığı uyum ve tamamlayıcılık ilkelerinin de bir gereğidir. Bu, aynı toprak üstünde yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı kültürlerle yetişen tüm canlıların aynı haklara sahip olduğu, olması gerektiği gerçeğinin de bir sonucudur.
Böylesi bir gerçeklik olmasına rağmen Kürtlere karşı dayatılan yeni saldırı yöntemleri ve saldırı sahibi kesimler karşısında kendimizi nasıl korumalıyız? Böylesi saldırıların önünü alarak çok yakınlaşmış olduğumuz özgürlük zamanının kazanılmasını hangi yöntemlerle gerçekleştireceğiz? Bu sorular tüm yakıcılığıyla doğru cevaplanmayı ve yaratıcı bir tarzda pratikleştirilmeyi beklemekte.
Cevap kabilinde şu değerlendirmeleri yapabiliriz;
Bu yeni savaş gücü için önemli olan tek hedef vardır. O da Kürt kimliğidir. Kırmızı şalı gören boğanın odaklanması misali faşist-milliyetçi kesimlerin de bu dönemde tek hedefi Kürt’tür. Bu Kürt’ün bir şekilde PKK ile ilişkili olması ya da herhangi demokratik bir kurumda insan olmanın getirdiği herhangi bir örgütlenme içinde yer alıp almaması önemli değildir. Bu Kürt’ün devletin herhangi bir kurumuna, devletin varlığını gösteren herhangi bir olguya karşı refleks gösterip göstermemesi de önemli değildir. En sıradan, hatta elini her türlü örgütlenme faaliyetinden çekmiş, tüm ömrü boyunca Kürtlerin mücadelesine uzak kalmış birey ve kesimler bile bu dönemde böylesi kesimlerin direkt hedefi olabilir. Bu nedenle toplum karşısında duyarlı olan, kendini sorumlu gören herkesin her şeyden önce bulunduğu şehirde, kasabada, mahallede bulunan tüm Kürtleri örgütlülük içine çekme görevi vardır. Dışlamak, ötelemek değil, çekmek ve birleştirmek esas alınmalıdır.
Geçmiş mücadele süreçlerinde çok açık bir şekilde görülebildiği gibi Kürtlerin örgütlü olduğu mekânlarda devletin en saldırgan kesimleri, kolluk güçleri mesafeli ve tedbirli yaklaşmak zorunda kalmıştır. Bir yerde halkın öz iradesi örgütlü bir şekilde ortaya konulduğunda en gözü kara düşman gücü bile tereddütlü yaklaşmak zorundadır. Bu yüzden her türlü saldırı karşısında hepimizin en büyük ve güçlü savunma aracımız örgütlülüğümüzdür. Ne pahasına olursa olsun arkadaşlarımıza, yoldaşlarımıza yapılan saldırılar karşısında saldırı gerçekleştirenlerin bu saldırılarının karşılıksız kalmayacağını bilmesidir. Düşman şeklinde tabir ettiğimiz ve devletin tüm kurumları yanında onlarla işbirliği içinde Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ne karşı her türlü saldırıyı gerçekleştirmekte sakınca görmeyen kesimlerin tercih ettiği bu yeni savaş gücü, savaş yöntemi karşısında halkımızın örgütlülüğünü korumak en önemli görevimizdir.
Örgütlülüğü korumak gelişen saldırılara karşı var olan örgütlülüğü güçlendirmek yanında örgütlülük dışı kalmış kesimleri de bunun içine çekmek anlamına geliyor. Bu ertelenemez, küçümsenemez bir görevdir. Güncel ve en önemli görevimiz tüm Kürtleri örgütlülük içine çekerek yalnız kalmasını engellemektir. Yıllardır Kürt hareketinden kopartmak için teşvik edilen yaşam standartlarının bireyciliği körüklediği göz önüne getirildiğinde birçok Kürt’ün örgütlü gücümüzün dışında kaldığını hepimiz biliyoruz. O yüzden her Kürt’ü örgütlü bir ortama çekmek en temel görevlerimizden birisi oluyor. Bunu mevcut kurumlar, komün ve meclisler üzerinden yapabileceğimiz gibi bunun dışında da ihtiyaca göre oluşturulacak ve eksik olan yerlerde örgütlenecek inisiyatif ve meclis, komün türü örgütlerle sağlayabiliriz.
Bunun yanında ve daha da önemlisi öz savunma mekanizmasının geliştirilmesi oluyor. Kendini savunamayan ahlaksızlığı yaşayandır. Çünkü insanın insan olması serüveninde dahi en öncelikli görev kendini korumaktır. Kendini, kültürüyle, diliyle, varlığıyla, olduğu gibi koruyarak insan, insan olma özelliklerini geliştirebildi. Bunları koruyamayanlar ya tek başlarına tükendiler ya da başkalaşarak kendisi olmaktan çıktılar. Ki günümüzde devlet yaranmacısı işbirlikçi Kürt diye andığımız kesimler bunlara iyi bir örnek oluyor.
Öz savunmanın gerekliliği günümüz düşman saldırıları ve içimizden gelişen revizyonist girişimler göz önüne getirildiğinde rahatlıkla görülebilir. Her yönüyle her an durmadan saldıran bu gerçeklik karşısında elbette ki eli kolu bağlı duracak, saldırıların gelişini seyredecek değiliz. Fakat bu savunmayı sırf silahlı ya da şiddet ve kaba güç anlamında yapmayacağımızı çok iyi anlamamız gerekir. Başta da söylemeye çalıştığımız gibi yekvücut bir topluluk yaratarak ancak öz savunmamızı güçlendirebilir, halkımıza yönelecek saldırılar karşısında gerçek anlamda bir savunma yaratmış oluruz. Yoksa başka türlü kimi hayalci yaklaşımlar sergilemek, duygusal tepkiler içine girip halkın geleceğini riske atmak olur ki bu da kesinlikle savunma değil kendi eliyle katliamlara davet çıkarmak olur.
Unutmayalım ki tüm Kürt halkı Önderliğimizin ilan ettiği meşru savunma çizgisindedir. Buna göre pozisyonumuz saldırı değil, savunmadır. Eylemlerimiz de bu çerçevede örgütselliğimizi yansıttığı, saldırı niyetlerini kırdığı oranda başarılı olacaktır. Öylesine bir örgütlülük yaratalım ki üzerimize gelmeyi düşünen herkes bunun için oturup kırk kez düşünsün. Fevri, taşkın, dişe diş kavga ve dövüşten sakınarak ama gereken misillemeyi de asla ihmal etmeden bir mücadele gerçek anlamda bir öz savunma olacaktır.
Tabii ki misillemenin gerçekleştirilmesinin de incelikleri bulunmaktadır. Kitlesel bir olayın diken üstünde bulunan bir toplumda büyümesi, genelleşmesi çok kolaydır. Kitle psikolojilerinde linç kültürü tamamen bundan güç alır. En sıradan insanlar bile bir anda kitlenin gücüyle sarhoş olup en olmaz girişimleri sergileyebilir. Bu yüzden gelişebilecek saldırılar karşısında yürütülecek savunma yöntemleri kesinlikle tersten sonuç doğurmamalıdır. Misilleme saldırı halindeki güçlerden ziyade bu ortamı hazırlayanlara yönelik gelişmelidir. Halklar arası çatışmaları kışkırtan, körükleyen kesimler hedef kapsamına alınmalıdır.
Ayrıca böylesi kışkırtma merkezlerine yönelik örgütlülüğümüzün gücüyle caydırıcı kimi uygulamalara da gitmek gerektiğinde üstün yaratıcılıkla, disiplinli bir şekilde gitmek de bir görev olarak önümüzde duruyor. Bunun için tecrübe ve birikim anlamında bir sorunumuz yoktur. Bu saldırıları gerçekleştirenleri değil, bunu örgütleyenleri hedeflememiz daha sonuç alıcı olacaktır. Unutmayalım ki sokaklardaki kalabalıklar örgütlü bir güç değil, dar zaman içine sıkıştırılmış saman alevleridir. Alevi gürleştirseler de çakmağı çakanlar değiller. O yüzden linç girişimini örgütleyenler iyi tespit edilerek birinci hedef kapsamına bu kesimler alınmalıdır.
Böylesi örgütlü ve disiplinli bir güç sergileyebilirsek faşist devletin halklar arası çatışmaları körükleyen yöntemini de çok rahatlıkla boşa çıkarabiliriz. Bu saldırılar karşısında tek başına başa çıkma çabalarını, örgütlü güçten kaçan yaklaşımları terk ederek var olan örgütlülük zeminin güçlendirerek sokak çatışmalarını daha oluşmadan önlemek için çok ciddi ve yoğun bir şekilde mücadele etmeliyiz. Tüm gençlerin en öncelikli görevi budur. Bu aynı zamanda özgür ve onurlu bir geleceğin de şartıdır.
Sonuç; Kürtlerin yaşadıkları tüm coğrafyalarda beraber yaşadıkları halklarla dostça, kardeşçe yaşama kültürünü esas aldığı, hepimizin bu kültürle büyüdüğü biliniyor. O açıdan kimliği ne olursa olsun yanı başımızda ilişkili olduğumuz insanlara karşı kin besleme, öfkeyle yaklaşma gibi bir âdetimiz yoktur. Onları hedefleyen bir saldırıyı hiçbir zaman düşünmedik bile. Fakat gelinen aşamada bize dayatılan halkların çatışmasıdır. Bu anlamıyla şu an için olmasa bile saldırıların bu tarzda devam etmesi durumunda halklar arası bir çatışmanın uzak olmadığını da görmek gerekir. Özcesi kardeşçe yaşayan halklar boğaz boğaza gelecektir. Bunun olmaması için çok çaba sarf etmiş ve daha da çabalayan bir hareket olarak ön alıcı çalışmalarımız halk ve hareket olarak devam etse de böylesi bir riskin bizi beklediğini anlayabilmeliyiz. Bu konuda her türlü hafif, liberal, bir şey olmazcı mantığı bir kenara bırakarak her türlü tedbirin alınmasının her yurtsever insanın görevi olduğunu görmeliyiz.
PİR KEMAL
- Ayrıntılar
Yeni bir pehlivan çıktı meydana. Kemal Sunal’ın filmlerinde en sevdiğim sahnelerinde biri her zaman “iki yiğit çıktı meydana her biri birbirinden merdane” sözünün sarf ettiği andır.
Toplumlarımız hodri meydan diye ortaya çıkanlara her zaman imrenmiştir. Tarihi toplumsal dokuları nelerdir sorularına cevap vermek yerine bunun toplum nezdinde kabul gördüğünü varsayarak geçmek istiyoruz.
Gerçekten de toplumumuz ya da toplumlarımız hodri meydan diyenlere saygıdan hiçbir zaman kusur etmemiştir. Cesaret hem de bireysel cesaret bizlerde kutsanmıştır. Kabul görmüştür. Medeni toplumlarda bu bireysel cesaret yerine çoğu zaman medeni cesaret diye bilinen bilimsel ve ortamı gözeterek en doğru olan tutumu takınma cesaretidir. Akıl gücünü yürek gücüne katarak gösterilen cesaret daha fazla kabul görmektedir.
Evet, hodri meydan demek yürek işidir. Ancak toplumumuz ya da toplumlarımız her zaman olduğu gibi akılsızlığı da içeren, yer yer ahmaklığa kadar giden cesarete de uygun tanımlamalar getirmiştir. Batıda bu tür cesarete kimileri Donkişot cesaret diyor. Tabii ki Donkişot cesareti sadece bir akılsızlığı içermiyor kendi içinde birazda saflığı, temizliği, inancı da içerdiği için bizim anlatmak istediğimiz durumu tam ifade etmiyor.
Bizde “yenilen pehlivan güreşten doymaz” derler. Hodri meydan deyip yenilen, ancak yenildiği halde tekrar mindere çıkan, tuş olmasına rağmen tuş olmadığını iddia ederek yeniden minderlere çıkıp “hodri meydan” diyenlere de bu kez tersinden toplumumuz sıcak bakmıyor. Küçümsüyor. Alaya alıyor. Böylelerine -Abdi ismindeki arkadaşlar alınmasınlar- “Avanak Abdi” diyorlar.
Şimdi gelelim konumuzun özüne. Yıllardır Kürdistan özgürlük hareketine karşı inadına saldıran bir TSK var. İlk günlerde bizleri çapulcu, eşkıya görerek 12 saatte bitireceklerini söylediler, sonra bu 12 saat oldu 24 saat, daha sonra bu oldu 72 saat derken, 72 ay’ı da geçti. Söylemesi kolay tam 26 yıldır dünyanın en anlı şanlı ordularından olan, tarihi geçmişi kendilerince sadece ve sadece zaferlerle örülü olan, dünyanın en sayılı emperyalist kan emmici güçleri olan ABD, İsrail, İngiltere’nin de desteğini peşinen alan ve de Kürtleri boyunduruk altında ısrarla tutmaya çalışan sömürgeci güçlerin de özel saldırı ve işkence destekleri de cabası…
Arada tam 26 yıl geçmiştir ve TSK halen PKK’yi bitireceğini söylüyor. Halen kökünü kurutacaklarını dillendiriyorlar. Ve halen…
Yenilen pehlivan güreşten doymaz mı diyorlardı? Türk genelkurmay başkanı olan Başbuğ daha Kara Kuvvetler Komutanı iken Zap’ta boyunun ölçüsünü almıştı. O söylenen “yağdan kıl çekercesine geri çekildik” sözü yerine “yağdan kıl çekercesine arkamıza bakmadan kaçtık” sözü daha anlamlı olur ya da olurdu.
Evet, Başbuğ’un tüm pratiği bir fiyaskodur. Yenilgidir. Ezilmişliktir. Ve ağlamaktır. Herhalde tarihte bir genelkurmay başkanının bu denli başarısız olduğunu ilk kez yaşıyoruz. Kaldı ki bu başarısızlık sadece ve sadece askeri sahada yaşanan bir başarısızlık değildir. Kendi ordusunu yönetmekten aciz, perişan, derbeder bir komutan ancak bu kadar olabilir.
Tuhaf bu kadar başarısız, yenilgili, halden düşmüş bir komutan -ki böylelerine ne kadar komutan denilir ona tarih karar versin- kalkıp hödlemesi, parmağını sallaması ve yeniden yeniden “hodri meydan” demesi insanı düşündürüyor. Bir de öyle entel dantel geçinmesi yok mu? Hani aydın, olgun, oturaklı, akıllı, politik manasında… Bre adam derler kuyruğuna basıldığında bağırıp çağıran bir genelkurmay komutanı ya da başkanı bir kere kendisini devre dışı etmiştir. Bir kere böyle biri ofsaytta düşmüştür. Kendisini maçtan saha dışı yani taca atmıştır.
Ama yine de bu zatı haliniz bu kadar derbeder olmuşken de giderken de hödlemesi yok mudur? Tek kelimeyle ayıptır ayıptır derler.
Evet, yenilen pehlivan güreşe doymazmış derler ancak sanki bu Türk genelkurmaylığının pehlivanlığı bu atasözünü çok gerilerde bırakıyor. Onlarca kez tuşlanmış, minderin dışına itilmiş, kirli oyunlarıyla kart görüp minderden atılmış olan bu genelkurmay başkanları halen hötlüyorlar. En son bunu Işık Koşaner’de yaptı. Ve öyle görülüyor ki yapmaya devam edecektir.
Biz yenilen pehlivanların psikolojisini artık anlamış durumdayız. Gurur mudur, gurursuzluk ve arsızlık mıdır, başka çare bulamadıkları için çaresizlik midir bunları tam çözmüş değiliz. Her halükarda bir tersliğin yaşandığını görüyoruz. Ve bu duruma yeni bir isim takma zamanı geliyor. Onu yakında buluruz. Bulduğumuzda herkesle paylaşırız.
Ancak daha tuhaf olan ise bu kadar perişan olmuş böylesine komutanları birilerinin kalkıp dalkavukça övmesi yok mu! Bre adamın delinmedik, dikilmedik yeri kalmamış. Sen böyle birisini ya da böylelerini nasıl temize çıkarmaya kalkışırsın. Meğer bu yenilmiş pehlivanların yenilmediklerini, tersine minderdeyken ayaklarının kaydığını, hakemlerin hile yaptığını, aslında yenecekken karşıdaki oyuncunun kurnazlık yaptığını, asıl yiğit ve kazanacak ve kazanması gerekenin o ve onlar olduğunu söyleyenler varmış. Örneğin Fikret Bila bunlara çok kötü bir örnek. Meğer bu yenilmiş pehlivanlar da buna inanırlarmış.
Evet, bu kadar dalkavukluk olmaz ki! Kürtçede biz buna şoloz diyoruz. Bu kadar şoloz bu şekilde moloz olarak kaldıkça bu yenilmiş pehlivanları biraz da olsa akli selime davet etmek zor olacaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Toplum belleğinde bazı görüntüler klişenin ötesinde bir anlama sahip olur.
Hele hele 26 yıl boyunca sene de bir defa bunlar yayınlansa, yayınlandığı günde tek gündem olsa.
Artık onu izleyebilmek ve dinleyebilmek için, onları sindirebilmek için midenizin çok güçlü kaslarının olması gerekir.
Bugün de bu sözünü etmeye çalıştığımız görüntüler yine bütün kanallarda haber niteliği taşıdığına inanıldığı için haber servisleri tarafından birinci seçilmişçesine, izleyiciye yoğun bir bombardıman altında belletilmeye çalışıyordu.
İşte protokol nasıl oldu, neler söylendi, Ergenekon-balyoz sanıkları, tanıkları mağdurları, mağdureleri hepsi tek kadraja devlete ait bir aile fotosu haline geliyordu.
Olayın magazinsel yönü bir yana da, Başbuğ’un yaptığı açıklamaları yakından dinlemek ve tahlil etmek, yakın gelecekte yaşanacakları daha iyi anlamak için önemli bir husus olmaktadır. Hem sadece bu gün söyledikleri değil, bir-iki gün öncesinde de bir-iki kere tekrarladığı söylemleri de bu ufak siyasi hesaplamanın içine katarak, bir sağlama yapmak gerekmektedir.
***
Geçtiğimiz günlerde kendisini hala “bir teğmen” olarak hissettiğini söylüyordu. Ki bu söylemin sahibi yaklaşık kırk beş yıl boyunca üniforma giymiş, sabahın köründe kalkarak, günlük hır-gür içerisinde, vatan-millet sevgisi bir yana çocukları daha iyi okusun, bu kulvarda sunulan her türlü imkanı sonuna kadar tırtıklayabilsin diye hiç durmadan didinip/tepinmiştir.
Ta ki bu majör oyunun son dakikalarına geldiğinde; sanki daha yeni oyuna başlayacakmış gibi “teğmen” hissiyatında olduğunu söylemiş ve nerede kalmıştık dercesine bir vaziyete bürünme ihtiyacını hissetmiş durumdadır. Elbette bunda en büyük etken olaylı 4 Ağustos toplantıları olabilir. Fakat bunun yanında böylesine ciddi sorumluluklar almış, bir devletin savunma güçlerinde geçirdiği kırk beş yılın içerisinde sayısız insana amirlik yapmış böylesi bir insanın bugün, somut zemine dayalı gerçeklikten bu kadar kopuk değerlendirmeler yapıyor olması çok anlaşılır olamamaktadır.
***
İnsan türü denilen canlı organizma daha çok gelişme evrelerinde kendini tezahür etmede hayal gücüne çok sıkı bir şekilde bağlı kalır. Hatta bu hayal gücü o dönemler itibarıyla sanki yaşamın demir eşyasıymış gibi fırsat bulduğu her anda saldırıya geçer ve insanı bulunduğu durumdan, geçirdiği zamandan soyutlayarak kendisini o frapan seyre daldırıverir. Ama bu durum daha çok 15 yaşındaki gençler ya da 8 yaşındaki çocuklar için geçerli olmaktadır. Yani bu durumu yaşayan emekli bir genelkurmay başkanı ise sorun ciddidir ve bu hayal âleminde sörf yapmaya çalışan zatın böylesi bir görevi nasıl yerine getirdiği bütün tartışmalara açık olmalıdır.
Bu noktada devreye F. Bila girmektedir. Yani Ankara temsilcisi olduğu halde ve o kadar kitap yazmasına rağmen düşüncesinin sığlığında kulaç atan ve bunun yanında şakşakçılıktan bir türlü vazgeçemeyen bu muzdarip yağız formattaki gazetecinin İlker başbuğ’un karinesine takdir vermeye çalışması herhalde onun da kendisini basit bir muhabir olarak gördüğünü veya hissettiğinin dışa vurumu olmaktadır.
***
Şöyle bir düşündüğünüzde göreve ilk geldiği yılın sonbaharında, gerillanın Bezele eylemini gerçekleştirmesi üzerine köpürerek konuşan, demeç vermekten çok diş göstermeye çalışan başbuğ’un bu minvalde zaman zaman yaptığı her açıklamanın özü bu olmuştur. O dönemde bazı kanaat önderleri saldırının kimyasını bozduğunu yazmaları aslında yaşanılan açıkça ifadeye kavuşmuş hali oluyordu. Ama Bila’ya göre bu başarı halkalarının ilkiydi herhalde…
***
Sonrasında yaptığı birçok açıklama da M. Weber vb. düşünürlere atıfta bulunmaya çalışan bazı zamanlarda iyi İngilizce bildiğini göstermek istercesine low ile love kelimeleri arasında seyr-ü sefer yapmaya çalışıyordu. Ee! Ne de olsa başarılı bir ordunun komutanıydı ve İngilizcesi de sular, seller gibi olmalıydı.
Fakat gerçek zeminin soğuk siyaset koridorlarında bunun böyle olmadığını çok iyi anlayan başbuğ, daha sonrasında ortaya çıkan belgeler, ses kayıtları karşısında küstü, oyundan geçici bir süreliğine çıktı. Kendi sırça köşesinde büzülüp kaldı, açıkça dile getirilmedi ama yenilgiyi kabul etmekten başka çıkar olduğunu kabullendi. Yanında, yöresinde bila gibi uç kuruşa on takla atmaya çalışan çakma aydınlar doldu. İsmi zikretmeye gerek yok herhalde, hani yağız muzdarip formatlarda bulunanlardan söz etmiştik.
***
“Allah Allah deyü” saldırıveren askerlerinin mahremiyetini korumaya çalıştı ve her defasında simetrik saldırıların yürütüldüğünü, bunun karşısında ise TSK’nin ilke ve inkılâp sahibi olduğunu ve gnostik felsefede bir milim dahi sapmadığını söyledi, kemiği kapan çizer-yazar takımı bu şekilde ses çıkarmaya başladı.
Velhasılı bu bapta konuyu uzatmak, bunlara benzer örneklerle çeşnilendirmek mümkündür.
Fikret Bila gibi varlık gerekçesi bu sahte gerçekliklere havlamak olanların bu konumda olmalarının temel nedeni zaten düşünsel kısırlığın dibe vuran bu örneklerinden ileri gelmektedir. Fakat yine ufak bir hatırlatma gereği vardır; hem Bila’ya hem de Bila klâsında yer alan diğer şakşakçılara;
Eceli gelen türdeşleri gibi caminin avlusunu kirletmeye çalışmasınlar!...
Sonra Ankara’dan ve TC’den geçen “emekli bir teğmenin” onlara yapacağı herhangi bir şey yoktur.
Bunların karinesi ise üç metre beyaz bez ile yarım tona yakın toprak olur.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Bir şu T.C devletine bakın, birde O’nuan kimyasalcı ve ağlayan generali Boşbuğ’a bakın.
Bir zamanlar nasıl esip gürlüyordu.
Bir zamanlar nasıl kimyasal silah kulanıyordu.
Gerilla karşısında yenilince.
Bir zamanlar nasıl entel u mentel kesiliyordu.
O yazardan, bu yazardan paragraflar okuyordu.
Bazı yağdancı kalemşörlerde, balon şişirir gibi şişiriyordular kükreyen Boşbuğ’u.
Boşbuğ da kükredikçe, balonu sönüyordu pııııssssss pıııııssss diye.
Boşbuğ’u seyrederken, Büyükanıt denilen Azamput anımsıyorduk.
Diyorduk ki, ama niye hep aynı filmi seyrediyoruz?
Ya bu T.C generalleri sanki kolonlanmış diyorduk?
Bunlar niye aynı maniyi söylüyorlar?
Bunlar hep “bitereceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.
Bunlar hep “HPG gerillalarını bitirmede kararlıyız” diyorlar.
Hiç bir şey onların dedikleri gibi çıkmıyor.
Bu ne haldir, bu yenilgidir.
Uruğ’dan itibaren yenilen yenilene.
Torumtay yenildi. Güreş yenildi.
Kıvrıkoğlu yenildi. Azamput yenildi.
Boşbuğ yenildi. Ne PKK bitti. Ne de HPG gerillası bitti.
Bitenler, gelirken kükreyenler, giderken ağlayarak giden Boşbuğ gibiler oldu.
Şimdi de kükreyip gelen biri daha var.
Adı Sabahattin Işık Koşener.
O da Boşbuğ gibi Egeli.
O da Boşbuğ gibi Manastır göçmeni.
O da bir Sebatayist. Yani devşirme biri. Yani Türk değil.
O da Kürdistan kimyasal silah kullanmış.
Sivilleri katletmiş bir soykırımcı.
JİTEMCİ bir kontgerilla. Özel Harp Daire’sinde yetişme.
Kükreyerek geldi. Ağlayarak gidecek.
Derler ya “Isıran Köpek Dişine Göstermez”.
Yaşayarak göreceğiz. HPG gerillaları Koşaner’i de yenilen bir general olarak emekliliğe sevedecek.
O’na da Egede bir villada denizi seyrederek yenilgisinin anılarını hatırlamak düşecek.
O Ege’nin mavi sularını seyrettikçe düşünecek.
Ve diyecek ki, ya HPG gerillalarına nasıl yenildim.
Ve bu kahırdan ölecek.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Her zaman olduğu gibi, Türkiye gündemi yine doludizgin. Öyle görülüyor ki, bu böyle de devam edecektir. Hani derler ya “çalışmayan başın derdini ayaklar çeker” diye. Türkiye’de iktidarda bulunanlar, bunlarla birlikte cümle cemaat derin devleti teşkil eden kafalar değişmedikçe, bu anormal yani olağanüstü durum devam eder. Bu anormal yani normalin üstünde ya da normalin dışında olan durum sürdükçe de, Türkiye gündemi doludizgin olmaya devam edecektir. Sanılmasın ki doludizginlik her zaman iyidir. Ya da sanılmasın ki olağanüstü süreçler her zaman sağlıklı yapılar oluştururlar. Tersine eğer olağanüstülük, belli arılıklar dışında yaşanırsa-siz bu aralıklara geçiş süreçleri deyin-o zaman yaşananlar insanların ruhsal dünyasını korkunç etkiler. İnsanlar anormalleşir. Öylesine anormal toplumlarda insanların anormalleşmesi, esasta psikologların aşırı derece de devreye gireceği toplumlar olacaktır. Başka bir deyimle toplum ya da toplumlar hastalıklı olacaklardır.
Hâlbuki dünyada en çok salık verilen ruh dinginliğidir. İnsanlar kendi içlerinde yakalayacakları ruhsal bütünlüktür. Yani başka bir deyimle ruh dengesini yakalamaktır. Çin’de buna YİNG ve YANG’ın dengesini sağladığı an diyorlar. Daha modern bir kavramla alt bilinçle üst bilincin birbirine yakınlaştığı, korkuların, önyargıların yaşanmadığı durumu ifade eder.
Evet, Türkiye gündemi doludizgin dedik. Nedeni ise yaşanan anormal durumdan kaynağını aldığını düşünüyoruz. Bu anormalliği sağlayan ise Türkiye Cumhuriyetinin Kürtlere uyguladığı inkârcı, imhacı ve eritici politikalarıdır. Siz buna “soykırımcı siyaset” deyin. Bu onursuzlaştırıcı, bitirici, yok edici ve faşizan politikaya karşı Kürtler, kendilerini PKK adındaki Özgürlük Hareketinde örgütleyerek direnişe kalktılar ve bu direniş hızından hiç bir şey kaybetmeden yükselişini sürdürüyor. Toplumu etkiliyor, topluma direnç ve ruh katıyor. Bu ise yeni ve güzel bir yaşamın mümkün olabileceği hayalini Kürt halkına aşılıyor. Doğaldır ki, bu moral, inanç ve kararlık Kürtleri daha ileri bir noktaya taşıyor.
Gelinen noktada Kürtler tarihlerinin en uzun vadeli direniş ve diriliş mücadeleleriyle yenilmeyeceklerini herkese gösterdiler. Ayrıca Kürtler, eskilerde olduğu gibi sadece silahlı mücadeleyle de kendi sorunları olan Kürt Sorununu çözemeyeceklerinin de bilincindedirler. Yine Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti devletini alt etmenin yolu derin bir demokratik kültürle, halkların kardeşliği ve hoşgörülü kültürün gelişmesiyle bunun mümkün olabileceğine inanıyorlar. Bu ise bilinen eski manada TC devletini yenilgiye uğratmak değil gerçek ve derin anlamda Türkiye’nin demokrasiye duyarlı kılınmasını ifade ediyor. Demokratikleşecek Türkiye, aynı zamanda kazanacak Kürdistan ve kazanacak olan Türkiye olacağını bildikleri için Türkiye içerisinde bir çözüm arayışı içerisindedirler. Lakin Türkiye Cumhuriyeti devleti halen Kürtleri yok sayıyor, inkâr ediyor, imha ediyor, alttan alta bu halkı ayağa kaldıran, bu halka can ve ruh veren PKK hareketini tasfiye etmek için elinde geleni yapıyor. Halen bu halkla bir olmuş, halkın gönlüne taht kurmuş bu hareketi, teröristlikle itham ediyor. Günlük olarak ağza alınmayacak hakaretlerde bulunuyor. Kaldı ki bu halkın öncü gücü olan PKK birçok kez ateşi kesmek, silahların susması, sürekli bir barışın tesisi için her gün çağrılarda bulunuyor. Dünya da hiçbir devrimci, silahlı gücün yapmadığı kadar ateşkes, eylemsizlik süreçlerini tek başına ilan edip uyguluyor. Öyle ki silahların sürekli susması için tüm güçlerini Türkiye sınırları dışına çekerken, 400 üzerinde militan gerillasını kaybetmesine rağmen, bu tek taraflı ısrarını sürdürdü ve sürdürüyor.
Tam da bu noktada Yasemin Çongar’a bir şeyler söylemek gerekiyor. Son zamanlarda ve tabii ki daha önceleri de yazdığınız yazılarına anlam vermek, değer biçmek gerektiğini söylüyoruz. Özelde başka halklarda yaşanan barış süreçlerini incelemeniz gerçekten anlamlıdır. Başka halklar ya da başka Özgürlük Hareketleri sorunlarını nasıl çözdüklerini, hangi yol ve yöntemleri izlediklerini incelemek ve Türkiye’de 30 yıla aşkındır süren bir mücadeleyi, savaşı sonlandırmak için değerli bu inceleme ve araştırmalarının bir katkı olduğuna inanıyoruz.
Sahiden yaptığınız bu araştırma yazılarınız, bir gerilla olarak benimsememek mümkün değildir. Başka halkların deney ve tecrübelerinden yararlanmak, aklı başında olan her insanın yaklaşımı olmalıdır. Belki coğrafik, kültürel, siyasal, sosyal, ruhsal, ekonomik; ne bilelim daha değişik konularda farklılıklar olabilir, ancak hepsinin sorunu bitmeyen bir savaş ve hepsinin derdi barışla sonlandırılmak istenen bir mücadele. Bu son iki husus her yerde var olan ortak sorun ve ortak istemlerdir.
Yasemin Çongar’ın yazılarını dediğimiz gibi bir gerilla olarak okuyoruz. Araştırmalarına, tespitlerine ve hatta yorumlarına da katılmamak elden değil, ancak bir gerilla olarak bu yazıları okuduğumuzda Yasemin Çongar’ın söylediklerine uymayan kim? Ya da istemeyen kim? Ya da kimlerdir? diye de bir soru kafamıza takılıyor. Barış süreçlerini sabote eden kim? Ya da müzakerelere gelmeyenler kimlerdir? Bir an önce karşılıklı silahların susmasını istemeyenler kimlerdir?
Yukarıda ki sorulara olumsuz cevap verenlerin bizler olmadıkları kesindir. Silahların karşılıklı olarak susmasını, müzakerelerin başlamasını, karşılıklı birbirini affetmelerin başlamasını, hakikatleri araştırma komisyonu kurulmasını, barışın tesis edilmesi önünde engel olacakların da bizler olmadığı kesindir. Tersini söylüyoruz ve iddia ediyoruz; yukarıda söylenenlerin hepsine geçmişten beri var olduğumuzu ve gelecekte de bunlarla var olacağımızı rahatlıkla ifade edebiliriz. Geriye Türkiye Cumhuriyeti devleti, hükümeti, muhalefeti, ordusu, halkı, velhasıl Türkiye cephesi kalıyor.
Sonlandırırken; bu kadar içerikli yazılar yazan, araştırma yapan bir aydının, gazetecinin bundan sonra yapması gerekenin barış sürecine gelmeyen tarafı, ısrarla barış masasına oturması için baskı yapmasıdır. Gerekirse teşhir etmesidir. Gerekirse bu barış sürecine gelmediği için karşı durmasıdır.
Yasemin Çongar gibi düşünen aydınların yazarların barış çalışmaları için –oraya buraya çekmeden-iş başına çağırıyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kurulduğu günden beri CHP’nin doğru dürüst beyaz bir sayfası bulunmamaktadır. Takip ettiği inkar ve imha zihniyetine dayalı ırkçı, şoven politikalar, Türk devletinin bel kemiğini oluşturmuştur. Sonuç olarakta bugünkü realiteyi doğurtmuştur. İktidar olduğunda hiçbir toplumsal sorunu çözememiş, muhalefette olduğu zamanda statükocu politikalarla çözümün önünde set olmuş, Ergenekoncuların avukatlığına kadar işi götürmüştür. Bu yüzden Kürdistan’da Kürt ve Alevi tabanından desteğini yitirmiş, tabela partisine dönüşmüştür. Bu durumdan doğan siyasal boşluğu da, modern Muaviye hareketi olan ABD işbirlikçisi, taşeron AKP doldurmuştur. Bütün bu hengâmede CHP’nin bu durumunun telafisi için hem Kürt hem de Alevi ve Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu getirilmiştir. Bu değişiklikle CHP’nin kötü imajı düzeltilmek Kürt, Alevi ve emekçilerin desteğinin tekrar kazanılması amaçlanmıştır. Nitekim Kılıçdarın oğlu da kendince bazı çabalar içerisindedir.
En son Kürdistan mitinglerinde kaçak doğuşçular gibi ağzına almaya tenezzül etmediği Kürt sorununa dair görüşleri ve Dersim’de “ben Tunceliliyim” diye haykırması ve “bundan da onur duyduğu”nu belirtmesi, başta Seyit Rızalar olmak üzere gerçek Dersimlilerin ruhunu incitmiş, Seyit Rızaların kemiklerini sızlatmıştır. Bugün Seyit Rıza şu an belli olmayan mezarından kalkabilseydi “ben Tunceliliyim ve bundan onur duyuyorum” diyen bu Kılıçdaroğlu’nun yüzüne tüküreceğinden eminim, çünkü böylesi ona yakışırdı. Belki o zaman kendi geçmişine karşı birazda olsa bakıp utanırdı.
Kılıçdaroğlu’na Dersim’de şakşakçılık yapanlar başta olmak üzere bütün Dersimlilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Kürt ve Türk emekçilerin bu Kılıçdaroğlu gerçeğini çok iyi anlamalarında ve boşa umutlanmamalarında yarar vardır, çünkü aslını inkar eden bir haramzadeden bir hayır gelmeyeceği bilinmelidir. Yani adı üzerinde Kılıçdarın oğludur. Her kılıç mantığıyla zaptı rapt altına alarak yönetmiş Kürtlere, Alevilere ve diğer bütün farklılıklara inkar ve imha temelinde kılıç çekilmiştir. Şimdi bu kılıç zihniyetinin ve faşizan uygulamalarının çocuğu olan bu Kemal, yani bu zumlun oğlu nasıl bir yaralı coğrafyanın kanayan sorunlarına çözüm yaratabilir? Yasaklanmış dil, kültür ve inanç kimliklerine nasıl umut, ezilen halklarımızın acısına derman olabilir?
Yani kendimizi kandırmaya hiç gerek yok. Kendi ulusal kültürel ve inançsal kimliğini inkar edip, onu telaffuz etmekten bile kaçınan, Kürt ve Alevi sorununun içinde kendini ve kendi sorununu görmeyen ve Dersim halkının karşısına çıkıp, dünyaya “ben Tunceliliyim” diyen bu Kemal, halklarımıza umut değil, olsa olsa Kılıçdar oğlu olabilir. Bu Kemal, Tunceli olmaktan onur duyabilir, ama o asla Dersimli değil ve biz ondan utanç duyuyoruz.
Dersimli olanın yüreği Munzur suyu gibi berrak ve coşkuludur. Dobra ve cesaret doludur. Dersimli sözünü esirgemez. Kendi öz kimliklerini sahiplenmekten asla korkmaz, çekinmez. Şimdi kendini “ben Tunceliliyim” diye zulmün Dersim’e kılıçla dayattığı kimlikle tanımlayan bu Kemal nasıl Dersim’li olabilir? Bir kere kendisinde Dersimli olmanın hiçbir özelliği, bir erdemi yok ki! Dolayısıyla bu inkar ve asimilasyoncu mantık, kafa yapısıyla bu Kemal ancak Kılıçdarın oğlu olabilir.
Nitekim modern Muaviye hareketi olan AKP’nin ve onun başı Erdoğan’ın onun soyunu bu kadar gündem konusu yapmaları ve ona bu noktada saldırmalarının nedeni onun kendi soyuna, öz kimliklerine karşı yaşadığı handikabından, inkarcı yaklaşımındandır. Yani cesaretle, onurla kendi öz kimliklerini sahiplenmek yerine Kılıçdaroğlu olmakta ısrar etmesi nedeniyledir. Yani zulmün oğlu, inkar ve imha siyasetinin kılıcı olmakla ısrar etmesindendir. Bu zihniyet gerçekliği ile Türkiye ve Kürdistan halklarının hiçbir sorununun çözülmeyeceğini tarih defalarca çok iyi göstermiştir. Kılıçdaroğlu, bu zihniyetini, bu CHP geleneğinin temeline, özüne dokunmadan restorasyon gibi yamalama yenilikleriyle değişim imajı verip, iktidara gelmesi için halklarımızı aldatmaya çalışıyor. Bu nedenle samimi değildir. Kendi öz kimliklerine karşı kendi içinde bir samimiyet taşımayan bu Kemal’in, Kürt sorununu çözeceğine dair iddialarında nasıl samimi olabilir ki? Zira CHP gibi köklü devletçi geleneği olan bir partiyi Kılıçdarın oğlu bile değiştirmeye gücü yetmez, çünkü unutmamalı ki, kendisi Kılıçdarın oğludur. Kılıç değil, dolayısıyla parti üzerinde belirleyici olamaz.
Sonuç olarak Dersimliler, Kürtler, Aleviler, Türk ve Kürt emekçileri, gençliği, kadını hiçbir düzen partisinde aramamaları gerektiği gibi modern Muaviye hareketi AKP’den de Kılıçdarın oğlu ve partisinden de umut aramamalıdır. Umut kendilerinin siyasal bilinçlenmelerinde, demokratik, eşit ve özgür bir geleceği ortakça kurmak için verecekleri örgütlü ve ittifaklı mücadeledir. Bu mücadeleyi başarıya ulaştırmalarındadır.
Azad Welat (Dersim)
- Ayrıntılar