1973’lerde Önderliksel bir yürüyüş olarak başlayan ve 78’de Amed’in Fis köyünde, yirmi iki kişilik bir grubun kendisini örgütleyerek Parti olarak ilanı, elbette ki Kürdün Özgürlük davasında yeni bir aşamayı ifade etmektedir. Parti, klasik anlamda her ne kadar iktidar odaklı, devletin bir uzantısı olarak bir parça veya bölümü ifade etse de, Kürdün özgürlük davasında çok farklı bir yere ve anlama sahiptir. Çıkış koşullarından da anlaşılacağı üzere, kendi gerçekliğinden utanç duyan, hücrelerine kadar parçalanmışlığı ve bir araya gelmeyi ihanet korkusuyla ele alan, inanç-iddia düzeyinden yoksun bırakılmış bir halk gerçekliğinin, özgürlüğe dair umut ve inanç doğuşunun hareketi olmuştur PKK.
Bu parti davası, sonunun ne olacağı çokta belli olmayan, iki kelimelik “Kürdistan Sömürgedir!” sözlerinin yarattığı heyecanın, büyük inanç ve iddia gücüne dönüşerek, günümüze kadar binlerce kadro, milyonlarca halkın yüreği ve beyni durumuna gelen destansı bir mücadele sürecinin yaşanmışlığının ifadesidir. Sözün anlam bulması ve yaşamsallaşması için büyük bir mücadele gücü ile ağır bedel ödemeyi gerektiren uzun bir tarihi serüveni gerektirmiştir. Kürdün tarihi, onlarca isyan ve başkaldırıya tanıktır ama hiçbirisi birkaç aydan öteye gidememiş ve yenilgiyle sonuçlanmaktan kurtulamamıştır. Bu anlamda PKK’nin farkı, bir halkı örgütleyerek bugün tüm insanlığın özgürlük ütopyalarını seslendirerek haykırabilmesindeki başarı düzeyidir. Başarının sırrı kuşkusuz ki, Önderliksel gücün müthiş bir biçimde kendisini örgütlü bir güce dönüştürmesinde yatmaktadır.
Partileşmenin kendisi de öncülük ve örgütlenmedir. Öncülük milyonların beyni ve ruhu olabilme kabiliyetini gösterirken, kendi dava arkadaşlarını yaratabilme gücünü ifade etmektedir. Öyle bir arkadaşlık ve dostluk anlayışı ki, karşısına hep vereceği şeyleri olan ve karşılıksız verebilme gücünü gösterme yürekliliğine sahip olma yetisidir. Bu düzey, Önder APO şahsında somutlaşan bir hakikati ifade eder. Önder APO, “arkadaşlarım ve dostlarım ben ihanetim dediğinde bile, sen yaşanılacak kadar güzel olabilirsin” diyerek güven duymaktan hiçbir zaman çekinmedi ve kendi dönüştürebilme gücüne inandı. Bu anlayış ve yaklaşımla dava arkadaşları olan Haki, Kemal Pir, Zilan ve Beritan gerçekliğini ortaya çıkardı. Bu dava arkadaşlığı, hiç tanımadığı dilini bilmediği bir ülkeye, iki kelimelik sözün ardından yastığını, yorganını alarak harekete geçmeyi, kendisini bomba yaparak düşmanda patlatma gücünü ve ihanete teslim olmamak için kendisini uçurumlardan atma yürekliliğini sergilemekten çekinmeyen bir duruş olarak somutlaşır. İşte PKK’nin Önderlik ve öncülük hakikati budur aslında.
Örgütlenme hususu da, partileşme ve başarmanın en temel şartıdır. Örgütlenme amaca yürümeyi, birey olarak değil bir toplulukla yola koyulmayı ifade eder. Amaç bir toplumun, halkın özgürleşmesi ise, bu hedefe ulaştıracak yolun da özgürlük ilkeleriyle, ahlakıyla ve topluluğun gelenekleriyle bağdaşması gereklidir. Davalar, belirlenen yola baş koymayı ve adanmışlığı gerektirir. Mesele Kürdün özgürlük davası olunca “ser vermek” yetmez. Büyük bir zihniyet gücü, özgürlük ahlakı ve ilkeleriyle büyük bir yürek ve mücadele azmi, iradesi şarttır. Parti çatısı altında böyle yola girmiş kadro gerçeği örgütlenip eyleme geçiyorsa partileşilebilir. PKK böylesi bir örgütlülüğün somutlaşmış ifadesidir.
PKK’yi özgürlüğe ve zafere yakın kılan en önemli yanı ve özgünlüğü de, toplumsal özgürlüğü hedeflerken, toplumun özgürlük ve kölelik düzeyini belirleyen kadın sorununa stratejik yaklaşımıdır. Tabi bu stratejik yaklaşım Önderliksel bir yaklaşım olup, Önder Apo’nun kendi şahsında erkek egemenlikli zihniyeti yıkması ve cins mücadelesini PKK hareketinde tüm sorunların çözümü için kilit önemde ele alarak başatlaştırmasıyla somutlaşmaktadır. Bu anlamda PKK bir kadın partisi olma özgünlüğüne sahiptir. Kadın sorununda Önderlik mücadelesi, hakikat olan aşk ve özgür yaşama ulaşmanın mücadelesidir. Kendisi ve şehit arkadaşların mücadelesini de, hakikat arayışçıları olarak aşkın işçiliğini yapmak olarak tanımlamaktadır.
Kuşkusuz ki, kadın tarihte ilk ezilen cins, sınıf ve ulustur. Uygarlık tarihinin toplumu ilk köleleştirme eylemi kadın üzerinden gerçekleştirilmiştir. Bütün kölelikler de bunun üzerinden geliştirilmek istenmiştir. Bu anlamda kadın, 5000 yıllık erkek egemen zihniyetinin baskıları altında yaşamaya mahkum edilirken, erkek de kendi köleliğinin farkında olmadan kadın üzerinde kurmuş olduğu egemenliğiyle adeta kendisinin özgür olduğu kandırmacasıyla yaşamaya çalışmıştır. Adına yaşam denilirse tabi. Kadının köleleştirilmesinin ilginç yanı odur ki, kadının kendisinin bu durumu doğal bir yaşam kanunu gibi kanıksaması ve kaderin cilvesi gibi ele alışıdır. PKK, 5000 yıllık uygarlık tarihinin bu gidişatına dur deme hareketi olurken, uygarlıkla çelişki halinde olan ve sürekli bir direniş potansiyeli taşıyan toplumun özünü ve direniş geleneğini açığa çıkarma ve canlandırma hareketidir. Bunu da en başta kadın sorununa yaklaşımında göstermiştir. Toplumsal özgürlüğü hedefleyen, toplumun geleneklerini ve özünü dönemsel gelişmelere göre de yeniden inşa etmeye çalışan bir hareketin bu sorunu başat ele alışı ve özgün yaklaşması, işin doğası gereğidir. Toplumu ele alırken başat rolde ki kadının konumu ve kadın şahsında topluma dayatılan kölelik biçiminin aşılması da, kadın sorunu gözetilmeden gerçekleşemez.
Bir taraftan kadına dayatılan bu kölelik düzeyinin yol açtığı özüne yabancılık, diğer taraftan kadının uygarlık öncesi neolitik dönemde kadının özü ve doğasında var olan adalete, özgürlüğe, eşitliğe yakın özellikleriyle tanrıça-bilgelik kültürünün etkileri söz konusudur. Mevcut bu özü açığa çıkarmak ve köleliğin derin izlerini aşarak toplumsal özgürlüğü gerçekleştirmek, ciddi bir mücadele düzeyini gerektirmektedir. En başta kadının bu mücadeleyi geliştirmesi önemli olmaktadır. Bunun içindir ki, kadın kendi özgürlüğünü ve mücadele zeminini PKK’de görmekte ve bu anlamda Önderlikle buluşmayı gerçekleştirerek özgürlüğünü sağlama mücadelesi vermektedir.
Kadına dayatılan kölelik biçimi, genel özgürlük mücadelesinin içerisinde kendi özgürlüğünü gerçekleştirmeye yeterli gelmemektedir. Kendi özünü açığa çıkararak toplumun özgürleşmesi lehine mücadeleye sevk ederse, ciddi bir özgürlük potansiyeli taşımak kadar, dayatılan kölelik düzeyini her yönüyle çözerek özgünlüklerini ele alıp, kendi örgütlemesi ve partileşmesini gerçekleştirmezse, genel mücadele zemini açısından tehlike potansiyeli de içermektedir. PKK tarihi bu ikileme tanıktır. Bunun için kadının kendi özüyle buluşarak özgürlük potansiyelini açığa çıkarması ancak özgün örgütlülüğüyle mümkündür. Özgün örgütlülüğün geliştirilmesi, kadının gerek kendi içerisinde gerekse de erkek egemenlikli zihniyetin etkilerine karşı cins mücadelesini geliştirmesiyle mümkündür.
Uygarlık tarihi boyunca dayatılan erkek egemenlikli zihniyet ve sistemin günümüzde kendisini daha da örgütlü kılarak dayattığı tecavüz kültürü, kadın şahsında tüm toplumu yozlaştırmayı hedeflemektedir. Aslında gerçekleştirilmek istenen, tecavüzün zihniyetten tutalım fiziki boyutlara kadar her yönüyle öncelikle kadın şahsında geliştirilerek, toplumun karılaştırılmasıdır. Yani sorunun kendisi, kadının cins sorunu olmasının çok ötesinde bir durumdur. Bu uygulamalara karşı, kadının öncülüğünde ve kadın partileşmesiyle mücadele edilirse, tecavüz kültürü ve erkek egemenlikli sistem aşılabilir. Kadının partileşmesi, kadın cinsinin özgürleştirilmesi için gerekli olduğu kadar, toplumun özgürlüğü için de zorunludur.
Kürt kadını öncülüğünde geliştirilen kadın partisi PAJK’ı da, böylesi bir amaca adanmış kadının örgütlü gücü olarak görmek önem taşımaktadır. Tabi ki PKK içerisinde, kadının bu partileşme düzeyine kendisini ulaştırmasının uzun bir tarihi serüveni vardır ve büyük bedellerle gerçekleştirilmiştir. En başta Kürt kadınının toplum olarak yaşadığı Neolitik dönemin kültürel izleri, bunun zamanla düşman karşısında direnişe dönüşen direnişçi yanın Kürt isyanlarında ihanete karşı bir duruş olarak, gerektiğinde teslim olmamak için saç örüklerini birbirine bağlayıp topluca kendisini kayalıklardan atabilen direniş kültürü ve özü, PKK içerisinde mücadele zeminini oluşturmaktadır. PKK içerisinde özgürlük mekanı olan dağlarda silahlı bir güç olarak özgürlük mücadelesini sürdürmesinin oluşturduğu güç ve iradenin ideolojik bilinçle de birleşerek örgütlenmeye dönüştüğü, yaşanan bir hakikattir. Bu hakikati Önder APO, “dağa çıkan kızların özgürlük hikayesi” diye adlandırdı. Özgürlük mekanı olan dağlarda savaşarak, kendi gücünün farkına varan kadında oluşan kendine güven ve inancın örgütlenerek ordulaşması ve ardından Önder APO’nun kadın kurtuluş ideolojisi perspektifi ile partileşme süreci yaşanmıştır. Yaşanan bu süreç hakikat arayışçıları olan Ronahi ve Berivan’ların kendisini ateşlerde cayır cayır yakması, Sema’ların kendi küllerinden kendisini yaratması, Zilan’ların kendini bomba yaparak düşmanda patlatması ve Beritan’ların ihanete teslim olmamak için kendini uçurumlardan atarak özgürleşme yoluna girmeleri, PKK’de kadın partileşmesine yol açtığı gibi, partililik düzeyinin temsiliyetini de pratik olarak göstermektedir. Bu aslında kadının kendi özüne kavuşması ve tanrıça-bilgelik kültürünü de şahsında canlandırmasıdır. Önder APO, kadın partileşmesini ve kadrolaşmasını bu nedenle tanrıçalıkla özdeşleştirdi. “PAJK’ta ısrar tanrıça bilgeliğine, melek saflığına ve Afrodit güzelliğine ulaştırabilir” biçiminde tanımladı.
Bugün PAJK çatısı altında örgütlenen kadın militanlar olarak, tarihi geleneğimize sahip çıkmanın, mevcut partileşme düzeyini daha da geliştirerek, partililik esaslarına göre kadrolaşmayı ve pratik gereklerini yerine getirme sorumluluğuyla karşı karşıya bulunmaktayız. PKK’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle, kuruluşun anlam bulması da bununla gerçekleşebilir. Böylesi bir anlam gücü ile bugünü karşılamak, zafere yaklaştığımız bu dönemde başarmanın temel garantisi olacaktır.
Bu temelde hangi alanda olursak olalım tüm kadınların yarınları özgürce ve onurluca yaşaması bugüne mücadele ve eylem coşkusuyla sahip çıkmaktan geçmektedir. Tüm kadınların özgür ve onurlu yarınlarda buluşması için, kurtuluş mücadelesinde öncülük bayrağını yükseltmesi mücadelesini selamlarken, bütün Kürt Halkının Kuruluş Bayramını kutluyoruz.
Delal Amed
- Ayrıntılar
Hamaset siyaseti almış başını gidiyor. Ağzına gelenleri kulaklar duymadan söyleniyor. Öyle ki kim ne kadar büyük söylerse büyük olunuyormuş gibi laf ebeliği yapılıyor. Ve tuhaf ama bunu yapanlar lafı eveleyip geveleyip üzerimize getiriyorlar. Bizim böyle yaptığımızı, söylediğimizi kızarmadan söylüyorlar.
Bir kere yiğitlik temelinde konuşmak bunu yaşayanlara mahsus olmalıdır. Bunda yanlışlık yok ancak yiğitlik yapmış diye ikide bir bunu başkalarını bastırmak için ele almak çokta şık bir davranış biçimi değildir. Neysen o’sundur ve böyleysen zaten hakkın teslim edilir. Ne var ki böyle bir şeye başvurma ihtiyacı duymadığımız halde özel savaşın bir özel politikası olarak, ar perdesi düşmüş bazı tipleri ekranlara getirerek bize saldırtılıyorlar.
Yapılanlar bununla sınırlı değildir. Birde nasıl vesayetçi bir siyaset güttüğümüzün hikâyesi saat başı ekranlara medya ve sözde siyasetçilerin ağzıyla pompalanıyor. Sözde, sergilenen yiğitlikler bazılarını baskılamak için kullanıyormuşuz. Başkalarının iradelerine hükmetmek istiyormuşuz ve bunun için kimsenin konuşmasını istemiyormuşuz. Ve bize yakın, özgürlükçü, kendine güvenen, olup bitene onay vermeyen, gerektiğinde restini çeken, gerektiğinde sokaklara dökülen bu insanları arka perdeden yönetmeye çalışıyormuşuz. Ve daha da böyle abuk sabuk bir sürü şeyi sıralayabiliriz.
Bir kere şunu açıkça ve alenen söyleyelim: biz bir avuç gerilla olarak dünyanın tümüne kafa tutmuş bir hareketin evlatlarıyız. Ve tüm dünya da üzerimize gelse tek bir adım geri atmayacak bir gelenekten geliyoruz. Kelle koltukta yürüyenler olarak biliniyoruz. Ve bunu yaparken tek bir menfaat istemeden halkımızın fedaileri olarak yaşıyoruz. Böyle de yaşayacağız. Kimilerin bir lokma bir hırka diye destanlaştırdıkları yaşamı, binlerce gerillayla dağlarda yaşıyoruz. Bunun için büyüklük lafları etmenin gereğini hiç duymuyoruz. Duymadık. Bundan böyle de duymayacağız.
Ve şunu da alenen söyleyelim: Biz kitlesel olarak bir direniş kültürünü ve kendine öz güveni yaratmak için ilk günden beri inanılmaz çabalar sürdürdük. Ve tüm çabamız yine bu olacaktır. Hareket ve gerillalar olarak tüm çalışmamız kendini bilen, kendisine güvenen, kendisi olmuş bir insan tipi yaratmaktır. Kimseye ama kimseye boyun eğmeyen bir tip ortaya çıkardığımız an misyonumuzun gereklerini yerine getirmiş olacağız.
Ekranlarda özel savaşın bilmem neyin karşılığı özgürlük hareketine saldırmalarının kuyruk acısının özü, esasen ortaya çıkan bu iradedir. Kürt artık kendisi olmanın erdemini giderek daha fazla yaşıyor. Kürt giderek artık birilerine öykünmüyor. Kürt artık katline aşık olmuyor. Kürt özgürlük ruhunu artık tatmaya başlamıştır. Ve kimse ama hiç kimse onu bu ruhu tatmaktan vazgeçiremez.
Tekrar konuya dönelim: hamaset siyasetin en sahtesini cümle cemaat kendilerine güveni yitirmiş bu özel savaş sistemi yaşamaktadır. Bu özel savaşın hem de çok özel seçerek öne çıkardıkları bir elin parmak sayısı kadar olan bu tipler kendilerine güvenlerini yitirmişlerdir. Kişilik olarak erozyona uğramışlardır. Neyin karşılığı olarak özgürlük hareketine saldırdıklarını bilmeyen yoktur. Hangi kanala geçerseniz geçin piyasaya sürülenler bu tiplerdir. Özelde “Kürt” cephesinde öne sürdükleri kesinlikle böyle olanlardır. Bir Mehmet Metiner, Ümit Fırat, Muhsin Kızılkaya böyle olanlardır. Büyük laf üzerine büyük laf üretmek büyüklük olmuyor. Literatürde bunların bazılarına eğer özel bir görevle konuşturulmuyorlarsa, boş boğaz diyorlar.
Kendine bu kadar yabancılaşmış, kendilerine ihanet etmiş bu tipler ısrarla işte Kürt özgürlük hareketinin vesayetçi siyasetinde bahsediyorlar. Kürtlerin ve aydınlarının nasıl bir iradesizliği yaşadığını pişirip pişirip dile getiriyorlar. Özgürlük hareketine karşı çıkmaları için tahrik üzerine tahrikler yapıyorlar.
Beyler, hem de özel savaşın en özel beyleri boşuna uğraşmayın. Kürt özgürlük hareketi sadece birkaç gerillayla sınırlı değildir. O sizin ısrarla parçalamaya ve bölmeye çalıştığınız Kürt aydınları ve siyasetçilerin tümü özgürlükçüdür, hem de Kürt özgürlük hareketinin kendileridir. Mal çalan mağribi gibi çalmalarınız beyhudedir. Boşunadır.
Sizin son zamanlarda ağzınıza doladığınız vesayet siyasetinden en çok siz nemalanıyorsunuz. Türk devletinin ve onun sahte partisi olan AKP olmazsa kaç dakika daha konuşabilirdiniz onu bir kendinize sorun.
Ve eğer vesayet siyasetini madem bu kadar eleştiriyorsunuz o zaman Kürdistan’da cümle cemaat TC devletine ait güvenlik güçlerini çekmeyi bir dile getirin bakalım. O zaman kimin ne olduğunu göreceksiniz. Biz kendimize düşen payı uygulamaya hazırız. Kendimizi tümden geri çekmeye de hazırız. Peki, bu devletin güvenlik güçleri Kürdistan’da çekilecek mi? İşte asıl soru budur.
Şunu alenen size ve size bel bağlayan TC devletine ve onun hükümetine alenen söyleyelim: öyle bir halk ve öyle bir irade yaratılmış ki yeter ki siz kan emmici güçlerinizi bir geri çekin. O zaman Kürdistan’da Kürt halkı size ne kadar oy verir ya da sizi burada ne kadar kabul eder o zaman görürsünüz.
Hodri meydan…
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yeni bir doğum günümüze doğru gidiyoruz.
Biyolojik olarak doğumlar vardır, kutlanır. Siyasal olarak doğumlar vardır, anılır. Kültürel olarak doğumlar vardır, kutsanır. Felsefik olarak doğumlar vardır, yaşanılır…
Biz PKK’yle yeniden doğduk hem kutluyoruz, hem anıyoruz, hem kutsanıyoruz hem de yaşıyoruz.
PKK bir insanı tepeden tırnağa yeniden yaratma eylemidir. Hele hele bu insan sömürge statüsüne dahi alınmayan bir halkın evladıysa bu yeniden yaratım daha yakıcıdır.
Bir arkadaşımızın deyimiyle “devrim düşürülmüş, düşmüş insanların yeridir”. Çünkü özgürleşmek için mücadele edenler, konumlarından memnum olmayan insanlardır, toplumlardır. Yani düşürülmüş insan ve toplumlardır. Bunun içindir ki özgürlük mücadelesine düşürülmüşlükten kurtulmak isteyenler gelir.
Kendi halinde memnun olanların arayışları yüksek olmaz. Memnun edilmişlerin çok fazladan alıştırılmışlıkları söz konusudur. Öyle olunca yenilere yelken açmak akıllarına gelmez. Gelmez, gelemez çünkü onlar var olanın içine, kenarına, yanına monte edilmişlerdir. Başka bir deyimle sisteme entegre edilmişlerdir. Bu düşürülmüşler içinde geçerlidir
PKK dünyanın en statüsüz halkı olan Kürtler içerisinden bir müjde hareketi olarak doğdu: “sen özgür olabilirsin, bu lanetli konumdan çıkabilirsin, kendin olma mücadelesine atıldığın andan itibaren onure edilirsin” müjdesi. İşte, PKK bunun için düşürülmüş bir toplumu bir halkı dünya insanlık arenasına görkemli yeniden doğum yaptırma hareketi ve müjdesidir. PKK bu bağlamda bir toplumsal statüyü alt üst etmenin de adıdır. PKK bir halka reva görülen boyunduruğu parçalamanın ta kendisidir. PKK karanlık günleri yırtarak geleceğin aydınlık günlerine yelken açmanın bizatihidir.
PKK Martı Jonathan misali yükseklerde tüm tehlikelere rağmen seyretmeye cesaret etmenin de ifadesidir. PKK ezilenlerin sesi olan İsa gibi gerektiğinde çarmıhı göze alarak dağların doruklarına tüm insanlığın günahlarını sırtına alarak çıkarak haykırmanın da adıdır. PKK geriliklere, köhnemişliklere, hakaretlere, zincirlemelere, prangalara, kötülüklere, çirkinliklere, ikiyüzlülüklere, zulme karşı yeni için, hoşgörü için, onurlu olmak için, köleliklerden kurtulmak için, iyilikler için, güzellikler için, dürüstlük ve adalet için yola çıkanlara ses olmanın da adıdır. Bir şeyler yapmak isteyipte yapamayanların, rahatsız olupta bir tavır alamayanların, bir şeyler söylemek isteyipte söyleyemeyenlerin, konuşmak isteyipte dilleri kesilenlerin, haykırmak isteyipte Hallaç gibi derisi yüzülenlerin, insanca Mani gibi yaşamak isteyipte taşlarla bağlananların seslerini, haykırışlarını, tavırlarını, çığlıklarını tokça, gürce hiç bir şeyden çekinmeden yaşama ve eyleme dökebileceğimizi söyleyen müjdenin kendisidir.
Kürdistan tarihi ihaneti bol olarak bilinen bir tarihtir. Hiç şüphe yoktur ki bugüne kadar yaşamasını bilebilmiş ise kahramanlıkları da bol olan bir tarihtir. Özcesi Kürdistan tarihi denildiğinde ilk akla gelen; bu iki karakterdir. Kürdistan tarihinde ihanet edenin, düşmanlarıyla işbirliğine girenin, kendi halkını tutsaklığa götürenin, işgalcilerin yanında yer alarak ülkeyi işgale peşkeş çektirenin, devşirilenin, Mangurt olanın, kendisini inkâr edenin ve inkârcılığı geliştirenin neredeyse hesabı hiç sorulmamıştır, sorulamamıştır. Nedeni ise Kürdistan tarihinde ihanetin, işbirlikçiliğinin neredeyse her zaman galebe çaldığı gerçekliğidir. Öyle ki Kürdistan’da ihanet öyle egemenleri tarafından kanıksanmıştır ki artık ihanet eden, hainlik eden, işbirlikçilik eden dahi bunu farkında bile olmaz. Çünkü öyle ihanete genleri yatmış ki olup biteni adeta “normal” görür. Nedeni ise dediğimiz gibi ihanetin ve işbirlikçiliğin hesabının sorulamamasıdır.
PKK işte bu hesap sormamaya son vermenin adıdır. İhanete, işbirlikçiliğe, hainliğe inan darbedir. Haki Karer yoldaş “pırıl pırıl bir 18 Mayıs günü al kanlara boyandı”'ğında mücadele durmamıştır. Tersine önce Haki yoldaşın katilleri bulunarak hesabı sorulmuştur, peşinden ise Haki yoldaşın anısına-madem düşmanları bu kadar yok etmek istiyor-inadına mücadeleyi daha yükseltmek gerekiyor. Bunun adı da partileşmektir; yani PKK’yi kurmaktır. Dahası; PKK, Şairin söylediği o “İhanetin Göğsüne Hançer Gibi Saplandı” cümlesi, tarihi bir tespittir. Yapılması gereken bundan sonra deşifre olmuş olan İhanete, İşbirlikçiliğe ve Hainliğe karşı sağlam bir yaşam duruşunun sergilenmesidir. Ve bu duruşun adı işte PKK’dir. PKK’li olmaktır.
PKK bir başkaldırı ve isyan hareketi olarak en çok toplumu tutsak alan geriliklere karşı düşünce ve eyleme geçmedir. Kürdistan’da gericilik denilirken ilk akla gelen feodal geriliklerdir. Daha doğrusu feodal komprador gericiliktir. Kürdistan, feodalizmin boyunduruğu altında inim inim inlemiş ve adeta insanlığı kapatmıştır, insanlığa kapatılmıştır.
Öyle ki Kürdistan bir avuç derebeyin, ailenin, ağanın eline kalmış ve istediklerini topluma dayatan bir yapılanma hakim olmuştur. Bir adım ötesinde işgalcilerle el ele, Kürdistan toplumunu tutsak alan, nefes aldırmayan bir kompradorluk. Bu bir yön, önemli bir yön.
İkinci yön ise belki de daha önemli olanı feodalizmin yarattığı toplumsal karakterdir. Feodalizm özü itibariyle donukluktur. Donmuşluktur. Soğukluktur. Başka bir deyimle doğmalarla yaşamadır. Yaratılan ön yargılarla o toplum içerisinde yaşayan insanları tutsak almaktır. Öyle kalıplar oturtulur ki insanlar karşı çıkamaz olurlar. Bu bir sistem olarak böyledir. Feodalizm tepeden tırnağa tahakkümdür. Hiyerarşidir. Tekçiliktir. Renksizliktir. Kendi dışında olanı rettir. Küçümsemedir. Kendisini her şeyin merkezinde görerek etraflıca bakamamaktır. Darlıktır, körlüktür. Feodalizm kapalılıktır. Kendine dönük yaşayarak dünyayı, geçmişi ve geleceği kendinde öldürmedir. Öyle ki ufuksuz olmaktır. Ufuk’u varsa da dar olan feodal ufuktur. Bu ise oldukça sığ olan aile, akraba, kabile, aşiret sınırlarına takılarak yaşamaktır. Özcesi feodalizm hiçbir görüşe, yaşam biçimine yaşam şansı tanımayan hoşgörüsüzlüktür. Kendisini yaşatabilmesi içinde müthiş feodal kalıplar oluşturmadır. İlkelliktir. (İlkelliği kapanmışlık ve gericilik olarak ele alıyoruz. ) Böyle bir sistemde, feodal değer yargıların hakim olduğu toplumlarda, ortamlarda başkaldırmanın yeri olamaz. Çünkü feodalizm özünde sinmişliği toplumun tümüne yayma ve hakim kılmanın da kendisidir.
Böyle bir sistemde alışılmış olanlara karşı durmak en büyük günah sayılır. Günahı işleyen ise aforoz edilir. Böyle bir sistemde ya boyun eğerek el öpersin ya da boyun eğdirirsin el öptürürsün. Başkasına da yer yoktur. İnsanın insanca, onuruyla kendi iradesiyle yaşamasına şans tanınmaz. Böyleleri çıkmışlar ise onlar ilk elden taşlanmalıdır. Böyle bir sistemde ayrı görüşlere yer olmaz. Farklılıklar suçtur. Yeni düşünceler suçtur. Çokluk suçtur. Özcesi demokrasi burada askıdadır. Demokrasi suçtur. Böyle bir sistemde dediğimiz gibi kadına yer yoktur. Böyle bir sistemde sadece egemenlerin söz hakkı vardır. Diğerleri ise marabadırlar, yani kurmançtırlar. Söz hakkı olanlar geleneksel bilinen ailelerdir. Şeyhlerdir, beylerdir, ağalardır, kompradorlardır, işbirlikçilerdir, devletin kapısında, meclisinde yer alan tayfalardır. Ve bunlara karşı çıkmak ölüm fermanını imzalamaktır.
İşte PKK Kürdistan’da demokratik bir toplum yaratmak isterken ilk elden yapacağı bu köhnemiş sisteme karşı durmak olmuştur. Toplumun bağrına bir ur gibi saplanan bu hastalık tedavi edilmeden, bu hastalık aşılmadan Kürdistan’da bir devrimin yapmanın hiçbir anlamı olamazdı. Yani eğer Kürdistan’da demokratik bir yapı oluşturulmak isteniyorsa ilk elden bu feodal komprador işbirlikçi ağ tümden parçalanmalıydı. Başka da yolu olamazdı. PKK bu bağlamda feodalizme, feodal kompradorlara, gerici çitlere, iç parçalanmışlığa, işbirlikçi aileciliğe karşı gelişen bir başkaldırı hareketi olarak doğmuştur.
Kürt halkı dünyanın en kadim halklarındandır. Ortadoğu’da geçmişi en köklü olan Aryen bir topluluktur. Tarihte bilinen ilk yerleşimleri kuranların ardıllarıdırlar. İlk köyleri kuranlardır. İlk ekimi yapanlardır. İlklere çok imza atmış olanların bugün yaşayanlarıdır. Neolotizmin oluşumunda başat rol oynamışlardır. Tarihe çok farklı isimlendirmelerle geçen bu kadim halk 1970’lere geldiğimizde yok olmayla, silinmeyle, erimeyle, özümlemeyle bitme noktasına doğru hızla yuvarlanmaktaydı. Bu bir durum tespitidir. Ancak burada Kürt halkına eleştirinin de ötesinde işgalci ve sömürgeci güçlerin inkârcı ve imhacı politikalarının ne kadar güçlü ve etkili devrede olduğunu söyleme vardır. Reber Apo’nun “biz sıfırdan alıp getirdik” dediği durum budur. Lakin durum sıfırında da altındadır. Değerli Ape Musa’mız önderliğin bu sözüne atfen; “doğrudur, ama bizde sıfırın altından sıfıra getirdik” diyecek kadar bir erime söz konusudur. Eğer PKK anlaşılmak isteniyorsa öyle çok büyük teorik, ideolojik, felsefik açılımlara gerek yoktur. Ape Musa’mızın “bizde sıfırın altından sıfıra getirdik” sözü yeterlidir.
Yok, olmakla yüz yüze bırakılmış, eritilmeyen bir yanı kalmamış, Türklüğün kültürel yayılma alanı olarak kültürü hem talan edilmiş hem de çalınmış, insanları kendilerinde kaçmaya başlamış, resmi ideolojinin en tortu ham maddesi olarak “kırolaştırılmış”, alay konusu olarak sinema ve sanat sahasında işlenmiş, Kürtlüğünden nefret etmeye başlayarak devletin kapısında bir memurluk için yüz takla atmış, bio-iktidarlar adeta nefes alış verişi kontrol altına alınmış bir Kürt ve Kürdistan bugün tek bir kelimeyle; ayaktadır. Hem de dipdiri. Utanılan Kürt’ten bugün kıymetlenmiş bir Kürt yaratılmıştır. Kendisinden kaçan Kürt’ten kendisiyle övünen bir Kürt yaratılmıştır. Kültürü talan edilen bir Kürt'ten bugün gürül gürül akan ve kültürünü serpen bir Kürt yaratılmıştır. Dili neredeyse unutulan bir Kürt'ten bugün 10 yaşındaki kızların Kürtçe dersi verecek kadar gelişme potansiyeli gösteren bir Kürt yaratılmıştır. Tarihi silinen, inkâr edilen, yok sayılan bir halkın ne kadar köklü bir tarihi olduğu gerçekliği yaratılmıştır. Siyaseten eritilen bir halktan bugün siyasetinin en dinamik öznesi olan bir halk yaratılmıştır. Örgütsüzleştiren, dumura uğratılan bir halktan bugün Ortadoğu’nun belki de dünyanın en örgütlü halkı yaratılmıştır. Ürkek, korkak, tereddütlü olan ve böyle yaşayan bir Kürt’ten kendisine olağanüstü güvenen bir Kürt yaratılmıştır. Kısacası; ölüm döşeğinde komalık olarak yaşayan, bitkisel bir hayat sürdüren Kürt’ten bugün bağışıklık sistemi en güçlü olan bir Kürt yaratılmıştır.
Eleştiri öncelikle beğenmeme durumudur. Olanı yeterli bulmamadır. Beğeni ölçülerine sahip olmadır. Her şeye evet dememesini bilmedir. Ve her şeyden önce verili olanı ret ederek daha güzeli ve iyiyi arama gerçekliğidir. Kürdistan adeta cendereye alınarak sürekli bir işkencehane olmasına rağmen insanlarının ağırlıklı bir bölümü bu durumu görmezden gelerek kendilerinden memnun bir yaşamı sürdürmeye devam etmiştir. Horlanmasına rağmen, küçük görülmesine rağmen, dilliyle kendisiyle alay edildiği halde o bunu görmekten çok uzaktır. Çağının dışına itilmesine rağmen o bunu fark etmeden bir halkın birliğinin yaratacağı enerjiyi düşünmeden ailesel çıkarlar ve aşiretsel çıkarlar peşinden koşturulmuştur. Tuhaf gelecek ama Kürt kendi kendisinin düşmanı ettirildiği halde bu iç düşmanlaşmada neredeyse keyif duyacak ve bu keyif duymayı da meşrulaştıracak hale getirmek için elinde geleni yapacaktır.
İşte böyle bir Kürt’tü sen eleştiremesin. Kaldı ki feodal toplumda eleştiri yerine hakaret, küçük düşürme ve dedikodu vardır. Önyargılar vardır. Birde bunun tersi olan kendisinden razı, kendisini beğenen ve de birilerine methiyeler yakmak vardır. İşte PKK tümden bu durama bir müdahale hareketi olarak doğmuştur. Öncelikle var olanı beğenmedi. Kabul da etmedi. Ret etti. Verili olana savaş açtı. Başkaldırı esasen buradan başladı. PKK’nin, ilk işi eleştiri oldu. Bir halkı överek popülizm yapmadı. Şişirerek kendisine yandaş aramadı. Bir insanı, bir halkı sevmenin ilk yolunun onun iyi olmayan yanlarının değiştirilmesi için kavga vermenin gerektiğinin bilinciyle hareket ederek eleştiri geliştirdi. PKK, ulusal birliğin önünde kim engelse onu ya da onları-rütbesi ne olursa olsun, ismi ne olursa olsun-topa tutmuştur. Ulusal birliği sağlamak için ise ulusal bütünlük önünde ne kadar engel ve engelleyici unsur varsa topa tutmuştur. PKK Kürt halkını eleştirmiş, ancak Kürt halkına karşı sonsuz sevgisini de hep beslemiştir. Sevgi esasen derinlikli bir kavramdır. Sadece değer vermeyi ifade etmez. Aynı zamanda beğenmediğin yönler ya da yanlar varsa bunları değiştirmeyi de öngörür.
Kürdistan toprakları daha önce kadının yükseklerde seyrettiğini çok tanıklık etmiştir. Bir anlamda kadının görkemli tarih sahnesine çıktığı topraklar bu topraklardır. Ne var ki tarihin çarkı üçlü kurnaz ittifaklıyla değiştirilmiştir. Çarpıtılmıştır. Kadın görkemliliğinden her gün bir şeyler kaybederek erkeğin sadece sürülecek tarlası olana kadar gelmiştir. Üçlü kurnaz ittifak diye bilinen-askeri şef, yaşlı kurnaz erkek ve kadından tüm sırları çalan şaman ya da rahip-kadının yarattığı komünal değerlere dayalı adaletli, eşitlikçi, özgürlükçü, merhametli, paylaşımcı ve ortakçı yaşamı kendi kirli emelleri için el atarak adım adım ortada kaldırmıştır. Ve giderek bunun yerine kendi çıkarları için, var olan artı değerlere el koyarak, hiyerarşik, tahakkümcü bir sistemi adım adım geliştirmiştir. Bu ise beraberinde sınıfların oluşmasına, yani ezenle ezilenleri, sömürenle sömürenleri, çalışanla çalıştıranları yaratarak insanlığı kirletmiştir. Bununla da kalınmamıştır; ilk sömürge ulus olarak kadını tümden muhalif olmaktan çıkarmak için kadına müthiş yüklenmiştir. Adeta yaşamın her safhasında kadının o görkemli yaşam sisteminin bir daha gelmemesi için kadına ne kadar kötülük varsa yakıştırmıştır. İlk elden; şeytani özellikler ona atfetmiştir. Kadın, cennette yasak meyveyi yediği için cennette kovulmanın sorumlusu olarak tutulmuş ve dünyanın en çirkin ve kötü özellikleri ile tanımlanmıştır. (Parantez açarsak; kadın eğer var sayılan yasak meyveyi yememiş ya da yedirmemiş olsaydı acaba bugün bu dünya olacak mıydı diye sormadan da gerçi insan edemiyor ya!)
İşte 27 Kasım günü kadının öteleştirilmesine dur demenin de adı olmuştur, kadının mal olmakta çıkarılmasının da adıdır. Kadının kadın yapılması değil kadının kadın olarak kendisine bilinç ekmesinin de günüdür. Bugün Kürdistan’da en ön saflarda kadın yürüyor, gerillaya en çok kadın katılıyor, etkinliklerde en çok kadın öndedir, en çok etkili renk kadın rengidir, siyasete-yani kamusal alana-en çok kadın ilgi duyuyor, kültürel sahada en etkili sima yine kadınlı olanıdır, savaşın en kızgın ortamında komutanlık yapan yine kadındır, siyasetin yönlendirenlerin başında kadın gelmektedir, Dağlarda kadın en başat olan öncüdür. PKK kendisini kadın partisi olarak isimlendiriyor ve PKK içerisinde en etkili bireyler kadınlardır. Daha da ekleyelim; sıkıysa PKK’nin etkili olduğu yerlerde kadına dönük yamuk ağız konuşulsun. PKK tarihi baştan beri bir kadın tarihidir. Kadının renginin hep geliştirildiği, geliştirilmek istendiği bir tarihtir. Ve bunun için diyoruz ki; herkesten daha çok 27 Kasım günü kadının günüdür. Ve diyoruz ki; 27 Kasım PKK’nin doğum günü aynı zamanda Kürdistan’da kadının da doğum günüdür.
27 Kasım gününün başka bir anlamı da tüm bu tarih silmelere, belleksizleştirmelere dur demenin de başlangıcı olmasıdır. Kahramanlıkları bugüne sadece taşımak değil, ölümsüzleştirmenin de dili oldu 27 Kasım günü. Yazılmamış olanları yazan, gün yüzüne çıkmamış olanları gün yüzüne çıkaran, hak ettikleri yeri almayanları hak ettikleri yere yerleştirirken de, hak etmeyenleri de deşifre ederek teşhirini iyi yapan bir gün olmuştur 27 Kasım. Kim Humbaba’yı, kim Key Akser’i, kim Şergo’yu, kim Ahmed’e Xani’yi ve nice bugünlerde isimleri ağızlarımızda düşmeyenleri gün yüzüne taşırarak tüm dünyaya, tüm Kürtlere götürdü diye soracak olursak, 27 Kasım günüyle başlayan bir süreç olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Denilecek ki bunlar eskidende biliniyordu. Evet, bunlar eskiden de biliniyordu. Ama tarihin karanlık ve tozlu raflarında bu tarihi belgeleri indiren 27 Kasım’dır. Bu unutulmayacaktır. Geçmişte Kürtler kıymetsizlendirilmişlerdi. Düşmanlar, sömürgeciler Kürt’le o kadar alay etmiş ve rencide etmişlerdi ki Kürt bizatihi kendisiyle alay eder ve Kürtlüğünden kaçarak aslında kendinden kaçardı. Ancak 27 Kasım günü ile başlayan kürdün kıymetlenmesi söz konusudur. 27 Kasım ile giderek gelişen PKK mücadelesi kendisini dağlara çıkararak dağlarda bir direniş kültürünü yeniden yaratmıştır. Kürt özgürlük savaşçıları dağlarının doruklarında tüm zorluklara inat bir halkı yeniden yaratırlarken elbette onlar kıymetleneceklerdir. Elbette kıymetlendirileceklerdir çünkü insanın en önemli varlığı olan yaşamını feda etmeyi görkemli başardılar. İnsanın en sevdiği canı bir halk için müthiş bir özveri ile ortaya koyarak vermesini-hem de hiç bir şey istemeden-bildiler. Hem de yaşamı uğruna ölecek kadar sevdiler. Bunu yapanların ağırlıklı bir bölümü bu halkın bağrından çıkan, en seçkin evlatlar olmalarından kaynaklı da, halkımız onları yaratanların nasıl bireyler olduğunu bilerek kıymetlendirmiştir. Dahası, 27 Kasım günü ile başlayarak gelişen kendisini bir halkın derdine derman etme girişimi giderek gürbüzleşerek Kürdistan tarihinde olmayan bir kültürü kalıcılaştırdılar. Kahramanlık kültürünü… Halkımızın diliyle; Onur Savaşçıları Kültürünü.
27 Kasım sonrası Kürt cesaretli olan Kürt’tür. Bugün eğer 7 yaşındaki çocuklar taşlarla düşman panzerlere saldırıyorlarsa, 70’lik analar mücadelenin en ön cephesinde kavga ediyorlarsa ve tabii ki bir ana oğlu şehit düştüğünde eline kına sürerek bir nevi damat kılıp evlendiriyorsa, yani bir ana olarak en kutsal ve mutlu gününü yaşıyorsa orada artık bir halk tümden en güzel yönleriyle yaratılmıştır. Bir ülkede analar artık tümüyle cennete girmeyi hak ediyorlarsa orada güzelleşen bir halktan söz etmek çok fazla yerindedir. Kürdistan’da analar, çocuklar, gençler, güzel körpecik kızlar ve çınarlık meleler çoktan cennetlik olmuşlarsa orada tümden bir halkın güzelleşmesi söz konusudur. 27 Kasım günü işte bir halkı tümden güzelleşmesine doğru götüren en önemli adımlardan bir tanesidir. “PKK İle Kürtlük güzeldir” derken onurlu olmuş bir halkın, başkasına boyun eğmeyen bir halkın, insanlığın her zaman güzel olacağı kesindir. Ve Kürt halkı çoktan güzelleşmiştir. Çünkü Kürt artık bir şehit yoldaşımızın deyimiyle;”Roman gibi yazılmak, Şiir gibi okunmak, Efsanevi dillerde eylemde konuşmak, Eylemle yaşamak ve yaşamı aşk tutkusuyla sevmek” gibi özgürlüğü ve güzelleşmeye doğru hızla ilerliyor.”
Kasım Engin- Ayrıntılar
İlk defa nereden, kimden, hangi hadiseden dolayı dinlediğimi tam olarak hatırlamıyorum ama böyle bazı toleranslı konularda, hemen beynimin kıvrımlarının bir köşesinde şimşek gibi çakıveriyor bu hikaye;
Adamın biri, günün birinde bir yılanla arkadaşlık kurmuş. (günlük yaşamın içinde de bazı zamanlar çok farkında olunmadan, birçok ilişki ve bunların seyri aslında insani özelliklerden ziyade, fabl’dan ileri gelmektedir, aynen bu hikayede olduğu gibi) Gel zaman, git zaman bu dostlukları öyle bir hal almış ki, adam ne zaman yılanı ziyarete gitse yılan adamın ayaklarının dibine bir altın bırakıyormuş. Zaten çok fakir olan ama aynı zamanda bir o kadar da onurlu olan bu adam, utana/sıkıla yılanın verdiği bu altınları kabul ediyormuş.
Günün birinde bu adam hastalanır ve yorgan-döşek yatmaya başlar. Zaten fakir olduğundan dolayı, onun bu hastalığından dolayı ailesinin geçimi başlı başına sorun olmaya başlamıştır. Bu durumun farkında olan adam, oğlunu yanına çağırmış ve ona; “falan yerde bir delik var. Git orada bekle, yanına gelecek bir yılana benim oğlum olduğumu ve hasta olduğumdan dolayı onun ziyaretine gidemediğimi söylediğinde, sana bir adet altın verecektir” demiş. İlk başta söylenilenleri tam olarak algılamayan çocuk, aile ilişkilerinden ve babasına duyduğu derin saygıdan ötürü bir şey demeden, babasının dediği yere, yılanla buluşmaya gitmiş.
Sözü edilen yere geldiğinde beklemeye başlamış ve aynen babasının dediği gibi bir yılan çocuğun yanına gelmiş. İlk başta ürken çocuk babasının dediklerini söyleyince, yılan sessizce gidip bir adet altınla çocuğun yanına gelmiş ve usulca altını çocuğun yanına bırakmış. Bunun üzerine büyük bir şaşkınlığa kapılan çocuğun aklına hınzırca bir plan gelmiş. Yılanın altını kendi deliğinden getirdiğini gören çocuk, bütün altınların orada olduğunu düşünmüş. Bunun üzerine eline geçirdiği büyük bir odun parçasıyla yılanın yuvasını eşelemeye başlamış. Yuvayı kazmaya çalıştığı bir anda yılanı da yaralamış adamın uslanmaz çocuğu. Çocuğun bu yaptıklarından korkuya kapılan yılan, çocuğu bu korku ve can havliyle ısırmış. Tabi böylelikle adamın çocuğu ölmüş.
Aradan günler geçmiş, yıllar geçmiş adam birgün yine yılanın yuvasına gitmiş. Usulca oturmaya başlamış ve bir süre sonra yılan sessiz bir şekilde adamın yanına sokulmuş.
“Neden buraya geldin” diye sormuş adama.
“Seninle tekrardan arkadaş/dost olamayız mı” diye sormuş adam da yılana.
“Artık bende bu kuyruk acısı, sende de bu evlat acısı varken bizim dost olmamız imkansız” demiş yılan, adama.
Yazının başında da ifade etmeye çalıştığım gibi hayatın bazı anlarında bu hikaye benim aklımda çakıverir böyle!
Bugünlerde Miroğlu’nun yazdığı yazılarla da, benim aklıma bu hikaye hemen hemen hergün gelmekte.
Öncelikle PKK’nin Kalem Kanadı diye kendi akli dengesizliğinin içinde tanımlamaya çalıştığı safsataları ve kendisini marjinal demokrat aydın havalarına büründürmesinin temel nedeni yaşadığı kuyruk acısından ve içine düştüğü koşullanılmış çaresizlikten ileri gelmektedir. Bu durumda Miroğlu’nun yapabileceği tek şeyi bulunuyor elinde; o da efendilerine sonuna kadar hizmet etmek. Geçmişi dahi bu konularda şaibelerle doludur, yani aydınlık ya da mücadele adamlığından ziyade, bir çok karanlık noktanın eşiğinde bu kişiye rastlamak mümkündür. Böyle birinin söylediği her söz ve içine girdiği her davranış, insanları şüpheye sevk etmektedir. Bu saldırganlığı kendi ayıbını saklama yönündeki gayretlerinden ötürü gelmektedir ve bir bakıma kraldan daha kralcı bir düşün içinde, kendini haklı çıkarabilmenin gayreti içerisindedir. Ondan dolayı da kurduğu hayalleri vardır Miroğlu’nun.
Kendisinin milletvekilliği ya da Etiler’de sahneye çıkma gibi hayalleri olabilir.
Her insanın olduğu gibi Miroğlu’nun da kurduğu hayaller kendisini ilgilendirmektedir. Fakat hayalleri uğruna ya da yaşamakta olduğu kuyruk acısından dolayı, bir halkın değerlerine ve kurtuluş teminatlarına alçakça saldırı yapma hakkını kendinde görmemelidir.
Uşaklık ettiği siyasal akım kendisine bu hakkı tanıyabilir, belki bu menfaatlerin doğrultusunda kendisine sunulan imkanlardan da sonuna kadar yararlandırabilirler. Fakat devran değişir diye bir düşünce zaman zaman kendisini hissettirmelidir Miroğlu’nda da!
Daha öncesinde çalıştığı gazetenin baş yazarı bu konular hakkında birçok kesimi ve Kürt Halk Önderliğine yönelik sağduyu çağrılarında bulunmuştu. Herhalde gazetenin baş yazarı konunun hassasiyetini ve vehametini anlayabilmişti. Fakat Miroğlu denilen zat-ı muhterem konunun üzerine inatla gitmekte ve daha çok kaşımaya çalışmaktadır. Yani bir bakıma inatla caminin duvarını kirletmeye çalışmaktadır!
Günümüzde bu halkın değerleri olarak tarihe geçen bu kurumsal-örgütlü güçlere böylesine don kişotça yönelmek sadece ve sadece kendisine kaybettirir.
Elbette içine düşmüş olduğu kuyruk acısı belli noktalara kadar anlaşılır olmaktadır! Bu konuda metanetin gerektirdiği erdemi gösteremeyişi bıçağın altında dolaşmasına neden olmaktadır. Sonrasında yapılacak herhangi bir sağduyu çağrısının anlamı olmayabilir!
Sözün özü böyle giderse kırmızı kalemle çekilen bir çizgi devreye girer!
Miroğlu’da, mortoğlu olur bu toprakların tarihinde!
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Ne oraya ne şuraya ne de başka bir yere bakmak önemli değildir.
Önemli olan PKK göre nerede durduğundur.
Hani bir söz var ya.
“Ne söylediğin değil nerede durduğun önemlidir”.
Her kim nerede duruyorsa O’dur ve durduğu yer kadardır.
Bu her insan için geçerlidir.
Hele Kürtler için daha fazla geçerlidir.
Kim ki, PKK sempatizanı ise kendisine ben insanım diyebilir.
Kim ki, PKK destekçisi ve aktif çalışanı ise O daha fazla diyebilir ki ben insanım.
Kim ki, PKK gerillası ve şehidinin annesi, babası, kardeşi ise başını dikçe tutabilir ve diyebilir ki, ne onurdur ki ben insanım.
Kim ki, PKK gerillası ise diyebilir ki, ben insan olmanın ulaşılmaz zirvesindeyim.
Yine diyebilir ki, ben insan olmanın ulaşılmaz ufkundayım.
Bu onura her kes nail olamaz.
Bu onura nail olmak yürek ister, beyin gücü ister.
Bu onura nail olmak her şeyden önce dağ duruşlu olmayı gerektirir.
Bu onura nail olmak her şeyden önce, ahlakın piri u pakına, fedailiğin emsalsiz kişiliğine sahip olmayı gerektirir.
Bu onura nail olmak her şeyden önce, para-pul-makam-mevki-şan-şöhret gibi ne kadar insana düşman satılık nemalar varsa onlardan arınmaktır.
PKK dışında kimse varmı ki, bu en insani değerleri içinde barındırsın.
PKK kuruluşunun 32.yılını geride bırakırken ne takdire şayandır ki, PKK olanlar.
Ne takdire şayandırlar ki, PKK destekleyeni, sempatizanı, çalışanı olanlar.
Ne takdire şayandırlar ki, onlar ki ben insanım çünkü PKK’liyim diyenler.
Çünkü kendine PKK’liyim diyenlerin nasıl bir efsanevi direnişi başlattıkları tarih tanıktır.
Tarih tanıktır ki, ilk insanlık nüvelerinin kalan kırıntılarına dayananarak PKK kuruldu.
Çünkü biliyoruz ki, ilk insanlık beşiğini bu topraklarda yaratıldı.
Çünkü biliyoruz ki, ilk insanlık nüvelerinin tohumları bu topraklarda atıldı.
Çünkü biliyoruz ki, ilk defa özgürlük,eşitlik ve direniş değerleri bu topraklarda oluşturuldu.
Tüm bu değerlerin üstünü betonla örtük diyen, devşirmelerin kurduğu batının devşirmesi T.C ye karşı PKK’yi kuranlara selam olsun.
PKK’yi kurarak en kahraman kişiliklerin direnişini dünya sahnesine çıkaranlara selam olsun.
Betona tohum ekip, betonu çatlatarak filizlenmesini sağlayanlara selam olsun.
Salkım saçak çiçekler gibi Kürdistan’ı, Mezopotamya’yı boydan boya çiçeklendirenlere selam olsun.
Mezopotamya’yı da aşarak dünyayı çiçeklendirip özgürlük bahçesini dönüştürmek için diş ile, tırnak ile, yürek ile, beyin ile direnenlere selam olsun.
Selam olsun Önder APO’ya.
Selam olsun Haki Karerlere.
Selam olsun Kemal Pirlere.
Selam olsun Xeyri Durmuşlara.
Selam olsun Mazlum Doğanlara.
Selam olsun Beritanlara.
Selam olsun Zilanlara.
Selam olsun Egitlere.
Selam olsun Egitlerin ardılları tüm HPG gerillalarına.
Bu dağlar yerinde durdukça, Kürdistan gerillası varoldukça ve bu halk serhıldan halkı olarak direndikçe daha nice yıllara ve asırlara sığacak bu PKK.
Nice yıllar ve asırlarca varolacak PKK’ye selamla olsun.
Özgür Bilge
- Ayrıntılar
Gençlik ruhunu anlatmaya gerek yoktur. Herkes bu ruhun ne olduğunu biliyor. Dinamikliği, atılganlığı, canlılığı derken yeniye olan özlemi hep dillendirilir. Ve tabii ki birde gençlik derken her şeyi hemencik kabul etmeyen, boyun eğmeyen olarakta bilinir. Bilinmesi gereken diğer bir özelliği ise herkesin onun yanında geçerken her şeyi yapamamasıdır. Gençlik onursuzlaştırmaya tahammülü en az olan kesimdir de. Başka bir deyimle doludizgindir.
Yukarıda söylenenleri hepimiz az çok biliriz, bilmemiz gerekir. Şöyle ya da böyle bizde gençlik yıllarını yaşadık. Belki de tümden yukarıda tarif edilen tarzda bir genç olamadık. Ancak her zaman böyle olmak için bir uğraş içerisinde olduk. Olmaya çalıştık.
Verilen devasa bir mücadele ardından yeniden içimizde tasarladığımız, hayal ettiğimiz gençlik ruhunu yaşama zamanı gelip geçmektedir. Binlerce Kürdistanlı genç belki de bu ruhu görülmeyecek bir şekilde kıyılarda, köşelerde yaşamaktadır. Belki de binlerce genç isimsiz kahramanlar olarak sadece bilinenlerin yüreğinde çoktandır yer edinmişlerdir. Ancak bilinen ve alenen herkesin gördüğü odur ki Kürdistan dağlarında belki de henüz bıyığı terlememiş, yüzlerce Kürdistan genci ölümüne milyonluk Türk ordusuna karşı kafa tutmuşlardır. Ve yine onlarcası bu uğurda canını gönüllü olarak feda etmişlerdir. Ve tabii ki bıyığı henüz terlememiş erkek gençlerin yanı sıra bu mücadelede kocaman emekleri olan yüzlerce genç gerilla kadın militanda yer almışlardır. Ölümüne faşizmin üstüne üstüne yürümüşlerdir ve kimisi ölümün çemberinde geçerek şahadet tacını da giymiştir.
İşte tüm direnişlerle yaratılan bir ruh oluşmuştur. Biz buna gençlik ruhu diyelim. Biz buna kendisini tanıyan ruh diyelim. Biz buna başı dik ve onurlu ruh diyelim. Biz buna boyun eğmeyen ruh diyelim. Ve tabi ki biz buna yeni şekillenen ve asla sömürgeci karakteri, boynu bükük köle kişiliği yaşamayan yeni ruhta diyelim. Siz buna özgürlük temelinde kimyası değişmiş yeni gençlik ruhu deyin. Biz ise yeniden yaratılmış bir halkın ruhu diyelim. Hem de direniş ruhu.
En son birkaç gün önce Nusaybin’de, polislerin gençlerimizin üzerine saldırmasında gördük. Beş yaşındaki bir çocuğa dahi tahammül edemeyerek tutuklamak isteyen bir faşist polis güruhuna karşı çıplak ellerle, birkaç taşla karşı koyan bu yeniden yaratılmış ruhu gördük. Faşist polisler alışmışlar halkımıza hor bakmaya. Alışmışlar küfürler savurmaya. Alışmışlar tokat çekmeye. Alışmışlar fırça atmaya. Alışmışlar höd çekmeye. Ve alışmışlar istediğini almaya ve istediğini kovalamaya.
Ama bu kez Nusaybin’de biz başka bir şey görüyoruz. Bu kez Nusaybin’de alınan çocuğu sahiplenen bir gençliği görüyoruz. Polisin küfrüne ve jop'una karşı yumruklarını sıkarak cevap veren bir yeni Kürt gençliği görüyoruz. Ve ardından da arka arkaya kaçan bir polis güruhunu görüyoruz.
İşte yeni gençlik ruhu dediğimiz olgu budur. Sömürgeciliğin yarattığı korkuyu kırarak hem de TC’nin silahlı, coplu polisine sadece yumrukla cevap veren bir gençlik. Geri adım atmayan bir gençlik. Kendisinden koparılmaya çalışılan bir parçayı, almaya çalışan bir gençlik.
Evet, işte bu yeni gençlik ruhudur. İşte bu özgüveni oluşmuş yeni gençlik ruhudur. Yeni bir kimyadır bu. Özgürlük kimyası daha doğrusu özgürlüğe kilitlenmiş özgürlük ruhu kimyası.
Artık Kürt gençleri nerede olurlarsa olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar polislerin onlardan koparacakları bir parçayı geri almalıdırlar. Polise boyun eğmemelidir. Geri adım atmamalılar. Gerektiğinde üstüne aynen Nusaybin’deki o genç gibi yumruk sallamasını bilmelidirler. Taşlar, Molotoflar bilinen ‘silahlardır’. Artık yumruklarda birer ‘silah’ olmuştur. Artık topluca polislerin üzerine yürüyerek bizden aldıkları gençleri, çocukları, ihtiyarları ve anaları alma zamanıdır. Artı zaman gençlik zamanı ve gençlik ruhunu doludizgin yaşama zamanıdır.
Artık zaman bizim zamanımızdır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Anlaşılan o ki gerillayı silahsızlandırmak için çeşitli çevreler çok yönlü propagandalarını derinleştiriyor. Bunun başarılabileceği düşüncesine iten de gerillanın tabanı denilerek, birçok zaman birleştirilerek yargılanan ve bu ağır baskı altında artık nerede durduğunu tam olarak kestiremeyen kesimlerden geliyor.
Silahların zamanının geçtiği tezi neoliberalizmin fikir babalarının “ideolojiler çağı kapanmıştır” düşüncesiyle gündeme hakim olan bir fikirdi. Herhangi bir grup, kesim, halkın haklarını talep etme ve bunları savunmak; kendi kültürel ve ahlaki öğelerini koruma mücadelesi yürütme yerine sisteme teslimiyetini ve parçalanmış bir toplum yaratmayı hedefleyen bu düşünce günümüzde üstü örtülü bir şekilde devam ediyor. Bunun yanında bin yıllardır silah kullanma yetkisini elinde tutan devletçi, savaşçı iktidarın tüm tehditlerini bertaraf etme, hak arama taleplerini sınırlandırma girişimi olarak da değerlendirilebilir.
İnsanın kominal toplumda savunma amaçlı kullandığı ve topluluğa ait silahların bir üst aşaması olarak fetih, talan ve saldırı pozisyonunda işlerlik kazanan silahlardan bu yana değişmeyen bir mantıkla karşı karşıyayız aslında. Madenlerin silah yapımındaki önemi ve bu madenlerin çıkartılması ve işletilmesindeki zorlukların giderilmesinde dahiyane kurnazlık sergileyen “kutsal ittifaklar” zamanından kalma bir alışkanlık.
Tabii artık silahların bir sektör haline gelmesi ve kolay ulaşılıyor olması bu işlevini yitirdiği gibi bir sonuç yaratmaz. Herhalde neredeyse onlarca anlaşma ve ittifakla birbirlerine bağlanmış ülkelerin birbirlerine karşı tırmandırdıkları silahlanma yarışları salt o devletlere gözdağı anlamı taşımıyor. Devlet geleneğinin güvenilmezliğinin yarattığı etkiler olsa da her iktidar erkinin bir başkasının elindekilere göz dikmesi gerçeği söz konusu olsa da artık egemenlik kurmak ve o değerleri ele geçirmek için o kadar zor yollara başvurulmuyor. Kısacası esasta iktidarların rahat ve huzur ortamını daim tutabilmek ve çıkarlarının kalıcılığını sağlamak için sömürünün kaynaklarını bastırmaya yarıyor silahlar.
Çıplak zor aracı olan silahların yanı sıra özel ve psikolojik silah kullanımı kapitalist modernitenin en yoğun ve güçlü aracı konumunda. Sınırsız ve sayısız medya ve iletişim aracının kullanımının özendirilerek tüm insanlığa yayılımıyla her eve hatta her cebe kadar sızabilen iktidar sahipleri artık silah kullanımına gerek duymadan insanları düşüncelerinden, savunduğu doğrulardan caydırabildiğinden bu yöntemi daha kolay, ucuz ve etkili bir silah olarak kullanıyor.
Bu etkiden kurtulabilen ve örgütlülük sahibi olan kesimler karşısındaki yöntem ise tabii ki çıplak zor. Şiddet, katliam, terör, işkence yöntem ve çeşit zenginliği yaşasa da vazgeçilmez temel bir yaklaşım olarak eldeki sopa olarak tutulmaktan vazgeçilmiyor.
Özcesi silah tüm insanlık tarihinde olduğu gibi günümüzde de egemen iktidarcı güçlerin temel bir ‘çözüm’ aracı olarak kullanılmaya devam ediliyor.
Silah kullanan ve tehditler savuran bir cenah karşısında yapılabilecekler sınırlıdır. Seçenekler azdır. Hatta iki yolla sınırlandırılabilir. Ya dayatmayı kabul eder, binyılların özgürlük arayışçılarının hayal ve seslerini yüreğinden ve beyninden silerek uydu bir kişilik olarak basit bir sistem taraftarı bireyci olarak yaşamaya çalışırsın ya da “Anlamını, hakikatini bilmeyen insanlık ya olamaz, ya en alçakçası, en barbarcası olur.” diyerek kendini ve toplumunu onurlu ve özgür bir gelecek yaratımına katmaya çalışırsın.
İşte PKK gerillalarının da seçimini bu iki yol üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. PKK, Kürt halkının, tüm Ortadoğu ve insanlığın özgürlüğüne kilitlenmiş, çözmeye aday olduğu sorunları sistemsel olarak tanımlayan bir hareket. PKK’yi şiddete bulaşmış ve ne yaptığını bilmeyen insanlar topluluğu olarak değerlendirmek ve kendince kimi dayatma ve taleplerle halkını ve insanlığı savunma özelliğinden saptırabileceğini düşünmek herhalde en büyük aymazlık olsa gerek.
Amed zindanlarında Mehmet Hayri Durmuş ve Kemal Pir arkadaşların yaptıkları savunmalarda da karşı çıktıkları bir nokta buydu. “Bizi basit bir şiddet örgütü olarak tanımlayıp yargılayamazsınız. Biz, ideolojik bir hareketiz” diyerek sistem sahiplerinin kitlelerin gözünde karartmaya çalıştıkları hareketi savunarak gerçek uğraşılarını mahkeme salonlarında bir bir dillendirmişlerdi.
PKK, kapitalist sistemin dünya insanlığına uyguladığı politikaları eleştirip yargılayarak, yeni ve daha yaşanılır bir dünyanın eskinin çözüm yöntemlerini aşan bir keskinlik, kararlılık ve yöntem zenginliğiyle uygulama iddiasına sahip bir örgüt. Bin yıllardır insanların kafalarında sabitleştirilmiş tüm düşünce kalıplarını, insan iradesini yok sayan her türlü dayatmanın karşısında “özgür insan” yaratımını hedefleyen bir örgüt. Hedef ve amaç belirlediklerini kendi içinde ve Kürt toplumunda 30 yıllık bir mücadelede açığa çıkardığı sonuçlarıyla ortaya koymuş bir hareket. Ve daha fazlası.
PKK’nin uyguladığı mücadele yöntemlerinin bu hedefler doğrultusunda yaşayacağı zenginlik tabii ki kendi amaç araç ilişkisinin üzerinden yürüyecektir. Yoksa telkin ve dayatmalara boyun eğerek sözde demokratik sivil iradenin belirleyeceği hatta uydu bir örgüt olması beklenemez. Eğer PKK çevrenin söz ve dayatmalarına kulak kabartarak yönünü bulmaya çalışsaydı PKK diye bir şey hiçbir zaman olmazdı. Bir çift söz ve umut kırıntısı bile denilemeyecek kimi duygularla başlayan PKK hareketinin ve uyguladığı yöntemlerin bu doğrultuda değerlendirilmesi ilgililerinin doğru sonuçlara ulaşması açısından yerinde olacağı kesindir.
Biz, gerillalar olarak da bu silahın döneminin geçtiği tartışmaları içinde söyleyebileceğimiz şudur; Kürt halkı ve öncüsü Önder Apo özgürleşmedikçe, hakları garantilenmedikçe ve bunlar karşısında devlet şiddeti var oldukça silahların zamanı kapanmayacaktır. Herkesin böyle bilmesi ve okuması onurlu bir barışın yolunun açılmasında da etkili olacaktır. meşru savunma yapmak her canlının hakkı olduğu kadar bizlerin de en temel hakkıdır ve bu hakkı korumak adına dün olduğu gibi bugün de her türlü koşulda görevimizin başında olduğumuzu halkımızla paylaşmak istiyoruz.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Sıkılı yumrukları havada, tok ve bir ağızdan çıkan slogan sesleriyle sokakları çınlatırken veya bir duvara, uğruna koskoca ütopyalar kurulan kutsal harfler çizilirken görülür ya çoğu zaman; devrimci, o değil.
Koyu, askeri yeşili parkesi, uzamış sakalı ya da atkuyruğu yapılmış saçı ve makyajsız yüzüyle tam da parmaklarının avuç içine doğru birleştiği o yuvarlağın derinine sıkıştırdığı sigarasından derin ve keskin bir nefes çekerken görülür ya; devrimci, o da değil.
Cepte kalmış olan üç beş liranın hesabı yapılarak gelinmiş bir kahvehane ya da cafe köşesinde ısmarlanmış çayları yudumlayıp hararetle tartışırken görülür ya bir grup; devrimci, o, hiç değil.
Hayalleri ve geleceği tutsak alabileceğini düşünenlerin hapsettiği soğuk beton ve demir parmaklıklar arkasında inancı ve iradesiyle ölüme yatmış, bir deri bir kemik kalmış fotoğraflarında gözleri ışıl ışıl parlayan da değil devrimci.
Kapısına tekmesini vurarak içine girdiği ve o pastel renkli duvarlarında çarpan kararlı ve tok sesiyle tarihi yargılayan, yurtseverliği, fedakarlığı haykıran da değil devrimci.
Kim bilir nereden ele geçirdiği ve yavuklusu gibi bağlandığı o soğuk namluyu koltuk altında, kemer arasında, bir ahşap döşemenin içinde saklarken bir gün yaşatılmış ve yaşatılacak her türlü zorbalığa, haksızlığa, sömürüye, katliama karşı hesap soracak olmanın o dayanılmaz hazzını duyumsayarak, planlar yapan da.
Bunların hepsi olsa da çok daha ötesindedir devrimci. Aşamaları olsa da devrimcilik yolunun, aslı değildir davanın. Heyecanı, macerası biraz da biçimidir devrimciliğin. Ya da birçoklarına göre aslı, esası devrimciliğin.
***
Bir devrimciyi devrimci yapan olgunun onun süreklileşen ve istikrar arz eden yaşamıdır. Ya da Sosyalizm ideolojisine bağlılığı ve ideolojinin ortaya koyduğu yaşam tarzına göre bir ömür yaşamasını bilmesidir.
Her an ve her pratik ardından kendisini ve devrimciliğini, sosyalistliğini sorgulamalı insan. Yoksa kirlenir uğruna milyonların düştüğü kutsallar.
***
Sonbahar yapraklarının her esen yelde savrulduğu bir sonbahar gününde güneşi ufuk çizgisinde uğurlarken bir kez daha soruyorum, sorguluyorum devrimciliğimi.
Dik yokuşlarında soluklanmadan, bir nefeste, çevik adımlarla ilerlerken, soruyorum kendime; “Yeni değer teorisi nasıl şekillenmeli?”
Rüzgarın jilet gibi kestiği zirvelerde inadına ve tersine koşar adımlarla ilerlerken soruyorum “Kapitalizmin aşılma sorunlarında her bireye düşen görev ne?”
En yorulduğum ve bitkinleştiğim an’da bile inançlı ve kararlı adımlarla ilerlerken yine soruyorum “Devrim değerlerine nasıl sahip çıkmalı?”
Suyun başına iniyor, yaprakların kapladığı gölde açtığım küçük bir aralıktan su içiyorum ve yine soruyorum “Dilini, kültürünü, kimliğini eşit ve özgürce yaşamasında Kürt halkının tek çıkar yolu ve çözüm modeli nedir?”
Dağlarımızın, özgürlük mekanlarının her sonbaharının ressamların tuvallerine düşürdüğü o renkli tablonun asla canlandıramadığı güzellikleri seyre dalarken sorularımı çoğaltıyorum.
Cevaplarını bilsem ve tam da ortasında olsam da cevapların yine de soruyorum.
Bir gerilla olarak herkes en derin uykusundayken daha, rakımı bilinmez dağların doruklarında güneşi ilk karşılayan olmanın haklı gururuyla Kleşimi omzuma atarak nöbetine duruyorum özgürlüğün…
Bir daha farkına varıyorum ki sosyalizm ve devrim, sürekli arayışın, inancın ve eylemin eseri.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Her şeyin kendini yenilediği zamanların biri de sonbahardır. Doğa kendini sadece ilkbaharda yenilemez, bunun ön hazırlığını yani değişimin başlangıcını sonbaharda yapmaya başlar. Fakat olayın güzelini ve sonucunu görenler, doğanın kendini sadece ilkbaharda yenilediğini sanırlar ki, bu başlı başına bir yanılgı olmaktadır. Bu gözardı edilen gerçeği özellikle özgürlüğün serin bir türkü gibi gezdiği bu dağlarda, çok çıplak ve net bir şekilde görmek mümkündür.
Bütün dillerin kendisinde olduğu gibi doğanın kendisi de ve yine kendi diliyle değişimi başlattı. Yeni bir zamana, devrana açıyor kucağını. Sarı ile kırmızı ve yeşil renklerin tonunda seyir halindeki yapraklar, gücünü tüketipde yerlere düştüklerinde belki de bir böceğin ya da bir tırtılın yuvasını oluşturuyorlar. Bazı ağaçların üzerlerinde kavak yeli esiyor durmaksızın.
Tüm bunların gösterdiği bir gerçek oluyor ki, doğa ve insan arasındaki en büyük etkileşim ve benzerlik düşünce gücünü belirli zaman dizinleri aracılığıyla geliştirebilmeleri oluyor. İnsanın bu konuda biraz da farklı bir yönü, çok statik bir düşünce olmamakla birlikte değişkenlik arz eden ve hayaller kurabilen düşünce formlarının da bulunmasıdır. Hatta çoğu insan, yaşamının büyük bir bölümünü hayallerinin ve ideallerinin peşinde koşarak geçirirler. O menzile ulaşmak için harcarlar bütün soluklarını.
Bunu bugünün dünyasında en çok vermeye çalışanların başında gelen kesim elbette ki Kürtler olmaktadır. Kürtlerin kendi olma istemleri, kendi kimlikleri ve onun mücadele gücünü vermeleri ne küçümsenebilir, ne de yadsınabilir. Tüm dünyanın, özellikle köleci sistemin efendileri olanların bu yönlü baskıları gün aşırı artsa da, Kürtler kendi hayallerinin ve ideallerinin peşinden gitmeye karar vermişler, adanmışlar bir kere!
Mesele son derece basit, fakat anlaşılır olması açısından;
Günün birinde yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin oğlu varmış. Babasının işi nedeniyle çocuğun okul hayatı kesintilere uğramış. Orta ikinci sınıftayken, büyüdüğü zaman ne yapmak ve ne olmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını ister hocası… Bunun üzerine çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı, hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazar. Hayalini en ince ayrıntısına kadar anlatır yazdıklarında. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini bile çizer.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterir bu kompozisyonda. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evinin ayrıntılı planını da ekler. Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesi olmaktaydı çocuğun…
İki gün sonra ödevini geri aldı çocuk. Kağıdının üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir “0” ve “dersten sonra beni gör” uyarısı vardı. Neden 0 aldım diye merakla sorar hocasına, bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal diye cevap verir hocası. Paran yok, gezginci bir aileden geliyorsun, kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir, önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu BAŞARMAN imkansız diye okkalı bir nutuk çekiyor hocası çocuğa. Sonrasında da ekliyor hocası; eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm diyor.
Çocuk eve döner ve uzun uzun düşünmeye başlar. Bu konu hakkında babasına dahi danışır.
Babası da, bu konuda kendi kararını vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim der. Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürür hocasına.
Ve hocasına şöyle der; siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, ben de hayallerimi…
İşte bugün de meselenin dayandığı yer burası bu olmakta. Bugün bazıları Kürtlere durumu gözden geçirin ve gerçekçi olun safsatalarıyla yaklaşarak, buna göre tutumda ve yaklaşımlarda bir değişime gideceklerini söylüyorlar. Hayatın birçok karesinde ve alanında bunu görebilmek mümkün olmaktadır. Fakat Kürtlerin buna tenezzül etmesi mümkün değildir. İşte bu konuda Kürtlerin söylediği;
“siz vereceğiniz notu değiştirmeyin, biz de hayallerimizi” söylemi daha da gür duyulmakta!
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Uğur’umuzu vurdular önce yaşından fazla mermiyle
Ardından Ceylan’ımızı. Gezme! Uyarısı yapmadan hem de bir seher vakti aldılar.
Tüm abi ve ablaları gibi yaşamı, sokaklarda yaşadığı risklerle öğrenen ve direnişteki Diren’i sonra.
Sevdalı yüreklerin Canan’ını aldılar sevdiklerinden bir piknikte.
Umud’umuz gitti sonra biber gazından kaçarken.
En son Nûjîyan’ımız ‘bilinmeyen’ bir cisimle oynarken ayrıldı daha anlayamadığı bu yaşamdan.
Türk ordusunun ve devletinin kirli savaşında yiten körpe canlardan birkaçı sadece bunlar. Öylesine vakalar deyip geçmek de var. İsimlerinde gizli anlamların izinde farkındalığı derinleştirmek de.
Kürt çocuklarının yaşamları bu kadar ucuz, bu kadar tesadüfler zincirinin ucunda mı? Nereden geleceği belli olmayan ölümün riskiyle kestirilemeyen bir zamanın beklentisinde mi büyümeli çocuklarımız?
Filistin’de İsrail bombalarından, Pakistan’da selden, Afrika’nın nice ülkesinde açlıktan kırılan çocuklar kadar değeri yok mu çocuklarımızın?
Yoksa kendilerinin farkında olmadığı “Kürt” kimliğine verilen cezanın, acı faturanın hesabı mı onlara kesilen?
Hepsi son yılların acı kayıpları. Ya da siyaseten değerlendirecek olursak Akp hükümetinin iktidarında yiten nice Kürt çocuğundan birkaçı sadece. Nereden bakılırsa bakılsın bir acı iz bırakıyor ya yine de cevapsız soruların ve gizli anlamların peşinden gitmeden edemiyor insan.
Akranlarına gücü yetmeyen bir cenahın işi mi bu?
Yoksa geleceğe ümit bağlamış bir halkın yarını mı çalınan?
Şüphesiz Türk devletinin direkt ya da dolaylı yürüttüğü katliam politikasının farklı uygulamaları bunlar. Kürt Özgürlük Hareketi etrafından kenetlenmiş yurtsever halkımızın geleceğini karartmak, başarı umudunu kırmak çabası.
Yatılı okullarda tecavüzlerle, asimilasyon politikalarıyla cebelleşen çocuklarımızla Kürt halkının onuru ve haysiyeti zedelenmek istenirken bu gibi katliamlarla da geleceğe dair beslenen tüm ümitler köreltilmek ve yaşamın bir kader döngüsünden ibaret olduğu düşüncesi oturtulmaya çalışılıyor.
Medya ve okullarıyla Kürt çocuklarını kültüründen, kimliğinden uzaklaştırmaya çalışan devlet, artık bir Akp politikası olduğu gün gibi açığa çıkan bu katliamlarla bunun etkisinden çıkmaya çalışan topluma açık uyarılar oluyor.
Devlet, savaşı, mücadeleyi bilen Şerzan, aydınlanmaya ve erdem kazanmaya adanmış Aydın Erdem şahsında Kürt halkının bilinçlenme hareketine darbe vurarak bu yoldan döndürme çabasını uyguluyorken yeni bir yaşamı kanıyla, teriyle oluşturmaya çalışan onurlu Kürt halkını da Nûjîyan şahsında katlediyor.
Tüm bu şantaj ve tehditler karşısında şüphesiz daha tavırlı olunması gerekiyor. Fakat çeşitli sebeplerden ve takıntılardan dolayı bir türlü esas odaklanılması gereken yerden gelişmiyor refleksler. Bir an hüzünlenip, ardı sıra dönebiliyoruz normal yaşamlarımıza.
Karşımızda her anı ve tüm mekanları sinmiş insan toplulukları ile donatmaya çalışan bir iktidar ve erk varken, geçmişi karartıp, gelecekten umar beklenmesinin önünü alan böylesi gaddar, vahşi ve kana susamış bir demagojik yönetim varken normal olan ne kalabilir ki? Nasıl normal bir yaşam ve insan olabilir ve devam edebilir ki yoluna?
Yoksa halen bireysel kurtuluşun mümkün olduğuna inanan var mı? Yoksa halen gözünü kapatarak, kendisinden uzaklığı oranında mutluluk dansına kalkan beyni sisli bir insan yaşamının en doğru tarz olduğunu düşünenler mi var?
Daha ne kadar gerçek olabilir ki? Daha nelerin olması ve daha kaç körpe canın yitmesi gerekir?
Hangi okulda, hangi ekonomik gelişmişlikte özgür olmayı bekleyebilir insan halen?
Ya da,
Ebeveynleri olarak, abisi, ablası, babası, anası, akrabası olarak yanı başımızda duran ve bizlere yaşam ışığı aşılayan çocukların geleceği için ne yaptığımızı oturup düşünmemizin zamanı çoktan gelmedi mi? Yarın bu çocuklar büyüyüp de bizden hesap sormaya başladığından ne cevap vereceğiz? Bunları soruyor muyuz kendimize?
Yiten, parçalanan bebeler rüyalara girip “Neden?” diye sorduğunda hangi vicdan, hangi duygu, hangi akıl cevap verebilir?
Dayatılan ve empoze edilen iyi ve güzel yaşam hayallerini bir kenara bırakarak bebelerimizin, çocuklarımızın geleceğini garantiye almak için mücadele etmek, eyleme kalkmak, her anı ve her mekanı özgür geleceğin garantisi çocuklarımıza cennet yapmak ertelenmez görev olarak herkesin önünde duruyor.
Önderliğimizin dediği gibi; “Önemli olan çocuğun, doğduğu günden bugüne içinden geçtiği sürecin anlamını kavrayabilmesi, kendi ana dilini ve kültürünü özümseyerek kültürel soykırıma karşı kendini koruyabilmesidir.”
Bunu yaratmak için çalışmak, çalışmak, çalışmak…
Mahir Cudi
- Ayrıntılar