Kürt halkının direnişi giderek yükseliyor. Öyle ki insanın “başı göklere değiyor” diyesi geliyor.
Başı göklere değiyor cümlesi bir övgüyü, gururu, kendine güveni ifade ediyor.
Kürt halk tarihi irdelendiğinde böylesine kendisine güveni yüksek, mağrur ve kendisiyle barışık olma süreçlere az rastlanır. Kürt halkının direnişlerle örülü bir tarihi vardır. Direniş tarihinin yanında bir de ihanetin tarihi vardır. Ne yazık ki Kürt halk tarihinde ihanet genelde direnişlere galebe çalarak büyümüştür. Böylelikle ihanet sıradan bir olgu haline getirilerek içselleştirilmiş ve de kanıksanır hale gelmiştir.
Kürt halk tarihinde her zaman olmasa da egemen diye bilinen üst sınıflar kendi kültürel değerlerini koruma yerine baskılayan kültürlerin hâkimiyetini hem erkenden kabullenmişler hem de erkenden egemen kültüre monte olmanın yollarını aramışlardır. Ne de olsa egemen olan, baskılayan, güç olanların yanında, onların kültürüyle oturup kalkmanın getirileri vardır. Hegemonların gözdesi olmak demek Hegemonların Kürdistan’da temsilcisi olmak demektir. Bu ise dediğimiz gibi önemli getirileri olan işbirliğidir.
Maalesef bu getirisini alan işbirliği de tarihi süreç içerisinde kanıksanır hale gelmiştir. Saygın bilim adamı İsmail Beşikçi hocamızın geçmişte “bu öyle bir kanıksanmadır ki, kendi değerlerine ihanet edişin farkında bile değildir” demesi gibi bir durumdur.
Kürt halk tarihi böyle yüzlerce kanıksanmış durumla doludur. Boydan boya bir ihanet kültürü bugünlere kadar taşınırken çoğu kez bu ihanet kültürü görülmez olmuştur. Egemenin kültürüyle, diliyle, zihniyetiyle yapılanıp sonra da Mangurtlar gibi kendi toplumunun başına musallat edilmişlik ciddi bir toplumsal hastalıktır. Ne var ki bu hastalık, hastalık olarak görülmemiş, bunun yerine halkın yanında ya da halkla birlikte ayağa kalkanlar her zaman “delilikle, maceracılıkla, provokatörlükle, oyunbozancılıkla, toylukla ve hatta deli gömleğini giymekle” itham edilmişlerdir.
Özcesi yerin dibine girip saklanması gerekenler meydanlarda alenen, hatta başı dik dolaşırken, başı dik ve onurlu yürümesi gerekenler gizlenerek söyleyeceklerini ancak söyleyebilmişlerdir.
Evet, Kürdistan bu hale getirilmişti. Ancak devir değişti, çağ değişti ve Kürtler büyük komutanımız Serbest Kıçi yoldaşın dediği gibi “Gün geçer zaman aşıp gider. Şişenin kapağı aşınır, gevşer ve bir avuç genç cinler kapak arıklarından dışarı sızmayı başarırlar.” Dışarıya sızmayı başaranlar eşine ender rastlanır bir direnişle, fedakârlıkla, özveriyle, irade yüklü bir dayanma gücüyle var olmanın sırrını bulurlar. Sırrı sadece kendilerine saklamazlar, bedeli ağır ve pahalı da olsa bu sırrı tüm halklarla –öncelikle de-Kürt halkıyla paylaşırlar. Ve bu sırrın etrafında yeniden bir direniş kültürü şekillenir. Artık egemenlerin galebe çalamayacağı, işgalcilerin bekçiliğini yapanların paralanmayacakları, reisliğin, beyliğin fiyakasız kaldığı tarihi bir sürece evrilmiştir.
Evet, artık direniş kültürü birkaç cin olmaktan çıkarak tümden cinleşen bir halk haline gelmiştir. Ve artık direnişle örülen bu halk kendi yolunu çizmeye başlamıştır. Kendine son derece güvenen, kendisiyle son derece barışık, saflarını netleştiren, dost düşman ayırımını iyi yaptığı gibi, direnişçinin yanında işbirlikçi olanı ret eden bir pozisyona gelmiştir.
Artık bu halkın başı göklere değecek düzeye gelmiştir. Artık bu halk kendisi olmaktan gurur duyan bir duruma gelmiştir. Artık bu halk tarihin şafak vaktinde Newroz ateşini çakan o halk olmaya geri dönmüştür.
Artık yeniden o halk olma gururunu yaşıyor. Ortadoğu halklarına Newroz ateşiyle barışa, kardeşliğe, birliğe, direnişle birlikte özgürlüğe, adalete ve eşitliğe öncülük eden konumuna yeniden gelmiştir. Newroz halkı yeniden Medleşmiştir. Tarihin şafak vaktinde halkların ortak kardeşliği için kendisini katık yaparak direnen ve bu direnişle de zalimlerin kalelerini yerle bir eden halk olmasını yeniden bilmiştir.
Evet, Newroz halkı, evet Newrozlaşan halk, sizin direnişinizle başımız göğe değiyor, sizinle bir daha gurur duyarak sizin için ölümün üstüne üstüne gitmeyi kendimiz için sadece ve sadece gururlanacak bir eylem olarak görüyoruz.
Newrozlaşan halkın o tülbentli analarını, taşlı çocuklarını, yeşil kırmızı sarı renkli gençlerini, halayın başından inmeyen nur yüzlü yaşlılarını, melek yüzlü kızlarını, halkıyla selama duran mele, pir ve dedelerini, dışarıda ve içerde direnen Kürt halkının siyasetçilerini, sivil toplumcularını, sanatçılarını, sağlıkçılarını ve burada sıralamadığımız kendilerini direniş kültürüne adayan başka çevrelerinin hepsine ama hepsine gerillalar olarak saygımızla birlikte en derinden beslediğimiz sevgilerimizle karşılarında selama durduğumuzu bilmelerini isteriz.
Newroz halkının bir evladı, bir gerillası olmak bize sadece ve sadece onur verir. Ve bu onuru sonuna kadar koruyacağımızın sözünü tüm halkımıza yeniden veriyoruz.
Yaşasın halklaşan Newroz halkı
Yaşasın yeniden küllerinden doğan Newroz halkı
Yaşasın güneşin ışıklarıyla kendisini aydınlatan geleceğin özgür halkı.
Kasım Engin- Ayrıntılar
“2011 Newroz’u Kürt sorununun çözümü için Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamı için kalıcı sonuçlar verecek yeni, güçlü bir direnme hamlesinin başlatıcısı oluyor.” diyordu Abbas arkadaş yaptığımız Newroz kutlamasındaki konuşmasında. Kutlama ardından gelip de televizyonun karşısında Kürdistan’ın sokaklarını dolduran yüz binleri, milyonları izleyince bu hamlenin ne denli karşı konulmaz bir etki ve coşku yarattığını da gördük.
Kürdistan’ın dört bir yanında bayramın, devrimin coşkusuyla dolu yürekler akmıştı o meydanlara. Neden sevinmesin, neden coşmasın ki bu halk. 2623 yıllık Newroz tarihini yaratmış, ona ruh kazandırmış bir halkın onurlu çocukları olarak tabii ki sevinecek böylesi bir günde. Bin yıllardır ülkelerinde, topraklarında özgür ve barış içinde yaşama dışında herhangi bir istek ve talebi olmayan bir halka yönelen tüm zalimlere gereken cevabı vermiş bu halk neden bayram yapmasın ki.
Onlar geldi ve geçti. Suwar hatın piya çun!
Kürdistan’da imparatorluklar, devletler, despotlar ve akla gelebilecek her tür iktidar mensubu alt olup gitmiş, yaptığı zalimlikler bile unutulmuş. Katliamlarla sindirebileceğini sanan, özgürlüğün önünü alabileceği gafletini yaşayan nice kendini bilmez sözde şah, padişah, kral, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı geçti bu topraklardan.
Yine de bu halkı, yüreklerindeki özgürlük aşkını, bu uğurda her tür bedeli göze almış ruhu engelleyemedi. Amed’te, Van’da, Batman’da, İstanbul’da, Almanya’da, Halep’te, Meriwan’da, Hewler’de ve dünyanın dört bir yanında bulunduğu her yerde direnişi, Newroz’u kutlayan milyonlar bitmeyecek bu çığlığı bir kez daha haykırdı.
Ya özgürlük, ya özgürlük!
***
Ama yanılmayalım. Bu bir sonuç değil. Bir başlangıç.
Son hamlenin, özgürlük önündeki tüm engellerin kaldırılacağı devrimin, mücadelenin ilk günü.
Bu kararlılığımızı, coşkumuzu, ısrarımızı görenler bunu içlerine sindirmeyecekler. Özgürlüğü sadece ama sadece geciktirebilmek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklar.
Nitekim dün Nusaybin’de “Barış” meydanındaki Demokratik çözüm çadırlarına saldıran, yüzlerce anayı esir alanları gördük.
Tüm Newroz kutlamalarından sonra halkımızın coşkusunu kaldıramayan faşist sürülerinin tahammülsüzlüğünü, azgınlığı gördük, yaşadık.
Bu sürülerin iplerini ellerinde tutan ve halkımızın üstüne salmaktan sakınmayan sözde siyasilerin yaptığı tehditleri, hakaretleri kendi kulaklarımızla duyduk.
“kırarız ellerini” diyor temsilcisine bir halkın. Dün birinin ayağını kırdılar Cizire Botan’da, yarın birini katledecekler herhangi bir mekanda. Öylesine azgın saldırıyorlar.
Dostu artsa da Kürt halkının, Newroz’un anlamını anlayanlar çoğalsa da Türkiye’de, düşmanları da o denli azgınlaşıyor. Hem sadece Kürt halkının düşmanlığını değil onun savunduğu her şeyin düşmanlığını yapıyorlar. Barışın, birliğin, kardeşliğin, demokrasinin, özgürlüğün…
***
Aylardır, yıllardır öz savunmadan söz ediyoruz. Tartışıyor, yolunu yöntemini oluşturmaya çalışıyoruz. Bu Newroz’da kısmi de olsa bunu başardık da. Dağda ve şehirde bizden alınmak istenenin, çalınanın geri alındığı duruşlar, haykırışlar oldu. Sıkılan kurşunun, atılan bombanın karşılıksız kalmayacağını gösteriyoruz.
Özgür duruşun tokadını atıyoruz faşistlerin yüzüne. Yüreklerimizi fırlatıyoruz mermi niyetine.
Fakat yetmez. Yetmeyecek. Daha azgın gelecekler ve yıldırmak isteyecekler.
90’larda Kürt serhıldanını başlatan Nusaybin’den başladılar. Dalgayı ilk anında kırmak, sindirmek için yaptılar. Botan dağlarında yanan ateşin ovalara yayılmasını engellemek, onları silip süpürecek sellerin ilk damlalarını durdurmak için.
Ama Kürtler neyin ne olduğunu biliyor. Teyakkuza geçmiş halkım. Coşkusunu, sevgisini, aşkını dökmüş yollara. Yumruk ettiği direncini ufuklarda dalgalandırıyor. Halkım bu sefer durmayacak. Halkım bu kez alacak hakkını. Bin yılların karanlığını yıkacak. Newroz coşkusuyla bezeli günler yaşayacak. Bir günü değil, tüm zamanları Newroz yapacak.
Li wa hemû pîroz be. Em despêdikin…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Çoğu zaman toplumsal anlam da; siyasi tansiyonun yükseldiği anlarda, reaksiyonun tavan yaptığı durumlarda akıllara; Mendel’in o bilinen hikayesinin getirilmesinin iyi olacağını düşünürüm! Salt bu düşünceyle; o rahibin genetik çalışmalara bulaştığını ve bu konularda çığır açan gelişmelere ön ayak olduğunu anlamaya çalışmak son derece önemlidir.
Kilisenin arka bahçesinde kuşları izleyerek, DNA denilen o muammanın çözümünü ortaya çıkarabilmek, elbette o dönemde başlı başına bir olaydı. Hele hele bunu gerçekleştirenin bir Rahip olması ise sözü edilen buluşun-gelişmenin enteresanlığını ikiye katlıyordu.
Şimdiki dönem itibariyle mevcut teknik gelişimi ve adına uzay çağı denilen bir clockover’ın yaşanıyor olması, bariz şekilde yaşanan akıl tutulmalarını da çarpıcı bir şekilde gün yüzüne çıkarıyor.
Herhalde son günlerde akıl tutulmasının yaşanıldığı olayların başında; ülke genelinde kutlanan Newroz kutlamaları ve Batman’daki görüntüler geliyor.
Cumhuriyet tarihi denilen dönemde bilinen ilk siyasi Newroz kutlaması 1982 yılının Mart’ında, Amed zindanlarında, Mazlum Doğan’ın direnişiyle gelişmişti. Üzerinden tam 29 yıl geçen bu direniş ve coşku, bu yıl her yerde bir isyan ateşine dönüşerek kutlanıldı.
Devasa bir coşku ve aklın tanıma kavuşturma da zorlandığı bir huşu içinde geçen bu kutlamalara damgasını vuran ise “Demokratik Çözüm Çadır”ları oldu.
Zaten bu çadırlar üzerinden hemen hemen birçok yerde ciddi saldırılar ve provokasyonlar geliştirildi.
Nihayetinde de konu; Batman’daki görüntüler etrafında bilinen söylemler etrafında gelişmeye, hatta tıkanmaya neden oldu. İlginçtir; bu kitlesel kutlamalar, iradi beyanatlar bir iki onurlu aydının kaleminin ve belirli birkaç gazetenin dışında hiçbir kesimin dikkatini çekememişti.
Fakat Batman görüntülerinden sonra iç meselelerde birinci sıraya yerleşen bir konu gündeme geldi.
Eşrefi mahlukat vatan cengaverleri de; “kırarız” demeye başladılar, “densizlik” olarak yorumladılar ve hatta “yazıklar olsun” diye de sitem ettiler.
Yüksek tansiyon ve gerilimin amacı yine kendine söylem sanatında bir alan açmıştı. Bunun işletilmesi için de toplumsal anlamda oluşturulan blok; saldır saldır polemiğiyle harekete geçirildi.
İlk defa olmadığı için bu yüksek tansiyonlu söylemler ve saldır/saldır polemiği çok şaşırtıcı olmuyor. Ama öteden beri denenen yöntemlerle, bugün de hareket halinde olmak, siyasi zeminde seyrüsefer istemi son derece şaşırtıcı oluyor.
Bu denklemde; Newroz coşkusunu ve kutlamalarını gözlemlemeyenler, görmeyenler doğal olarak da bu sorunun, yani Kürt toplumunun bugün itibarıyla ortaya koyduğu durumun DNA’sını çözemiyorlar.
Bunun nedenleri hakkında yorum yapmaktan ziyade, bu durumun devamı konusunda nelerin olabileceği üzerine bazı tahminlerde bulunmak daha sağlıklı olabilir.
Newroz kutlamasını kendi bedeniyle başlatan Mazlum Doğan’ın öngörüsünü elbette her kesimden, her siyasi aktörden beklemek biraz safdillik olur!
Kürtlerin DNA’sı dediğimiz olayın dışında tutuyor bütün muhatapları! Hatta sorumluluk sahibi olanları, toplumsal kesimleri de bakan körler durumuna düşürüyor.
Elbette bundan sonrasında da; güvenlik görevlisi ve milletvekili arasında sirayet eden görüntüler üzerinden, bütün kesimler yorum geliştiriyor ve var olan uçurumları daha da derinleştiriyor.
Bu da uzun zamanda ya da kalıcı anlamda herhangi bir sükuneti ortaya çıkarmıyor…
Bu yaklaşımların hizmet ettiği tek şey; çatışmaların derinleşmesi ve toplumsal öfkenin hep patlama noktasında gezinmesi oluyor.
Bunu bütün kesimler bildiği halde, ufak çıkar hesapları ve basit seçim kaygıları gibi nedenler, işin özünü ve gerçeğin kendisini bu şekilde heba ediyor.
Hatta bunların olabileceğini hissedercesine Ulusal Halk Önderinin geçen hafta belirttiği “son derece hassas bir süreçten geçiyoruz, kırılgan bir dönemdir” belirlemesi daha da meşru bir izafiyete kavuşuyor.
Son bir hafta da, Newroz coşkusu çerçevesinde ortaya çıkan görüntülerin yanı sıra, son iki günlerde var olan tartışmalar, 30 yılın ardından halen neden aynı noktada olunduğuna dair de çok güçlü bir veri olmakta.
Bir yerde meşru hakları uğruna her türlü bedeli ödemeye hazır halk yığını!
Öte tarafta bu yığınları görmeyen, konunun DNA’sını bilmeden mücadele etmeye çalışan yöneten elitizmi! Tuhaf değil, yeni de değil. Sadece basit bir tekrar oluyor. İşte bundan dolayı da kazandırmıyor, boş bir enerji salınımı oluyor.
Böyle olunca da; insanın aklına kilisenin bahçesinde kuşları izleyen ve onların anatomisi üzerine araştırma yapan Mendel geliyor. Bu büyük gözlem gücü ve sebatlı çalışmaları sonucunda insanlık tarihine nakşedilen gelişmeleri ortaya çıkarıyor o rahip!
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
2000 yıllarına girmeyi beklediğimiz zamanlarda toplum içerisinde ‘’kıyamet kopacak ‘’cümlesi dillerde dolanır dururdu. Kıyametin nasıl kopacağı yönünde muhtelif fikirler vardı. Dinin toplum üzerindeki etkisinden kaynaklı, en çok da dağların yerle bir olacağı, insanların da bu şekilde yok olacağı anlatılırdı. Aslında söylenenler pekte yanlış sayılmazdı. İnsanlık bir kıyametin eşiğine getirilmiştir. Fakat kıyameti dayatanlar karşısında özgürlük güçleri de vardı ve 21. Yüz yılın özgürlüklerin asrı olacağını iddia ederken kıyameti tarif etmekle işe başladılar
Tarihin yıkıntıları altında bırakılarak yok sayılan doğal toplum ve yarattığı değerler karı yaran berfin çiçekleri gibi bir bir canlanırken, tıpkı doğanın canlanışı gibi halkların baharı yüzünü gösterirken kıyamet tellallığı yapmanın hiçbir değeri olamaz. Fakat dayatılan bir kıyametin olduğunu da görmeden özgürlük kazanılamaz.
İnsanlık ilk zalim egemenden bu yana kıyamet karşısında direniyor fakat hiçbir zaman ulus-devlet canavarı gibi bir kıyamet tehdidiyle karşılaşmadı. Bu öyle bir canavardır ki kendisiyle mücadele edenleri bile kendisine benzeştirme becerisini gösterebiliyor. ULUS-DEVLET SİHİRBAZLAR KRALIDIR! Kendisini en faşist karakterden en demokrat kesilen rollere kadar çeşitli kılıflara sokabiliyor. En önemlisi de kendisini vazgeçilmez kılma yeteneğidir. Tanrıdan vazgeçebilirsin ama ulus-devletten vazgeçemezsin! Bundan daha büyük bir kıyamet düşünülebilir mi?
KIYAMET EŞİTTİR ULUS-DEVLETTİR. Çünkü
Ulus-devlet toplumu demir kafese alan bir canavardır.
Ulus-devlet toplumu çürüten bir asittir.
Ulus-devlet kadın düşmanıdır.
Ulus-devlet tecavüzcüdür.
Ulus-devlet tüm güzelliklerin katilidir.
O halde her yerde ve her yönüyle ulus-devlete karşı durmadan kıyametten kurtuluş olamaz.
Ulus-devletin alternatifi DEMOKRATİK ULUSTUR. Ulus-devlet cehennemi bir yaşamı dayatırken demokratik ulus bir cennet vaadinde bulunmaz; toplumun cenneti olan özgür yaşam alanını açar.
DEMOKRATİK ULUS, toplumun devlet dışı alanda özgürce yaşayabileceğini anlatır. Tıpkı insanlık tarihinin %98’lik bölümünde olduğu gibi.
Peki ulus devlet mücadelesi en etkili şekilde nasıl yürütülür? Toplumun esarete alınmasında en çok prangalara vurulan kadın olduğu için toplumun özgürlüğü de kadın özgürlüğüyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Hiç kimsenin diğerinin sesini duymadığı suskun yaşantıları topluma aşılayan egemenlik, kadının sessizliği üzerine iktidarını inşa etmektedir. Sessizlik kadının yalnız diline vurulan pranga değil, düşünceleri ve bedenine vurulan prangadır. Kadının düşüncesi ve bedeni üzerinde iktidar olan bir sistem en tehlikeli sistemdir.
Kadehler ana kadın Tiamat’ın ölümüne kalkarken Marduk ölümsüz kral oluyordu Babil’de. Bu gelenek değişmiş değildir. Kapitalizm ölümsüzlüğünü kadının ölümünde görmektedir.
Kapitalizm kadına onurlu bir ölümü de reva görmez. Kırımların her türlüsünü kadın üzerinde uygular. Toplum kırım, kültür kırım, sosyal kırım, psikolojik kırım kadın kırımından geçer.
Bu nedenle kadın kırımına karşı mücadele etmek demokratik ulus mücadelesinin en başta gelen ilkesi olmaktadır.
Kadın kırımına karşı özgür kadın mücadelesini yükseltmek HAYIR demekle başlar. Bilinç ve yüreklerde fırtınalar estirmekle büyür, örgütlülükle korunur ve eylemle zafere ulaşır.
Özgür kadının tarihsel, örgütsel ve estetik bilinci özgürlük eyleminin yol göstericisidir. Önder APO özgürlük felsefesiyle kadın özgürlük çizgisinde muazzam bir güç açığa çıkarırken dağlarda, meydanlarda, zindanlarda direnen kadın özgürlüğü bir hayal olmaktan çıkarmıştır.
Kadın kırımına hayır demek ÖNDER APO’nun özgürlüğünü sağlamak için kapitalist sömürgeci moderniteye hayır demektir.
Kadın kırımına hayır demek köleliğe savaş açmaktır.
Kadın kırımına hayır demek özgürlükten yana sınırsız bir dünyaya açılmaktır.
Kadın kırımına hayır demek özgürlük için ayaklanmaktır.
Kadın kırımı çok vahşice uygulanıyor o halde buna karşı mücadele de çok büyük olmak zorundadır.
21. yüz yıl kadın özgürlüğünün yüz yılıdır.
Kıyamet büyük olabilir ama umutla baş edemez!
Kıyamet büyük olabilir ama özgürleşen kadınla baş edemez!
Kıyamet büyük olabilir ama kadının değil kapitalizmin ve sömürgeciliğin kıyameti olacak! Ve tarih büyük yargısını şöyle verecek:
Özgürlük mutlaka kazanacak!
Nirvana Farqin
- Ayrıntılar
Newroz Kürtlerde ve Ortadoğulu halklarda kardeşliğin, direnişin ve özgürleşerek, yeniden dirilişin günü olarak anılır.
Ortadoğu tarihinde belki de en kansız geçen bir kesit vardır, bu da Newroz efsanesinin yaşandığı süreç sonrası gelişen zamandır.
Asurlu egemenler Ortadoğu’da yüz yıllarca kan kusturduklarını tarih bize söylüyor. İnsan başlarında kale duvarları yaptıklarını, kendilerinin bıraktıkları tabletlerde öğreniyoruz. Bu insan başlarıyla kale yapmaları onların gurur kaynağı olduğunu da biz yine bu tabletlerde öğreniyoruz.
Halkları topyekûn yerlerinde söküp başka diyarlara zoraki sürgün edenlerinde Asurlular olduğunu öğreniyoruz tarihten. Ve tabii şehirleri, köyleri, kırsalı tümden katliamlardan geçirdiklerini de buralarda öğreniyoruz. Özcesi yeryüzüne gelmiş geçmiş en büyük vahşeti uygulayanlar olarak insanlığın belleğine geçmelerinde, bu tarihi tabletler bize çok çıplak bir şekilde söylüyor.
Bu vahşete maruz kalanlar sadece bir kesim halklar değildir. Bir coğrafya değildir. Bir kesit insanlar değildir. Asurlar bilinir en büyük uğraşları ticarettir. Yani ranttır. Bunun için ulaştıkları her yere bu vahşeti götürerek bu ticari rantı elde etmek için her türlü yönteme başvurmuşlardır. Yine bu coğrafyada kim onlara kafa tutmuşsa başlarına gelen “kellelerinden” kale surları yapılması olmuştur. Bu Ortadoğulu halkların bir yazgısı olmuştur. En küçük direnişi gösterilenler ezilmişlerdir, katledilmişlerdir, zulüm görmüşlerdir, yerleşim yerleri yakılıp yıkılmış ve bu coğrafyaları terk etmek için zorlanmışlar hem de zoraki bu topraklarda sökülüp atılmışlardır.
Evet, Newroz efsanesi öncesi sadece durum bununla sınırlı değildir. Egemenler tarihte her zaman ezilenleri parçalamasını bilerek, güçlerini birleştirmemelerinin yolunu da bulmuşlardır. Sonraları İngilizlerin “böl, parçala ve yönet” diye bilinen siyaset stratejisi esasta her zaman egemenler, hegemonlar, tiranlar, despotlar tarafında sürekli kullanılan yöntemlerin başında gelmiştir. Ve o yıllarda da Asurlular bu stratejiyi de görkemli uygulayarak halkları hem birbirine karşıtlaştırmış hem de rahat ezmelerini sağlamıştır.
Tarihin böylesine karanlık bir döneminde Med kavminin liderliğini yapan Keyasker Ortadoğu halkları bir olmadan bu beladan kurtulamayacağının sonucuna varır. Bu düşünce esasta o yıllarda yaşayan ve halkların kardeşliğini esas alan, savunan, ölümler yerine yaşamın esas alınması gerektiğine inanan büyük filozof Zerdüşt’ün yaşadıkları yıllardır. Büyük ahlakçı, düşünür, özgürlükçü, adaletçi ve büyük eşitlikçi olan Zerdüşt Keyakser’i etkilemiştir. Bunun için Keyakser önce yaşadığı coğrafyada zarar gören tüm aşiretlerle görüşerek bir araya getirir. Bu bir araya getirmelerin genelde savaş dışı yöntemlerle yürüdüğünü tarih bize söylüyor. Yine aynı yıllarda bu coğrafyada yaşayan ve Asurlu egemenlerce sömürülen başka halklarla da ilişkiye geçecektir. Bunlardan bir tanesi de Babil diyarıdır.
Lafı uzatmadan Zerdüşt zihniyetiyle kendisini donatan Keyakser Ortadoğu halkları şer cephesine karşı birleştirir. Ve birleşme ya da ortaklaşma sağlandıktan sonra Asurlara karşı kesintisiz bir direniş başlatacaktır. Bu direniş on yılları alsa da halklar kendi çıkarlarının ne olduklarını bilerek direnişi kesintisiz hale getirirler. Despotik Asur imparatoruna karşı batıdan, doğudan, güneyden ve kuzeyden akınlar başlayacaktır. Halklar direnişe geçmişlerdir. Halklar şaha kalkmışlardır. Halklar bu topraklarda işgalci ve kendilerini sömürenleri istememektedirler. Ve bir de halklar Asur imparatorluğunun nasıl gideceğinin yolunu da bulmuşlardır. Ortak bir cepheden birleşerek Asurlara karşı durmak. Hani yaklaşık 2600 yıl sonra Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi kurma girişimleri gibi. 2500 yıl sonra halen başarılmamış olanı 2500 yıl önce Ortadoğulular başarmış oldukları cephe gibi.
Direniş adım adım gelişecektir. Halklar arası ortaklaşma sağlandıkça Asurlulara karşı direniş gelişecektir. İlk büyük direniş 625 yılında gelişecektir. Ancak bir talihsizlik sonucu başarılamayacaktır. Ardından da her yıl büyük saldırılar Asurların üzerine götürülecektir. Ta ki milattan 612 yılına gelene kadar. Ve bu tarihte halklar tüm güçlerini toplayarak Asurların kalelerine Ninova’dan dayanarak bu zulüm cephesini yerle bir edeceklerdir. Önceler arta kalanlar Haran’a kaçsalar da -ki tekrardan zulümlerini sürdürebileceklerine inanmaktadırlar,- buna halklar izin vermeyecek ve Asur barbar rejimini tarihe gömeceklerdir.
İşte tarih bize Ortadoğu’da bu süreçten sonra yaklaşık 62 yıl boyunca halklar arası savaşların yaşanmadığı, kardeşliğin, adaletin, eşitliğin, esas alındığı söyler. Halklar arası saygının geliştiği, birbirine arka çıkmaların yaşandığını söyler. Ve yine tarih bize bir refah döneminin yaşandığını da söylüyor.
Evet, Newroz sadece söz düzeyinde halkların ortak bayramı değildir. Newroz gerçekten halkların emekleriyle, alın terleriyle ve kanlarıyla elde edilen bir direniş, diriliş, birlik, özgürlük ve adalet günüdür.
Newroz halkların işgalcilere, cümle cemaat sömürenlere karşı başkaldırarak kendi kaderlerini kendi ellerine aldıkları bir gün olduğunu da yine biz tarihi okurken görüyoruz.
Evet, arada bin yıllar geçti. Halklar arasındaki Newroz ruhu işgalciler, sömürgeciler ve cümle cemaat emperyalistlerce ters yüz edildi. Halklar düşman edildiler. Tarihin başına yeniden dönülmüş gibi oldu. Asurlardan edinen “Böl, parçala ve yönet” yine devreye konularak halklar arası husumetler geliştirildi. Halklar karşıtlaştırılmaya çalışıldılar. Ve önemli oranda da başardıklarını söylemek yanlış olmayacaktır.
Ancak Newroz efsanesi öncesi benzeri bir durum yeniden Ortadoğu’da birkaç on yıldır yeniden filizlenmeye başladı. Çağdaş Zerdüştlük felsefesiyle Keyakser’in halkı Newroz küllerinden yeniden doğdu. Yeniden Ortadoğu’da halkların kardeşliği temelinde birlik, dayanışma, eşitlik ve özgürlük için ayaktadır.
Bu kez arada bin yıllar geçmiş olsa da, halkların barış baharını ebedileştirmek için son kez hep birlikte büyük bir direniş için meydanlara çıkarak çağdaş Dehak'lara karşı direnişe geçerek, halkların demokratik bloğunu oluşturarak halkların kardeşliliğin ebediyete taşıyalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürtler açısından tarihi bir bahar sürecini daha yaşıyoruz. Binlerce yıldır katliamların girdabında tutulan halkımızın özgürleşmesi ve yaratılan değerlerin kalıcılaştırılması için ölüm kalım düzeyinde önemli bir süreç.
Halkların baharına doğru yürüyen halkımızın önündeki tarihi görevlerin tekrardan hatırlanmasında fayda var. Her ne kadar demokratik barışçıl bir çözüm yönünde gösterdiği irade ve bu doğrultuda yarattığı örgütlenme düzeyiyle tüm halklar açısından örnek teşkil eden bir duruşu olsa da kalıcı bir çözüm için yapılması gerekenler oldukça fazla.
Mart ayı başında kaldırılan eylemsizlik kararı ardından Önderliğimiz Newroz’a kadar devletin tavrına bakarak yeni bir değerlendirmenin geliştirilebileceğini belirtmişti. Sürecin barışçıl mı yoksa topyekûn direniş temelinde mi gelişeceği noktasında oldukça önemli olan bu dönemin şüphesiz çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Herkesin bu sürece gelişin nedenlerini ve tarihsel izdüşümünü iyi irdeleyerek kendisi açısından nasıl bir rol ve misyonla süreci karşılayacağını netleştirmesi gerekiyor.
***
Bundan tam bir yıl önce 17 Mart 2010 tarihinde Önderliğimiz avukatlarıyla yaptığı görüşmede kendisinin barışçıl çözüm arayışlarına devletin gösterdiği samimiyetsizlik nedeniyle 17 yıllık çabanın sonuç alamadığını ve sürecin yeni bir aşamaya evrilmesi gerektiğini belirtmişti. Hareketimiz ise bu yeni aşamaya dördüncü stratejik dönem dedi. Ve 2010 yılında yürütülen iki buçuk aylık mücadeleyle bu dönemin startını verdi.
Dördüncü stratejik dönemin en önemli özelliklerinden bir tanesi kendi iradesine dayanan halkın kendi sistemini oluşturmasıdır. Bu siyasi açıdan var olan kurumlaşmaları işlevselleştirmek kadar toplumun her türlü sorunlarının çözümüne dönük bir iradenin, ortak akıl ve pratikleşme mekanizmasının oluşturulması anlamına geliyor.
Eskiden farklı olarak bu süreçte yapılmaması gereken şeylerin başında ise beklenti sahibi olmamak geliyor. Devletin özellikle 2009 yerel seçimleri ardından başvurduğu oyalama taktiği günümüzde herkesçe görülüyor. Bir yandan dinamik Kürt muhalefetini zaman içinde marjinalleştirmeyi hedefleyen bu yaklaşım diğer yandan Kürtler arası birliği, ulusal bütünlüğü parçalamak için kendi Kürt’ünü yaratmaya çabalıyor. Bu anlamıyla özünde ince ve sinsi bir tasfiye politikasını adım adım uygulamaya çalışıyor.
Ortadoğu’daki son gelişmelerle bağlantılı olarak oldukça çekinilen topyekun bir halk ayaklanmasının kendileri açısından oldukça olumsuz sonuçlara sebep olacağını bildiklerinden bir yandan da sözde çözüm yanlısı görünmeye çabalıyorlar.
***
Dert çözüm değil yani. Dert yüz yıllardır Kürt halkı ve Kürt toprakları üzerinde sürdürülen kirli oyunların devam ettirilme çabasıdır. Dün Halepçe katliamıyla fiziksel olarak yok edilmek istenen Kürt halkı bugün anlam olarak yok edilmek isteniyor. İradesiz, kişiliksiz, onursuz ve teslimiyeti, alçakça yaşamayı kabullenmiş birey ve bu bireyi kabullenen, koruyan ve kollayan bir toplum oluşturulmaya çalışılıyor.
Her türlü katliam riski karşısında kendini koruyamaz duruma getirilmek istenen Kürt halkının bu yaklaşımlar karşısındaki direniş geleneğini her zamankinden daha fazla gündeminde tutması gerekiyor. Şüphesiz bugün bir Halepçe daha olamaz. Halkın savunma güçleri olarak bizler kesinlikle böyle bir şeyin gelişmesine izin vermeyiz. Halkımıza yönelecek her türlü saldırıya misliyle cevap vereceğimizi daha önce de açıkladık.
Önümüzdeki katliam tehlikesi insan varlığının olmazsa olmazı “anlam” eksenindedir. Bin yıllardır coğrafyasında, dağlarında özgürlüğünü yitirmemek, özgürlük bilincini korumak uğruna inanılmaz bedelleri göze almış halkımızdaki bu ruha yönelik geliştirilen bir katliam girişimidir.
Kürtlerin özgürlüğüne düşkünlüğüne bir yönelimdir. Kürtleri sınırlandırmaya dönük bir girişimdir. Baskı ve sömürüye, asimilasyon ve inkara boyun eğmeyen halkımızın direncinedir bu saldırı. Şiddet ve savaş politikaları karşısında yürekleri ellerinde her türlü zora ve zalimliğe karşı çıkan kahramanlarımızın geleneğine.
İşte önümüzdeki soykırım ve katliam tehdidi tam da bu ruha yöneliktir. İnsan bilinci ve ruhunda yaralar açarak kendi direniş geleneğinden kopartılan insan topluluğu yaratılmak isteniyor. İşte dördüncü stratejik dönem ve onu yürütecek, öncülüğünü yapacak insanlar bu tehlikeyi ortadan kaldıracaktır.
İşin özü şudur; bu süreç her bireyin kendisini mücadeleye kattığı oranda kazanılacaktır. Her bireyin bulunduğu alanda dışarıdan gelecek bir hak teslimini beklemeden, birilerinin ona özgürlüğünü sunacağı yanılgısını yaşamadan tarihsel geleneği çerçevesinde bir duruş sahibi olması gerekiyor.
Bu başarılır ve dönemsel görevler bu bakış ile ele alınırsa bu yıl, 2011 baharı Kürt halkının ve tüm bölge halklarının çiçeklendiği bahar olur.
Halepçe katliamında şehit düşen tüm halkımızın acısını yaşadığımız ve bu katliamın nedenlerini sorguladığımız böylesi bir günde yeni katliamların önünün alınması ancak bu şekilde gerçekleşebilir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
“Kadın ilk köle haline getirilen ulustur” diyor Kürt halk önderliği. Bu insanlık tarihinde ilk baskılanan, sömürü altına alınan, köleleştirilen ve zapt u rapt altına alınan demektir. Bunun için Kürt halk önderliği kadına sadece bir cins olarak bakmıyor, onun çok ötesinde bir anlam yükleyerek, yaşamın kaynağı olduğunu söylüyor. Eğer sağlam bir yaşam yeniden yakalanacaksa öncelikli olarak bu ilk köle olma durumunun ortada kaldırılması gerekiyor. Sağlam ve dürüst bir insan ilişkilenmesi yakalanacaksa öncelikli olarak kadınla yeniden daha sağlıklı, özgürlükçü, eşitlikçi ve tabii ki adaletli bir ilişki biçimi yakalanmak zorundadır.
Şunu peşinen söyleyelim: Kadının statüsü neyse insanlığın statüsü odur. Kadının özgürlük düzeyi neyse toplumunun özgürlük düzeyi o kadardır. Kadının bilinç seviyesi neyse, insanlığın bilinç seviyesi o kadardır.
Evet, kadın yaşamın kaynağının ta kendisidir. Doğru bir yaşama adım atılmak isteniyorsa öncelikli olarak kadınla yeniden arkadaş olunacaktır, yoldaş olunacaktır ve tabii ki yapılabilinirse dost olunacaktır.
Biliniyor eskilerden insanlık tarihi sınıflaşmayla başlatılıp gelinirdi. Birilerinin var olana el koyarak başat olmasıyla ezenle ezilen sınıflar ortaya çıktığı söylenirdi. Bunun içinde öncelikli olarak bu tersliği düzeltmek için sınıf kavgasının iyi verilmesi salık verilirdi. Sınıf sorunu çözülmüş ise orada insanlık sorunu çözülmüş sayılırdı.
Kürt halk önderliği bu teze karşılık ilk sömürülen, ilk köle haline getirilen ve ilk toplum dışına itilmek istenenin ve öyle yapılanın kadın olduğunu söyleyerek insanlık tarihini kadınla başlatıyor. Kadına karşı yapılan haksızlıklar giderilmeden, kadın yine başat hale getirilmeden, kadın yeniden kendisi olmadan insanlığın özgürleşemeyeceğini söyler. Yani kadını, kadının çok ötesinde ele alarak getiriyor Kürt halk önderliği.
Hiç şüphe yoktur ki bunun nedenleri vardır: Kadın ilk insanlığı oluşturulan kesim olarak bilinir. Tarih, bize ilk toplumları yönlendirenlerin, yürütenlerin, evirip çevirenlerin kadınların olduğunu söyler. Kadın etrafında gelişen yaşamın adaletli geliştiği, eşitlikçi olduğu, paylaşımcı sürdürüldüğü, duygu yüklü yaşanmasının yanı sıra herkese hoşgörülü yaklaşarak, herkesi bu yaşama aldıklarını gösteriyor. Böylesine bir yaşamda savaşın, fitnenin, fesadın, hilenin olmadığını görüyoruz. Bu durumu bugün bile böylesine toplumlara izlemek zor olmuyor.
Özcesi kadın etrafında yürüyen, insan hayallerini süsleyen bir yaşamın sürdürüldüğünü tarihi belgeler, anıtlar ve buluntular bize gösteriyor.
Ancak ne olmuşsa olmuş, tarih ters yüz edilmiş ve kadının kurduğu bu hayal bile edilemeyecek yaşama el atılmıştır. Bunu yapanlardan biri öncelikli olarak avcılıkla deney kazanmış, birazda hileyi öğrenmiş, vurucu erkektir. Yine kadının yanında kalan, kadının yönetme yeteneğini, bitkileri yetiştirme sanatını derken her türlük kadının hünerini öğrenen yaşlı adam. Bir de giderek kendince dıştalandığını hisseden, büyücülükle uğraşan, konumundan rahatsız, belki de biraz yetenekleri olan şaman yani rahiptir. Üçünün birleşmesine tarih üçlü kurnaz erkek ittifakı diyor. Bu ittifak önce bulundukları klanı ele geçiriyor. Belki önceleri çokta el koymayı açıkta yapmıyorlar. Ancak güçlendikçe bunu daha da açıkça yaparlar. İlk işleri kadının bu statüsünü yıkmaktır. Kadının toplum nezdinde edindiği saygınlık kırılmadan toplumun derinliklerine nüfus etmek zordur. Çünkü kadın doğal bir güçtür. Doğal bir otoriter. Öncelikli olarak bu otoritenin sarsılması gerekiyor. Ne kadar hile, kurnazlık, yalan varsa yapılarak kadın zayıflatılmaya çalışılır. Ve bunu başarırlar da.
Evet, üçlü kurnaz erkek ittifakı kendisini örgütleyecek. Giderek hiyerarşi oluşacak, bu hiyerarşi tahakkümü götürecek, tahakküm ise giderek kadını daha ileri düzeyde baskılayacak, sömürecek ve son tahlilde kadını köle altına alacaktır. Köle altına alınan kadınla giderek neolitik toplum yapıları köle yapılacak bu ise giderek adım adım insanlığın köle haline getirilmesi olacaktır. Tabii bu arada ise devlete, devlet ise daha fazla köklü tahakküm ve kölecilik olacaktır. Bu ise daha fazla savaş, daha fazla köle ve ölüm demek olacaktır.
Evet, kadın ulusu köle haline getirilmiş, ardından da insanlık köle haline getirilmiştir. Tarihin hangi sayfasını açarsanız açın, karşımıza üstü örtülmüş de olsa, perdelenmişte olsa, burka da çekilse, üstü betonlaşmışta olsa, Avrupa’daki gibi cadı diye ateşlere de atılsalar, kapitalizmin ince metası olarak pazara sürülerek tecavüzü alenen resmileştirseler de, hepsinin özü boydan boya kadına karşı bir savaş, kadının ise buna karşı boydan boya için için bir direniştir.
Evet, ilk köleleştirilen toplum kadın ulusudur. Bunun için insanlık kurtarılacaksa, acılarından arındırılacaksa, özgürce nefes alıp verecekse, eşitliği ve adaleti tadacaksa bu kadın ulusunun özgürlüğüyle olacaktır. Kadın ulusunun kendi kaderini eline almasıyla olacaktır.
Ve bugün Kürdistan’da 8 Mart günlerinde kadın ulusu görkemli bir şekilde kaderini eline alıyor. Kaderini eline alırken de tüm dünyaya kadın ulusunun nasıl haykırdığını gösteriyor.
Biz gerillalar olarak bu ayaklanışa sadece ve sadece saygılarımızı sunar ve selama dururuz. Eskilerde buna şapka çıkarmak derlerdi, şapkamızı çıkarırız.
Birde söylemeden geçmek olmuyor. Gönül isterdi ki kadın ulusunun Kürdistan’da şaha kalkışında bizlerde onların etkinliklerinde, meydanların etrafında, onların zılgıtlarına alkışlarımızla eşlik edelim…
Tüm günlerin 8 Mart olması dileğiyle…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tuhaf bir toprağı var bu ülkenin. Siyah ile kahverengi bir renge sahip, tuhaf bir toprak işte… İçinde denizi olmayan ve çöllerinin yerinde derin uçurumların olduğu bir toprağı var bu ülkenin. Toprak ne killi, ne de humuslu! Daha çok kinli ve daha çok hasım hayatlara…
Hayatların bütün trower’larında ya da central parklarında; geniz yakan tadı var bu toprağın… Kemiklerin çıktığı bir tadı var, her tarafında hikâyesini gizleyen, utangaç hayatlar var…
Sadece ulaşılmayı bekliyorlar, sadece bulundukları yerde daha fazla durmak istemiyor ve doğan bir güneşe tutunmak istiyorlar…
Her yerde toplu mezarların çıkartılması ve yaşanan cüzi tartışmaların ardından bir grup-sanatçının; toplu mezarların Kabesi olan o toprak parçasına (Newala Kasaba) yürümesi ve orada bu hassas konu üzerine açıklama yapması; sadece bir aydın ve sanatçı sorumluluğu değildir. Bunun çok ötesinde bir yiğitliktir…
Bu konuda yürütülen her çalışma ve atılan her adım; tarihin o sonsuz sanılan dehlizlerinde insanlık adına çok büyük bir adım olmaktadır…
Özellikle içinden geçilen son günlerde yaşanan tartışmaların ekseninde bu somut girişim; ardında buruşuk bir fotoğraf bırakmış ya da tamamlanmamış bir şiir bırakmış o insanların, sevdiklerine kavuşturulma çabası olmaktadır…
Olumludur ve yapanı da, yürüyeni, konuşanı ve yazanı da kutsayacak kadar mukaddestir…
Burada mevzubahis edilen konu ve gündemin içeriğinde tarafgirliğin olmaması ise başlı başına önemli ve isabetli olmaktadır.
Çünkü bu mezarların hepsi sahipsizdir… Zaten bunları yapanların temel amacı bu olsa gerek; öksüz mezarlar ülkesinin içinden insanların yaşamsal hücrelerine korku imparatorluğunu enjekte etmenin marifetiyle ortaya çıkmış bir tablodur; bu toprağın toplu mezarları…
Ondan tadında dahi bir burukluk vardır bu toprağın, hatta biraz da küskünlük…
Onun için herkesin ağzına pelesenk olmuş bir “barış” kelimesi vardır…
Hem dizelerin içinde vardır bu kelime, hem de eskimeyen bir Botan türküsünün içinde…
Herkesin ağzında barışın geçtiği cümleler olmasına rağmen;
Dozerin kepçesini daldırdığı her yerde kemiklerin çıkması ise başlı başına bir trajedidir.
Fakat yine de bu minvalde dahi atılan bu adımın kendisi, ortaya konulan yüreklilik bir ilk evre etabıdır, “barış” kelimesinin kuvözden çıkarılmasına yönelik…
Daha güçlü oksijenlerle barışı besleyen çalışmalardır bunlar…
Suçun ya da suçlunun sorgulanmadığı, basit bir hesaplaşmanın ve bu politik etik ölçülerinin ifşası sonucunda; çocuk hayatların nirengi noktasıdır aslında bu başlatılan…
Ondan dolayı yiğitliktir… Yiğitlik, içinde insani erdemleri barındırdığı eksende siyasetin o alacalı dilini de alt edebilen bir eylemliliktir.
Yani; sanatçı-aydınların, toplu mezarların kabesine ulaşmak istedikleri bu yolculuk, bir duygu yoğunlaşmasını oluşturmak istedikleri bu etkin nokta biraz da; hac yolunda yürüyen topal karıncanın hikâyesine benzemektedir…
Hani topal ayağıyla, hac yollarına düştüğünde kendisine “nereye gidiyorsun” diye soranlara, “hacca gidiyorum” diyen karıncanın tanrısallığı kadar günahsızdır, Newala Kasaba denilen o Kasaplar Deresinin derin vadisinde açıklama yapmak…
Bu girişimin pratik alanda ve anlamda amacına ulaşması biraz da zayıf bir ihtimaldir. Varacağı yeri şimdiden kestirebilmek zordur; belki bir arama noktasında güvenlik gerekçesiyle durdurulacaktır. Belki de yasal olmadığı gerekçesiyle, yürümeye çalışanlara-sorumluları göreve çağıranlara; “daha fazla ilerlemeyin, dağılın” denilecektir…
Konu hakkında siyasi yaklaşımları ve rant parsasının hesaplarını tahmin edebildiğimizde, olayın varacağı mutlak nokta belki de; dağılmak istemeyen gruba yönelik, polisin ve askerin yapacağı göz yaşartıcı bomba saldırısı olacaktır…
Bir yerde gözü yaşlı olanlar, yıllardır ciğerlerinde kan ağlayanlar öbür tarafta ise bu kanamanın etkisini görmeyecek ya da göremeyecek, insan öbekleri tarafından gencecik hayatların gözeneklerini yaşartan bombalar atılacak bir ihtimal…
İşte bundan dolayı; bu ülkenin tuhaf toprağı vardır. İçinde sahipsiz kemikler, üstünde patlamaya hazır mayınlar, askeri atıklar vardır… Çocuklarının bir kır gezisinde payına düşen ise basit bir şarapneldir. Toprağı kinlidir bu ülkenin… Herkesin dilinde “barış” kelimesi pelesenktir.
Tüm bunların yanında, yani her ne pahasına olsa da ve ihtimallerin sonucunda; yürüyüş bir yere kadar sürse ve sessiz bir yol üstünün herhangi bir kilometresinde o bildiri okunsa da güzeldir. Güzel olan ise; 17 yıldır haftalık toplantılarıyla ve yazmaları kadar helal olan o anaların eylemlerine bir katkı sunmasıdır, bu atılan adımın.
İşte bundan dolayı bir aydın-sanatçı yaklaşımı değil sadece, başlı başına bir yiğitliktir bu…
Yiğitlik; biraz da topal karıncanın hikayesinin devamıdır. Hani sorulan sorulara, verdiği cevaplar üzerine herkesin karıncaya; “bu halde nasıl gidersin o kadar yolu, dayanamazsın ölürsün bu yollarda” demesi üzerine, karıncanın “olsun bu yolda ölmek de güzeldir” demesidir yiğitlik…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Evet, devrim anlarında işbirlikçiler, ihanetçilerin fiyatları artar. Bu fiyat artışı işbirlikçilerin ya da ihanetçilerin meziyetlerinden ileri gelmemektedir. Dediğimiz gibi bu paralanma, fiyatlanma ve kıymetlenme devrim anıyla bağlantılı bir durumdur.
Türkiye cumhuriyet tarihinin en ileri düzeyde kurnazlıklarıyla politika yürüten, takkiye yapan, tüccar zihniyetine sahip siyasal partisi ya da gücü hiç şüphe yoktur ki ismi ak olsa da hiçte ak olmayan partidir.
Şunu peşinen söyleyelim: bu ak olmayan parti Türkiye’nin, Ortadoğu’nun hatta dünyanın neresinde satılmaya değer mal varsa bulup piyasaya en iyi süren tüccarlardan oluşuyor. Herhalde dünyada bu kadar iyi ticaretten anlayan, yalanı kızarmadan söyleyen, çok yüzlü olan, savunmadığı düşünceleri bile sahiplenen bir insan topluluğuna, tüccar topluluğuna rast gelmek mümkün değildir. Bu kadar Zübük’ü bir arada aynı parti içerisinde bulmak dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildir.
Örneğin dünyanın başka alanlarında da yalanla, dolanla, sahtekârlıkla siyaset yürüten güçler vardır. Ancak bu kadar sahtekârı bir araya toplamak sadece ve sadece ak olmayan bu partiye aittir.
Bu ak olmayanlar dediğimiz gibi bildikleri en iyi iş ticaret yapmaktır. Böyle olunca kendilerine lazım olan malı arayıp bulmakta zorluk çekmiyorlar.
Bilinir ticaret ahlaki değerlerin en az dikkate alındığı sahadır. Ahlaki değerlerin ayakaltına alınan sahasıdır. Ticaret varsa ahlak yoktur. Çünkü kârın olduğu yerde ahlak aranmaz. Bu bağlamda kâr ahlakın karşıtıdır.
İhanet ve işbirlikçilik toplumlarda ahlaksızlık olarak ele alınır. İhanet ve işbirlikçilik bireylerde ahlak dibe vurmuşsa ortaya çıkar. Hele bu ahlaki çöküntü birde karşılığını maddi değer olarak buluyorsa burada ihanet ve işbirlikçiliğin gelişme zemini daha da artar. İhanet ve işbirlikçilik her zaman para etmez. Toplumlar ezelden beri ihaneti ve işbirlikçiliği lanetlerler. Kabul etmezler. Ahlaksızlık olarak ele alırlar ve nefret ederler.
Ancak dediğimiz gibi böyle düşmüş tipler, toplumların ayağa kalkışlarında, hem içerden Truva atı rolünü oynama açısından hem de direk işgalcilerin yanına geçerek kendi toplumuna karşı kullanılması açısından para ederler. Böyle anlarda işbirlikçiler ve ihanetçiler kendilerinde geçerler. Ne de olsa on yıllarda edinemeyecekleri mali külfeti kısa bir tarihi süreç içerisinde edinebilirler. Yine işgalciler böylelerini bir süreliğine de olsa önlerini açar, medyasına çıkarır ve belki daha fazla kariyer imkânı da sunarlar. Bu ise işbirlikçileri daha fazla arsızlaştırır. Bazılarını ar perdesi kalmamıştır. Ve bunlar artık kendi toplumuna en ileri düzeyde hakaretler yağdırırlar. Özelde de özgürlük için yollara çıkmış bir halkın evlatlarına saldırdıkça saldırırlar. Artık yaşama kapısı sadece ve sadece düşmanların yani işgalcilerin yeridir. Kendilerini kabul ettirmeleri için ise kralcıdan daha kralcı kesilmeleri bundandır.
Evet devrim anları yani halkların özgürlüklerine yakın durdukları anlarda işbirlikçilik ve ihanet para eder. Böyle anlarda dediğimiz gibi peş para etmeyecek olanlara bile el atılır. Ezelden düşmanlık yapanlardan tutalım da bir dönem kendi halkının yanında yer alıpta sonra ayrılanlara kadar geniş bir yelpazede kişilere el atılır.
Ancak devrim dalgası çok güçlüyse bu dalgayı parçalamak için her ihanet edecek, her işbirliğine yatacak tiplere el atılır. İşte böyle anlarda mantar gibi işbirlikçiler türer. Özgürlük hareketi ya da ayağa kalkan halk bu tiplere dönük bir şeyler söyledikçe bunlar daha fazla paralanırlar. Bunlar bunu da bilirler. Bunun içinde mümkün mertebe özgürlük hareketine saldırı yaparlar. Küfürler yağdırırlar. Yapılmak istenen özgürlükçülerin bu ihanet takımına cevap vermesidir. Böylelikle belki de işgalcilerin yanında değerleri artar hesabıdır. Özgürlük hareketi böylelerini ağzına almadıkça bunlar çılgına dönerek saldırganlıklarını kudurganlığa dökerler.
İşte ak olmayan parti ihanetçilerin ve işbirlikçilerin bu ruh halini iyi bilir. Ne de olsa bu ak olmayan parti kendi köklerine ihanet ederek, emperyal güçlerin işbirlikçiliğine soyunarak yola çıkan bir partidir. Bu bağlamda kendi ruh hallerini iyi bilirler. Kendilerinin nasıl paralandıklarını bildikleri için ihanetçi ve işbirlikçileri satın almasını da iyi bilirler. Birde dediğimiz gibi zaten bunların topunun mayasında tüccarlık vardır. Parayla içli dışlıdırlar. Böyle olunca satın almasını iyi bilirler. Ak olmayan parti bir yerlere ait olmayanları, bir yerlerde yaşarken başkalarına yaşayanları, başkaları gibi düşünenleri satın almasını iyi bilirler. Bunların mesleği budur. Ne de olsa tüccardırlar.
Ancak ihanet edenler ve işbirlikçiliğe soyunanlar bilmelidirler ki bir halk tarihi anları yaşıyorsa, bir halk birliği için bu kadar emek ve kan dökmüş ise, adeta işgalcilere karşı dişlerini etine takarak tüm gücüyle ayağa kalkmışsa, var oluşu için canını ortaya koymuşsa ve böyle anlarda birileri işgalcilerin yanına geçerek ihanet ve işbirlikçiliğe soyunuyorsa, bu direnen ve ayağa kalkan halk bu işbirlikçi ve ihanetçileri kabul etmeyecektir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Mart ayının kıştan kalma bir sabah ayazında, yüzümü tırmalayan rüzgârın keskinliğine karşı yürüyorum. Karşı tepelerin ardından yüzünü yeni gösteren güneş ısısını ulaştıramıyor daha. Sağımda kalan kuzey yamaçlarında birikmiş karlardan yansıyor yeni güne güneş. Gecenin ayazının dondurduğu toprak yavaşça çözülüyor.
Patikadan ilerlerken alışkanlıktan olsa gerek izlere bakıyorum. Benden önce adımlayanları tahmin etmeye, yabancı bir izin olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Biraz daha ilerlediğimde güneşe doymuş toprağın üzerinde rastlıyorum.
Çok olmamış geçeli. Belli ki şimdiye kadar görmemem toprağın çözülmemiş olmasından. Onlarca iz. Eğilip baktığımda hepsinin küçük numaralı Mekap’lar olduğunu anlıyorum. Bayan arkadaşlar.
Dağın sert yüzünde, aşılmaz zirvelerinde, imkansızlığı ve zorluğu her karışına yansıyan hırçınlığında ne kadar da ayrı duruyor bu izler. Binlerce sözde erkeği dize getirmiş, sözde kahramanları alt etmiş bu dağlardaki kadın gerillaların izleri.
Hem sadece patikada mı izleri? Yaşamın her anında, beynimizin ve ruhumuzun en ücra köşelerinde iz bırakan kadınlar. Özgürlüğe tutkun o gözlerini diktikleri geleceği kurmak için toplumun her alanında direnen kadınlar, savaşan gerilla kadınlar.
***
Bugün onların günü. Daha doğrusu kadına, emekçi dünya kadınına ait olan ve direnişle yaşam bulmuş 8 Mart.
Bir güne sığdırılmış bir anma değil şüphesiz 8 Mart. Çok daha fazlası ve ötesi.
Alanları dolduran milyonlarca kadının, dağların zorlu patikalarını arşınlayan kadın gerillaların yürüttüğü özgürlük mücadelesiyle hesap sorduğu gün 8 Mart. Beş bin yıldır mahkum edilmiş kadının egemen erkek sistemini yerle bir etmekte, erkeği hizaya getirmekte bir direnç noktası.
Bu günde erkeğin görevi Kadın Kurtuluş İdeolojisi karşısında kendini sorgulamasıdır. Güç verdiği sistemin pratiklerindeki pay sahipliğini üstlenip öz eleştiri vermek.
***
Bir erkek olarak 8 Mart vesilesiyle özür diliyorum.
Her kadından tek tek.
Ceylan’dan özür diliyorum parçalara ayrılan bedenine siper olamadığım için.
Canan’dan özür diliyorum katillerinden hesap soramadığım ve ellerini sallayıp gitmelerini izlediğim için.
19 yaşındaki Hatice’den özür diliyorum sevmeye verilen en ağır cezayı onaylayan sistemi değiştirmekte geciktiğim için.
Nujiyan’dan özür diliyorum oyuncağını sokakta bulduğu bilinmeyen cisimlerden seçmek zorunda kaldığı için.
Medine’den özür diliyorum canlı canlı gömüldüğü o çukurda nefes olamadığım, toprağa gömülen insanlığımızın farkına varamadığım için.
Dünyanın dört bir yanında hoyrat ve zalim erkekliğin cenderesine sıkışmış kalan tüm kadınlardan özür diliyorum. Özgür ve yaşanabilir bir dünyanın yaratımı işini geciktirdiğim için.
İçimdeki suç ortağını, erkeği öldürmekte yeterli ve güçlü bir mücadeleyi yürütemediğim için özür diliyorum tüm yoldaşlarımdan.
Dünyanın tüm analarından özür diliyorum. Bir oğul olarak çektiği acıları dindiremediğim, akıttığı gözyaşlarını durduramadığım için.
Ve Zilan’dan
Ve Viyan’dan
Beritan’dan
Pir Kemal
- Ayrıntılar