Türk devlet güçleri bir gurup gerillamızın Kastamonu’da gerçekleştirdikleri bir uyarı eylemi ardından ne kadar güçleri varsa hepsini adeta Kastamonu ve komşu şehirlerine yığarak bir karşı hamle başlattılar. Ve halen birçok yerde bu saldırıların devam ettiğini biliyoruz.
Che Guevera öncülüğünde 1967 yılında Amerikan emperyalizminin Güney Amerika’da kök salmaması ve de halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi için bir gurup gerilla Bolivya’da gerilla hareketini başlatmışlardı. Bolivya’da ne olup bittiğini biz daha sonra yayınlanan Che’nin günlüklerinden biliyoruz. Zorlukları, karşılaştıkları güçlükleri, ABD saldırılarını derken, kaçışlar, ihanetler ve tabii ki daha önceleri söz veripte sözlerini yerine getirmeyen solcuları da burada ne yaptıklarını öğreniyoruz.
Che ve arkadaşları belirli bir çalışma yürütürler. Ancak bir noktadan sonra özel timlerle, Amerikan askerlerinin direk müdahalesi ve Bolivya ordusunun saldırıları şiddetlenir. Dozajı yükseltilir. Ve 8 Ekim 1967 yılında Che’nin de içerisinde bulunduğu birlik kuşatılır, sert çarpışmalar ardından Che yaralı ele geçer. Ancak Che’nin yaralı halinden bile korkan Yankeeler yerli işbirlikçileri devreye koyarak 9 Ekim 1967 yılında katlederler. Öyle ki cenazesinin halklara ulaşmasından öcü gibi korkan Yankeeler cenazesini bile saklarlar. Ve uzun yıllarda saklı tutmasını başarabilirler. Ama Che’nin halkların yüreklerinde kutsal kabul edilmesini ve de binlerce, on binlerce kilometre uzaklarda bile halkların yüreklerine işlemesini ve bir sembol haline gelmesinin önünü alamazlar. Esasta söylemek istediğimiz Che ve yoldaşlarının devasa bir emperyalist güce karşı kıt kanaat imkânlarla, yine yaşanan ihanet ve işbirlikçiliğin sonucu olarak ancak katledilebilirler.
Şimdi 21. yüzyılda yaşıyoruz. Emperyalist devletlerin ve onların uydu devletlerinin ellerinde teknik imkânlar çok fazla. Öldürücü teknikler çok daha gelişkin. İstihbarat bilgileri çok daha rafine ve somut. Ve tabii ki birde dinleme cihazları ve teknikleri artık uydularla yürütülüyor. Yani telekomünikasyon çağında ve süper imha ve yok etme tekniklerinin en gelişkin olduğu bir çağdayız.
Özcesi 1967 yıllarında yaşamıyoruz. 1920’li-1930’lu-1940’lı yıllarında hiç mi hiç yaşamıyoruz. Dünyanın adeta teknik takiple neredeyse bir köy haline geldiğini iddia edildiği bir çağda yaşıyor ve bu çağda gerillacılık yapıyoruz. Bir halkın umudunun sönmemesi için, bir halkın siyasal, sosyal ve kültürel kimlik taleplerinin kabul edilmesi için inadına bir özgürlük savaşı veriliyor, veriyoruz.
Hani bir arkadaşımız gerillayı tanımlarken diyor ya:
“Gerilla başkaldırır. Sana ait olmayan yaşama, seni tutan zincirleri kırmaktır. Ve ufukta görünen güneşe hızla koşup onunlaşmaktır.
Gerisi karanlıklara karşı savaşmak savaştıkça aydınlaşmak, ışık olmak. Gerilla budur işte. Yani ışık.
Karanlığa karşı ışığı tanımlamak kolay tarafı da budur işte. Bir yürüyüştür. Öncüsünün ardından özgürlüğe yönelen bir yolcu gibi.
Arzu edilen yaşanılmamış olanın yaşanılması ve insanlığa armağanıdır. Yaratacak olan eserin adı.
Gerilla geçmişe yeniden bir bakıştır. Yeniden yaratmaktır” diye, aynen öyledir gerilla.
İşte gerilla inadına 21. yüzyılın tüm teknik dezavantajlarına, teknik donanımsızlıklara karşı kendisiyle birlikte bir halkın geleceğini var etmenin mücadelesini verirken tüm zorluklara göğsünü siper ederek karşı durmasını esas alan bir özgürlük gücüdür.
Dediğimiz gibi bir gerilla birliğimiz demeyeceğiz, çünkü bir gerilla birliğimiz değildi Kastamonu’da on binlerce faşizan askeri ve polis gücünü uğraştıran. Sadece ve sadece bir gerilla birimimizdi Kastamonu’da harekete geçen. Ve bir aydır tüm özel savaş merkezlerini uğraştıran da sadece ve sadece bir birimimizdi. Kendi basınlarına yansıttıkları kadarıyla binlerce asker, polis ve özel timi küçücük bir birimimizin üstüne saldılar. Ve sadece bu sayısal olarak on binleri aşan bir savaş gücünü yoldaşlarımızın üstüne salmadılar.
Cümle cemaat ne kadar dostları varsa hepsinin teknik donanımı da alarak teknik takibe almaya çalıştılar. Sadece bu teknik imkânları da kullanmadılar. Hayır, küçücük olan birimimiz Kastamonu’ya açılırken ne yol biliyor, ne yolak ve ne de bir kitle destekleri vardır. Önceleri güzergâhlarını da etüt etmemişlerdir. Önceleri yollarına erzakta gömmemişlerdir. İlişkileri yoktur. Sol hareketlerden de destek almamışlardır. Ve onlar sadece kendi yüreklerini küçücük bedenlerine yükleyerek yollara düştüler. Özgürlük savaşını Türkiyeleştirmek için yollara düştüler.
Ve unutmayalım; bir küçücük birim, hem de çok küçük birim. Yol bilmez, yolak bilmez bir birim. İlişkisi olmayan bir birim. Ve birde Türkiye’de hazırlığı olmayan bir birim. Ama Türkiye’yi bir aydan fazla uğraştırmış ve halen de uğraştırmaya devam eden ve devam edecek olan küçücük bir birim.
Şimdi tekrar 1967 yıllarına dönelim. Che’nin yaralı halinde korkanlar, Che’nin yaralı görüntülerinin dünyaya yayılmasında yaşanacaklarda korkanlar Che’yi katlettiler. Ve şimdi arada tam 44 yıl geçmiş bu kez yer Bolivya değildir. Bu kez yer Türkiye’dir. Karadeniz’dir. Bu kez katledilen Che değildir. Bu kez katledilen gencecik ve körpecik olan Seyit Rıza- Sarcan Buluc yoldaşımızdır. Dersimli Seyit Rıza yoldaşımızdır. Ve tüm bu korkular Seyit Rıza gibi yoldaşlarımızdan…
Seyit Rıza yoldaşı yazmaya devam edeceğiz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Ve ozan der ki;
“Umutsuzluk yasak
Yılgın türküler söylemek de
Çünkü yürüyor umudun ordusu
Umutsuzluğu kurşuna dizerek”
‘Ordu’ sözcüğünün hemen herkeste ilk etapta yaptığı çağrışımlar zor ve şiddet olguları olmaktadır. Böylesi çağrışımlar gelişmesi son derece doğaldır ki, bu ordu örgütlenmelerinin yapısından ve çıkış esaslarından kaynaklanmaktadır. İlk ordu örgütlenmelerinden tutalım günümüz çağdaş ordu yapılanmalarına kadar tüm askeri sistemler karakterleri gereği, zor ve şiddet içerikli örgütlülüklerdir. Yalnız, sınıflı uygarlığın doğuşundan günümüze değin tahakküm esaslarına dayalı ordulaşmalar kadar, özgürlük ilkelerini esas alan ordu yapılanmaları da sürekli karşılıklı bir gelişim sergileyerek var olagelmişlerdir. Burada amaç ve araç ilişkisinin önemi öne çıkmaktadır. Hiyerarşik zihniyetin ürünü olan ordu örgütlenmelerinin amacı, tahakküm yoluyla hegemonik yapılanmayı güçlendirmekken, ezilen kesimlerin savunma direnişlerini üstlenen ordu örgütlenmeleri özgürlüğü ve eşitliği amaçlamaktadır. Bu farklı iki ordu yapılanmasındaki zor ve şiddet anlayışlarında ince bir çizgi ayırımı bulunmaktadır. Egemen sistem orduları, zor ve şiddete dayalı zihniyet temelinde kurumlaşırken, ezilenlerin özgürlük mücadelesi amacıyla örgütlenen askeri yapılanmaları meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmazlar. Kendi öz güvenliğini sağlama ve gelişen iç ve dış saldırılara karşı direnme hakkının dışında şiddet ve zora başvurmak, örgütlenme amacıyla çelişir. Bu da amaçtan uzaklaşmayı getireceği gibi, karşısında mücadele yürüttüğü tahakküm ve hiyerarşik zihniyetin zor ve şiddet çizgisine düşme hatasını ortaya çıkarır.
Bilindiği gibi, tahakküm ve itaate dayalı hakîm sistem paradigmalarının şiddet içerikli temel kurumlaşmalarının başında ordu örgütlenmeleri yer almaktadır. Devletçi otorite, itaat ve komuta sistemini esas olarak ordu aracılığıyla yürütmektedir. Ordu, yazılı tarihin başlangıcı olarak kabul edilen sınıflı toplum uygarlığının doğuşundan günümüze değin süregelmiş devletçi geleneğin en temel zor aracıdır. Kaldı ki devleti devlet kılan, yani bir tahakküm ve hükümranlık erkine dönüştüren de askerlik ve politikanın gelişmesi olmuştur. Temelleri M.Ö. 3000’lerde Sümer rahipleri tarafından Aşağı Mezopotamya’da atılan devletin ideolojik bir donanımı sağlamadan neolitik toplumun özgür yaşamı yerine egemenliğe dayalı yaşamı insanlara kabul ettirebilmesi düşünülemez. Ürün fazlasının zigguratlarda toplanması ve ilk süreçlerdeki ortak kullanımı, zorun gelişimine çok fazla olanak tanımamıştır. Demokratik Konfederalizm Önderliği, Sümer rahiplerinin ürün fazlalarını ziggurat denilen tapınaklarda toplayıp ortak dağıtımını esas almalarının son tahlilde komünizme yakın olduğunu belirtmektedir. Esas devletçi tahakküm, teolojiye dayalı ideolojilerin yaratımı ve böylelikle ürün fazlasına ve bununla birlikte kadının toplumsal konumuna el konulmasıyla açığa çıkmıştır. Zordan ziyade ideolojik ikna yoluyla öncelikle zihniyette kurumlaşmaya başlayan devlet olgusu, artık insan yaşamının tüm dokularına nüfuz etmeye başlamıştır. Zor ve şiddetin ortaya çıkışı da artık belirginlik kazanmıştır.
İnsanların neolitik toplumun özgür yaşam dünyasından kopmak istememeleri ve direnmeleri zorun doğuşuna kaynaklık etmiştir. Başta tapınaklarda toplanılan artı ürünün korunması amacıyla ortaya çıkan askerlik görevi yerini devlet hiyerarşisinin tahakkümünü birey ve toplum üzerine zorla dayatan ve şiddete başvuran biçimine bırakmıştır. Üretimin erkeğin eline geçmesiyle başlayan ve hiyerarşik zihniyetin kurumlaşmasıyla giderek hız kazanan kadının toplumsal statü kaybı, esas itibariyle tanrılar karşısında giderek statü kaybeden insanı ortaya çıkarmıştır. Bu toplumsal çürümenin ve ahlaki çöküntünün de başlangıcı olmaktadır. Kadının yaşam dışılığa itilişi söylencelere de yansıtılmakta, yönetici, asker ve komuta olan erkek, savaşın galibi olarak tahta oturmaktadır. Babil Yaradılış Destanı olan Enuma-Eliş’teki Marduk-Tiamat savaşımı, bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Başta Marduk’a karşı savaşan ve güçlü bir direniş sergileyen Tiamat, şiddet yüklü erkek komutan karşısında yenilmekte ve paramparça edilerek yaşamdan silinmektedir. Bundan sonra ‘kadın elinin hamuruyla erkek işine (yöneticilik, sanat, kültür, ekonomi, politika, askerlik vb.) karışmazken’ savaşçıları Marduk’un izinden yürümeyi en kutsal görev olarak belleyeceklerdir. Şiddet böylelikle insanın günlük yaşamının bir parçası haline gelerek, topluma ve onun bir yansıması olarak doğaya hükmedecektir.
Şiddet ve savaşların ortaya çıkışını değerlendirirken, ‘sınıflı toplum öncesi şiddet ve savaşlar hiç yaşanmadı mı?’ şeklinde bir soru akla gelebilir. Elbette ki ilkel klan topluluklarında da belirli bir şiddet eğilimi görülmektedir. Fakat bu süreçte gerçek anlamda ne savaşlara zemin bulabilecek insanın insana tahakkümü -çünkü jerontokrasi de dahi şiddete dayalı bir hiyerarşiden ziyade yaşlılarla gençlerin karşılıklı birbirlerine destek sunmaları ve ihtiyaç duymaları mevcuttur- ne de doğayı yedeğine alan bir tahakküm anlayışı mevcuttur. Zaten dönemin üretimi artı ürüne olanak vermediğinden bir savaş olayından da söz edilemez. Klanlar arası yürütülen savaşlar daha çok kavga düzeyinde yürütülen mücadelelerdir. İki ayrı klan topluluğu arasında çıkan anlaşmazlıklar genelde yaşam alanları üzerinde çıkan çelişkilerden kaynaklanmışlardır. Hegemonyaya dayalı şiddet olgusu, erkek egemen sisteminin ortaya çıkışı ve tüm yaşam alanları üzerinde tahakküm kurmaya başlamasıyla günümüze kadar süregelen ilk biçimlenişini almaya başlamıştır. Kadının yaşam otoritesini kaybetmeye ve ikinci plana düşmesiyle beraber eşitlik ve özgürlüğe dayalı yaşam anlayışı yerini itaat ve komuta sistemine bırakmıştır. Sosyal, siyasal, ekonomik vb. tüm alanlarda kadın tahakküme maruz kalmıştır. Dahası tahakküm yalnızca bu alanlarla sınırlı kalmakla yetinmemiş, kadının duygu, düşünce, ruhsal dünyasında da yer edinmeye başlamıştır. En planlı ve programlı tahakküm ve şiddetin kadın üzerinde yürütülmesi, birey dünyasındaki büyük kırılma ve parçalanmaların da başlangıcını teşkil etmektedir. Tahakküm altına alınan kadın, aslında tahakküm altına alınan insan dünyasıdır.
Tahakkümün kadın dünyası üzerinde temellerini atmaya başlaması giderek erkeğin hemcinsine karşı da tahakküm ve itaat sistemini geliştirmesini beraberinde getirmiştir. İlk olarak insanın insan üzerinde geliştirdiği tahakküm, doğa üzerinde de etkisini göstermeye başlamış ve insana uygulanan şiddet, doğayı da içine almaya başlamıştır. Kadının düşürülmesiyle başlayan insanın doğal gelişim evresinden uzaklaşması, doğa tahribatının da temel verisi olmuştur. Şiddet, artık sistemli ve programlı yürütülmeye başlanmıştır. Askerlik tapınakların ve elde edilen ürünlerin korunmasını sağlayan güvenlik birimleri olmaktan çıkarak, zor ve şiddet uygulamasının temel aracı haline gelmiştir. Oluşturulan ordu sistemleri yıkım ve işgal mekanizmaları olarak işlerlik kazanmaya başlamıştır. Orduların devreye girmesiyle işgal ve talana uğrayan yalnızca insanlık değerleri değil, bununla birlikte en fazla hezeyana uğrayan doğa ve çevre olmuştur. Toplum yaşamındaki bozukluklardan ekolojik yaşam da yeteri kadar nasibini almıştır.
Toplumun ve ekolojinin içinde bulunduğu tahakküm sistemini ortadan kaldırmak ve yeniden eşit-özgür esaslara dayalı bir yaşam anlayışını oturtmak elbette ki, güçlü ve sağlam temellere dayalı bir savaşımı gerektirmektedir. Bu sağlam temelin oturtulması her şeyden önce yeniden inşada güçlü bir harcın oluşunu öncelikli kılmaktadır. Güçlü savaşımlar güçlü ideolojilere dayandıkları müddetçe başarıya ulaşabilirler. Devletçi zihniyetin bin yıllardır ayakta kalmasını sağlayan, dayandığı güçlü ideolojik harçtır. Tahakküm ve itaat zihniyetinin yıkılması ve yerine demokratik kriterlerde yeni bir zihniyetin yerleşmesi yine güçlü bir ideolojik donanımı gerektirmektedir O halde erkek egemen sisteminin ortadan kaldırılmasında meşru savunma anlayışı temelinde bir ordulaşmanın varlığı da en temel araç olmaktadır. Devletçi otoritenin erkek karakterli ordularına alternatif kadın ordulaşmasının varlığı bu anlamda önem kazanmaktadır.
PKK hareketi içinde gelişen ve büyüyen kadın ordulaşması öncelikle ters yüz edilen insanlığın yeniden doğal yaşam evresine girmesinin savaşımını vermekle yükümlüdür. Zorunlu meşru savunma dışında zora ve şiddete başvurmamak HPG örgütlenmesinin temelini oluşturduğu gibi, kadın ordulaşmasında da bu öncelik taşımaktadır. Nitekim özünde zor ve şiddeti içermeyen kadının, buna başvurması özüne ters düşmeyi getirir. Erkek egemen sistemin tahakküm anlayışına, diğer bir deyişle karşıtına dönüşmeyi ortaya çıkarır. Özüne ters düşmemek güçlü ideolojik donanımı ve tarih bilincini gerekli kılmaktadır. Kaldı ki, insanlaşmanın ilk evresinde dahi kadının belirli bir meşru savunma anlayışı bulunmaktadır. Erkek şiddetine ve yıkımına karşılık geliştirdiği tabular, kadının ilk meşru savunma duruşunu da ortaya koymaktadır. Bu verilerden hareketle ele aldığımızda insana ve doğaya tahakkümü içermeyen kadının bu ilkel biçimindeki meşru savunma anlayışı, öz itibariyle insanlığın gerçek anlamdaki meşru savunma anlayışını da ortaya koymaktadır. Kadın ordulaşması meşru savunma anlayışının iskeletini bu özden almakla birlikte, Önderliğimiz’in oluşturduğu ideolojik çizgiyi esas alarak bir savunma anlayışını içermektedir.
Diğer bir açıdan ele aldığımızda kadın ordulaşması mevcut egemen erkek ordularına karşı da bir savunma anlayışını içermektedir. Alternatif bir ordu olması öncelikle bu anlamda önem taşımaktadır. Erkek karakterli orduların hiyerarşik sisteme hizmet etmenin temel aracı olmalarının aksine, kadın ordulaşması her türlü hiyerarşinin yıkılmasını amaçlamaktadır. Hiçbir devlet, ulus, sınıf ve cinsin egemenliğini amaçlamayan, insanın insanla ve doğayla karşılıklı bağımlılık ve tamamlayıcılığına dayalı demokratik-ekolojik topluma ulaşmak temel hedefi olmaktadır. Tahakküm öncelikle erkeğin kadın üzerinde hegemonya kurmasıyla açığa çıktığına göre, insanın insanla ve doğaya tahakkümünü barındırmayan bir politik ahlaki toplum modeline ulaşmak da yine her iki cins arasında bir tamamlayıcılık etiğinin oluşturulmasına bağlıdır. Nitekim insanın doğal özden uzaklaşması, vicdani ve ahlaki etikten uzaklaşmasıyla başlamıştır. Her iki cins arasında baş gösteren eşitsizliğin ortaya çıkışı, toplumun vicdani ve ahlaki çöküntüsünün de başlangıcını teşkil etmektedir. Bu durumda yeni bir zihniyetin oluşumu kadar, yeniden eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir ahlak ve vicdan devrimi de önem kazanmaktadır. Kadın ordu gerçekliği sistem paradigmalarına karşı mücadele yürütmenin temel araçlarından biri olurken, esas itibariyle bu yeni zihniyet ve vicdan devriminin öncülük misyonunu da taşımaktadır.
Alternatif bir ordu olma gerçekliğinin bugüne kadar daha çok soyut bir kavram olarak dile getirilerek içeriğinin tam doldurulamaması, kadın ordulaşmasında yaşanılan yanılgı ve yetersizliklerin temel kaynağını oluşturmaktadır. Hâlbuki hiyerarşik sistem soyut bir kavram değil, başta kadın dünyası olmak üzere yaşamın her alanında tahakkümünü pekiştirmiş somut bir olgudur. Buna karşı mücadelenin de aynı somutlukta ve derinlikte yürütülmesi önem taşımaktadır. Kadın özgürlüğünün tüm özgürlüklerin temelini teşkil etmesi, mücadelenin ne denli keskin olması gerektiğini ve kadın ordulaşmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Kadın ordulaşmasına yanılgılı ve yetersiz yaklaşımların yaşanması hem bu gerçekliğin yeteri düzeyde kavranmamasından kaynaklıdır. Gerek erkekte gerekse kadında ortaya çıkan bu yanılgılar, itaat ve komuta mantığını esas alan hiyerarşik yapılanmanın bir yansıması olmaktadır. Bu anlamda hiyerarşinin öncelikle zihniyette yıkılması önem taşımaktadır.
Hiyerarşiyi ele alırken şöyle bir soru akla gelebilir; “Kadın ordulaşmasında hiyerarşinin varlığı gerekli midir veya hiyerarşinin varlığı kadın özüne ters düşmez mi?” Bu aşamada önem kazanan husus, optimal bir dengenin sağlanması gereğidir. Unutulmaması gereken diğer önemli bir nokta da, hangi açıdan ele alınırsa alınsın ordular piramit yapılanmalardır ve belirli bir hiyerarşik düzeni içermektedirler. Dikey örgütlenme modelleri olduklarından yatay örgütlülüğe geçmeleri ordunun dağılması anlamına gelecektir. Fakat her iki örgütlülük biçiminin optimal dengesini yakalamak hiyerarşinin yıkımını hedefleyen bir ordu gerçekliği açısından önemlidir. Bu, üstten belirlenimci itaat ve komuta düzeninin aksine, karşılıklı bağımlılık ve demokratik ölçekleri esas alan bir ordu anlayışına ulaşmayı ifade etmektedir. Hiyerarşik zihniyetin komutanlık ölçülerinin aşılması orduda demokratik yapılanmanın oluşmasının en temel etmeni olmaktadır. Ordunun varlığı açısından optimal dengenin yakalanmasıyla oluşturulacak bir hiyerarşinin varlığı kadar, ordunun iç örgütlenmesinde demokratik bir yapılanmaya ulaşmak da büyük önem taşımaktadır. Optimal dengeyi sağlayacak olan da esas itibariyle bu demokratik örgütlenme modeli olmaktadır.
Kadın ordulaşması yeni toplum modelinin kuruculuğunda kadının meşru savunma gücü olarak öncülük misyonuna sahiptir. O halde bir özgürlük ordusunda bireyin yaratımı da en öncelikli üzerinde durulması gereken husus olmaktadır. Bu ordu içerisinde sınırsız bir birey özgürlüğünü ifade etmediği gibi, emir-talimat zincirini de içeren, fakat aynı zamanda ordu örgütlülüğüyle birey arasında karşılıklı bağımlılık esasını da göz ardı etmeyen bir anlamı taşımaktadır. Orduda birey olgusunun ve inisiyatifinin öne çıkması öncelikle zihniyette değişikliği getirecek temel etmen olacaktır. Erkek egemen karakterli orduların bireyi hiçleştiren ve yalnızca amaca ulaşmada bir şiddet aracına dönüştüren zihniyeti, ancak demokratik bir ordu yapılanmasına ulaşılmakla aşılabilir. Amaç-araç ilişkisinin doğru bağıntısı kurulduğu takdirde ordu ve özgürlük arasındaki karşılıklı bağımlılık kadar, birey özgürlüğü ve toplumsal özgürlük arasındaki bağın doğru tanımlanması da gerçekleşecektir. Kadın ordulaşmasının da öncelikli ele alması gereken konu, demokratik birey olgusunun yaratımı olmaktadır. Öncülüğü esas alan bir örgütlülükte bireyin yaratımı sağlanmadan ve hiyerarşinin hizmetinde çalışan bir araç olmaktan çıkarılmadan ne gerçek bir özgürlük gerçekleştirilebilir, ne de özgürlük amacına hizmet edilir.
Kadın ordulaşmasında kaba materyalist, determinist yaklaşımların aşılması insan olgusunu özne olarak ele alan felsefi bakış açısının kazanılmasıyla gerçekleşebilir. Böylesi bir felsefi bakış açısına ulaşmak aynı zamanda kadının çağdaş neolitiğin gücüne ulaşmasını da getirecektir. İnsanı bir hükmedebilme alanı olarak gören yaklaşımın öncelikle de komutanda aşılması, genel ordu düzeninde de belirleyici bir etkide bulanacaktır. Egemen sistem ordularının bireyi hiçleştiren ve yalnızca emir-komuta zincirinin bir uygulama aracı olarak gören yaklaşımın komuta kişiliğinde yıkılması asıl öncülük rolünü de açığa çıkaracaktır. ‘Ordular komutanların gölgesidir’ belirlemesinden hareketle de ele alabileceğimiz gibi, demokratik bir komuta kişiliği demokratik bir ordu örgütlülüğünü de beraberinde getirecektir. Kadın ordulaşmasında felsefi temeller yerli yerine oturtulmadığı müddetçe, ideolojinin güçlü bir savunuculuğu ve yürütücülüğü de gerçekleşmeyecektir. Bu açıdan, ordu gerçekliğine yaklaşırken bilimsel esaslar çerçevesinde ordulaşmanın gerekliliği ve özgürlük bağlantısı doğru çözümlenmek durumundadır.
Günümüz hiyerarşik sistemin ordu örgütlenmelerinde de kadın savaşçı ve komutanların varlığına rastlanmaktadır. Fakat başta İsrail, İngiltere ve ABD gibi devletler olmak üzere emperyalist ordu güçlerinin bünyesinde yer alan kadın askerlerin varlığı tamamıyla tahakküm sisteminin hizmetinde kullanılan bir araç olmanın ötesine gidememektedir. Özgürlük amacını taşımayan bir kadın askerleşmesinin ne denli özüne ters düştüğü ve karşıtına dönüştüğü bu ordulardaki kadın gerçekliğinde bariz bir şekilde açığa çıkmaktadır. ABD’nin Irak müdahalesinde yer alan kadın askerlerin durumu oldukça çarpıcı olmaktadır. Şiddetin ve insan dışılığın kadın eliyle yürütülmesi ve kadının Ortadoğu’ya yönelik şiddet politikasında en temel araç olarak kullanılması egemen ordularda kadına biçilen misyonu da açığa çıkarmaktadır. Kadın, en derin köleliği yaşamaktan öteye bir misyona sahip değildir. Nitekim şiddetin ve yıkımın en ağır sonuçlarının yaşandığı II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda dahi egemen erkek orduların kadına olan bakış açıları kullandıkları terimlere dahi yansımıştır. Kullanılan atom bombalarına ‘Oğlancık’ ve ‘Şişko Adam’ gibi isimlerin verilmesi şiddete yüklenen erkek temalarını ortaya koymaktadır. İnsan ve doğa yıkımında en tahripkâr sonuçları açığa çıkaran atom bombalarının kullanılmasında başarı halinde oğlan çocuklarının, başarısızlığı halinde ise, kız çocuklarının doğduğunun şifre olarak kullanılması dahi şiddetin erkek mantığını ele vermektedir. Böylesi bir zihniyette herhangi bir kadın özgürlüğünden söz edilemez. Kadının yükleneceği misyon, ancak erkek karakterinde tahakküme hizmet eden derin kölelik olabilir. Kendi kimliğinden soyutlanmış ve öz gerçekliğinden uzaklaşmış kadın, ancak şiddetin en yıkıcı aracı ve en çirkinleşmiş insan portresine sahip olabilir. Ne denli askerleşme iddiası olursa olsun, çizeceği portre erkek karikatürü olmanın ötesine gidemeyecektir.
Diğer bir açıdan halkların özgürlük mücadelelerini yürüten ordu güçlerinde yer alan kadın askerlerin konumunu değerlendirdiğimizde, ortaya çıkan tabloda da çok fazla kadın özgürlüğünü esas alan bir oluşuma rastlayamamaktayız. EZLN, ETA vb. gibi halk direniş ordularında dahi kadının ordu içindeki misyonu, sıradan ve genel özgürlük savaşımının dışında mücadelenin ötesine gidememektedir. Her ne kadar EZLN hareketinde belirli bir eşitlik anlayışı bulunuyorsa dahi, direkt kadın özgürlüğü ve özgünlüğünü esas alan bir oluşumun varlığı bulunmamaktadır. Özgürlük mücadelesinde kadına önemli bir misyon biçilmekle beraber, kadının ordu içerisindeki örgütlülük düzeyi, genel örgütlenme düzeyinin dışına çıkamamaktadır.
Kadının ordulaşma gerçeği öncelikle bin yıllık köhnemiş zihniyete başkaldırı, ‘olmaz’ denilenin reddi ifadesini taşımaktadır. Kaybedilen topraklarda yeniden başkaldırı yeni bir cinsiyet devrimine gidişin en önemli dayanağı olmaktadır.
- Ayrıntılar
Seçim günü yazmak hem neşeli, hem de zor. Uzun, sert ve yorucu bir seçim maratonu ardından şimdi herkes oyunu veriyor. Bu satırlar okunurken sonuçlar netleşmiş olacak. Fakat benim bekleme şansım yok, yazmak zorundayım.
Aynı zorluk siz okuyanlar için de geçerli. Çünkü netleşmiş seçim sonuçları üzerinde tartışıyor, olası gelişmeleri yorumluyor olacaksınız. Böyle bir durumda şimdi benim yazacaklarımın ne değeri olabilir? Ya da ben ne yazmalıyım ki değer ifade etsin?
Seçim sonuçları tartışılırken seçim dışı şeyler yazmanın da pek anlamı olmayabilir. Seçim sonuçları üzerine fal bakar gibi yazmak da elbette anlamlı değildir. Ama olası seçim sonuçlarının ne anlam ifade edeceği üzerinde durmak yararlı olabilir.
12 Haziran seçimlerini değerlendirirken, her şeyden önce adil, demokratik bir seçim olmadığını, yani eşit koşullarda bir yarışın gerçekleşmediğini belirtmek gerekir. Çünkü yüzde on seçim barajı nedeniyle başta BDP olmak üzere çok sayıda parti seçime girememiş, bağımsız adayları desteklemek zorunda kalmıştır.
Yine içerikli ve seviyeli bir seçim tartışması da ne yazıkki yaşanmamıştır. Kısır sözlerle birbirini suçlama, demagoji, küfür, hakaret seçim meydanlarına egemen olmuştur. Son derece gergin ve sert bir seçim kampanyası yürütülmüştür.
Kuşkusuz bu durumun birinci dereceden sorumlusu AKP’dir. Hem birinci ve hem de iktidar partisi olarak AKP’nin üslubu yumuşatması ve tartışmalara içerik katması gerekirken, tersine baştan itibaren gerginlik ve sertlik yanlısı olup demagojik bir üslubu esas almıştır. AKP en çok “çılgın” kelimesini sevmiş ve çılgınca bir seçim kampanyası yürütmüştür.
Elbette AKP’nin en tehlikeli çılgınlığı da PKK Lideri ve BDP’ye ilişkin söz ve davranışları olmuştur. Bunlar AKP ve Tayyip Erdoğan’a çok şey kaybettirdiği gibi, toplumu bölen ve geren sonuçlar yaratmıştır. Kısaca AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan ülke ve toplum açısından ciddi tehlikeler yaratan bir oyun oynamıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, AKP’nin başlangıçtaki sertliği, bu biçimde daha fazla oy alabileceği hesabına dayanıyordu. Fakat seçim kampanyasının sonuna doğru adeta bir histeri düzeyinde içine yuvarlandığı çılgınlık, kaybettiğini görmenin yarattığı hırçınlık ve basitlik oldu.
Elbette seçim sonuçlarının ne olacağı, kimin kaybedip kimin kazanacağı sandıklar açıldıktan sonra belli olacak. Ancak sandıktan ne çıkarsa çıksın, bu seçimden AKP’nin ciddi bir biçimde yıpranarak çıktığı kesin bir gerçektir.
Bu genel tanımlar ardından, seçimden çıkabilecek bazı olası sonuçların ne anlama geleceği üzerinde duralım.
Bunlardan bir tanesi kuşkusuz AKP’nin seçim öncesi gücünü koruyarak yeniden iktidara gelmesi olacak. Her ne kadar AKP’liler oy oranlarını arttırmayı ve meclis gruplarını büyütmeyi hesap etseler de, bunun çok zor ve zayıf bir ihtimal olduğu açık. AKP yapsa yapsa en fazla mevcut oy oranını koruyabilir ki, bu da kendisi için ciddi bir başarı olur.
Bu durumda, yani AKP’nin mevcut gücünü koruduğu durumda ülkemizin daha ağır bir çatışma ve savaş içine sürüklenme olasılığı güçlüdür. Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin seçim sonuna doğru yaptıkları açıklamalar, “idam”dan söz edilir hale gelmesi bunu göstermektedir. Belliki AKP böyle bir gücü kendi iktidar hegemonyasını tam oturtmak için kullanacaktır. “Bir daha kazanamam” kaygısı onu daha da saldırgan yapacaktır. Kürtlerle savaş ve halkla çatışma AKP’nin genel politikası olacaktır.
Diğer bir olasılık, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun seçim meydanlarında gösterdiği başarıyı sandığa da taşıması ve birçoklarının belirttiği gibi 35 civarı milletvekiliyle meclise girmesidir. Hiç kuşkusuz bu durum, birincisinin tersine gelişmelere yol açar. Yani AKP’nin kazanması çatışma ve savaşı tırmandırmayı ifade ederken, Blok’un kazanması da sorunlara siyasal çözümün önünü açarak barışa doğru yol alınmasını sağlar. Böylece demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü yönünde gelişmeler yaşanır.
Seçim kampanyası gösterdi ki, eğer yüzde on barajı olmasaydı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku belki de yüzün üzerinde milletvekili çıkaracaktı. Bu da AKP’nin iktidardan düşmesi ve ülkemizin demokratikleşme yolunda ilerlemesi olacaktı. AKP’nin neden yüzde on barajına sarıldığı ve bu barajın nasıl antidemokratik olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Üçüncü olasılık olarak, AKP’nin çok az bir çoğunlukla tek başına iktidar olması olasılığı vardır. Bu da seçim kampanyalarının gösterdiği ciddi bir olasılıktır. Böyle bir durumda AKP, kuşkusuz öngördüğü gerginlik ve çatışma siyasetini etkili bir biçimde yürütemeyecektir. Çünkü, her şeyden önce buna gücü yetmeyecektir. Diğer yandan, bu durumda çatışmayı dayatırsa güç kaybedecek ve iktidarını sürdüremeyecektir. Bu durumda AKP, oyalama, oyun, hile, tartışma ve benzeri yöntemlerle gündemi doldurmaya ve iktidar ömrünü uzatmaya çalışacaktır. Burada CHP ve MHP’ye dayalı olasılıklar üzerinde durmaya bile gerek yok. MHP zaten çizgisi ve gerçeği bilinen bir güç. CHP’ye gelince, Kemal Kılıçdaroğlu AKP’ye alternatif bir iktidar profili çizemedi. Başta Kürt sorunu olmak üzere temel sorunlarda AKP’yi aşan politikalar sunamadı. Bu durumda Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkan yapılmasının esas amacının Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nu zayıflatmak olduğu netçe açığa çıktı. Bunu da yapabileceği kadar yaptı ki, Kılıçdaroğlu’nun siyasi ömrünün bu seçimle bittiği söylenebilir.
Seçimden önce seçim sonuçlarına ilişkin yorumlarımız işte böyledir. Bakalım sandıktan ne çıkacak? Ona göre sonuçları yorumlamaya devam ederiz.
Adil BAYRAM
Özgür Gündem
- Ayrıntılar
Sizler bu yazdıklarımı okurken 12 Haziran genel seçimi gerçekleşmiş ve sonuçları belli olmuş olacak. Dolayısıyla seçim sonuçlarını tartışıyor bulunacaksınız. Bu nedenle, şimdi yazacaklarıma ne kadar itibar edeceğiniz belli değildir. Yapılmamış seçimin bilemediğim sonuçlarına ilişkin yorum yapamayacağıma göre gündem dışı kalabilirim. Böyle olmamak ve tartışma dışına tümden düşmemek için, seçim kampanyalarındaki bazı ayrıntı ve önemli sonuçlar üzerinde duracağım.
Sanırım herkes, çok gergin ve sert bir seçim sürecinin yaşandığını kabul edecektir. Yine seçim tartışmalarının en içerikli kısmının Kürt sorunu ve demokratik özerklik çözümü üzerine olanı olduğunu da kabul edecektir. Onun dışındakiler klasik seçim konuşmalarının ötesine pek geçmemiştir. Hatta bu seçimde hitap ölçüleri biraz daha kaçmış, küfür ve hakaret daha çok öne çıkmıştır.
Hiç kuşkusuz bu durumun birinci dereceden sorumlusu da AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. MHP’yi dikkate almazsak, CHP yönetimi birkaç pot dışında fazla ölçüyü kaçırmamıştır. Demokratik Ulus Bloku ise, demogoji ve hakaretin yerini fikirlerin alması için yoğun çaba harcamıştır. Tüm bunlara rağmen yaşanan küfür ve hakaretlerin esas sorumlusu, AKP’nin izlediği sertlik ve savaş politikasıdır.
AKP ve onun lideri Tayyip Erdoğan’ın bu seçim propagandası sürecinde sarf ettiği küfür ve hakaret içerikli sözler dışında kullandığı ve serdiği kavram “çılgınlık” olmuştur. AKP’nin “çılgın projeleri” seçim kampanyası süresince ortalıkta uçup durmuştur. Bu çılgınlıklar yeni İstanbullar ve Ankaralar yapmaktan yeşil alanlar inşa etmeye kadar her düzeyde yaşanmıştır. Fakat AKP ve Tayyip Erdoğan, çılgınlıkları içerisinde en ciddisini seçim kampanyasının sonuna doğru Kürtler, BDP, Kürt Halk Önderi ve idam konularında sarf ettiği sözlerle yapmıştır.
Bu kapsamda söylenenlerin çılgınlık olduğu hususunda bütün Kürtler birleşmişlerdir. Bu durumun içerdiği tehdit ve tehlikeye dikkat çekmişlerdir. Fakat AKP ve liderinin bu sözlerine “çılgınlık” demek yerine, onların gerçeğinin açığa çıkması demek belki daha doğru olur. 12 Haziran seçiminin AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğini biraz daha açığa çıkarıp netleştirdiği ortadadır. Doğrusunu söylemek gerekirse, eğer kalmıştıysa birkaç cila da seçim sürecinde silinerek kapkara AKP gerçeği ortaya çıkmıştır.
Örneğin, “taammüden insan öldürmek” anlamına gelen idamı Türkiye’de isteyen birinci parti AKP’dir. Bu konuda besbelliki BBP ile yarışmaktadır. Bu açıdan Tayyip Erdoğan’ın söylediği “Biz olsaydık asardık” sözü, yeni söylenen ve MHP oylarını almak için sarf edilen bir söz değildir. Baştan beri AKP gerçeği buydu da, bazı maskelemeler veya yanılgılar nedeniyle görülmüyordu. Yoksa Tayyip Erdoğan’ın yardımcısı mı, akıl hocası mı olduğu pek belli olmayan Bülent Arınç’ın, ikibinli yıllarda meclis kürsüsüne çıkarak, “Öcalan dosyası niye meclise getirilmiyor?” diye kaç kez sorduğu unutuldu mu? Yine 2002’de idam cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilirken Bülent Arınç’ın sözcülüğündeki meclis grubunun idamdan yana oy kullandığı unutuldu mu? Bu zevatın, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek Kenan Evren cuntasının her hafta insan astığı süreçte bu idamlardan yana olduğu ve desteklediği bilinmiyor mu?
Bütün bunların hepsi yakın tarihte yaşadığımız ve bilincimizde canlı olan gerçeklerdir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan doğru söylemekte ve kendi gerçeklerini ifade etmektedir. Kaldıki bunları yeni de değil, her zaman söylemektedir. Yani Türkiye’nin en tehlikeli faşisti AKP ve Tayyip Erdoğan’dır. En zalim ve sinsi Kürt düşmanı yine bunlardır. Bütün bunlar yaşamın ortaya çıkardığı gerçeklerdir. Fakat gerçek böyle olmasına rağmen, algılar farklı olmaktadır. Bunda çaresizlik içinde gerçeği görmek istemeyip farklı algılamak zorunda kalmalar rol oynadığı gibi, psikolojik savaş uzmanı yandaş medyanın çarpıtma, cilalama ve maskeleme çabaları da rol oynamaktadır.
Şimdi artık bu cilalar da dökülüp AKP gerçeği iyice açığa çıkmış durumdadır. En azından Kürtler açısından bu durum gerçekleşmiştir. AKP’nin sahte dincilik yaparak Kürtlere dayanmaya çalıştığı gerçeği dikkate alınırsa, şimdi bu kanadının tümden kırılmış olduğu söylenebilir. 12 Haziran seçim sürecinin açığa çıkardığı en önemli gelişme herhalde budur. Bundan sonra da bunun devamı geleceğe benzemektedir.
Biz, zaman zaman AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğine dikkat çekmeye çalışmıştık. Aslında ortada AKP diye bir şey yoktu, tamamen ABD türetmesi bir oluşum vardı. ABD siyaseti, “yürü ya kulum” demiş, Tayyip Erdoğan da yürümüştü. ABD’nin, “milli görüşçü” İslami Harekete, yani Necmettin Erbakan liderliğindeki harekete yönelik müdahalesi sonucu ortaya çıkmıştı. Bu gerçekleri asla unutmamak gerekir.
AKP ve Tayyip Erdoğan, 28 Şubat 1997 postmodern darbesinin ortaya çıkardığı bir oluşumdur. ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin “milli görüşçü” İslami Harekete yönelik tasfiye müdahalesi AKP ve Tayyip Erdoğan’ı yaratmıştır. Dolayısıyla İslami Harekete yönelik bir ihanet ve tasfiye akımı olarak ortaya çıkmıştır. Necmettin Erbakan liderliğindeki İslami Hareketi tasfiye ederek, ABD hizmetinde sahte Müslüman bir hareket olmayı ifade etmiştir.
Bu gerçeği Necmettin Erbakan taraftarları çok iyi bilirler. Onüç yıl boyunca “siyasi yasaklı” adı altında Necmettin Erbakan’ın ne hale getirildiğini ve nasıl kahrından öldüğünü herkes gördü. Bu nedenle, AKP ve Tayyip Erdoğan gerçeğinin hain, tasfiyeci ve işbirlikçi özelliklerini asla unutmamak lazımdır. Bunların dıştan, ABD tarafından görevlendirilmiş olduğunu bilmek gerekir.
Şöyle de formüle edebiliriz: Son kırk yıldır ABD ve işbirlikçileri, kendilerine karşıt olan demokratik akımları tasfiye etmeye çalışıyorlar. Baykal, Perinçek ve benzerleriyle sol ve sosyalist hareketi tasfiye etmeye çalıştılar. AKP ve Tayyip Erdoğan eliyle de “milli görüşçü” ve demokrasiye açık İslami hareketi tasfiye etmek istediler. 28 Şubat olayı işte böyle yaşandı. AKP gerçeği işte budur.
Doğrusunu söylemek gerekirse, AKP ve Tayyip Erdoğan kendilerine verilen bu görevi başarıyla yerine getirdi. Onu görevlendirenler bu başarısını görünce, ellerindeki bu kozu bırakmayıp yeni hedeflere yönelik kullanmak istediler. İşte bu ikinci hedef Kürt Özgürlük Hareketi oldu.
AKP ve Tayyip Erdoğan, esas olarak 1997-2002 yılları arasında İslami Hareketin işini bitirdi. 3 Kasım 2002’de ise, hem bu görevini tamamlamak ve hem de Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek amacıyla iktidara getirildi. Kendisine yüklenen esas görev, Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin tam başarıya götüremediği uluslararası komployu başarıya götürmekti.
AKP, tam dokuz yıldır bu görevi başarmak için çalışıyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edebilmek için izlemediği yöntem, yapmadığı ittifak, çalmadığı kapı kalmadı. Allah ve ABD ne verdiyse Tayyip Erdoğan da Kürtlere karşı kullandı. Fakat şimdiye kadar başarılı olamadı. İşte Tayyip Erdoğan ve AKP’yi bu seçim sürecinde çılgınlaştıran ve “çılgınsever” haline getiren gerçek budur.
Bir aydın, “ya AKP Kürt sorununu çözer, ya da Kürt sorunu AKP’yi çözer” demişti. Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edemeyen AKP, şimdi bu hareket tarafından tasfiye ediliyor. Önümüzdeki sürecin en ciddi gelişmesi bu olacağa benziyor!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar
Dünya da kendi halkına karşı herhalde en çok kullanılan insanların başında Kürtler gelirdi. Öyle ki silah kuşanır kendi kanından, canından olana karşı saldırıya geçerdi. Yine birilerinin silahını alıp kendi kardeşini vurduğu halde bu ayıplanması gereken eylemi utanmadan, sıkılmadan etrafına anlatırdı. Ne de olsa büyük bir mertlik yapmış sayılırdı!
Hâlbuki dünyanın neresine giderseniz gidin, kendi halkına karşı silah kuşananlar af edilmezler. Kabul görmezler. İtelenirler. İğrenilirler. Dediğimiz gibi ne var ki bu iğrenti durum uzun yıllar hatta çok fazla uzun yıllar övgü kaynağı olabilmiş ve kendi toplumu içerisinde bile dinlenme kitlesine kavuşabilmiştir.
Evet, başka halklarda ret edilen, kabul görmeyen ve dıştalanan herhangi bir eylem biz Kürtlerde eskiden kabul gördüğü gibi puan toplamanın da vesilesi olabilmiştir. Bunu Kürdistan özgürlük hareketi “ihanetin içselleşmesi” diye tanımlamıştı. İhanetin içselleşmesi demek ihanetin farkına varmamak demektir. Yaşadıklarının ne anlama geldiğinin ayırdın da olmamak demektir. Özcesi bihaber yaşamak demektir.
Kürdistan’da en büyük eylem nedir diye sorulacak olsalar verilmesi gereken ilk cevaplardan bir tanesi herhalde ihanetin teşhir ve tecrit edilerek karantina altına alınmış olması demek gerekir.
Kürdistan’da çok şey değişti. Köprülerin altından çok sular geçip gitti. Hani derler ya “akan bir sudan bir kere yıkanır” diye. Kürtler özgürlük mücadeleleriyle artık eskisi gibi kendilerine ihanet etmeyecekleri gibi, kendi içlerinde çıkacak ihanete de göz yummayacaklarını da açıkça her gün meydanlarda haykırmaya başladılar.
Evet, çok şey değişti ancak değişmeyen bir şey varsa oda halen faşizmin militaristinden sivil olanına kadarını yaşayan TC devletinin ve onun birçok uzantısı olarak varlık bulan kurum ve partilerinin halen kürdü eski Kürt olarak bilmeleridir. Ya da kürdün, eskisi gibi olduğuna inanmalarıdır.
Biz dedik Kürt çok değişti diye. Kendisine özgüveni arttı. Örgütlendi. Güçlendi. Kaderini eline alacak düzeye getirdi kendini. Ve tabii ki buna bir de artık kendi alternatif sistemini kurmaya doğru gittiğini de eklemek gerekir.
Eskilerden Kürtler yapmak istemediklerine karşı durmaya kalkışsalardı da alternatifleri yoktu. Yapmak zorunda kaldıklarını yapmamak için seçenekler olması gerekirdi. Lakin seçenekler yoktu. Yine sömürgecilerininkine muhtaç kalarak, sömürgeci sistem içerisinde sömürgecilerin yani işgalcilerin bize empoze ettiklerini yapmak zorunda kalırlardı.
Ama artık geçti o günler. Hiçbir Kürt yapmak istemediğini yapmak zorunda değildir. Yapmak istemediğine rest çekerek meydanlara çıkabilir ve daha da ileriye giderek restlini tamamlayarak dağlara çıkabilir. Yollar sonuna kadar açıktır.
Eskilerden Kürtler TC askerliğine gitmek zorundaydılar. Artık buna gerek yoktur. Öncelikli olarak gençseniz askerlik yapmayın. Ya da yaşınız büyükse çocuklarınızı askere göndermeyin.
Devlet korkunç çirkin bir oyun uyguluyor. Kürt gençlerini öncelikli olarak kısa acemi eğitimlerinden sonra Kürdistan’a askerlik yapmak için gönderiyor. Yani ön cephede bizlere yani gerillaya karşı Kürt gençlerini çıkarıyor. Bu ahlaksızlığın en dibe vurmuş halidir. Bizim elimizle Kürt gençlerini vurdurtarak kendince bir taşla iki kuş vuruyor. Hem ölen Kürt gencidir hem de kendince bu akan kandan nemalanarak Vatan Millet Sakarya edebiyatının yanına bir de kardeşlik lafı ekleyerek kendince puan toplayacaklar.
Evet, hiçbir Kürt genci buna gelmemelidir. Aslında hiçbir Türk genci de diye eklemek gerekir.
Tekrardan söyleyelim; öncelikli olarak askere gitme, askerdeysen askerlikten firar et. Kaldı ki bunun adı firarda değildir. Kimse bizi kendi çirkin emelleri için hizmetçi konumuna getirememelidir. Askere gitme ve Kürdistan’ın her yerinde istediğin gibi kal. Daha ilerisini istiyorsan gerillaya gel. Dağlara gel.
Birileri diyecek ki gerillanın ülke görevi sınırsızdır. Çok uzun yılları alıyor. Evet, bu doğru bizler özgürlük günlerine kadar halkımız için dağlarda nöbet tutacağız. Ve bu nöbet tutma anlarında kimimiz ebediyen bu topraklardan ayrılıyor ve sonsuzluklar diyarlarına göç ediyoruz.
Ancak herkes böyle olmak zorunda değildir. Bu tarz gerillacılığı Kürt halkının en fedai gençliği üstlenmelidir. Ancak profesyonel gerillacılığa tümden kendisini yatıramayan, ya da yatıramayacak olan-çünkü her insanımızın şartları biraz farklıdır-gelip birkaç ay ülkesine hizmet ederek hatta biraz da eğitim görerek tekrardan kendi yerine dönebilir.
Özcesi her Kürt genci kendi ülkesine hizmet etmek için birkaç ay gönüllü hizmetlerde bulunabilir. Geçmişlerde yurt dışında birkaç aylığına dağlarda gerillaya doktorluk yapmak için gelen değerli yurtsever doktorlar olmuştu. Onları halen gerilla minnetle anıyor. Neden bu minnetle anılacakların arasında sende olmayasın.
Evet, yeniden belirtelim; TC askerine gitme. İlk elden yönünü dağlara ver. Yok, dağlar ağır gelecekse dağlarda gönüllü birkaç ay halka hizmet için gel. Ancak kesinlikle TC askerliğini yapma, TC askerliğinde bulunuyorsan firar et.
Evet, gün tek bir dakika bile TC’ye askerlik yapmama günüdür.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Başka renkleri, görüşleri, inançları, düşünceleri kabul etmeyen, tekçiliği, tek rengi, tek ırkı, tek inancı, tek görüşü esas alan, ancak bunu yaparken de başka olanlara tahammül göstermeyerek ya etkisiz kılarak eritmeyi önüne koyan, hatta daha ileri giderek Hitler ve İttihatçılar tarafından uygulandığı gibi fiziki katletmelere kadar götüren rejime, düzene, bakış açısına faşizm demek yanlış olmayacaktır.
Faşizmin bekçiliği ise, hiç şüphe yoktur ki, bu rejime ve düzene korumalık yapmak demek olacaktır. Faşizm karakteri gereği anti insanidir, insanlık düşmanıdır. Doğaldır ki, buna bekçilik yapacak olanlar da, anti insani ve insanlık düşmanı görev yapmış olurlar.
Biz Kürtler tarihi bir süreci yaşıyoruz. Bu tarihi sürece yaklaşık 30 yıldır girilmiştir. Elbette tarihin her anı, bir halk için tarihidir. Ancak tarihte öyle anlar vardır ki, yaşarsan yaşarsın, yoksa da elinden yitip gider. Yani bu tarihi anlar tekerrür etmez, biricik olmalarından kaynaklı da tarihidir.
Kürtler tarihi bir anı yaşıyorlar. Bu tarihin zirve anlarını içerisinde geçtiğimiz bugünlerde yaşanmaktadır. Zirveler ya beraberinde başarıyı getirir ve kemale erişilir ya da zirveler -en üst nokta olduğu için- başarıyı getirmezse inişe götürür.
Biz Kürtler tarihen çok önemli olan bu anda, zirvedeyiz. Yapılması gerekenlerin çoğu yapılmıştır. Halk ayakta, gerilla ayakta, coğrafya ayakta, insanlık ayaktadır. Gerisi bir hamleyle zirveden başarıyla çıkmaktadır.
Evet, tarihi bir anın eşiğinde olan bir halkın evlatları olarak, bizden, belki normal anlarda yapamayacaklarımızın yapılması isteniyor. Bu tarihi tercih ile her Kürdistanlı yüz yüzedir.
Bir Türkiye aydını birkaç ay önce faşizmin tanımı bizden daha iyi yaparak; buna “Zihniyet Polisliği” demişti.
Ardından da bunu: “Egemen gücün kendisi için tehlikeli ve zararlı bulduğu düşünceyi, polis ve yargı yoluyla susturmaya çalışması” diye tanımlamıştı. Biz buna bir de; askeri gücüyle yok etmek istemenin yanı sıra, topyekûn gücünü devreye koyarak bir halkı teslim almak olarak tamamlayalım.
Varlığını topyekûn tehdit eden, yok etmek isteyen, eriten, seni sen olarak kabul etmeyen, asimilasyonu sonuna kadar götüren, tekçilikte ısrar ederek, tekçiliği ret eden ve tekçiliğe karşı duranları hedef tahtasına oturtan bir zihniyete, uygulamaya karşı yapılması gerekenler nettir:
a-polis isen polisliği bırak.
b-asker isen askerliği bırak. Gidecek yerin yoksa dağlara gerillaya katıl
c-devlet memuru isen memurluğu bırak
d-tekçi zihniyete sahip herhangi bir partideysen bu partiyi bırak ve kendi partine katıl
f-halkların birliğinin dışındaysan hemen bu birliğe dahil ol
g-faşist kurumlara sorunları çözmek için gidiyorsan gitme, kendi kurumlarına giderek sorununu çöz
h-halkına hizmet etmek istiyorsan, birkaç ay dağlara gelerek halkına geri cephe hizmetinde bulun
Özcesi Kürdistanlıların tümü başta olmak üzere, özelde de gençleri, tarihi bu süreçten geçerken mutlaka kendi halkının yanına geçerek faşizmin bekçiliğini yapmamalıdırlar. Faşizmin nerede bekçileri varsa bunları etkisiz kılarak üzerlerine düşen görevi yapmalıdırlar.
Faşizan rejim:
“Kastettiğimiz, her fedakârlığa katlanarak yurdumuzun elemanlarını tek bir ulus ve tek İslam dini fikrini benimsemeleri için çalışacağız, öyle ki çoğunluk ve azınlıklar, Yunanlılar, Türkler, Ermeniler ve Yahudiler söz konusu olmasın, ‘sizler ve bizler’ diye bahsedilmesin” türünden tekçi bir toplum yaratmak istiyorlar. Türk egemenlerinin tarihinde biliyoruz ki bu zihniyet daha sonra Rum ve Ermeni halklarımızın tasfiyesini beraberinde getirdi.
Şimdi de benzeri böyle bir tarihi eşikten geçiyoruz. Biz halk olarak her zamankinden daha fazla özgür günlere yakınız. Diğer taraftan faşizan hükümet ve onun kurumları halkımızı ve halkları esaret altına almaya her zamankinden daha hevesli görünmektedir. Hele bir de, ABD’nin pragmatist Ortadoğu politikaları için bugünlerde daha fazla bu faşizan hükümetin yanında olduğu göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Keskin tarihi bir dönemeci yaşarken hiçbir Kürt genci TC askerliğine, polisine gitmemelidir. Her Kürt genci tümden gerillaya katılmak istemiyorsa bile dağlara gelip 6 aylık geri cephe hizmetini yaparak zirveleşen halkın yanında yerini almasını bilmelidir.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan’da 27 yıldır kesintisiz bir savaş sürüyor. Bir yandan dünyada eşine ender rastlanılan bir soykırım rejimi, diğer yandan bu soykırım rejimine karşı direnişe geçmiş bir halk gerçekliği. Yine eşine ender rastlanılan güç dengesizlikleri içerisinde yürütülen bir özgürlük kavgası.
Bir yandan dünyanın tüm iblislerin desteklerini alan bir faşizan rejim, öbür tarafta ise sadece ve sadece kendi halkına dayanan özgürlük savaşçıları.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, neresine bakarsanız bakın bu düzeyde kalabalık nüfusa sahip bir halk bu kadar baskı altına alınmamaktadır. Yine dünyada bu denli var oluş haklarından mağdur edilen, alıkonulan bir halka da rastlayamazsınız.
Dünyada herhalde dili yasak edilmiş tek halk Kürtlerdir. Dünya da yaşadıkları toprakları bu denli yasak edilmiş olan tek halkda yine Kürtlerdir.
Başka ülkelerde ezen ülkenin halkı ezilen halkların yanında yer alırlar. Empati beslerler. Dayanışma içerisinde olurlar. Ancak Kürtler ve Kürdistan söz konusu olduğunda Kürtlerin en küçük mücadeleleri eşi benzeri görülmemiş bir biçimde aforoz edilir. Saldırılara uğrar. En küçük hak talep etmelere karşı kıyametler kopartılır. Öyle ki Kürtlerin kendi topraklarına sahip çıkmaları bile yadırganır.
Evet, dünya da ender uygulanan bir statüyle karşı karşıyadır Kürtler. Bu statüsüzlüğü Kürtler kabul etmedikleri için devasa bir mücadele içerisine girdiler. Silahlı silahsız derken Kürtler topyekûn ayağa kalktılar. Daha da önemlisi farklı farklı düşünen Kürtler ilk kez bir araya gelerek kendi var oluşları için mücadele etmeye karar kıldılar.
Evet, Kürtler tarihi bir süreçten geçtiklerini ilk kez bu denli yakacı bir şekilde fark etmişlerdir. İlk kez bu denli ulusal birliğin ihtiyacı açığa çıkıyor. Kürtler bir araya gelmeden, birleşmeden, güç birliği oluşturmadan komple işgalci ve emperyalist güçlere karşı ayakta kalmaları güç görülmektedir.
Tarihi bir dönemeçten geçildiği kesindir. Artık gün özgürlüğe doğru adım atmanın günüdür. Artık gün Kürtlerin topyekûn bir olma günüdür. Artık gün ortak değerler etrafında birleşmenin günüdür.
Kürtler de başka halklar gibi elbette homojen değildirler. Farklı ideolojik ve politik eğilimleri vardır. Her halk içerisinde olduğu gibi Kürtler içerisinde de bu normaldir. Hayaller, istemler ve düşünceler bazı noktalarda ayrışabilir. Ancak Kürt halkının özgürlüğü konusunda benzer olan görüşlerin, mutlaka kendilerini bir cephede güç yaparak, Kürtler arasında bir sinerji yaratmaları şarttır. Fikir ayrılıkları bu tarihi süreçte kan kaybına yol açmamalıdır. Tersine fikir ayrılıkları başka kesimlerle Kürtleri dayanışmaya götürecek düzeyde örgütlenerek, Kürt halkının ulusal değerlerine ve özgürlük taleplerine katkıları olursa anlamlı olabilir.
Aksi taktirde gelecekte Kürdistan tarihi yazılırken bu tarihi süreçte farklı duran her duruş mahkûm edilecek ve Kürt tarihiyle oynandığı eleştirisine haklı olarak maruz kalacaktır. Bu ciddi tarihi bir vebaldir.
Tarihi bir süreçten geçerken ve yarın tarihle oynadınız eleştirisine maruz kalmamak için öncelikli olarak hiçbir Kürt ulusal birlikten uzak durmamalıdır.
Bunun birinci adımı olarak hiçbir Kürt, Türk ordusunda askerlik yapmamalıdır. Hiçbir Kürt genci Türk ordusuna gitmemelidir. Türk ordusuna zoraki askerlik yapma yerine, özgürlük saflarına katılarak Kürt halkının özgürlüğü için dağlara gelmelidir. Dağlara gelme imkânları olmayanlar bu imkânları araştırmalıdır. Ve dağlara gerçekten gelme imkânı olmayanlar, bu duruma el verişli olmayanlar ise Vicdani Ret haklarını kullanmalıdırlar.
Ya özgürlük dağlarına bir özgürlük sevdalısı olarak gelinmelidir ya da asla ama asla Türk ordusuna gidilmemelidir.
Son süreçte onlarca Kürt genci askerlik yaparken katledildi. Yine başka halkların evlatları da Türk ordusunda katledildiler. Bunun için başka halkların çocukları da Türk ordusuna askerlik yapmamalıdır.
Yine birçok çatışma da Kürt olan askerler ölüyor. Ya da yoksul ve emekçi insanların evlatları çatışmalarda ölüyor. Bu durum biz gerillaları gerçekten çok fazla üzüyor ve zorluyor.
Kürt’sen Türk ordusunun askerliğini yapma!
Yoksul ve emekçiysen Türk ordusunun askerliğini yapma!
Vicdanlı ve demokratsan Türk ordusunun askerliğini yapma!
Kültürlü ve hoşgörülü isen Türk ordusunun askerliğini yapma!
İnsancılsan, hümanistsen Türk ordusunun askerliğini yapma!
Müslüman isen, ılımlı İslamcı diye geçinen amerikancı tayfadan değilsen hemen Türk ordusunun zoraki dayatmalarından kaç ve ordudan firar et!
Başka halkların topraklarında askerlik yapma. Firar et. Gerillaya karşı savaşma!
Türk ordusunun binlerce paralı askeri vardır. Binlerce lejyoneri vardır. Mavi, sarı, kırmızı, turuncu derken kahverengi bereli askerleri vardır. Hatta türkuaz renkli bereli askerleri de vardır. Yine dediğimiz gibi binlerce, bol parayla kontrat imzalamış askeri var. Savaşa gelecekse bunlar gelsin. Gerillaya karşı savaşmak istiyorsa bunlarla Türk ordusu gelsin, ne de olsa Türk ordusunun binlerce profesyonel diye bilinen paralı askeri var. Bunlar Kürdistan’a gelsin.
Senin bir Kürt ve halk çocuğu olarak Türk askerliğinde bir işin yoktur. Bunun için gelme. Orduda firar et. Kaç. Türkiye’den ayrıl. Başka yerlere göç et. Ya da dediğimiz gibi gerillaya gel. Ama her halükarda Türk askerliğine gitme…
Hayri Engin
- Ayrıntılar
2004 yılında özgürlük hareketi tarafından başlatılan direniş hamlesinin 8 yılına adım atacağız. Arada tam yedi yıl geçiyor.
Kürt özgürlük hareketi en az 18 yıldır Kürt sorununu daha doğrusu Türk sorununu silahsız olarak çözmek için elinden gelen tüm çabayı harcadı. 1984 ile 1993 yılları arasında tek yol silahlı devrim olarak ele alınırken, 17 Mart 1993 yılından itibaren her zaman çözümün anahtarı olarak demokratik siyasal mücadele ele alınmaya çalışılmıştır.
Hikâye uzundur, çokça yazılmıştır, çokça dile getirilmiştir. Ateşkesin provake edilmesi, çeteler, faşistleşen bir devlet aygıtı derken önderliğimizin esaretine kadar bu durum sürmüştür.
Önderliğimiz Avrupa’ya çıkmadan da, çıktıktan sonra da demokratik siyasal mücadele yöntemlerinde ısrar etmiştir. Bu ısrarını birçok belgede bulmak mümkündür. Kaldı ki önderliğimizin nerede olursa olsun yaptığı tüm konuşmaları belgeli olarak tüm parti yapımıza sunulmuştur. Önderliğimizin her tartışması pratikte bulunan yoldaşlara; bunlar Ortadoğu’da olsalar, Asya’da da olsalar, Avrupa’da da olsalar ve dağda da olsalar eğitim ve bilgilenme açısından her zaman onların eline ulaşmıştır. Bu bizde bir önderlik ilkesidir. Bu ilke esasta kendi kadrolarına ve dünya demokratik kamuoyuna karşı şeffaf olma ilkesidir.
Evet, önderliğimiz Kürt sorununu demokratik siyaset yolluyla çözmek için çok çaba harcamıştır. 1999 yılında dünya da eşine ender rastlanılan bir komployla Türk devletinin eline esir edildikten sonra da, emperyalist kapitalist modernist güçlerin oyunları bozmak için bile olsa, barış girişimlerini tüm tahriklere rağmen sürdürmüştür.
İlk elden kıyamet gününü andıran eylemlerimizi durdurmuştur, ardından silahlı güçlerimizi güney Kürdistan’a çekmiştir. Peşinden iyi niyet gösterisi olarak dağda ve Avrupa’da iki barış gurubunun gönderilmesini sağlamıştır derken uzun vadeli halk savaşı stratejisini değişimini sağlayarak paradigma değişikliğini sağlamıştır. Uzun vadeli halk savaşı yerine Meşru Savunma Stratejisini geliştirmiştir.
Özcesi önderliğimiz Kürt özgürlük hareketi, Kürt sorununu çözmek için atılması gerekli ne kadar adım varsa atmış hatta daha fazlasını da atmıştır. Ne kadar iyi niyet adımı varsa atılmıştır. Ne kadar jest gerekiyorsa yapılmıştır.
Ne var ki önderliğimizin bizleri -yani gerillayı ve tüm partiyi ikna ederek attırdığı adımları -TC devleti özelde de 3 Kasım 2002 yılında iktidara gelen Akepe, zayıflık olarak ele almış ve tüm iyi niyet ve jestleri görmezden gelerek adım adım Kürt özgürlük hareketine karşı saldırıya geçmiştir. Bu saldırılarını sadece dağlarda yapmamıştır bu saldırılara paralel olarak partimizin içine el atarak, geçmişte iradesi kırılmış, yaşam olarak bizden farklı duranlara el atarak içten partimizi tasfiye etmeyi hedeflemiştir. Bu saldırıları yaparken güç aldığı temel etken ise 11 Eylül 2011 ikiz kulelerine karşı yapılan saldırı olmuştur. ABD’nin dünya ölçeğinde başlattığı karşı hamleyi kendisi için önemli bir destek olarak görmüştür. Nitekim ABD’nin Afganistan ve Irak saldırıları Akepe hükümetinde çok büyük umutlar yaratmış olmalıdır ki Kürt özgürlük hareketine karşı saldırılarını daha da pervasız hale getirmişlerdir.
Akepe hükümetinin ABD ile işbirliği temelinde özgürlük hareketine yönelmesi daha da hız kazanarak açık bir tasfiye planına dönüşünce, önderliğimizin ve hareketimizin tüm barış çabaları görmezden gelinerek boşa alınınca özgürlük hareketi yeniden bir değerlendirme sürecine girmiştir. Bu yeniden değerlendirme süreci esasta 1 Haziran 2004 yılında başlayan direniş sürecine giden yolun kendisi olmuştur.
15 ağustos 1984 yılında başlayan gerilla direnişi yok oluşu neredeyse tamamlanmış bir halkı gün yüzüne çıkarma eylemliliği ve direnişi olmuştur. Adeta düşmanın yarattığı o köhnemiş kişiliğe sıkılan ilk kurşun gibi geriliklere sıkılan 15 ağustos kurşunu Kürtleri yeniden tarih sahnesine çıkartmıştır. Kürtlerin yok oluş sürecini durdurmuş ve adım adım direnişten, dirilişe kadar götürmüştür. 1990’ların başların da artık Kürt halk direnişi görkemli Serhildanlarla -o yıllarda Kürt İntifadası deniliyordu- Kürt dirilişini sağlayarak sıra Kürt halkının kurtuluşuna gelmiştir. Ve bu süreci yani kurtuluşa giden süreci özgürlük hareketi 1993 yılında başlatılan tek taraflı ateşkesi ile de ilan etmişti.
Kürtler artık tarihe gömülmemek üzere yeryüzüne çıkmışlardı. Şehit Serbest Kıçi yoldaşın Dağlar Konuşsun adlı anı romanında yazdığı gibi “artık cin şişeden çıkmıştı, onu yeniden şişeye koymak mümkün değildi.” Ve Kürtler artık özgürlüklerini sağlamak ve kurtuluşlarını elde etmek için tarih sahnesine çıkmışlardı.
3 Kasım 2002 yılında iktidara gelen Akepe Kürtlerin bu özgürlüklerini ve kurtuluşlarını sağlama eyleminin önüne geçmek için yeniden bir tasfiye girişimi başlatmanın da adı olmuştur. Akepe para babaları olan ABD’nin uşaklığını, Onkel Sam’in direktifleri doğrultusunda Ortadoğu’ya bir ihanet hançeri olarak yerleştirilmişlerdi. ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarını uygulamak için iktidara getirilen bu ihanetçi ve işbirlikçi güç ilk yaptığı iş Kürt özgürlük hareketine karşı saldırıya geçmek olmuştur. Yaratılan tüm değerleri yeniden ters yüz etmek amaçlı yeni bir tasfiye konsepti devreye koymuşlardır.
İşte 1 Haziran 2004 yılında başlatılan direniş hamlesini anlamak istiyorsak öncelikli olarak Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine karşı ABD önderliğinde Akepe eliyle geliştirilen Kürt halkını tasfiye etme konseptini iyi anlayacağız. Aksi taktirde 1 Haziran hamlesinin tarihi önemi anlaşılamaz. Anlaşılsa da eksik anlaşılır.
Bu bağlamda 1 Haziran 2004 hamlesi Kürtlerin varlıklarını savunma ve özgürlüklerini sağlama alma direnişi olarak tarihi bir süreci başlatmanın da adı olmuştur. Nasıl ki 15 Ağustos 1984 Kürt halkının diriliş tarihinin adı ve künyesi olmuşsa, 1 Haziran 2004 direnişi de Kürt halkının özgürlüğüne inadına sarılarak kendi varlığını koruma ve mutlaka özgürlüğünü sağlama direnişi olarak şimdiden tarihte yerini almıştır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Oturup adam akıllı polisin bir resmini en objektif bir biçimde çekelim. Sonrada oturup ne yapmamız gerektiğini açıkça tartışalım.
Polis, bir iktidarın kendi halkına karşı en aktif kullandığı vurucu gücüdür. Hatırlarsınız, bir Japon atasözünün “her şeyime dokunabilirsiniz, …hatta imparatoruma bile ancak polisime asla” deyişini.
Herhalde okyanusların ötesinde, kocaman bir devlet yapısına sahip olan bir Japonya bile kendi polisine bu düzeyde kutsallık ve dokunulmazlık atfediyorsa bir bildikleri vardır. Biliniyor Japonlarda, imparator aynı zamanda Japonların güneş tanrısı oluyor. Son yıllarda tanrılık iddiası olmasa da yakın zamana kadar böyle olduğunu herkes biliyor. Düşünün böylesine bir kişi için bile “imparatoruma dokunabilirsin ama polisime asla” denmesi gerçekten manidar olmalıdır.
Peki, bu polis nedir ki bu düzeyde dokunulmaz kılınmış ve böyle bir zırhla donatılmış olsun?
Kilit soru budur. İmparator gitse de, başka değerler gitse de yerlerine başkaları gelir ya da bir şekilde yeri doldurulabilir. Ancak devletin ve iktidarın koruyucu zırhı gitti mi devlet de gider, iktidar da gider. Devletin bekçiliğini yapan güç gitti mi devlet gider. Devletin ve devletin sahipleri olan egemenleri koruyan güç gitti mi tüm bu kesimler gider. Özcesi polis giderse bu baskıcı, kan emmici ve sömürücü çark dönmez.
Yukarıda dile gelenler polisin önemli ölçüde dünya ölçeğinde fotoğrafını bize veriyor. Hiç şüphe yoktur ki eklenecek çok şey olacaktır. Ancak ana hatlar herhalde bunlardır.
Türkiye’de özelde de Kürdistan’da polisin fotoğrafını yukarıda dile gelenler tanımlayamaz. Eksik ve yetersiz kalır. Genel olarak polis gücünün olmaması gerektiği açıktır. Ancak özelde Türkiye ve Kürdistan’da bu gücün asla ama asla olmaması gerekir. Nedeni ise Türkiye ve Kürdistan’da bu güç tam bir baskı hatta soykırım gücüdür.
Kürdistan’daki polislere bakın, hangisinde bir vicdan belirtisini görebilirsiniz? Göremezsiniz. Çünkü bu polis gücü Türkiye’de devleti ve iktidarı korumakla görevlendirilmiş sadece bir kolluk gücü değildir. Kürdistan’da bu polis gücü faşizmin uygulayıcısıdır. Hitler’in vurucu gücü olan SS’lerdir. Kin kusandır. Kan emenlerdir.
Meydanlara bir bakalım; çocuklarımızın kollarını kıran, analarımızı coplayan, yetmişlik dede ve nenelerimize el kaldıran, imamlarımıza saldıran, kadınlarımıza tecavüze kalkışan, siyasetçilerimize gaz bombaları fırlatan, sivil toplumcularımızı çileden çıkartan, şehitlerimize saldıran.
Evet, polis Kürdistan’da tam bir vantuz gibi, vampir gibi kan emen bir güçtür. Başka da Kürdistan’da hiçbir görevi yoktur. Faşizmin bekçisidir. Kollayıcısı ve uygulayanıdır.
Yukarıda dile gelenler aslında polisin önemli ölçüde Kürdistan’da fotoğrafını veriyor.
Peki, böyle bir halk düşmanı gücün Kürdistan’da kalması reva mıdır? Böyle bir gücün Kürdistan’da kalmasını hak ediyor muyuz? Herhalde hayır diyeceğiz.
Peki, böyle faşist SS gücünün Kürdistan’da kalmaması için ne yapacağız?
Öncelikli olarak her Kürt bu polis gücüne selam vermeyecektir. İlişkilenmeyecektir. Bir trafik polisine bile bir yol, bir adres sormayacaktır. Bu SS gücü polisler Kürdistan’da kendilerini yabancı göreceklerdir, sadece görmeyeceklerdir, bu duyguyu derinliğine yaşayacaklardır. Ve onlara yönelen her gözden korkacaklardır. Çekineceklerdir. Ürkeceklerdir.
Özcesi bu SS polisleri Kürdistan’da polislik yapmayacaklardır. Kürdistan’da kalacaklarsa polis olarak kalmayacaklardır. Herkes gibi kendilerine başka bir meslek seçeceklerdir ya da gerisin geriye kendi memleketlerine döneceklerdir. Ahlaklı bir meslek seçerek insan gibi yaşamayı deneyeceklerdir. Aksi takdirde başlarına gelecek her türden tehlikeden kendileri sorumlu olacaklardır.
Kürdistan’a çok mu ama çok polis yerleştirmişlerdir. Üniformalılarının yanına birde üniformasız yani sivil polis yerleştirmişlerdir. Ve çocuklarımıza, kızlarımıza, analarımıza, bacılarımıza, nene ve dedelerimize, öğrencilerimize, gençlerimize ve de imamlarımıza karşı en acımasızca saldıranlar bunlardır.
Biz bunları tespit edeceğiz, teşhir edeceğiz, olmadı tecrit edeceğiz, olmadı elimizde ne geliyorsa onu yapacağız. Bir Kürdistanlı genç olarak, bir Kürdistanlı yurtsever olarak yapılması gereken budur. Aynısını üniformalı için de yapacağız. Oldu ki gücümüz yetmedi o zaman bu polislerin bir resmini, fotoğrafını çekeceğiz. Adreslerini biliyorsak-ki bu adresleri özel de sivil olanlarını tespit etmek zor olmamalıdır –tespit ettikten sonra gerillaya vereceğiz.
Evet, SS polislerinin, AKP’nin dalgakıranları olan polislerin bir fotoğrafını çekip yanı başınızda duran gerillaya vereceğiz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Genel siyasal mücadele ve seçim çalışmalarının genel demokratik siyasetin gücü ile birlikte özel olarak da demokratik Kürt iradesini şimdiden ortaya çıkardığı görülüyor. Bunu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Böldürmeyiz” ifadesinden anlıyoruz. Demokratik siyasi gelişmeler devlet iktidarının başına “Bölünme” olarak yansıyor. Halbuki ortada bölünme filan yok. Dahası bölünmeyi savunan bile yok. En “bölücü” sayılan BDP’nin (genelde PKK’nin) en geniş demokratik ittifakı yaratmak için çalıştığı, bölünmüşlüğü birleştirici rol oynadığı ortada. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku bunu ifade ediyor.
O halde, Türkiye toplumunda bir bölünme değil de, milliyetçiliğin böldüğü toplumu demokratik çizgide yeniden birleştirme geliştiği halde, Başbakan Tayyip Erdoğan neden gelişmeleri “Bölünme” olarak görüyor? Neden 1990’ların ilk yarısında başbakan olan Tansu Çiller’in “Bir çakıl taşı bile vermeyiz” edebiyatını şimdi “Böldürmeyiz” sözüyle tekrarlıyor?
Bu soruların cevabı elbette önemlidir. Çünkü ortada bölücülük yapan olmazken Başbakan’ın “Bölünmeye karşı mücadele” ediyor görünmesi önemlidir. Besbelliki Başbakan’ı böyle bir reflekse götüren “Vatanın ve toplumun bölünme tehlikesi” değildir. Tersine böyle bir durum olmadığı gibi, demokratik birlik eğilimi gittikçe güçlenmektedir. İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’ı korkutan da bu gelişme olmaktadır. Devletçi sistemin ve milliyetçi ideolojinin bölüp parçaladığı toplumu gerçek demokrasinin yeniden birleştirmesi Tayyip Erdoğan’ı korkutmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın “Böldürtmeyiz” biçimindeki sezeyanı gelişen demokratik toplum ve demokratik siyasetin gücünü göstermektedir. Daha seçim olmadan Demokratik Ulus Bloku’nun bu güce ulaşıp, siyaset üzerindeki etkisini iyice hissettirme durumu yaşanmaktadır.
Son haftalarda genelde demokratik güçler, özel olarak da Kürt halkı üzerinde gittikçe yoğunlaştırılan faşist polis terörünün buradan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kitle desteğini kaybetmekte olduğunu gören AKP, bunun verdiği öfkeyle polis sürülerini halkın, kadın ve çocukların üzerine sürmektedir. Tayyip Erdoğan’ın “Böldürtmeyiz” talimatı halka dönük faşist polis terörü olmaktadır.
AKP yönetiminin günümüzde topluma ve Kürt halkına yönelik uyguladığı faşist terörün yakın tarihte yaşanmış iki benzeri vardır. Birincisi 1980-1985 arasında Kenan Evren başkanlığındaki 12 Eylül cunta yönetiminin terörü, ikincisi ise 1991-1995 arasında Demirel-Çiller-Güreş çete yönetiminin uyguladığı terördür. Bu iki terör sürecinin ağır acılar yaratan uygulamaları hâlâ toplumun belleğinde taptazedir. Bu iki terör dönemindeki binlerce karanlık olay hâlâ aydınlatılmış değildir ve demokratik siyaset bu durumu aydınlatma çabası içindedir.
Birinci terör dönemini simgeleyen söz “Asmayalım da besleyelim mi?” olmuştur. Bu mantıkla hareket eden Kenan Evren cuntası, elli civarında genci idam ederken, onunla birlikte binlercesini gizli katletmiş, onbinlercesini yaralayıp sakat bırakmış, yüzbinlercesini de tutuklayıp işkenceden geçirmiştir. “Anarşi, terör, bölücülük ve yıkıcılığa karşı mücadele” adı altında Türkiye ve Kürdistan’da eşi az bulunur bir terör uygulamasında bulunmuştur. Kenan Evren de her fırsatta “Vatanı ve milletin böldürtülmeyeceğini” söylemiş ve bu refleksle hareket etmiştir.
İkinci terör dönemini simgeleyen söz “Ya bitecek ya bitecek” ifadesi olmuştur. “Terörü bitirme” yaklaşımı temelinde bu sözü kendine slogan eden Tansu Çiller, terör yerine Kürt halkını bitirmeyi hedefleyen bir topyekûn özel savaşın yürütücüsü olmuştur. Bu dönemde onyedibin “faili meçhul” katliam olayının yaşanmış olduğu kabul edilmektedir. Dönemin başbakanı Tansu Çiller de, her fırsatta “Bir çakıl taşı bile vermeyiz” diyerek, bu ağır faşist terörü “Böldürtmeme” refleksiyle uyguladığını ortaya koymuştur.
Şimdi dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın da aynı sözleri söylediği ve aynı refleksle hareket edip benzer bir faşist terör politikasını uygulamaya koyduğu gözleniyor. Gün geçtikçe ve Kürt halkının direnişi sürüp demokratik siyaset geliştikçe Tayyip Erdoğan’ın bu gerçeği daha net bir biçimde açığa çıkıyor. Bu temelde Tayyip Erdoğan’ın Kenan Evren’e benzediği, gittikçe daha çok Çillerleştiği açık bir biçimde görülüyor.
Peki bu durumun ardında ne vardır? Besbelliki Tayyip Erdoğan şimdiye kadar maskeliymiş, kendi gerçek yüzünü gizliyormuş. Gerçekte bir Türk-İslam sentezci, yani dinci milliyetçiyken, sanki liberal, yenilikçi, demokrasiye açıkmış gibi kendini göstermiş. Şimdi yaşanan gelişmeler sonucunda artık bu maskeyi taşıyamıyor ve gerçek yüzü açığa çıkıyor. Birinci yan budur.
Tayyip Erdoğan’ı Çillerleştiren ikinci ve daha önemli neden ise, ABD politikalarıdır. Bilindiği gibi, Tansu Çiller de ilk iktidar olduğunda Kürt sorunu için “Bask modeli tartışılabilir” demişti. Buradan başlayarak “Ya bitecek ya bitecek” nakaratına varan bir topyekûn terör saldırısının sahibi oldu. Elbette onu bu noktaya götüren şey, ABD ile ilişkileri ve ABD-İngiliz politikalarıydı. Şimdi Tayyip Erdoğan’ı da adeta yeni bir Çiller versiyonu olarak yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan da “Kürt sorunu benim sorunum” diyerek işe başladı ve şimdi ABD’den aldığı talimatlar doğrultusunda “Kürt sorunu artık bitmiştir” ve “Böldürtmeyiz” demeye başladı. Ve Çiller dönemini aratmayacak bir faşist polis terörünün önünü açtı.
Dahası Tayyip Erdoğan’ın seleflerinden daha çok bir demagoji ustası olduğu gözleniyor. Bu temelde her şeyi çok rahat çarpıtıp tersyüz edebiliyor, yüzü bile kızarmadan her türlü yalanı söyleyebiliyor. Meydanlarda milletin karşısına çıkıp pişkince “Hiç ordu silah bırakır mı?”, “Hiç polis silah bırakır mı?” diye sorabiliyor. Sanki “ordu ve polis silah bıraksın” diyen var! Bunu şimdi düşünen tek kişi herhalde Tayyip Erdoğan olsa gerek.
Yoksa herkes biliyorki ordu ve polis silah bırakmaz. Silah bırakırsa ordu ve polis olmaz. Ordu ile polis silah bırakmaz, bu doğru; fakat Kürt halkı da kendi kaderini ve güvenliğini kendine karşı savaş için eğitilip örgütlenmiş bu katil sürülerine bırakmaz, bırakamaz. Bu gerçek birincisinden daha hayati önemde bir doğrudur. Bunu da Tayyip Erdoğan ve arkadaşları biliyor mu? Kim kimi kandırmaya çalışıyor?
Yaşadığımız kritik ve hayati önem arzeden süreç maskeleri düşürüp gerçekleri daha net ortaya çıkarıyor. Tayyip Erdoğan’ın Evrenleşen, Çillerleşen yüzü artık çok daha net olarak görülüyor. Dolayısıyla Kürt halkı bu düşman yüzü artık çok daha açık olarak görebiliyor. Bunu da meydanlarda faşist polis terörüne karşı gösterdiği kahramanca direnişte ortaya koyuyor. 12 Haziran seçiminde AKP’yi sandığa gömerek de daha net koyacak!..
Selahattin ERDEM
Özgür Politika
- Ayrıntılar