Hrant Dink katledildiğinde on binler sokaklara inerek “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni'yiz” pankartları taşımışlardı. Ve bugün 19 Ocak, yani Hrant’ın katledilişinin yıldönümü.
Doğrusunu söylersek o günlerde de “Hepimiz Ermeni'yiz” sözleri bize dokunaklı gelmişti. Ne de olsa gerilla mücadelesine başlar başlamaz en çok faşist devlet bize Ermeni diyerek saldırmıştı. Bizim ne kadar Ermeni olduğumuzu ispat etmek için atmadıkları takla, atmadıkları iftira kalmamıştı. Kendilerince bizi Ermeni ilan edebilirlerse geçmişte kandırdıkları Kürtleri yeniden kandırabilecekler, bu kez de bize halkımızı düşman edebileceklerdi. Nitekim bizim Ermeni ilan edilmemiz değil ki etkili olmadı.
Faşist devlet Ermenilerin her türlü kötülüğün kaynağı ilan ettikleri için bizim bu kimlikten kaçmak için Ermenileri karalayacağımızı sandılar. Hatta halkımızı da buna göre örgütleyeceğimizi düşündüler. Ama yanıldılar. Ve sandılar ki biz 80-90 yıl önce Ermenilere ve Asurîlere karşı kışkırtılan Kürtleriz. Ve sandılar ki Kürt halkı yüz yıl önce Ermenilere ve Asurîlere karşı kışkırtılan hatta 1895-96 yıllarında Osmanlılarca oluşturulan Hamidiye Alaylarının eliyle Ermenileri katleden aynı egemenlerce yürütülen Kürtleriz. Ve sandılar ki “gâvur” söylemleriyle Kürt halkını kandırabilirler.
Ama unuttular ki bizler Kürdistan özgürlük gerillaları olarak ilk günden başlayarak halkların özgür, eşit, demokratik ve kardeşçe birliğinden yanaydık. Ve unuttular ki biz hem Kürt’üz, hem Türk’üz, hem Arap’ız, hem Asurî’yiz, hem Ermeni’yiz, hem Laz’ız, hem Felah'yız, hem Gürcü’yüz, hem Çerkez’iz. Ve tabi unuttular ki biz her halktan ve her inançtayız. Bunun için bizim onların hakaret etmek için sarf ettikleri “bunlar Ermeni'dirler” sözlerini hiçte hakaret olarak almadığımızı, tam tersine bu kimliği eğer Ermeni halkı kabul ederse gönüllüce o zaman kabul ettiğimiz gibi bugünde aynı onurla taşıyacağımızdı. Bunun içindir ki onların tüm oyunları boşa çıktı ve ondandır ki halkımız yüz yıllarca aynı topraklarda birlikte yaşadıkları Ermeni ve Süryanilere her zamankinden çok daha fazla saygı duyuyor ve onlarla aynı topraklarda yeniden kardeşçe yaşamın tüm yollarını bulmak için olağan üstü çaba sarf ediyor.
Evet, Hrant katledildiğinde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sözleri bunun için bize çok fazla dokunmuştu. Şimdi arada tam 5 yıl geçti. Bu kez ise Hrant’ı katledenlerin nasıl beraat edildiklerini, nasıl korunduklarını gördüğümüzde herkesten çok fazla bu durum bize dokunuyor.
Mahkeme kararlarına saygı duyulması isteniyor. Kimisi ise “bakmak gerekir, hak edilen cezalar” verilmiş diyerek Hrant’ın güpegündüz katledilişini meşrulaştırıyorlar. Türk yargı sistemine inancımız olmadığı için bundandır ki büyük beklentilerimiz de yoktur. Herkesin gözü önünde 1,5 milyon Ermeni’yi katleden İttihat Terakki’yi özenle aklayan, kollayan, savunan bir zihniyetten Hrant’ın katillerini bulmaları istemek elbette fazladır. Sistematik olarak katledilen bir halkın, katledilişlerini bile itiraf etmeyen bir zihniyetten devletten dediğimiz gibi çok beklentimiz yoktur.
Ancak gündüzün ortasında sisteme birkaç eleştiri yaptığı için katledilen bir insanın, katledenlerin ve bunların arkasında duranların böyle salıverilmeleri doğrusu biz gerillalara çok dokunuyor.
Bugün Hrant’ın katledilişinin yıldönümüdür. Faşist bir zihniyetten dediğimiz gibi bizim beklentimiz yoktur. Ancak halkların kardeşliğine inanan gerillalar olarak yeniden “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni'yiz” diyerek inadına halkların kardeşliğini savunmaya devam edeceğimize Dink ailesi şahsında tüm ermeni insanlarımıza veriyoruz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Her fırsatta “Apo’yu peygamber gibi görüyorlar” diyerek Kürt halkı ile Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan arasındaki kopmaz bağları zayıflatabileceğini sanan, diğer yandan ise kendini tek şef haline getirmekten hoşlanarak Sultan Abdulhamid gibi gören Tayyip Erdoğan, narsistçe yaptığı son BDP eleştirilerinde yine bir dizi inci döktürmüş bulunuyor.
Kürt Halk Önderi’nin BDP’liler için “hakaret içeren” ağır sözler söylediğini ifade ediyor. Size “şunları, şunları söylüyor” diyor. Güya bu biçimde iç çelişki yaratmaya ve Kürt demokratik siyasetini Önder Abdullah Öcalan’a karşı tahrik etmeye çalışıyor. Fakat nedense Kürt Halk Önderi’nin kendileri için söylediği sözlerden, dile getirdiği sıfatlardan hiç söz etmiyor.
Kuşkusuz kendini beğenme düzeyi artık çoktan narsizm (Hayran olduğu mahcemalinin ay ışığı altında göle yansıyışını izlerken göle düşüp boğulan kişi) sınırlarını aşmış bulunan Tayyip Erdoğan’ın BDP’ye yönelik en parlak incisi şu oluyor: “Onların güçlü olduğu yerde faşizm vardır”! Yani Amed’te, Van’da, Hakkâri’de, Şırnak’ta “faşizm” yaşanıyor! Tabi bu mantığa göre demokrasi ise Ankara’da, İstanbul’da, Yozgat’ta, Tokat’ta hüküm sürüyor! Kürtlere karşı linç girişimlerinin geliştiği yerler Tayyip Erdoğan’ın “İleri demokrasi”sinin zafer kazandığı yerler oluyor.
Tabi normal şartlarda olsa Tayyip Erdoğan’ın bu sözlerine “Deli saçması” diyerek insan gülüp geçebilir. Ancak bunlar yoğun psikolojik savaş ortamında ciddi önem arzetmektedir. “Her şey gözle görülecek kadar açık” denerek de geçilebilir. Fakat bunu söyleyenin yüzde elli oy almış bir başbakan olması ve kendini padişah konumunda görmesi, bu sözler üzerinde durmayı gerektirmektedir.
Yukarda örnek olsun diye bazı şehirlerin adını anmış olmamız, oralarda demokratik toplum ve demokrasi mücadelesini gelişemez gördüğümüz anlamına gelmez. Sadece Tayyip Erdoğan’ın sözleriyle bir karşılaştırma olsun ve sözler daha anlaşılır hale gelsin diye böyle yaptık. Yoksa bu alanlarda da demokratik yaşam tüm özellikleriyle gelişebilir. Zira İstanbul’da da, Ankara’da da, Tokat’ta da güçlü demokrasi mücadelesinin verildiği görkemli dönemler yaşanmıştır.
Ancak günümüz koşullarında demokratik toplum ve demokrasi mücadelesini görebilmek için Amed’e, Van’a, Şırnak’a, Gever’e gitmek şarttır. Bunu sadece biz söylemiyoruz, dost-düşman herkes görüyor ve ifade ediyor. Eminizki “Oralarda faşizm var” derken Tayyip Erdoğan bile kendi sözlerine inanmıyor. Böyle olduğu zaten cümlenin sonunu, yani “faşizm” kelimesini çok sessizce söylemesinden anlaşılıyor.
Yoksa Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Hakkâri’de BDP’nin “faşizm uyguladığına” insanlar nasıl inandırılır? Türkiye demokrasi mücadelesinin kaleleri olan bu kentlerde “BDP faşizmi olduğuna” kim inanır? Belliki psikolojik savaş Tayyip Erdoğan’ın gözlerini şaşı kılmış. Amed’e bakmak isterken Yozgat’ı görüyor. BDP’lilere bakmaya çalışırken gözünün önüne AKP geliyor.
Oysa Amed için “Demokrasi başkenti” deniyor. Demokratik toplumu Amed meydanlarında, Newrozlarda, devletsiz Cuma namazlarında, kadınların özgürlük haykırışlarında görmek gerekiyor. Kürdistan’daki demokratik toplum mücadelesi sadece Türkiye demokrasisini yaratmakla kalmıyor, bölgesel ve küresel role sahip bulunuyor. Özgür insanlık yürüyüşüne çok büyük bir heyecan ve coşku katıyor.
Demokrasiyi Amed’te, Kürdistan kentlerinde görmek gerekiyor. Halkın yürüyüşünde, kadınların zılgıtında, gençlerin dilanında, çocukların iradesinde, yaşlıların yaşam umudunda yeşeren özgür ve demokratik yaşamı anlayabilmek gerekiyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesi içinde yeniden demokratik dirilişini anlama gücüne sahip olmak gerekiyor. Özel savaşın kör ettiği gözlerle değil, adaletin gerçeği gösteren gözleriyle bakabilmek gerekiyor.
Tabi Amed demokrasisi radikal demokrasidir. Halkçıdır, özgürlükçüdür, farklılıklara dayalı eşitlikçidir. Tüm toplumsal kesimlerin bilinçli ve örgütlü katılımıyla var olur. Tayyip Erdoğan’ın baskı ve çıkar düzeninden uzaktır. Nitekim Ankara’da, İstanbul’da Tayyip faşizminden bunalan herkes Amed’e, Hakkâri’ye giderek biraz özgür nefes alma imkânı bulmaktadır.
Bu nedenle “BDP’nin etkili olduğu yerlerde faşizm var” demek, bir kişinin cehalet göstergesi olabilir. Demekki bu kişi “faşizmin ne olduğunu bilmiyor” denir. Tabi Tayyip Erdoğan’ın böyle bir cahil olduğunu söylemek fazla gerçeği yansıtmayabilir. Tayyip Erdoğan bilmediğinden değil, tersine bir özel savaşçı ve faşist olduğundan dolayı böyle demektedir. Dikkat edilirse, toplum tarafından faşizmin kötü görüldüğünün farkındadır. Dolayısıyla psikolojik özel savaş gereği, düşman gördüğü Kürtler için sarfettiği bütün kötülüklere “faşizmi” de eklemektedir.
Bunun bir Tayyip Erdoğan ve AKP klasiği olduğu biliniyor. Üzerinde taşıdığı tüm kötülükleri, yavuz hırsız misali ve medya gücüne dayanarak rakiplerine yükleyip temizleneceğini sanıyor. Bu da bir psikolojik savaş yöntemi olsa gerek. Yoksa Tayyip Erdoğan’ı faşizmi ve demokrasiyi dahi bilmeyecek kadar cehalet içinde saymak pek gerçekçi olmaz.
Kuşkusuz Kürdistan kentleri bu demokratik yaşama kendiliğinden veya kolaylıkla sahip olmamıştır. Bütün bunlar binlerce şehit kanıyla sulanan kırk yıllık demokrasi mücadelesi ile kazanılmıştır. Kürt halkı özgürlük ve demokrasi adına her şeyi kahramanca direniş içinde söke söke almıştır. Özgürlüğü ve demokrasiyi diş ve tırnakla sökerek yaratmıştır.
Şimdi sadece Kürtlerin de değil, tüm Türkiye’nin demokrasi değeri olan bu gelişmelere Tayyip Erdoğan gibi bir soykırımcı “faşizm” derken, Kemal Burkay gibi bir zavallı da Kürt halkını bu değerleri vareden “Direnişten vazgeçmeye” çağırmaktadır. Kırk yıldır Kürtlere “Aman direnmeyin, sömürgeciliğe teslim olun” çağrısı yapan bu kişi, sanki şimdi farklı bir şey söylüyormuş gibi “Siyasi mücadele yeterlidir” diyerek halkı aldatmaya çalışmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın “faşist” suçlamasını, “direnmeyin” diyerek tamamlamaktadır. Böyle efendiye böyle uşak, ne kadar da yakışıyor! Sanki tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş!
Elbette bu kadar bedel ödeyerek özgürlük bilinci edinen Kürt halkı, özel savaş kapsamında oynanan bu oyunların hepsini görecek ve aşacak güçtedir. Kendi sıfatını Kürtlere takmaya çalışan Tayyip Erdoğan’ın faşist yüzünü netçe göreceği gibi, faşizm karşısında direnmemeye çağıran Kemal Burkay’ın teslimiyetçi gerçeğini de netçe görecektir. Bunlara inat Kürdistan’da demokrasi mücadelesini daha da geliştirdiği gibi, demokratik toplum örgütlülüğünü de ilerletecektir.
Herkes biliyorki Kürt kentlerinde AKP’nin uyguladığı faşizm vardır, sömürgecilik ve soykırım sözkonusudur. Bu gerçeklere rağmen Kürtlere “faşist” demek eğer cehalet ve suçlama değilse, ancak bir deli saçması olabilir. Tersine Kenan Evren’den bu yana iktidara gelen faşist diktatörlere Kürt halkı nasıl demokrasi dersi verdiyse, onların sonuncusu olan AKP faşizmine de demokrasi dersi vermektedir ve daha da verecektir. Kürtler büyük demokrasi savaşımlarıyla Evren’leri, Çiller’leri siyaset mezarlığına gömdükleri gibi, onların günümüzdeki temsilcisi olan Tayyip Erdoğan’ı gömmeyi de bilecektir!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
Tarihin en önemli evrelerinden birinden geçerken hiçbir Kürt rahat uyumamalı, rahat soluk almamalı rahat adım atmamalı. Hiçbir Kürt kanı taşıyan genç bugünlerin can alıcılığında olağan davranmamalıdır. Neden mi? Bizler her zaman karanlıkların içinden geçmiş bir halk olarak var olduk. Bu karanlığı bugün Önderliğimiz ve şehitlerimiz aydınlatmıştır. Bu aydınlığı söndürmek ve bizi tümden tarihin karanlığında kaybettirmek isteyenlerin olduğunu unutmamalıyız. Bundandır ki bu günlerimiz tarihi ve bir o kadar da hayati önemdedir.
Akp faşizmi ve onun tüm odakları her gün Kürt kanını akıtarak sefa sürmek istemekteler. Bizler buna eyvallah mı diyeceğiz?. Onlar her gün özgürlüğün yolcusu olan bu halkın evlatlarını katletmeye çalışırken bizler hiç bir şey yokmuş gibi davranabilir miyiz? Onlar tutuklayıp ülkemizin topraklarında rahat dolaşacaklarını düşünüyorlar bizler rahat dolaşmalarına izin mi vereceğiz.
HAYIR;
Kürdistan gençliği artık bu gidişe layık olduğu kahramanlık ve direniş geleneğiyle dur demelidir. Akp Kürdistan’da hiçbir yerde rahat dolaşmamalı, adımını bile atamaz hale gelmelidir. Hedef mi arıyoruz? Akp’nin tüm bürolarını başına yıkalım. Araçlarını ülkemizde dolaşamaz hale getirelim. Adım attıklarında çok güvendikleri ordularıyla gezsinler ki yedine yetmişe onların düştükleri hallere gülelim ve daha çok mücadele edelim.
Onlar tutuklarız diyerek her gün içeriye atarak yaşamımızı tehdit ediyorlar, bizleri yurdumuzdan ve özgürlük umutlarımızdan koparmaya çalışıyorlar. Bunu yapabilirler mi? Biz ki Önder Apo’nun öğretisinde yaşama merhaba diyenleriz, biz ki dört duvarın arasında örgütlenip direnişin ışığında aydınlananlarız, biz ki dağların zirvelerinde özgürlük şarkılarıyla düşmanı çılgına çevirenleriz. O zaman vakit durmak değil canlanıp kendinizi her yerde gösterme zamanıdır. Vakit gelmiştir. Hesabını soracağımız NEWROZ günlerimiz yaklaşmakta. Özgürlüğün ateşinin düşmanı kıskıvrak yakalayacağı günler şimdiden gelmiştir. Her yeri bir NEWROZ’a dönüştürmenin zamanını hep birlikte yaratalım.
Akp’nin tüm odaklarına cevabımız gecikmesin. Özgürlük ateşiyle şenlik yaratmanın günlerini Kürdistan’ı kalbinde yaşayan her gencimiz damarlarında bir volkan gibi fışkırmalıdırlar.
Mazlum Doğanların direnişinde yaratığı destanı, Beritanlar’ın şaşkına çevirdiği kahramanlığı, Viyanların Unutulmaz öğretisini yaşamımızın her anında var etmenin zamanı gelmiştir arkadaşlar. O zaman sıra bizde diyerek işe koyulmalıyız. O zaman bizleri görmenizin zamanıdır diyerek başlamayız. Başlamalıyız ki şaşkınlıktan deliye dönsünler, kaçacak yer bulamayarak yaptıklarının hesabını verebilsinler.
Direnişin evlatları olduğumuzu daha ne zaman göstereceğiz? Tarihin en köklü halkının gençleri olarak sefacıları, ziyafetçileri, kan emicileri, faşist odakları, katliamcıları görmezden mi geleceğiz? Elbette ki HAYIR!... O zaman işe canla başla, büyük coşku ve moralle başlamanın zamanıdır.
Çünkü bizlerde başlıyoruz…
Bahtiyar Doğan
- Ayrıntılar
Biliyor musun güzel arkadaşım ben insanın içyapısının hep temiz olduğuna giderek inanan biriyim. Kötülük dedikleri olgu sonradan insana bulaşıyor. İnsan özünde hep biraz adaleti, eşitliği, kardeşliği, beraberliği ve sevgiyi kendi içinde barındırıyor. Sınıflı toplum adeta her şeyi alt üst ediyor. Yılların alışkanlıkları tarz haline gelince neredeyse genetikleşiyor. Diyeceksin neden o zaman o kadar kötülük. Bende derim ki en kötü insanın o denli duygusal yaklaşım sergilemesini neyle izah edeceğiz o zaman. Çünkü insan gözlemliyor da, en kötü olan insan dahi o kadar duygu yüklüdür ki yaşamın pragmatist ve çıkarcı bakışı, ön yargılı eğitim biçimi, sınıflı toplum, dini dogmalar, kan bağı adına geliştirilen milliyetçilik insanı kirletiyor. Ve insan bu tuzaktan kendisini kurtaramıyor.
İşte değerli arkadaşım ben buna inanıyorum. Daha fazlasına da inanıyorum. Biliyor musun her insan birazda doğuştan bu nedenlerden dolayı PKK'lidir. Eğer PKK'li olma olgusu adalete, eşitliğe, kardeşliğe ve özgürlüğe adanmışlık ise her insanda bu değerler şöyle ya da böyle vardır. Önemli olan bu cevheri görüp açığa çıkarmadır. Kimi insan bunu açığa çıkaramıyor. Kolay olan sınıf eğilimlerine esir düşme yolu seçiliyor. Verili olanı herkese uygulayabiliyor. Ama önemli olan verili olmayanı yani sıra dışı olanı uygulayabilmektir. Kendi içindeki bir nevi bilinçaltına itilmiş olan ben’ini açığa çıkararak kendin olmayı becerebilme oluyor ki bunu da herkes yapamıyor ya da herkes buna cesaret edemiyor. Söylemek istediğim özcesi insanın toplumsal esaretinden dolayı kendi içinde var olan ilk insanı açığa çıkaramamasıdır. Kendi içindeki PKK’li olan insanı doğurtmamasıdır. Bu da insanlığın bir talihsizliğidir.
Güzel insan, ben PKK'li insanın çok temiz olduğuna içten inanan biriyim. PKK'li insan ilk sömürüsüz insandır. İlk tahakkümden uzak olan insandır. Hiyerarşiye hep kafa tutan insandır. Kan bağından uzaklaşmış olarak toplumsalmış insandır. Dini motifleri salt ayinle ilgili düzeyde ele alıp putlaştırmayan ilk insandır. Bak etrafında ki insanlara Katılma kararı verirken hep böyle değil miydiler? Yine daha büyük amaç ve umutlar için yola çıkmadılar mı?
Biz PKK’liler genelde her yeri kendi ülkemiz biliriz. Bizim için yer, ülke, kıta devlet fark etmez. Hep kendi kimliğimizle hareket etmeye alışık insanlarız. Bundandır ki hiçbir yerde bizim için verili sınırlar geçerli olmaz. Olamaz da, olmamalıdır da. Çünkü biz biraz da dünyalıyız. Ve eğer dünyalıysak bu sınırlar nedir diye hep kuşkuyla baktık. Ve doğrusu hiçbir gün de takmadık. Takmamaya da devam edeceğiz. Çünkü ilk insanlar yaşarlarken bu dünya da sınırlar yoktu. Kimsenin malı mülkü değildi. Hele hele kimsenin özelinde hiç değildi. Hani büyük ve muhteşem insan der ya “özel mülkiyet vicdanın kirletilmesidir” diye, işte bundan olmalıdır ki biz hep böyle özel olana kuşkuyla baktık. Öyle olunca da hep bir genel olan, komünal olan, kolektiflik kokan, paylaşımı olan, adaleti olan ve tabii ki biraz da hoşgörülü olanı aradık. Hani Şeyh Bedrettin’in deyimiyle “yârin yanığından gayri her yerde her şeyde hep beraber diyebilmek için” olanı aradık. Bunları nerede bulmuş isek hep rahatladık ve ruhumuz dinginleşti, ruhumuz saadete kavuşur oldu.”
E. Nucan
- Ayrıntılar
2012 yılı Kürdistan’da başka geçecektir. Dolu ve dolgun geçecektir. Kader belirleyen bir yıl olacaktır.
Yukarıda söylenenleri sadece biz söylemiyoruz. Yaşanan gerçeklerle bağlantılı olarak bölge ve dünya gerçekleri bunları alenen dile getiriyorlar.
Yaşanacak olanları kestirebilmek esasta başarının yarısı diyorlar. Ancak sadece yarısıdır. Belki de bu yarıdan daha fazla önemli olan ise öngörülenlere göre kendini konumlandırmaktır. Buna göre kendini hazırlamaktır. Başka bir deyimle örgütlemektir.
Örgütlü olmak ne demektir? Örgütlü olmak demek planlı, programlı yaşamaktır. Olup biteceklere karşı kendini hazırlamaktır. Bilinçlice olup bitene katılmaktır. Yapmak istemek istediklerimizin gerçekleşmesi için öncelikli olarak kendimizi bunları yapacak hale getirmektir. Bu ise ciddi bir şekilde bilinç düzeyinde hazırlık demektir. Kimisi buna zihinsel hazırlık diyor. Eskilerde buna biz ideolojik donanım diyorduk.
Evet, zihinsel olarak kendimizi hazırlamak önemlidir. Zihinsel hazırlıkla birlikte zihnimizde geçenleri dile getirmek için çalışmaktır. Buna biz söz gücü diyelim. Söz gücünü yakalamışsak, yapacaklarımızı yapabilmek için çevremize açılmaktır. Onları söz gücümüzle ikna olduklarımıza, doğru bildiklerimize çekmek için uğraşmaktır. Yani emek sarf etmektir. Emeğimiz esasta insanları bir amaç doğrultusunda bir araya getirmektir. Bir araya getirdiğimiz insanları eyleme döktüğümüz an artık bir örgütlülüğe başlamışızdır. Ve ortaya koyduğumuz eylemin ve eylemlerin sonuçlarını toplamak artık örgütlüğümüzdür.
Evet, önce kendimizi olup bitene karşı sorumlu göreceğiz. Olup bitene karşı kendimizi ikna edeceğiz. Olup bitenlere kendimizi katacağız. Hani “Kendini Bil” ilkesi temelinde önce kendimiz olup bitenlere karşı, olup biteceklere karşı kendimizi hazır hale getireceğiz ki başkalarını olacaklara katalım, kazanalım ve örgütleyelim.
Tekrar yazımızın başına dönersek: “2012 yılı Kürdistan’da başka geçecektir. Dolu ve dolgun geçecektir. Kader belirleyen bir yıl olacaktır.” Bu söylenenlere inanıyorsak o zaman kendimizi buna göre dediğimiz gibi konumlandıracağız. Buna göre kendimizi bireyselliklerden, keyfiyetçi ve sıradan yaklaşımlarımızdan kurtaracağız. Kendimizi tümden adeta tepeden tırnağa disipline edeceğiz. Bir dakikamızı bile boşa geçirmeden tüm yan ve suni çelişkileri bir köşeye bırakarak ilk elden işin içine gireceğiz.
Tarihi bir süreçten geçiliyor. Ortadoğu kaynıyor. Irak kaynıyor, Suriye kaynıyor, İran kaynıyor, Ortadoğu’nun geneli kaynıyor ve Türkiye kaynıyor. Bu durumda şunu açıkça belirtelim: Kim çok güçlü kendisini hazırlayıp yani örgütleyerek işin içine girerse kazanacak olan o ya da onlar olacaktır.
Türkiye devleti giderek faşizan bir yapıya kayıyor. Biz Kürtlerin kanımızla, canımızla elde ettiğimiz tüm değerlere karşı bir saldırı içerisindedir. Öncelikli olarak önderliğimize karşı bir saldırı içerisindedir. Demokratik Kürt siyasetine bir saldırı içerisindedir. Kürtlerin onlarca emekle elde ettikleri sivil toplum örgütlerine bir saldırı içerisindedir. Kürt gençlerine, Kürt kültürüne, diline ve cümle tüm değerlerine karşı bir saldırı içerisindedir. Gerillasına karşı kimyasal kullanmak dahil bir saldırı içerisindedir. En son ise Roborski’de 34 sivil Kürt gencini bilinçlice hedefleyerek katletmiştir.
Evet, TC devleti daha doğrusu Yeşil Türkî Faşist TC devleti giderek topyekun özgür kürde karşı bir saldırı içerisindedir. Bu saldırı gücünü ABD’ deden ve de her zaman ortada ekonomik çıkarları için sessiz kalan Avrupa’dan almaktadır.
Ancak dediğimiz gibi Ortadoğu’da her şey kaynarken Kürt özgürlük hareketi olarak eskisinden çok daha fazla imkânlarla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Ortadoğu hiç olmadığı kadar Kürt özgürlük hareketine açık hale gelmiştir. Karşımızda faşizmi aşarak ileri faşistleşen bir devletin sorunlu olmadığı tek devlet ve yapı kalmamıştır. İran'la, Ermenistan’la, Yunanistan’la, Kıbrıs’la, Suriye’yle, Irakla, İsrail’le özcesi etrafta ne kadar böyle yapı varsa hepsi itiş kakış içerisindedir. “Sıfır sorun” politikasından herkesle “hır cır sorun politikasına” geçmiştir. Ve bu hır cır kesintisiz devam edecektir.
Evet, 2012 yılı sıcak ve dolgun geçecektir. Her yılda kesinlikle farklı geçecektir. Sıcak bir yıl olacaktır. Öyle ki tüm bölgeyi ısıtacak kadar sıcak geçecektir.
“Doğrular her zaman başarı kazanırlar, yanlışlar her zaman olumsuzluğa yol açarlar.” Böyle değildir. Böyle olması için diyoruz ki gençler sıcak günlere hazır olalım. Yeni bir 15 Şubat’a gitmeden önce Kürt özgürlük hareketinin sembollerinden olan Viyan Soran yoldaşın 2 Şubat’taki şahadet yıl dönümü vesilesiyle güçlü örgütlü olalım. Yine 170 gündür süren tecride karşı topyekûn direnişe geçmek için örgütlülüğümüzü tamamlayarak harekete geçelim.
Evet, 2012 yılı çok farklı geçecektir. Renkli ve sıcak geçecektir. Buna hazır olalım. “Sessiz çığlıkları ancak yürekler duyar” ancak biz sadece yüreklerin duyacakları çığlıklar atmayalım, tüm dünyanın duyacakları çığlıklara sessimizi herkese duyuralım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Yıllardır Kürt halkının temel haklarının TC sınırları içinde yürürlükte olan anayasa içinde yer etmesi için mücadele ediyoruz. Kürtlerin varlıklarının yok sayılmasını engellemek ve varlıklarını anayasal güvenceye kavuşturmak temel bir gerekçemiz konumunda.
Mevcut anayasanın en çok da Kürtleri vuran 12 Eylül 1980 askeri darbesinin bir ürünü olduğu, daha ilk günden itibaren bu anayasa karşısında mücadele yürüttüğümüz biliniyor. Bununla birlikte halkları bu denli sıkboğaz eden, haklarını ayaklar altına alan, keyfi ve despot yöntem ve yönetimlere izin vermesi nedeniyle demokrasi karşıtlığı kesin olan bu anayasanın değişimi için yürüttüğümüz mücadele de ortada.
Buna rağmen Kürtlerin haklarının güvenceye alınması için anayasal, kanuni bir statüye ihtiyaç vardır. Ve bu, Kürtlerin en demokratik hakkıdır.
Lakin hem 12 Eylül anayasası, hem de şu anda AKP hükümetinin iktidarının güvenceye alınması amacıyla oluşturulmaya çalışılan anayasa Kürtlerin haklarına cevap olması bir yana Kürt halkının tüm kesimleri karşısında ağır bir baskı ve şantaj unsuru olarak kullanılmak isteniyor.
Kürt halkı karşısında kültürel, siyasi, sosyal soykırım uygulayan, fizik şiddeti çekinmeden devreye koyan faşist yönetim en dinamik kesimleri vurmaya devam ediyor. Gençlere yönelik hazırlanan yeni yasalar bunu işaret ediyor. Toplumda bir ara yükselip dinen tepkiler dışında da şu anda hazırlanan bu yasalara yönelik herhangi bir engelleme girişimi görülmüyor.
Bir yandan molotofu silah sayan, diğer yandan gösterilere katılan çocuk ve gençleri ailelerinden alarak Hamidiye Alaylarının, yeniçeri ocağının günümüz versiyonu okullara kapatmayı öngören yasaların hedefi Kürt gençliğidir. Yarattığı ortam ile isyanı, direnişi süreklileştiren, Kürt gençlerine mücadele dışında yol bırakmayan faşist yeşil Türkçü anlayış bu sefer yasalara dayanarak resmi katliamlar yapma peşindedir.
Kürtlerin direnişçi, onurlu duruşlarının sinmeyeceği, geriletilemeyeceği, bu direniş içinde gençliğin asla geri adım atmayacağı bilindiğinden gösteri ve yürüyüşlerde yapmak istedikleri katliamlara resmi kılıflar üretmek istiyorlar. Gösteri yapan, hakkına arayan, birikmiş öfkesini kusmak isteyen her özgür Kürt genci sokak ortasında hem de resmi kanunlara dayanılarak infaz edilmek isteniyor.
Hoş, öldürmek, katletmek için bunlara ihtiyaçlarının olmadığı ortada. Son yıllarda sokak ortasında katledilen gençlerimiz halen hafızalarımızda taptaze duruyor. Küçük bebelerden tutun, üniversite öğrencilerine kadar her yaşta Kürt genci katledildi. Yetmedi devletin okullarında, sözde eğitim-öğretim kurumlarında gençlerimiz uyuşturucuyla, fuhuşla kandırılmak istendi. Küçük kız kardeşlerimiz tecavüze uğradı. Yani çocuklarımızı, geleceğimizi yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Fakat yere düşen gençlerimizin uğruna düştüğü dava büyüdükçe ve sistemi dara soktukça farklı arayışların gelişeceği kesindi. Her geçen gün dış despot ülkelere vaaz veren Erdoğan’ın gerçek katliamcı yüzü, Kürtler karşısındaki ikiyüzlü politikaları deşifre oldukça, uluslar arası alanda baskı hissettikçe bu katliamlarını daha ‘kabul edilir’ düzeylerde yürütmek zorunda kaldı. Bu da tüm dünyada sözde hukuk adı altında devletin güvencesi, iktidarların garantörü olan yasaları devreye koymak olacaktı.
Bu girişim sahiplerini şimdiden uyarıyoruz! Geçirdiğiniz bu yasalar, Kürt gençlerine yönelik uygulamaya koyacağınız bu resmi katliam belgeleri ilk olarak sizi vuracaktır. Bu sözümüzü bir kenara yazın.
Bunun dışında gençliğin de bu gelişmeleri gözlemesi, karşısında alacağı tavır ve tutumu netleştirmesi gerekmektedir. Herhalde elimiz kolumuz bağlı oturacak değiliz. Katledilmeye, soykırıma, asimilasyona, en doğal haklarımızın şantaj unsuru olarak kullanılmasına, günlük tecavüz sistemine karşı tavrımızı ortaya koymalıyız.
Bunu hazırlanarak yapabiliriz. Örgütlenerek, bir araya gelerek yapabiliriz.
Bunun dışında da tabii ki eylem yöntem ve taktiklerimizi gözden geçirmeliyiz. Öz savunma birimleri olarak bulunduğu her yerde görev ve sorumluluk sahibi olan Kürt gençlerinin daha yaratıcı ve caydırıcı eylem yöntemlerini geliştirmeleri çok önemlidir.
Birçok kez söylenmiş olsa da bir kez daha hatırlatmakta bir sakınca yoktur. Kürtlerin yaşadıkları yerlerde özgürlük ve demokrasi mücadelesi karşısında yer alan kesimleri iyi tespit etmek gerekir. Faşist devletin kolluk güçlerinin yerleri tespit edilmelidir. Yeni yasalarla gençlerimizi katledecekler o yörede, yerde, mahallede yaşayan kolluk güçleri, kontra örgütlenmeleri olacaktır. 90’lı yılların Hizbullah örgütlenmesine benzer ve Kürt Haması olarak örgütlenen kesimler olacaktır.
O zaman bu kesimleri şimdiden tespit etmek, evlerini, iş yerlerini, ilişkili oldukları devlet daireleri ve kurumlarını bulmak gerekecektir. Araçlarını, araç plakalarını tespit ederek tüm gençlerimiz arasında deşifre edilmesi sağlanmalıdır. Bunlarla işbirliği halinde bulunan ve Kürt kimliğini satılığa çıkarmış onursuzları bulmak, halk içinde deşifre etmek gerekmektedir.
Bunları bir hazırlık çalışması olarak her şeyden ve her görevden önce ele almalıyız. Madem onlar yasaların gücüne dayanarak, kurdukları işbirlikçi hain ağıyla, kontra örgütlenmeleriyle, kolluk güçlerin vuruş gücünü kullanarak bize yönelmek, gençlerimizi katletmek, esir almak, iğdiş etmek peşindeler, biz de o zaman meşruiyete dayalı bir savunma içinde bulunmalıyız.
“Toplumsal kimliğe kazınmış yasalar kolay kolay silinmez ve etkisini yitirmez” diyor Önderliğimiz. Biz de Kürtlerin temel yasası olan ve hepimizin genlerine yerleşmiş olan direniş yasasının verdiği güç ve cesaretle mücadelemizi yükselteceğiz.
Başımızı koyun gibi uzatmayacağız. Zindanlara girip pis nefeslerinin altında yaşamayacağız. Meydanlarda bizi katletmelerine izin vermeyeceğiz. Halkımızın geleceği olan çocuklarımızı, gençlerimizi koruyacağız.
Bunun için tabii ki daha örgütlenmek, çok çalışmak gerekecektir. Büyük bir savaş kapıya gelip dayanmıştır. Bu savaş, son savaştır.
O zaman bu savaşı kazanmak ve en son Roboski’de katledilen insanlarımız başta olmak üzere tüm şehitlerimizin intikamını almak için her şeyi bir kenara bırakarak, tüm bireysel planları askıya alarak yüklenmek en birinci görevimizdir.
Kürdistan’ı faşist odaklara, işbirlikçilerine, hainlere, tüm devlet ve faşist siyasi odaklara cehennem yapmak için hazırlanmak bir onur, namus meselesi olmuştur. Eğer biraz vicdan ve onur sahibiysek bunun dışında bir yaşam ve gelecek sahibi olmayacağımızı da görürüz.
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Türkiye iç işler bakanı İdris Naim Şahin tekrar sahneye çıkarak, bu defa toplumu ideoloji, felsefe, insanlık dersi veriyor. Büyüklerinden öğrenmiş olacak ki, Türkiye toplumunu aydınlatacak, barışı, demokrasiyi, insanlık onurunun öğretisinin bilgesi olacak. Toplum böylece anlayış, ölçü, bakış açısı kazanarak ilerleme kaydedip aydınlık yarınlara kavuşacak. Ne zaman görülmüş Barbarlık felsefesi insanlığa yol göstermiş, tarihin hangi kesitinde faşizm ideolojisi insanlığın kurtuluş ideolojisi olmuş da, Naim Şahinin felsefe, ideolojisinde insanlığa yol gösteriyor, toplumun sorunlarını çözsün. Bunun savunuculuğunu yapacak kadar, sapmış bir kişiliğin toplum adına, topluma bir halkın geleceğine hakaret etmesi kabul edilemez.
Hiçbir mantığı, ahlaki ölçüsü olmayan bir dille PKK’nin savunduğu fikirlerin, ideolojisinin, “ iğrenç, sapkın” olduğunu dillendirecek kadar düşmüş bir kişiliktir İdris Naim Şahin. Aslında şahsında dillendirdiği cemaat ve uzantısı AKP’dir. Bir anlamda başarısızlıklarını, yenilgilerini dışa vuran ruh halleridir. Daha öncede Ali Babacan, Egemen Bağış gibi tipler, psikolojik-özel savaş konsepti içerisinde PKK’ ye karşı her şeyi söylemeyi kendilerine hak görerek saldırmaktan geri durmamışlardır. Biri sözde ekonomi bakanı, PKK’ yi karalama dışında yaptığı, Türkiye ekonomisini kirli politikalarında nasıl kullanabilecekleri, uluslar arası sermaye çevrelerine nasıl pazarlayacakları uğraşında. Krizli Türkiye ekonomisinde açtıkları gediği, cemaatlere kanalize edilen paraları nasıl örtbas edecekleri arayışındalar. Ordu ve diğer bazı yapılanmalardaki düzenlemelerle elde edecekleri geliri de ince hesap ve kurnazlıklarla daha fazla halkı sömürerek, ekonomik gelişmeyi sürekli dillendirerek yüksekte tutmakla ekonomiyi kurtaracaklarını söylüyorlarsa yanılıyorlar. Türkiye ekonomisi acilen incelenmeye alındığında altında yatan gerçek daha iyi görülecektir. Bir anlamda PKK bu planlarını bozduğundan daha çok saldırganlaşıyorlar.
Şu çok iyi bilinmelidir ki; Bu hareketin ve Önderliğinin, uğruna büyük bedeller veren Kürt halkının sahip olduğu felsefe ve fikirleri, bu zihniyetinizle, lanetlenmiş dilinizle bu halkı mücadelesinden yıldıramayacaksınız.
Terörle mücadele adı altında, ülkenin bütünlüğü, güvenliği adına hiçbir savaş kuralı tanımayan yöntemlerle yürüttüğünüz saldırılar cevapsız kalmayacaktır. Bu saldırılar salt Kürt halkına ve gerillaya dönük olmayıp, başta Türkiye toplumuna yöneliktir. Bu böyle bilinmelidir. Tamamıyla kural dışı yürüttüğünüz bu kirli savaşla, hegemonyanızı bu halkın başında inşa edemeyeceksiniz. Bu halktan milyonları da katletseniz, bu hareketin tek militanı da kalsa asla ilkelerinden, fikirlerinden taviz vermeyecektir.
Yıllarca PKK hareketinin, bu halkın her türlü zorluğu göğüsleyerek sağduyulu eşi görülmemiş bir sorumlulukla fedakarca bu ülkenin bütünlüğü, demokratikleştirilmesi için mücadele etmediğini kim söyleyebilir. Onurlarını, tarihsel- toplumsal değerlerini yitiren ve zere kadar sorumlulukları olmayanlar böyle sözleri sarf edebilirler.
Faşizmden, kölelik düzeninden beslenen, toplumu toplum olmaktan çıkaran, tarihle oynayan bu katliamcı, cinayet şebekesinden hesap sorulmalıdır. Daha görkemli bir mücadele verme zamanıdır. YA ONURLUCA BİR YAŞAM YA DA ASLA!
Piling Malatya
- Ayrıntılar
Kadına yönelik şiddet hızından hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor. Kadınlara yönelik şiddetin bütün biçimleri, cinselliklerini şiddet, korku ve sindirme yoluyla kontrol altına alarak kadınlara boyun eğdirmenin ahlaksızca yöntemleri olarak iş görmektedirler. Şu anda dünya çapında binlerce kadın devletlerin gerek savaş yoluyla gerekse de devletin alt ve üst yapı kurumlarıyla uyguladığı sistematik şiddetin yanı sıra eşlerinden, babalarında ve erkek kardeşlerinden dayak yiyorlar, şiddet görüyorlar. Birileri namus adına öldürülüyor, birilerinin yüzüne kezzap dökülüyor, birilerinin boğazı kesiliyor, birileri recm ediliyor, birilerinin boynuna ip dolanıyor ve birileri bombalar altında öldürülüyor. Binlerce kadın tecavüze uğruyor, işkence görüyor, gözaltında kayıp ediliyor ya da kaçırılıyor. Fuhuş bataklığına binlerce kadın saplanıyor. Ve fuhuş bu gün uygarlık sisteminde bir sektör haline gelerek kadını tüketiyor. Yaratılmak istenen yeni sömürge alanları nedeniyle’ terör’ adı altında kirli savaşlar süre geliyor ve bu savaşın en fazla mağduru yine kadınlar oluyor. Çünkü ataerkil sistemin şiddet kültürü o kadar geniş bir yelpazeyi kapsar ki kadın yaşamının her anı bir şiddet biçimiyle denetlenir, köleliğin sınırları yeniden çizilir. Kimi zaman görünür bir şiddet aracılığıyla kimi zaman da işselleşmiş köleliliğin yarattığı oto kontrolle varlığını sürdürür.
Böylesi bir girişle şiddete yönelik bir tanım geliştirmek istedim. Öncelikle şiddeti doğru tanımlamak önemlidir. Son süreçte Türkiye gündeminde de bu soruna dönük yapılan önemli tartışmalar söz konusudur. Kimi kadın aktivistlerinin sorunu ele alış, tartışma düzeyleri önemli olmakla birlikte ağırlıkta gündeme taşınan, Kadın ve Aile Bakanı olan Fatma Şahin’in hazırladığı ve bakanlar kuruluna sunduğu şiddete dönük karar tasarısıdır. Kadın sorunu öylesine köklü ve derin bir yapıya sahiptir ki onu bu bütünlük ve derinlikte ele alıp irdelemedikçe doğru bir sonuca da ulaşılamaz. Şiddet bu biçimiyle ele alınıp tartışılmazsa, aşılmasına dönük ciddi bir mücadele de içinde de olunamaz. Öncelikle bu soruların cevaplandırması gerekir. Şiddet hangi zihniyet ve sistemin ürünüdür? Eğer şiddet ataerkil zihniyetin ve sistemin sonucudur diye bir tespitte bulunursak sorunu doğru tanımlamış oluruz. Doğru tanımlanan bir sorunda kendisiyle çözüm zeminlerini de geliştirir.
Bir sorunun gündeme girmesi önemli ancak nasıl gündemleştirildiği daha da önemlidir. Şimdi hükümet çevresinde özellik en son hazırlanan şiddete yönelik karar tasarı temelinde bu soruna yaklaşım içinde olmak ne tarihten, ne toplumdan, ne kadından ne de sistemden bir şey anlamamak demektir. İktidarcı zihniyet temelinde ele alınan şiddet sorunu doğru tanımlanmadığı gibi, muğlâklaştırılmakta, çarpıtılmaktadır. Bu tür yaklaşımlar en fazla da şiddeti meşrulaştırmaktadır. Yine bu tür yaklaşımlar sonucudur ki Türkiye’de şiddet önemli bir oranda artışı yaşamaktadır. Bu artış eril siyasetin bir sonucu olarak gelişmektedir. Öncelikle Kürdistan tekrardan diriltilen kirli savaş konsepti ile şiddet yeni biçimlerle süreklileştirilmektedir. AKP hükümetinin faşizan- militarist yaklaşımları sonucu şiddet tekrardan artışa geçmiştir. Bu savaşın önü alınmadıkça, bu militarizme dur demedikçe şiddet ölümcül bir mekanizma olarak tüm toplumu vurmaya devam edecektir. Bu şiddet sadece kadını vurmuyor, toplumun tüm kesimlerini vuruyor, vurmaya devam ediyor. Öyle ise şiddet sorunu bir toplum sorunudur ve bu boyutta ele alınmasına ihtiyaç vardır. Şimdi kadın dekolte giydiği için erkek tahrik olmuştur diyen ve tecavüze uğrayan kadın tecavüz eden erkekle evlendirilecek kararını alan bir zihniyetten ne beklenebilir? Böyle bir zihniyetin kendisi tecavüz karakterine sahip değil mi? Tecavüzü meşrulaştırmak tecavüzcü bir zihniyetin sonucudur. Yine kadın erkek eşit değil, olamaz diyen Erdoğan’ın cinsiyetçi, militarist anlayışla biçimlenen AKP siyaseti toplumun tüm sorunlarına olduğu kadar, kadına yönelik şiddet sorunu da ne kadar doğru tartışabilir? Kadınların ve çocukların katline fetva veren bir zihniyet bu soruna nasıl bir doğru yaklaşım içinde olabilir? ‘’Ve Başkanımızın ilerici, gelişkin görüşleriyle kadın sorununa dönük çalışmalarımız geliştiriyoruz’’ diyen Türkiye’nin kadın ve aile bakanından da bir şey beklenemez, beklenmiyor da. Kadınlık salt bir biyolojik olgu değildir. Ben böyle yaklaşmıyorum. Bir kadının nasıl düşündüğü, kendisini, hayatı nasıl algıladığı önemlidir. Ataerkil sistem içinde bir bozulmayı yaşayan kadın, bu zihniyeti kendisinde başlayarak çözme ve aşma gücünü ortaya koymazsa sonuçta yaşanan kaçınılmaz olarak benzeşmedir. Farklılıktan ziyade tabi olmaktadır. Bu da daha fazla özsel olarak yozlaşmadır. Bu yozlaşma sonucudur ki kadın kavga anında banyoya gitmesin sıcak su var, mutfağa gitmesin bıçak var işte ara sokaklarda tek dolaşmasın ya da dışarıya çıktığında çantasına siprel koysun! Gerçekten trajik- komik bir durumdur. Oysaki şiddet olgusu bu gün toplumda sistematik bir biçimde yaşam bulmaktadır. Ve buna neden olan iktidarcı-devletçi zihniyet ve ona dayalı gelişen yapılanmalardır. Şiddet kadını ezmenin, denetim altına almanın bir aracı olarak, ataerkil sistem tarafından hala çok ciddi bir biçimde kullanılmakta ve yaşamın her alanına nüfus etmeyi sürdürmektedir. Mısır’da öğretmen bir kadın herkesin gözü önünde dövülmesi, yine Mısır’da tutuklanan kadınlara bekâret testinin yapılması bunun sonucudur. Tüm bu uygulamalar aynı zamanda insanlığında bir ayıbıdır.
Ataerkil sistemde her zaman elmayı ısıran Havva karşısında tahrik olmaya hazır bir erkek kültürü vardır. Kadının kaybolduğu ve kaybedildiği bir tarihte sadece ‘’ Şiddet’’ adına hatırlanır olması sömürgecilik tarihinin de kanlı simgesidir. Cinsiyetçi toplum da bu kayboluşun eseridir. Bu nedenle şiddetle mücadele erkek kültürü ile erkek egemen sistemiyle bir bütün mücadeledir. Ataerkil sistem kadınlara yaşamın her alanında topyekûn bir saldırı zihniyeti ve sistemidir. Bu nedenle kadına yönelik bu kadar şiddetin, saldırının sorumlusu egemen erkek sistemi ve onu uygulayan toplumdur. Kadına karşı şiddet toplumun ahlaki anlam da yozlaşmasının bir sonucu olarak gelişmektedir. Bu anlam da ataerkil zihniyet ve ona dayalı tüm yapılanmalarla topyekûn bir mücadele kadın kurtuluşu, özgürlüğü için temel neden olmaktadır. Bu sistem ve yapılanmalar değişmedikçe kadın köleliği, istismarı, metalaştırılması ve kadın katliamları da bitmeyecek. Aile ve kadın-erkek arasındaki ilişki düzeyindeki erkek egemenliğini sürekli üreten gerçeklik çözümlenip, aşılmazsa eşitlik, özgürlük, demokrasi, ahlak, politika alanında da güçlü bir gelişim yaşanmayacaktır. Böylelikle özgürlük idealleri, hayalleri kırılmaya mahkûm kalacaktır. Özgürlüğün, eşitliğin, demokrasinin ve ahlakın gerçek anlamı kadın ve erkek ilişkilerinde yaratılacak olan özgürlük düzeyi ile eş değerdedir. Sosyal alanda aşk, evlilik ve ilişki kavramları özgürlük bilinci temelinde sorgulamak ve dönüştürmeyi gerçekleştirmek kadınların, köleliği yaratan tüm zihinsel yapılanmalardan, bunun ruh ve duygu dünyasından kopmasına yol açacaktır. Kadını zihinsel, ruhsal ve fiziksel olarak değişip-dönüştüren, yeni den yapılandıran bir sosyal yaşamı yaratmak gereklidir. Ancak bu şekilde erkek aklının zihinsel, ruhsal ve duygusal acımasızlığına karşı güçlü bir direniş ve alternatif yaratılabilinir.
Soruna bu kapsam da yaklaştığımız oranda çözümünde de güçlü mücadele içinde olabiliriz. Kadınlar olarak sadece bu günümüz değil geleceğimizde tehlike altındadır. Ortak sorunlara sahibiz ve çözümleri de ortak geliştirmemiz gerekiyor. Ancak ataerkil sistem dinsel, etniksel kimlikler aracılığıyla bizlere her zaman kirli ve sinsi tuzaklar kurmaktadır. Ve çoğunlukla da bu tuzaklara kapılıyoruz. Oysaki ırkımız, dinimiz ve dilimiz, rengimiz ne olursa olsun sonuçta kadınlar olarak ortak sorunlara sahibiz. Farklılıklarımızda gözeterek ancak en fazla da ortaklıklarımızı öne sürerek daha güçlü bir mücadele içinde olabilmeliyiz. Mücadele alanında bıraktığımız her boşluk bize kanlı bir biçimde geri dönmektedir. Daha fazla boşluk bırakmadan HEP BİRLİKTE MÜCADELE İLE ŞİDDETE DUR diyelim.
Leyla Agiri
- Ayrıntılar
28 Mart 2011 gecesi Uludere’ye bağlı Roborski yakınlarında TC ordusu tarafından bir katliam gerçekleştirildi.
Oraları bilenler olarak 12 saati aşkın bir zaman dilimi ardından genelkurmay sitesinde resmi yayınlanan açıklamanın 7. Şıkında: “Olayın meydana geldiği yer, bölücü terör örgütünün ana kamplarının konuşlu olduğu, sivil yerleşim yeri bulunmayan, Irak kuzeyindeki Sinat-Haftanin bölgesidir“ denilmektedir. Malum AKP ise ancak akşama doğru bir Mangurt’un ağzıyla açıklama yapmıştı. Türk basını-bilinçli olarak Türkiye basını demiyoruz-ise kem ağızla bu olaya ilişkin Genelkurmay açıklamasından sonra kısmen değinme ihtiyacı duymuş, ancak AKP mangurt’unun yaptığı bu açıklaması ardından Türk basını haberler geçmeye başlamışlardır.
Bir ülkede basın hükümetin yani iktidarın ağzına bakarak haber yapıyorsa orada artık birçok şey yitirilmiştir. Denilir ya “Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur” misali iktidarın ağzına kendisini bağlamış bir basın oldukça, resmi ideolojinin sınırları içerisinde hareket ettikçe, orada artık ahlaki yitim diz boyu yaşanıyor demektir.
Genelkurmaylığın açıklamasına yeniden dönecek olursak, bir kere insanlarımızın bombalandığı ve katledildiği yer Sinahtla yakından uzaktan alakası yoktur. Sinaht Haftanin alanının batı ucundayken, Roborski ise çok fazla Haftanin’in doğu yakasında sayılır.
İkinci husus ise oraları iyi bilenler olarak gerilla olarak, kullanmadığımız geçiş güzergâhları oluşlarıdır. Kaçakçılık yapan insanlarımızın yol güzergâhlarını hem onların güvenliği açısından hem de kaçakçılık yapan bir sürü insan içerisinde devletin örgütleyebileceği insanların da olabileceğinin hesabını da yaparak bu yolları kullanmayız. Ve on yıldır da kullanmadığımızı en baştan orada askerlik yapan, komutanlık yapan TC’nin ordu mensupları bilir.
Dahası başka işimiz yok da onlarca katırla kuzeye geçiş yaparak sözde eylem hazırlığına gireceğiz ve de Türk ordu güçlerinin kendi deyimleriyle en güçlü tekniklerle donatarak gözetledikleri bir arazi parçasına bu kadar kalabalık katırlarla geçiş yapacağız. Bu tek kelimeyle palavradır. Yalanın daniskasıdır. Ve biz gerillaya bir hakarettir. Canımızı sokaklarda bularak dağlara çıkmış değiliz.
Türk genelkurmayının ve hükümetinin doğruları söyleyip söylemediğini netleştirmek için sivil toplum örgütleri, siyasal partileri, çeşitli kurum kuruluşları ve tabii bir de Türk basın mensuplarını Roborski’ye bu olayın yaşandığı yere çağırıyoruz. Kendi gözleriyle etrafta ne kadar askeri tepe bulunduğunu, ne kadar gözetleme kulelerinin bulunduğunu, ne kadar güçlü bir teknik donanım bulunduğunu gelip görsünler. Ardından da kaçakçılık diye tabir edilen, ancak biz Kürtler için neredeyse zoraki parçalanmış sınırlar üzerinde yaşayanlar için ticaret ve geçim kaynağı olan, bu ciddi emek isteyen işin askerlerce bilinmemesinin mümkün olmadığını dediğimiz gibi kendi gözleriyle görsünler. Bu sınırlarda özelde de katledilen insanlarımızın geçiş hatlarında askerin bilgisi dışında kuşun bile uçamayacağını kendi gözleriyle görsünler.
Evet, tüm bunları gördükten sonra Paşalaşan Başbakanın:
“Konunun takipçisi olduklarını Genelkurmay Başkanımdan tekrar duydum, dinledim. Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum..
Devlet milletini bombalıyor diye göstermek isteyen bir kısım medyanın gayetlerini de gayet iyi biliyoruz” sözlerinin de ne anlama geldiğini yeniden ele alıp değerlendirmelere tabii tutsunlar. Paşalaşan bir Başbakanın söylediklerini bile hazmedemezken hizbul- fettulah açılımın ve Kürt katliamının hazırlayıcısı olan Atalay ise:
“Genelkurmay'ın tamamen şeffaf bir tutum izlediğini ve dürüstçe olanları anlattığını görüyoruz, Genelkurmay Başkanlığının açıklamalarından aldığım bilgiler çerçevesinde, İHA istihbarat kaynaklarımızdan biridir. Tespit edilen görüntülerin ilgili birimlerce analizi yapılmakta ve uygun vasıtalar ile ateş altına alınmaktadır” diyerek o da genelkurmaya arka çıkmaktadır.
Kendine Müslüman ve zoraki demokrat olan bu hükümetin ne kadar raydan çıktığını, ne kadar gerçeklerden koptuğunu, ne kadar insan değerlerinden uzaklaştığını yukarıda söylenen sözlere bakarak anlamak bile yeterlidir. Bir katliam yaşanmıştır ama katliam emrini verenlere teşekkür edilmektedir. Bu tek kelimeyle katliamın ortakça planlanıp uygulandığıdır. Kaza, yanlışlık olmuş olmanın ötesinde işlenen suçu bizatihi bu hükümet özelde de Erdoğan tarafından planlandığını göstermektedir.
Gerçekler çıplak olmayı sever derler misali, “hakikatlerin kötü bir huyu vardır; bir gün mutlaka ortaya çıkarlar.” Muğlalının katliamı aradan 13 yıl geçtikten sonra ancak açığa çıkmışken, 21. Yüzyılda yaşanan bu katliam aynı gece Kürt basını ve legal siyaseti sayesinde açığa çıkarılmıştır. Birde 33 kurşun olayında olduğu gibi bu katliamda kurtulan o değerli Kürt insanın sayesinde bu katliam açığa çıkarılmıştır. Yoksa dediğimiz gibi aynen on yıllar önce yapıldığı gibi yeniden gözdağı verilerek sessiz, kendi içine kapanmış, ürkek, tırsandı edilmiş bir topluluk yaratılmak istendiği açıktır.
ABD tarihinin en seçkin başkanlarından olan Abraham Lincoln zamanında: “Bazılarını her zaman kandırabilirsiniz, ama herkesi her zaman kandıramazsınız” derken sanki bu sözü kendine en çok Müslüman diyen, kendine demokrat olan bu paşalaşan başbakan için söylemiştir.
Aynı sözlerle biz de Paşalaşan Başbakan için söylüyoruz: “Bazılarını her zaman kandırabilirsiniz, ama herkesi her zaman kandıramazsınız.”
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Ortada sömürgeci-soykırımcı AKP hükümetinin Kürt halkına karşı yaptığı planlı bir katliam var. Bu katliamda çoğunluğu çocuk yaşta 35 genç Kürt insanı katledildi. Otuz beş Kürt genci için yapılan mezarlar bu katliamın hafızalara kazınan delili olarak, sürekli bir biçimde Kürdistan halkının, insanlığın hafızasında kalmaya, sömürgeci AKP hükümeti, Fethullah Gülen cemaati ve ordusu ise bu katliamın sorumluları olarak lanetlenen güçler olarak kalmaya devam edecektir.
Dünyanın gözleri önünde Türk devletinin gerçekleştirdiği bir katliam vardı. Soykırımcı-katliamcı AKP hükümetinin başbakanı, bakanları konuyla ilgili saatler süren sessizliğe gömüldüler. Başbakan ancak ertesi gün konuştu. Aynı şekilde Türk medyası da katliamı saatlerce görmezden, duymazdan geldi. Tek laf edilmedi. Yazılıp çizilmedi. Çünkü ortada bir suçüstü durum vardı. 35 Kürt gencinin kanları dökülmüştü. Ortada bir katliam vardı. Böyle bir durumdan acaba kendimizi nasıl ucuza kurtarırız hesapları yapıldı. Ardından “ölümcül hata” ekseninde ortak temalı manşetler atıldı. Hatta bazıları
utanmazca PKK’yi suçlamayı bile denedi. Fatih Altaylı denilen sahibinin sesi bunun başını çekti.
Ancak başta Roboski, Beceh köylüleri başta olmak üzere, Kürdistan halkının geliştirdiği eylemsellikler, Kürt basını ve siyasetçilerinin çabaları AKP’nin oynunu bozdu. Yanlışlık değil de, katliamın planlı, hesaplı, Kürdistan halkına gözdağı vermek, halkın örgüt ve eylem gücünü kırmak için gerçekleştirilen bir katliam olduğu gerçeği kapatılamayınca bu kez başka bir yol denemeye yöneldiler. Bu yolu çizenler tabiî ki hükümet, onu kitlelere taşıyanlar ise Fethullah denilen iblisin kalemşörleri oldular. “ içerden dışarıdan, AKP hükümetini, Türkiyeyi tuzağa düşürmek isteyenler böyle bir olayın meydana gelmesine yol açtılar.” Fikrini günlerdir işlemektedirler. Ama nedense tüm çağrılara rağmen, katliamın esas sorumlusu Tayyip Erdoğan “elimizde İHA’nin dört saatlik görüntüsü var” demesine rağmen, bu konuda tek hiçbir görüntü basına verilmedi. Çünkü yayınlansa, suç belgesi niteliği kazanacaktır. Fakat yayınlansa da, yayınlanmasa da, itiraf etseler de etmezlerse de, tanıklar, hazırlanan raporlar, olayın oluş biçimi katliamın planlı ve kasıtlı yapıldığını ortaya koymaktadır.
Hüseyin Gülerce, Fethullah Gülen’in önemli kadrolarından birisi olarak, Fethullahın görüşlerini, iblisçe kurgulayıp yaygınlaştıranların başında gelmektedir. Bir tür sözcüsü, avukatı rolünü oynamaktadır. Şöyle yazmaktadır: “Uludere tuzağı neden kuruldu, bu oyun neden oynandı? Çünkü birileri Kürt meselesinin çözümünü istemiyor, yeni açılımları sabote ediyor… Çünkü birileri, Türkiye'nin sivil bir anayasa yapmasını, ne pahasına olursa olsun engellemeye çalışıyor. Gerilim ve çatışmayı tırmandırarak kırmızı çizgilerin silinmesine direnç gösteriyorlar... Çünkü birileri, Ergenekon ve Balyoz davaları gibi, darbe teşebbüsü davalarının sonuçsuz kalması için provokasyonlar peşinde... Herkes bilmeli ki, vesayetçiler, Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemekten asla vazgeçmeyecekler.”
Bir süredir bu fikir işlenmekteydi. Ve sonunda diğer bir Kürt katili, bir dönemin Türk ordusunun genelkurmay başkanı İlker Başbuğ tutuklandı. Olaylarda zamanlama önemli. İlker Başbuğ’un tutuklanmasıyla, gündem olduğu gibi genelkurmay başkanlığı yapmış birisinin tutuklanması ekseninde oluşturulmaya çalışıldı. Bazı sözüm ona liberaller de buna dünden hazırdırlar: “ önemli, tarihi bir adım, askeri vesayetin kaldırılması demokrasiye doğru ciddi bir adım” olarak demekte gecikmediler.
19. yüzyılın başında da Osmanlılar Batı karşısında tutunabilmek için bazı düzenlemelere, reformlara yöneldiler. Bu konuda 3. Selim ile başlayan bir Kürt katliamcısı 2. Mahmut ile devam eden bu reformların ana eksenindeki çatışma, yeni ordu kurmak ve ona direnen yeniçeri ordusunu tasfiye etmek vardı. 2. Mahmut yeniçerileri öyle tutuklayarak da değil, daha sert yöntemlerle, katliamlarla bastırır. Merkezi otoritesini kurar, sağlamlaştırır. Bu sağlamlaştırmayla berebar de, Kürdistan’a büyük sömürgeci, katliamcı seferler düzenler. Moltkenin mektupları, isimli kitapta, bu katliamların nasıl vahşice gerçekleştirildiği ayrıntılarıyla anlatılır.
Türklerdeki her iç iktidar çatışma, hegemonik çatışmayı demokrasi, ilericilik v.b. değerlendirmek bir Türk’ün, işi olabilir. Ama bir Kürdistanlı ve Kürt için sadece sömürgecinin isminin değişmesi kadar bir anlamı olabilir. Bunu neden yazdık, çünkü birçok siyasetçi, aydın, yazar, gazeteci Türk sömürgeci sistemi içindeki iktidar çatışmalarını yanılgılı değerlerdirmektedirler. Katliamın yeniçer tarafından mı, yoksa nizamı cedid ordusu tarafından yapılması Kürtler açısından farkı nedir? Soykırımın beyaz Türkçü faşistler tarafından mı, yoksa yeşil Türkçü faşistler tarafından mı yapılması Kürtler açısından ne önemi vardır? Sonuçta katliam, soykırım yapılmaktadır. Katliam katliamdır. İkisi de, Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’da kurumlaşması temelinde yapılmaktadır. Tersinden bakan Kürt siyasetçi, aydın, yazarları aslında kendilerini Kürdistan ve Kürt ulusunun bir üyesi olarak değil de, Türklerin bir uzantısı, kuyruğu olarak görmektedirler.
Örneğin bir Ahmet Altan, Kürt katillerinden General Başbuğ’un tutuklanmasını, “ orgenerel başbuğu adalete sevk edecek kadar demokratız ama 35 insanın öldüğü bir askerî operasyonla ilgili bütün gerçekleri saklayacak kadar da demokrasiden uzağız.” demektedir. Evet kendi içlerinde iktidar çatışması yürütebilirler, buna yine kendi açılarından demokrasi de diyebilir. Yine Kürdü, Kürdistanı kendi uzantısı gördüğü için de Qilaban katliamının gerçeklerini sakladıkları için demokrasiden uzaklık olarak görebilir. Ancak bu yaklaşım Kürtleri yanıltmamalıdır. Ahmet Altan burada bir kez daha Kürdistan ve Kürt gerçekliğini inkar ediyor. Kaldı ki, özünde Ahmet Altan’ da, Hüseyin Gülerce gibi, “Bütün bu gerçekleri ortaya koyduğumuzda, çok ciddi bir tuzak kurulduğu, bu tuzağın kurulmasına da askeriyenin içinden birilerinin yardımcı olduğu ortaya çıkıyor.” demektedir. Aslında AKP hükümetini Qilaban katliamı sorumluluğundan kurtarmaktadır. Yine İlker Başbuğ’un tutuklanmasını demokratik adım olarak görmekle de, Tayyip Erdoğan gibi bir soykırımcı katili bir kalemde demokratlığa terfi ettirmektedir.
İşin özü ise şudur: Kürdistan, Kürt halkı ve Özgürlük hareketi açısından Beyaz Türk faşizmi ve AKP-Fethullah Gülen’in temsil ettiği yeşil faşizmin hegemonik dalaşmaları, çelişkileridir. Birbirini tutuklayabilirler. Ama her ikisinin ortak paydası, Kürdistanı sömürge, Kürt ulusunu köle konumunda tutmaktır. Her ikisini de Kürt ve Kürdistan açısından yaklaşımları ise, Qilaban katliamında da görüldüğü gibi inkar ve soykırım dışında bir şey değildir. Dolayısıyla AKP, yeni bir gündem yaratarak, bir Kürt katliamının yarattığı gündemin üstünü kapatmak, katliamı sıradanlaştırmak ve bir süre sonra da, unutturmak istemektedir. Buna izin vermemek gerekir.
Öncelikle 35 sivil Kürdün katledilmesinin anısına, bu katliamı sembolize eden bir anıt dikilmeli, Kürdistan halkı bu katliamı yapan AKP hükümetinin peşini bırakmamalıdır. Kürdistan’da bu katliamı yapan sömürgeci bir partinin kendini örgütlemesini her Kürt ve Kürdistanlı sorgulamalıdır. Bu temelde hiçbir AKP örgütlülüğü, Fethullah Gülen kurumu kalmamalı. Kalmasına izin verilmemeli. İsrailliler, Filistin’de örgütlenebiliyor mu? Kürtler neden Türk sömürgecilerine, katliamcılarına izin versin? Sömürgeci Türk devletinin, partilerinin varlığı neden meşru görülsün? Her şehir, ilçe heyetler halinde Roboski ve Beceh köylerini, şehitlerini ziyaret etmeli. Hükümet, bir başçavusu, bir yüzbaşıyı suçlu göstererek bu halkı kandırmaya çalışabilir. Katliamı yapan Türk ordusu ve onun genelkurmay başkanı Necdet Özel’dir. Sorumlu siyasi iktidar belli. Zaten işlerin bir koordinasyon içinde yapıldığını Beşir Atalay’ın kendisi açıkladı. Neyin araştırması yapılacak? Dikkat edilirse katliam açıktan, gözgöre göre yapıldı, ama dosyaya gizlilik kararı uygulandı. Gerçekleri gözden ırak tutmaya yönelik bir manevradır bu.
Sömürgeci AKP hükümetinin Önder Apo’ya uyguladığı ağırlaştırılmış tecrit bir işkenceye dönüşmüştür. Ancak AKP hükümeti Önderlik üzerinde uygulanan bu politikayı da normalleştirmeye Kürt ulusunu buna alıştırmaya çalışmaktadır. Buna karşı, 13. Yılına giren Önder Apo’nun esaretine artık dur demek gerekiyor.
Dolayısıyla sömürgeci AKP hükümetinin hem Kürdistan halk Önderine karşı uyguladığı ağır tecrit ve işkenceye hem de, Qilaban katliamını sıradanlaştırma ve unutturma politikalarına karşı, birliğini her şeyin üstünde tutmalı, yoğun bir örgütlülük ve eylemsellikle karşılık verilmeli. AKP’nin katliamdaki sorumluluğu, pratik katliamcı genelkurmay başkanı ve diğer koordinasyon üyeleri olan AKP’li bakanların katliamdaki sorumluluğu sürekli bir biçimde gündemde tutulmaya çalışılmalıdır.
Herdem Serhıldan
- Ayrıntılar