Basına ve Kamuoyuna!
1. 9 Aralık günü saat 07:00'de Hakkari'nin Şemdinli ilçesine bağlı Basya mıntıkası da bulunan Tepe Sor alanına yönelik işgalci TC ordusu askerleri ile korucuların da katılımıyla bir sızma yönelimi gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
8 Aralık günü akşam saat 18.30'da Gerilla güçlerimiz Şengal'e bağlı Şilo mıntıkasında Daiş çetelerin tutmakta olduğu tepeye yönelik bir baskın eylemi gerçekleştirmiştir.
- Ayrıntılar
HDP Heyeti’nin 29 Kasım’da İmralı’ya gidip Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme yapması ardından “çözüm süreci” tartışmaları yeniden yoğunlaştı. Gerçi Hükümet sözcüleri “çözüm süreci” kavramını dillerinden düşürmüyorlardı, fakat pratikleri buna ters olduğu için pek inandırıcı olamıyorlardı. Ama HDP Heyeti İmralı’ya gidip de açık bir uyarı ve somut bir “Çözüm Projesi” ile dönünce herkes sürecin ciddiyetine ve yeni bir çabanın varlığına inandı.
Şimdi artık çözüm sürecinde yeni bir çıkış ve yeni bir proje var. Bu kesin! Fakat bu çıkışın da ne kadar sonuç verici olup olamayacağı pek belli değil. Çünkü AKP Hükümeti bu tür çabaları hep oyalama ve iktidarını güçlendirme tutumuyla karşılıyor. Sürekli iç politikanın ve seçim kazanmanın aracı yapıyor. Aslında şimdi de sürece böyle yaklaşıyor. “çözüm sürecini” aslında bir “seçim süreci” olarak ele alıyor. Ve bu temelde 2015 genel seçimlerini kazanmayı hedefliyor. Bu da ikinci kesinlik oluyor.
30 Ekim tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısının “imha ve tasfiye” kararı ardından gösterilen sert tutumda biraz yumuşama başlayınca ve AKP sözcüleri HDP Heyeti ile görüşmeleri yeniden gündemleştirince, bu tutum AKP’nin seçim sürecini başlatması olarak yorumlanmıştı. Dolayısıyla AKP “çözüm süreci” deyince, bunun “seçim süreci” olarak anlaşılması gerektiği tespiti yapılmıştı. Aslında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın bu yeni girişimi söz konusu durumu ortadan kaldırmıyor. Tersine AKP’nin “çözüm sürecini” yeni bir “seçim süreci” olarak ele alma yaklaşımına karşı yeni bir siyasal hamle oluyor. AKP’nin seçim süreci yaklaşımını gerçek bir “çözüm sürecine” dönüştürmeyi hedefliyor. Bakalım başarılı olabilecek mi?
Kuşkusuz başarılı olabilmesi için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç var. Peki nedir bu şartlar? Birincisi, bu çabayı tüm demokratik güçlerin sahiplenmesi ve örgütlü bir ortak çalışma içinde olması gerekir. Çünkü AKP’nin hileli ve sadece kendi çıkarını öngören yaklaşımını yalnızca Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve bazı çevrelerin çabaları boşa çıkaramaz ve süreci gerçek anlamda bir çözüm süreci haline getiremez. Bunu ancak tüm demokratik güçlerin ortak çabası sağlayabilir.
İkincisi, tüm demokratik güçlerin Kürt Halk Önderi’nin bu “çözüm süreci” çabasını doğru anlaması gerekir. Yani bunu yaklaşan genel seçim öncesinde AKP’ye karşı yöneltilmiş bir siyasal mücadele olarak görmesi ve bu temelde yaklaşıp mücadele görevlerine sahip çıkması gerekir. “Çözüm süreci” çalışmalarını seçim öncesinin yoğunlaşmış bir siyasal mücadelesi olarak ele almayan yaklaşımlar kesinlikle doğru değildir ve demokratik siyasete zarar verir. Bu noktada süreci mücadelesiz ele almak ile onu küçümsemek iki temel yanlış anlayıştır ve ikisi de aynı kapıya çıkar.
Üçüncüsü ve bunların tamamlayanı olarak, tüm demokratik güçlerin kendi görevlerine sahip çıkmaları ve başarıyla yerine getirmeleri gerekir. Nedir bu görevler? Kuşkusuz tüm devrimci-demokratik güçlere düşen, AKP iktidarına karşı çok yoğun bir siyasal mücadele yürütmektir. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere tüm halk kesimlerinin hak, adalet, ekmek, özgürlük ve demokrasi mücadelelerini seçim sürecinde en etkili yöntemlerle ve çok güçlü bir biçimde geliştirmeleri zorunludur. Bu öyle olmalıdır ki, AKP’nin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmeli ve toplumda yeni bir yönetimin gerekli olduğu bilincini ve inancını kesinleştirmelidir.
Bununla birlikte demokratik siyasete düşen diğer bir görev ise, 2015 genel seçiminde barajı aşarak ülke yönetiminde söz sahibi olacak bir meclis grubuna ulaşmaktır. Bunun gerektirdiği propaganda, örgütlenme ve ittifak çalışmasını yürütmektir. Aslında iç ve dış koşullar bunun için son derece uygundur ve büyük imkanlar sunmaktadır. Eğer başta HDP olmak üzere tüm demokratik siyasal güçler gerçekten sorumlu davranır ve yaratıcı yöntemlerle aktif bir çalışma içinde olurlarsa söz konusu görevlerin başarılması kesindir.
Demek ki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın öngördüğü yeni “çözüm süreci” statik değil, dinamik bir süreçtir, aktif bir siyasal mücadele sürecidir. Öyle masa başında tartışma ve anlaşmalarla gerçekleşen değil, mücadele meydanlarında kazanılacak olan bir süreçtir. 30 Ekim MGK kararı ardından AKP’nin geliştirmeye çalıştığı seçim sürecine karşı geliştirilen bir demokratik seçim mücadelesi olmaktadır. AKP’nin seçim hamlesine karşı demokratik seçim hamlesi olma özelliği taşımaktadır.
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Şırnak'a bağlı Cudi bölgesinde kış koşullarında yoğun hareketlilik içeren avcılık gibi girişimler yasaktır. Bu bölgedeki bu tür girişimler suç sayılmaktadır.
- Ayrıntılar
Sanat doğası gereği incelik isteyen bir iştir. Bunun için sözlükler: “Bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık ve bir şey yapmadan gösterilen ustalık” diye de tanımlanabiliyor.
Biz duygu ile ilişkili olan sanattan ziyade “bir şey yapmadan gösterilen ustalık” tanımından yola çıkarak AKP’nin her zaman bir şeyleri yapacak gibi kendisini yansıtma becerisi üzerinde durmak istiyoruz. AKP denilen parti bu konuda gerçekten de tam bir sanat ustalığıyla toplumda yapmadığı halde, ancak yapacak gibi, yapmış gibi bir duygu insanlarda yaratabiliyor. Bunun da dediğimiz gibi gerçekten çok ciddi bir yetenek hem de bezirgan yeteneği istediği açıktır.
Örneğin; AKP, Kürtlerle TC Devleti’nin yaşadığı sorunları çözmek istediğini yıllardır dillendiriyor. Biz bu yazımızda daha çok buna dönük bazı görüşler sunmak istiyoruz. AKP’nin Romen sorununa dönükte böyle bir yaklaşım sergilediğini herkes biliyor. Benzer bir şekilde belki de daha da ilerisini Alevi Sorununa dönük ortaya koyduğu yaklaşımlarıdır. Avrupa Birliğine girme meselesi de benzerdir. Dersim Katliamı’na yaklaşımı da aynı minvaldedir. Ve tabi ekolojiye, sivil topluma, Çerkezlere derken aslında tüm sorunlara yaklaşımı benzerdir.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi biz bu yazıda AKP’nin Kürt Sorununa çözüm yaklaşımına ilişkin birkaç şey belirtmek istiyoruz.
Hatırlayanlar bilir, konuya giriş yaparken Erdoğan henüz 2005 yılında: “Kürt Sorunu benim sorunumdur” dedi. Ardından ise Rusya’da: “Bir şeyi yok sayarsan o şey yoktur” dedi ve Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığını ifade etti. Süreçle yine Kürt Sorunu dedi, ardından Kardeşlik Projesi dedi, peşinden ise Milli Birlik Ve Kardeşlik Projesi dedi. Derken en sonunda Çözüm Süreci kavramında şimdilik sabitlenmiş olsalar da, her sıkıştıklarında yine Milli Birlik Projesi, Kardeşlik Projesi, Kürt Kökenli Vatandaşların Sorunu gibi kavramları da sık sık kullandıklarını hepimiz izliyoruz ve görüyoruz.
AKP hükümeti bir sorunu çözecek gibi yapma hususunda oldukça becerikli olduğunu en çok Kürt Sorununa yaklaşımda ortaya koymuştur. Öyle ki neredeyse herkeste, tüm toplum kesimlerinde sanki Kürt sorununu çözecekmiş gibi bir algı yaratabilmiştir. Hatta birçok toplum kesimin de, bırakalım çözecekmiş gibi yapma becerisini sanki Kürt sorununu çözmüş gibi bir algı bile yaratmıştır. Bu inceliği ve kurnazlığı herkes gösteremez. Yani olmamış olan bir durumu olmuş gibi gösterme inceliği ya da sanatı konusunda AKP gerçekten de, tam bir numaradır, birinci sınıftır. AKP’nin üzerine bu konuda yoktur. Ve muhtemeldir ki; dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir parti, hiçbir kuruluş, hiçbir devlet, hiçbir psikolojik savaş merkezi AKP’nin yarattığı bu sanal durumu yaratamaz ve yaratamamıştır. İşte bu bir incelik ve sanattır.
Denilecek ki ama öyle bir şey yok ki! Yok, olmasına yok ama herkeste böyle bir beklenti, umut ve algı yaratmış mı yaratmamış mı? Bırakalım halkımızı ve halkları, sözde aydın geçinen binlerce insanı ne kadar böyle inandırdığını günlük olarak görmüyor muyuz?
Dikkat edelim hangi aydınlar tam da bu konsepte girmiyorlar, AKP’nin bu algı operasyonundan etkilenmiyorlar? Ya gerçekten aydın vasıfları var olanlar yani toplumla ilgilileri olan ve de iktidarın olanaklarına gözlerini dikmemiş kısmi bir kesim ya da AKP ile çalışmış ama AKP onlara yönelerek kapı dışarı etmişler dışında, gerçekten bu yanıltma konseptine girmeyen kaç aydın, sanatçı, sivil toplumcu derken böyle muhalif vardır? Yoktur ya da gerçekten çok mu ama çok sınırlı sayıda, hatta parmakla sayılacak düzeyde böyle insan vardır.
AKP’nin ustalık hatta sanatçı bir tarzda böyle bir durumu yarattığı durum budur. Örneğin Kürt sorununa ilişkin hemen şimdi içerisinde bulunduğumuz duruma bakarak birkaç şey söyleyerek, ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz.
1-AKP her gün neredeyse her saat, “çözüm projesine bağlıyız, kıyamette kopsa bu sorunu kardeşlik temelinde çözeceğiz” diyerek kıyametleri koparıyor.
Bunları söylerken; Kürtlerle görüşüyor, HDP heyetiyle görüşüyor, PKK ile görüşmek istediğini belirtiyor, Başkan Apo’nun yanına heyet gönderiyor, “kendi kendimize çözelim, başkaları araya girmesin” diyor, Afrin’den gelen heyeti karşılıyor, Barzanilerle bir araya geliyor ve böyle daha fazlasını sayabiliriz.
Bunları yaparken ne kadar Kürt Sorunu çözme meselesinde iradeli olduğunu, iddialı olduğunu ve de çözecekmiş gibi bir kararlılık içerisinde olduğunu herkese götürmüş oluyor.
2-Yukarıda dile gelenleri yaparken birde bakıyorsunuz Kobanê’ye kuzeyden Mürşit sınır kapısından DAİŞ çetelerini geçirerek, intihar eylemleri yaptırtıyor.
Bununla da Kobanê’lere, Afrinlere, Qamışlo Kürtlerine dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketine, “ayağınızı denk alın, benim dediklerimi yapmazsanız, yapacağımı bilirim” mesajını veriyor. Bunu hem de Başkan Apo ile bir heyetin görüşeceği gün yaparak Başkan Apo’ya da kendilerince mesaj vermiş oluyorlar.
3-Putin ile hem de Kürt Özgürlük Hareketi dünyanın her yerine açılım yapmışken görüşüyorlar, bir nevi 2. Mavi Akım Projesi gibi bir projeyle Rusların Kürt Özgürlük Hareketine yaklaşmaması ve destek sunmamaları için adeta neleri varsa satıyorlar, peşkeş çekiyorlar.
4-Çözüm projesi diyorlar yukarıda ifade ettiğimiz algıyı yaratıyorlar, ama Kürdistan'da ise boydan boya Heslerle, barajlarla tüm tabiatını, tarihi değerlerini yerle bir ediyorlar. Tarım arazisi bırakmayarak Kürtleri gelecekte aç kalmaya mahkum ediyorlar. Bunlara gerilla az bir şey dokundu mu da, “vay PKK barış istemiyor” diyerek Kürt Halkı nezdinde kendilerince karşı propaganda olarak kullanıyorlar.
5-Bunlar yetmiyor, Kürdistan’ın her yerine Kalekol, karakol inşaatlarına aralıksız devam ediyorlar. Barajlara ve Heslere dönük benzer bir yaklaşımı gerilla bu Kalekol ve karakollara yönelim içerisine girdiğinde sergiliyorlar. Halbuki Kalekol ve karakolların niçin yapıldığını normal şartlarda herkes bilir.
6-Kuzey Kürdistan sınırıyla Güney Kürdistan sınırı adeta karakollarla yeniden işgal edilmiş durumdadır. Yaz ve kış demeden, gece demeden gündüz demeden inşaat çalışmaları içerisinde oldukları halde, “bunları dış güvenliğimiz için yapıyoruz” diyerek başka bir kandırmacayı herkese yutturuyorlar.
7-Hepsinden en önemlisi de 30 Ekim günü MGK’da hükümet ve devlet Kürtlere karşı resmi olarak savaş kararı almıştır.
Hatırlayanlar bilir 6-8 Ekim serhıldanı sürecinde neredeyse tüm hükümet yetkililerinin ağızlarından çıkan sadece ve sadece savaş naralarıydı. Sonra modu değiştirseler de özü savaş tamtamlarıydı.
Sözü uzatmadan belirtelim ki, AKP gerçekten de savaş kararı aldığı halde, neden sanki Kürt sorununu çözecekmiş gibi bir algıyı sürdürmede ısrarındadır? Buna verilecek tek bir cevap vardır, o da: 2015 Seçimleridir.
8-AKP 2015 seçimlerini kazandıktan sonra Kürt Sorunu diye bir sorunu olmadığını, zaten Kürt sorununu çözdüğünü, böyle bir sorunun geçmişten kaldığını belirterek tamamen Kürtlere sert bir yönelim içerisinde olacağı kesin gibi görünmektedir.
Daha da ileriye götürelim söyleyeceklerimizi, AKP eğer seçimi kazanırsa-ki birkaç yıl hiçbir seçim olmayacaktır-sadece Kürtlere yönelmeyecek, Alevilere de, Romenlere de, ekolojistlere de, gezi direnişçilerine de, özgürlükçü kadınlara da, sivil toplumculara da derken ne kadar böyle muhalif varsa hepsini önüne katarak, kendilerine dün dost olan Fetullahçılara yaptıklarını gibi herkese yöneleceklerdir. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor.
İşte AKP bu durumu seçimlere kadar saklamak ve gizlemek için bir cambaz misali her ipten oynamakta ya da tüm iplere oynamaktadır diyelim. Adeta tüm sahaları doldurarak, hiçbir yerde boşluk bırakmayarak dans etmekte ve bir jonglörün ustalığını göstermektedir. Böyle sanatkârane bir biçimde samimiyetsizliğini, sahtekârlığını, ikiyüzlülüğünü, riyakârlığını, dolandırıcılığını, dalavereciliğini, bukalemunluğunu bir saniye bile gizleyemezse ayakta duramaz, silinip götürülür.
AKP tüm bunlara rağmen halen ayakta duruyorsa, meydanlarda halen gür haykırabiliyorsa güvendiği tek silahı, sanatkârane bir tarzla tüm toplum kesimlerinde var olan herhangi bir sorunu sanki çözüyormuş ya da çözecekmiş gibi algıyı yaratmasına ve manipüle etme yeteneğine borçlu olduğunu bilelim.
Bilelim ki AKP gibi gerçekten sadece kandırma ve aldatma sanatı üzerine kendisini kurmuş ve inşa etmiş bir partinin oyunlarına gelmeyelim ve aldanmayalım.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Son iki gündür Hakkari'nin Çukurca ilçesine bağlı Şehit Rüstem alanı ve sınır hattında işgalci TC ordusuna ait helikopterlerin yoğun hareketliliği yaşanmıştır. Yaşanan hareketlilik devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki İslamiyet’in her işe başlarken bir ‘Bismillah’ı varsa, kapitalizmin de benzer kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği ‘bilim yöntemi’ gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu var oldukça onsuz olmayacağı ‘özgürlük ahlakı’ ve etiği değildir. Tersine, onu yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en gelişmiş köleci yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür.
Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı. Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç Evren’in olduğunu biliyoruz. Sümer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim peygamberin derin tanrıcı şüpheleri (sonuncu örneği Hz. Muhammed’in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi (şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme, tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar. Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir) uç veren yeni bir yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir.
16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus’un müthiş yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır.
Yaşam tarihim 1950’lerde başlayan bir zamana denk gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik (tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal’in en mümbit toprağı Mezopotamya’nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar.
Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik biçimde, adeta Zeus’un Prometheus’u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendiliğin sistem zıtlığını çözmeyi zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’ne takılmamın, olsa olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol kesilmiştir. Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam gerçekleriyle tanımlamaktır.
Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks’ın kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul gören bir görüştür. Aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.
Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri.
Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu risk ve kolaylıkları.
Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşa-dığımı veya Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücünün ve içindeki anlamının her saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum.
Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallacı Mansur, Sühreverdi bir yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri, yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu.
Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse, nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın yaşamla alakası vardır. Simülasyo’nun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir.
Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlarda-yım. Kapitalizmin meşruiyet sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi; simülasyon, sahtekâr, cüce, aldanıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır. Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos’un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum. Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da, yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz.
Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi, derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum, tiksiniyorum da.
Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme başlar.
Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi “PKK’yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz” derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim gereğidir.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama hiç başarı yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım. Sistem açısından gülünç kalındığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı, baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir; her ne kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır. Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik sistemin kulluğunda adeta mekânik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır.
Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan kapitalistikmodernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir.
Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılar da diğer kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir heğomonik sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen, ‘güçlü adam’ veya ‘hegemonya karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar çok fazladır.
Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: ‘Yepyeni toplum’, art arda gelen benzemez ‘toplum biçimleri’ en içi boş kavramlardır. İnsan türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler; ama benzer olarak. Aşk eğer gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir. Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü olduğunda ise aşk bir ‘Nirvana’ değerindedir. Fenafillâhtır; gerçeğin içinde erimek oluyor; Enelhaktır; adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani tam demokrasi olma halidir.
Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden eminim. Yanlış olan, kapitalistikmoderniteyi ışık sanmaktı. Geç çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi. Bilgece söylüyordu. “Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin” sözü hala hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum.
Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı başında 1848’ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu. Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların ezici yoksul, emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarsalayıcı, yeniden organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı. En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalist hegemonyacılığı o kadar güçlüyse, bunun en temel nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir.
Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep karı-koca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla kendini güvencede sayar.
Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa, proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçi-memur arasında gerçekleşmektedir.
Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu, çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur. En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir. Tersine, uygarlaşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka anlama gelmez.
Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni olarak sıkça ileri sürülür. Ama şunu iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.
Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor. Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist hegemonyacılığın eritme değirmeninde sayısız halk kültürü yok edildi. Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir anlamda kültürlerin intikamıdır.
Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir. Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir. Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca tekrarlama olur.
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa’nın sahil kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlendiği yer Ortadoğu kadim kültür merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı, hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le Üçüncü Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender’se, AhimeydiNecat da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş durumdadır.
Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestraysan stilinde icra etmedikçe, ya ‘Agade’ye Lanet’ ya da ‘Nippur’aAğıt ’tan öteye gidilemez.
Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı, biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış anlamayın. O ölüm yılında, 1976’da ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl sonuçlanacak?
İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler özgürlük değil, kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine kendimi iktidar zaferine karşı savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile, ordularımın zaferlerine karşı savunmayı en büyük cihat sayardım.
Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da biraz bağlantılıdır.
Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır. Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür, demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.
Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya çalışırken, toplumsallık inşalarında ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi, Sokrates’i, Buda’yı, Zerdüşt’ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız. Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına yanıt olmadan; tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan; ihanete uğramış aşk var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz?
Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır.
Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.
Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos ’un ancak iç gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük cehaletin insandaki ve heğomonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım, yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.
Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz, Hiroşima’ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam, simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilicilik dini olarak pozitivizmin bilim olmadığını açıklamak istiyorum.
Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz. Pozitivizm çağımızın gerçek mutçuluğunun dinidir.
Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna düştüm. Bu bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi -Leviathan- yükselen kapitalist modernizminerişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu. Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum. Şüphesiz bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus, bir toplumum olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve inançlı buluyordu. Bir nevi yarı-deli yarı da olmadığıma emindim. Fakat geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır.
Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik ortamdan korkma yerine, anlam yükleme ve çıkış sağlamada ideali kıldı. Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu.
Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da kapasitem dâhilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması, insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
Önder APO
- Ayrıntılar
“Şehide, şehidine hakkını vermeyenler, onların anısını esas alıp yaşamını düzenlemeyenler, parti gerçeğimizin de sağlıklı bir militanı haline gelemezler.”
Batman-Gercüş doğumlu olan Ronahi arkadaş, daha küçük yaşlardayken, devletin baskıları ve ekonomik nedenlerden kaynaklı ailesiyle Türkiye’nin büyük metropollerin’den olan İzmir’e göç etmek zorunda kalmışlardır. Yaşadıkları göç ve sonrasındaki sıkıntılar nedeniyle Ronahi arkadaş ve ailesi kendi gerçekliklerinden uzaklaşmak ve kendilerini unutmak yerine, daha çok kendi gerçeklilerine sarılmışlardır. Kürdistan-i değerler temel yaşam gerekçeleri olmuş ve Kürt olmanın gereklerini yerine getirmişlerdir. Bir yandan ekonomik anlamda yaşamlarını kurma çabası sürmüş, diğer yandan ülkelerinden uzaklaştırılmalarının acısı ve topraklarının hasretiyle yurtsever bilinci geliştirme çalışmalarında yer almışlardır. Düşmanın göçerterek, ekonomik anlamda kendine bağlamak istediği onurlu Kürt halkı, Ronahi arkadaşın ailesi şahsında devleti ve politikalarını boşa çıkarmıştır.
Ronahi arkadaş da yaşananlardan etkilenip arayışların içerisine girmiştir. İzmir’in kalabalık sokaklarında sistemin tüketen çarkına şahitlik eden Ronahi arkadaş, her geçen gün yüreğinde büyüyen ülke özlemini anlama kavuşturma yoluna girmiştir.
Yaşananlar daha en başından dayanılmaz boyuttaydı. Kendi topraklarından, insanlarından uzak, dilinin, renklerinin, özlemlerinin yasaklandığı bir ortamda yaşamanın derin acısıydı bu dayanılmazlığı besleyen. Ama doğru zamanın geldiğini bilecek kadar bilinçliydi Ronahi arkadaş. Kürt özgürlük hareketinin hem içten hem de dıştan çok yoğun saldırıların hedefi olduğu, Kürt halkının hakaretlerle, yok saymalarla, inkârlarla teslim alınmak istendiği, Kürt halk önderi Önder Apo’nun vahşi işkence ve uygulamalara maruz kaldığı bir süreçte özgür yaşam mekânlarına yönelmesi bunu net göstermiştir. Sistemin tüm ‘bitirdik, kalmadılar, dağlar boşaltıldı vb.’ gibi politika ve propagandalarına kanmayıp, özel savaş politikalarını boşa çıkararak özgürlükten yana tavır koyması bunun göstergesidir. Ronahi arkadaş şahsında dönemin Kürt gençliğinin, kapitalist moderniteye, Türk devletine, özel savaş politikalarına karşı takındığı duruş özgür yaşam duruşudur. Özgürlüğü dağlarda, mücadeleyi gerillada aramanın temelinde yatan gerçeklik budur.
Büyük insanlar büyük çıkışlara sahip olanlardır. En kötü, çıkış yapılamaz denilen zamanlarda bile gözünü kırpmadan mücadele alanını çığlığıyla ve yaşamıyla doldurandır. Büyük insanlar büyük başarmada ısrar edendir. İddiasını büyük tutarak büyük başarıp, büyük yaşayandır. Ronahi arkadaşta büyük bir insandı. Çünkü Ronahi arkadaşın iddia düzeyi, başarı istemi, özgür yaşamı geliştirme kararlılığı hep büyüktü. Büyük yozlaşmaların özgürlük hareketine ve Kürt halkına dayatıldığı 2004 sürecinde çıkış sahibi olmak tamamıyla bunun göstergesiydi. Çünkü böylesi süreçler büyük çıkışları gerektiren süreçlerdir. Ronahi arkadaş dağlara yönelerek, gerilla saflarında mücadele halayına tutuşarak büyük çıkışını yaptı.
2004 yılında, hem hareket hem de düşman açısından bir hareketlenmenin olduğu süreçte gerilla saflarına yönelerek özgürlük dağlarıyla olan buluşmasını sağlamıştır. Yeni şervan devresinden sonra düzenlemesi HRK alanına olan Ronahi arkadaş, özgür yaşam dağlarına adım attığı ilk andan itibaren eğitimine özel önem göstermiştir. Çünkü Ronahi arkadaş, bilinç gelişmedikçe mücadelenin anlam itibariyle yetersiz kalacağının farkındalığını kendisinde oluşturmuştur. Bu temelde önderlik çözümlemeleri ve kitapları başta olmak üzere ne kadar örgütsel materyal ve mücadeleye ilişkin belge bulursa okur ve arkadaşlarla tartışarak anlama çabasında olmuştur. Önderlik ideolojisini, özelde kadın kurtuluş ideolojisini derinlikli bir şekilde tanıyıp, özümseyerek kendi yaşamında sergileme çabası hep en üst düzeyde olmuştur. Yaşam içerisinde örgütselliği esas alan duruşuyla tüm arkadaşların saygı ve sevgisini kazanan Ronahi arkadaş, kadın-erkek ayrımına gitmeden anladığı her şeyi herkesle paylaşmayı kendisine esas almıştır. Anlamak istediğini de çekinmeden herkese sorar, ortamı bir yoğunlaşma içine sürüklerdi. Birilerinin söylemine gerek duymadan, kendi kendine yetmenin, iradeli ve inisiyatifli olmanın en güzel resmi olmuştur Ronahi arkadaş.
Ronahi arkadaş örgütsel ve ideolojik duruşuyla yaşam içerisinde gelişen yanlışlıklara, kişilikte açığa çıkan sorunlara karşı içerisine girdiği tavırla da arkadaşların sevgi ve saygısını kazanmıştır. Her şeyden önemlisi farkındalığı yaratmak ve ona göre harekete geçmek en temel yöntemi olmuştur. Ronahi arkadaş sırf konuşma olsun, laf olsun diye konuşmazdı. Ne diyeceğini, ne için dediğini iyi bilirdi. Bundan kaynaklı yaşam içerisindeki refleksleri de arkadaşları tarafından doğal karşılanırdı. Örneğin, ihanete giden bir şahıs için bir kişinin ‘önerisi vardı, örgüt neden kabul etmedi’ söylemini kullanması üzerine; sakin, anlaşılır, kendinden emin bir edayla, örgütsel duruşundan ve devrimci kararlılığından taviz vermeden şu cevabı verdi:
“Bizler bu örgütün birer militanı olarak, özgürlükten yana tavrımızı koyup öz irademizle dağların yolunu tutarak özgür yaşam arayışına koyulduk. İlk geldiğimizde biz neydik, şimdi neyiz? Bu örgüt bizi biz yaptı, toplumsal gerçekliğimizi, insanlığımızı açığa çıkarttı. Ancak Önderliğin ve örgütün tüm çabalarına karşılık, sistem içinden beraberimizde getirdiğimiz hastalıkları da hep yanı başımızda tuttuk. Hem örgütle, hem de bu hastalıklarla beraber yaşayabileceğimizi sandık. Oysaki gerçeklik böyle değildi. İradesini özgür yaşamla güçlendirmeyen böylesi kişilikler ne yapılırsa yapılsın, eninde sonunda düşmanın uzatacağı kırıntılara koşacağı aşikârdır. Bundan kaynaklı kimse bu temelde kalkıp da örgütü, bu yaşamı ve yoldaşlığı küçük düşürmeye kalkmasın. Böylesi bir tutum ve duruşun sahibi olanlar, ihaneti en derinden içinde yaşayanlardır.”
Bu kararlı, istikrarlı, örgütsel ve devrimci duruşundan kaynaklı birçok arkadaşı O’na ‘Yaşamımın Komutanı’ unvanını layık görmüştü. Ronahi arkadaş yaşam duruşu ve sevinciyle bunu hak etmişti. Yaşama karşılıksız ve hesapsız katılımıyla, güler yüzlülüğü ve sempatikliğiyle tüm gözleri üzerine çekiyordu. Ronahi arkadaşın badem içi rengindeki gözleri her an bir tebessüm halindeydi. Çok nadir bir şekilde arkadaşları onu tek başına ya da hüzünlü görürdü. Ronahi arkadaşın en büyük moral ve yoğunlaşma kaynağı yoldaşlarıydı. Yoldaşlarından büyük güç alırdı. Yoldaşlarıyla olduğu sürece hiçbir şeyin kendisini mutsuzluğa itemeyeceğini, çünkü yoldaşlarıyla tüm sorunları, mutsuzlukları sevince dönüştüreceğine inanıyordu. Bu inançla yoldaşlarıyla yaşama sarılırdı.
Cevap olamadığı, üstesinden gelemediği, güç getiremediği durumlar karşısında kendini bir köşeye kapatma, yalnız kalma, içine kapanma gibi alışkanlıkları yoktu. Böylesi kişiliklerle mücadelesi keskindi. Kimsenin bu sistem içi duruşuyla bu yaşama katılamayacağı, bunun kabul edilemeyeceğini ve bir şekilde yoldaşlarıyla bir paylaşım içerisinde olunması gerektiğini sürekli dile getirirdi. Sadece dile getirmez aynı zamanda gördüğü böylesi arkadaşlarla diyalog içerisinde olarak anlamaya ve bildiklerini anlatmaya çalışırdı.
Ancak Ronahi arkadaş çok tıkandığında, düşünsel anlamda zorlanmalar yaşadığında arkadaşlarıyla tartışır bu tıkanıklığı aşmaya çalışırdı. Böylesi durumlarda en çok önderliğe başvururdu. Önderliğin düşünce ve felsefesine yönelerek kendi kişiliğinde yaşanan yetersizlikleri ve çözümsüzlükleri aşmaya çalışırdı. Nitekim bu yöntemi başarılı olur ve önderlikten anladıklarını yoldaşlarıyla paylaşmayı bir sorumluluk olarak bilirdi.
Ronahi arkadaş partiye adım attığı ilk günden, yönetim olup şehit düşünceye kadar hep sorumlu davranmayı bildi. Sorun varsa birilerine atmak, başkasında, kendi dışında görmek yerine öncelikli olarak kendisiyle yüzleşme cesareti gösterirdi. Çünkü bilirdi ki kendisiyle yüzleşmeden, kendi kişiliğindeki hastalıklarla mücadele etmeden dışarıda yaşanan sorunlara, bir başkasının hastalıklarına müdahale edemezdi. Bu temelde kendine karşı acımasız ve ilkelerden taviz vermezdi. Bir arkadaşa gelen en ufak eleştiriyi bile kendisine gelmiş gibi hareket eder, hemen o gelen eleştirinin özeleştirisini yaşamıyla pratikleştirirdi.
Faşist İran devletinin 2007-2008 yıllarında yoğunlaşan saldırıları özgürlük hareketini de daha fazla mücadele etmeye yöneltti. Yıl içerisinde gelişen birçok gerilla hamlesi arkadaşların içerisinde büyük bir heyecan oluşturdu. Faşist İran rejiminin zindanlardaki saldırıları var olan heyecanı öfkeye dönüştürdü ve daha geniş eylemsellikleri beraberinde getirdi. Ronahi arkadaş da, yaşanan bu süreç karşısında kayıtsız kalamayacağını, bir şeyler yapması gerektiğini her seferinde dile getirdi. Bu temelde kaldığı alandaki bir karakola eylem hazırlıklarına Ronahi arkadaş da katılır. Yönetim düzeyinde eyleme katılan Ronahi arkadaş saldırı gurubunda yer alır.
Ronahi arkadaş ilk eylemi olmaması nedeniyle, arkadaşlarına büyük moral ve destek olurdu. İlk kez böylesi bir eyleme katılacak olan arkadaşları motive ederek, onlara tecrübelerini aktarırdı. Bazen güzel sesiyle bir şarkı dillendirerek gecede biriken zifiriliği dağıttı. Bazen bir halayın başına geçerek yoldaşlarının sevincine ortak oldu. Bazen de, eylemin daha iyi başarıya ulaşması için planlama üzerinde yoğunlaşıp, arkadaşlarına görüşlerini sundu.
Eyleme gitmeden önce, arkadaşlarıyla vedalaşmayan Ronahi arkadaş, arkadaşlarına ‘tüm vedaları literatüründen çıkardığını’ belirtmişti. Ronahi arkadaşın tek korkusu bir gün gelir de yalnız kalma ihtimaliydi. Ama Ronahi arkadaş bu ihtimali aklına getirmemeye, sürekli yoldaşlarıyla olacağı inancıyla mücadeleye girişirdi. Ronahi bir şeyler hissetmiş gibi, eylem alanına gideceği zaman geride kalan arkadaşlarına sıkıca sarılmış, tebessümler içerisinde bademiçi rengindeki gözlerinden birkaç damla yaş inmiş. Her ne kadar arkadaşları buna anlam veremeseler de, onlar da sıkıca büyük bir sevgi ve saygıyla Ronahi arkadaşa sarılmışlar ve gidişini selamlamışlar.
Ronahi arkadaş bu son sarılmadan sonra, üzerine gittiği karakoldan, eylem başarılı olmasına rağmen, ağır yaralı olduğundan çıkamaz. Büyük kayıplar veren düşman güçleri yaşadıkları bu yenikliğin acısını Ronahi arkadaşın cansız bedeninden çıkarmak istercesine yerlerde sürüklerler. Ama Ronahi arkadaş ölümsüzler kervanına katılmıştır. Ronahi arkadaşı tekrar tekrar öldürmek isteyen düşman güçleri, Ronahi arkadaşın milyonların yüreğinde ve mücadelesinde yaşadığını bilemeyecek kadar gözü kara ve saldırgandılar.
Ronahi arkadaş son görevini de başarılı bir şekilde yerine getirerek, aydınlattığı yolda on binlerin yürümesini sağladı. Eylemdeki duruşuyla nasıl ‘yaşamın komutanı’ olunacağını tekrar gösterdi. Şimdi Ronahi arkadaşın birer savaşçısı olarak, oluşturmak istediği yaşamı önder Apo’nun ideoloji ve felsefesiyle donatarak inşa ediyoruz. Önder Apo’nun büyük emek ve çabaları sonucunda, geri dönülemez bir boyuta gelen mücadelemiz şimdi şehide bağlılığın gereği olarak tüm dönemlerden daha çok zafere yaklaşmış durumdadır.
Bugün gelinen aşamada şehit gerçekliği ve yaşamımızdaki yeri daha belirgin bir şekilde kendisini göstermektedir. Yaşanan sürecin yaratıcısı şehitlerimizi anmak, onların, mücadeleleriyle aydınlattığı yolda doğru pratik ve yaşamın sahibi olmak gerekir. Bunu sağladığımız derece onlara, özlemlerine ve hayallerine doğru cevabı vermiş oluruz. Uğruna canlarını, umutlarını adadıkları bu yolun onurlu birer sürdürücüsü olabiliriz. Bu temelde tüm şehitlerimizin mücadele gerekçesi olan özgür ve onurlu bir yaşamın oluşturulması ve geliştirilmesi sorumluluğunu herkesin en derinden hissederek, bu temelde döneme cevap olması gerekir. Bu da varolan sürecin doğru bir temelde bilince çıkarılması, ihtiyaçlarının belirlenmesi ve zaman-mekân birlikteliğini yakalayarak yaşamda sergilemesiyle
Gerillanın kaleminden
- Ayrıntılar
Devrim bir anlamıyla insanın kendini edebe çekme hareketidir. Esasta insan devrimi kendine karşı yapar. İçten ya da dıştan dayatma ile olsun bir bozulma, bir çürüme hali yaşanmaktadır. Giderek yaşanan daha fazla çirkinleşme daha fazla köleliktir. Öz ve biçim doğal halini yitirmektedir. Anlam yitimi derindir. Üretim, yaratım, canlanmanın önüne geçmiştir, tüketim, ölüm ve donuklaşma başat olmuştur.
İlkeler, insanı var eden ilkeler can çekişmektedir. Değerler, en yüce en kutsal değerler ayağa düşmüştür. Kötülükler kol gezmektedir. Yalan, hile, gasp, inkar, tecavüz meşruiyet statüsünü işgal etmiştir. Ne edep, ne adap kalmıştır. Her şey yaşamın kendisi tanınmaz haldedir. Büyük bir utanmazlık hali almış başını gitmiş, vicdan can çekişmektedir.
İnsan, toplum var olma yok olmanın yol kavşağındadır. İşte böylesi anların kurtuluş kimliğidir devrim. Bir utanma, bir silkinme, bir ayağa kalkış, bir diriliş gerçekleşmesidir. Bu da öncelikle kişinin kendisinde hayat bulur, ete- kemiğe bürünür. Terbiyesi, ahlakı, vicdanı bozulmaya yüz tutmuş insanın yeniden kendine gelme, özüne, sözüne dönme kendini özgür kılma kalkışmasıdır. Bu da başlı başına büyük bir vicdan hareketinin adı olmayı, sadece adı da değil onun sözü ve eylem gücüne kavuşmayı ifade eder.
Gerçekte birçoğumuz neden gerçek devrimciler olamıyoruz. Neden duruşu, sözü ve eylemi ile bunun gerçekleşme düzeyini yakalayamıyoruz. Bunca yıla- yıllara, bunca zorluğa ve de bunca şansa, imkâna rağmen neden sözümüzün ayağa düşürücüsü oluyoruz?
Gerçektende düşmüş, düşürülmüş kölelik zincirleriyle sıkı sıkıya bağlanmış, kendi kimliğinden, özgür gelişme ve yaşamın koşullarından uzaklaştırılmış bir halkın, bir toplumun içinde sağlıklı, kâmil insan bulmak çok zordur, neredeyse imkânsız gibidir. Böylesi pek az çıkar. Çıkarsa da on yıllarda, yüz yıllarda bir veya birkaç tanesi ya çıkar ya çıkmaz. Ve tarihin de böyle kime önderlik, öncülük, kurtarıcılık, kahramanlık rolünü oynattırmak ister. Ezici çoğunluk ise yarım yamalaktır. Yara bere hastalık içindedir. İşte önder ve öncüler ayağa kalkıp yürüyüşe geçtiklerinde böylesi bir çoğunlukla yolculuk yapmak zorundadırlar.
Ve bu çoğunluğun içinde militanlar savaşçılar yetiştirilmek zorundadır. Bütün zayıflık ve hastalıklarına rağmen deyim yerindeyse “zorbela biraz kalburüstüne çıkabilenler” dışında da aday yoktur, başkaca. Yani biz hele hele yaşadığımız devirde mumla da arasak sağlıklı ki bu vicdani ahlaki düzeyin yanında fizikten tutalım, yetenek ve yetkinliğe kadar istediğimiz kişileri bulamayız. Çünkü devrim bu halk düşmüşlüğe karşı bir çıkış olarak gelişiyor.
Tabi ki bu kaderine razı olma boyun eğme kabul etme anlamına gelmiyor. Tam tesrie gerçekçi bir analizle doğru bir değerlendirme yapmak anlamına geliyor. Mademki bir devrimi bunun için başlattık, o halde devrim saflarına gelen bizler, hızla kendimizi aşarak yeterli hale getirmeliyiz. Sadece kendimizi değil yoldaşımızı, yoldaşlarımızı ve halkımızın her ferdini var olan ve zorla dayatılan aşağılık köle statüsünden çıkarmak gerekiyor. Nefes alış verişlerimize kadar, her şeyimizi buna kilitlemeli bunun başarısına koşullanmalıyız. Kendine sevdalı, bin bir dereden su getiren, gerekçeci, sorumsuz, yüzeysel, mücadelesiz, utançsız, tutkusuz ve azimsiz bunu başarmak elbette mümkün değildir.
Kendisi mükemmel olmadığı halde kimseyi beğenmeyen, hep mükemmeli isteyen, köleliğin tüm biçimleri ile ‘barışık’ yaşayan kabul- ret ölçülerinden kopuk, kendine büyüklüğü, yüceliği, özgürlüğü, büyük hitap ve yüksek edebi yakıştırmayan bir kişilik, ne halkla devrimden- devrimcilikten, özgürlük ve kurtuluştan bahsedebilir ki!
Sonuç itibariyle kişi kendi özgür gerçekleşmesini başarmadıkça, hiçbir kazmaya sap da olamaz. Kendini en yetkin adaba kavuşturma, edepli kılma olmazsa olmaz kabilindedir. Kendisinde yenik, kendisinde başarısız bir bireyin başka kişiliklerde veya toplumda zaferi ve başarıyı yakalaması mümkün değildir. Kendisiyle mücadelesinde sürekli başarılı ve zaferli bir düzey yakalayabilenler ise adeta sel gibi coşarak dağlardan vadilere, ovalara sel gibi akar ve tüm gerekli topraklara hayat taşımayı başarılar. Bundan daha görkemli ve bundan daha heyecanlı bir başka yürüyüş de yoktur. Bizden istenen ve bize layık olan ve bir türlü hakkını vermediğimiz yarı da, yolda belki de yerde bıraktığımız görev de budur. Bunun kabullenmek devrimci ruhu, vicdani katletmektir. İnsan insanlığı katletmektir. Bütün kötülüklerin ve günahların ortağı olmaktır. Bu hale düşene nerede vicdan demeye de gerek yoktur, artık.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum.
Bunları söylemeden önce mutlaka uzun huzurlu, susmuştun. Yüzyıllarca süren bir sessizliğin anlamını çözmek ister gibi, susmuştun. Bu sözlerinin altında, yine onlara ilişkin başka bir sessizlik vardı ki bize uzaktır. Yüzyıllardır ulaşmaya çalıştığımız bir derinlikten ilk kez, işte böylece, topraklarımıza benzeyen bazı sesleri şimdi sende duyabildik. Yine de, anlamakta güçlük çekiyorduk; gül renkli bir gözkapağı olup açılan sözlerinin altındaki sessizliğin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştık.
Sessizlik, büyük ayrılıkların, büyük uzaklıkların diliydi. Bunları söylemeden önceki sessizliğinin altında hangi bilgelik, anlaşılmamış derinlik gizliydi? Evet, senin sessizliğinde ölüme benzeyen bir yan varsa eğer, mutlaka öldürmeye benzeyen bir yan da vardı. Yaşamdan sözederken ki, güzelliğinin altında, anlamakta güçlük çektiğimiz başka bir şey vardı.
Sana işte, büyük sessizliği hak etmiş bir güzellik olan sana; rüzgâra karışmış olan, toprağa ve bu suretle canımıza karışmış olan sana, bir öykü anlattık.
"Sebil", kimin öyküsüydü? Tam hatırlayamıyorduk. Bir Grek MİT’i miydi? Ne olursa olsun, Bill’in öyküsünde sana ilişkin bir yan vardı.
İşte:
Çok güzel bir kızdı Sybill. Yalnızca güzellikler için yetenekli gözlere sahip insanlar değil, aynı zamanda tanrılar da Sybill'in müthiş güzelliğine hayran kaldılar. Ve hem güzelliği görmeye vergili gözlere sahip insanlar, hem de tanrılar, böylesine bir güzelliği ödüllendirmek amacıyla, Sybill'e ölümsüzlük bağışladılar. Ve onu sonsuza kadar hiç yaşlanmadan yaşayacağı bir cam fanusun içine yerleştirerek, güzellikler için yetenekli gözlere sahip olanların görebileceği bir yere koydular. Yüzyıllarca herkes gelip bu güzelliği büyülenerek, büyük bir hayranlıkla seyretti. Ancak bir gün, güzellik için duyarlı yüreğe sahip olanlardan biri, Sybill'in neler hissettiğini anlamak isteğiyle, fanusun kapağını açtı. Ve ona sordu: "Sybill", dedi, "bir isteğin var mı?"
"Tek bir isteğim var", dedi Sybill. "Ölmek istiyorum."
Bir güzelliğe ölümsüzlük bağışlanabilir mi? Yoksa güzelliğin büyüsü onun ölümlü olmasında mıdır? Ve ya; bir güzelliğin kendisini ölümsüz kılması ne demektir? Bir güzelliğin hangi koşullar altında tek isteği ölüm olabilir?
Bütün sözlerimizin altında gerçekte var olan büyük sessizliğin anlamı nedir? Bizler, özgürlüğümüzün ifade biçimleri olarak başka hangi simgeleri edinebiliriz? Varolma savaşının bu kadar çapraşık biçimlerinde, ölümün yaşamla örtüştüğü, içiçe geçtiği dünyamızda, kendi öz davranışlarımızı tam olarak anlayabilir miyiz?
"Yaşam iddiam çok büyük. Yaşam iddiam çok büyük. Anlamlı bir yaşamın ve büyük bir eylemin sahibi olmak istiyorum. Yaşamı ve insanları çok sevdiğim için bu eylemi gerçekleştirmek istiyorum."
Yine bir Kürt öyküsünden duymuş olmamız gerekiyordu. Gözlerine vurulan aşığına, gözlerini çıkararak ak fincanlarda sunan o masal kızının davranışı geliyordu aklımıza. İşte sen de, bir bakış gibi sundun kendini; kendini bir aşka açtın. O zaman hatırladık ki, Ruben Galuci'nin kurşuna dizilmeden önce söylediği sözlerin altındaki sessizliği açtın.
"Öldüğümü duyduğunda adımı söyleme
Söyleme adımın on bir harfini
Gözlerimden uyku akıyor
Sevdim
Ve hakkettim sessizliği..."
Söz bir örtüydü ve onun altındaki belirsizlikte, senin eylemin duruyordu. Kavuşma şarkılarına mezar olmuş göğüslerimiz, işte senin ateşten cevabınla açıldı. Ateşten bir göğüs olarak açıldın; göğsünde "muhayyel Kürdistanda, yani hepimizin düşüne bir kapı açtın. Hepimiz, ülkenin bu ateşten kapısına yüzümüzü ve yürüyüşümüzü dönerek, göğsünün alev kanatları arasından gireceğiz. Artık kavuşma günlerinden söz edebiliriz; artık konuşmadan da, örttükleri uzun sessizliğin etkisiyle sabah sisleri gibi uçup giden sözleri kullanmadan da, yüzyıllardır sağırlaşmış yüreklerin, bizi duyup anlamalarını sağlayabiliriz. Taş kesilmiş dillerin toprağa ve gökyüzüne benzeyen bazı yeni, güzel, bize dair, ak elmastan sözler söylemesini sağlayabiliriz.
Bizi işte, büyük sessizlik içinden yeniden doğurdun.
Dersim'de yangınlar arayışındaki o rüzgâra karıştığı için, adını söylemeksizin de, seni anabiliriz. Evet, sağırlaşmış yüreklerimiz duydu şimdi; evet; ülkemizin dağlarında, vadilerinde, savurmak için yangından saçlar arayan o rüzgar senin sesindir ki ona karışıp dağıldın; bu topraklar senin gözlerindir ki bire bin veren bereketli buğday taneleri olup karıştın. Değil mi ki bizi yeniden doğurdun artık, hepimiz şimdi büyük kavuşmadan söz edebiliriz.
1996
Rêber APO
- Ayrıntılar