Basına ve Kamuoyuna!
Son 2 gündür Mardin'in Midyat ve Kerboran ilçeleri arasındaki ana yolda işgalci TC ordusu zırhlı araçların desteğiyle bir operasyon başlatmıştır. TC ordusu yol çevresinde pusulamalar da yapmaktadır. Operasyon alanda devam etmektedir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
23 Kasım günü(bugün) saat 04:30'da Kerkük'ün Xanekin ilçesine bağlı Celavla ve Sadiye kasabalarında gerillla güçlerimiz ve peşmerge kuvvetleri DAİŞ çetelerine karşı ortak bir operasyon gerçekleştirmişlerdir. Operasyon saat 14:00'e kadar devam etmiştir. Bu operasyon sonucunda Celavla'nın kuzey yakasında net görülen 3 çete öldürülmüş ve çok sayıda çete yaralanmıştır. Bunula birlikte Celavla ve Sadiye kasabaları güçlerimizin ve peşmergelerin denetimine girmiştir. Operasyon kapsamında bölgedeki harekat devam etmektedir. Ayrıntılar netleştikçe halkımıza ve kamuoyuna duyurulacaktır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Kasım günü saat 20:00'de Ağrı'nın Doğubeyazıt ilçesine bağlı Sanayi Mahallesinde 15 kişilik bir kontra grubu maskeli ve silahlı bir şekilde bölge halkı arasında dolaşıp ''Ya çocuklarınızı Kobanê'ye savaşa göndereceksiniz ya da para vereceksiniz'' demekte ve halkı yoğun baskı altında tutup zorla para almaktadırlar.Halkımıza saygı ile duyurulur.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 20 Kasım günü saat 20:00'de TC-İran sınırından geçen gerilla güçlerimize yönelik İran pastarları pusu atmıştır.
- Ayrıntılar
Kürdistan, tarihinin en kritik dönemeçlerinde birinde yine geçmektedir. Öyle ki hem dostları hem de düşmanları alabildiğinde net çizgilerle taraflarını belli etmektedirler. Dostları Kürtlerin de artık bu dünyada özgürce bir yaşam sürdürmelerini isterlerken, düşmanları ise inadına Kürtleri alışıla geldikleri köleci sistemin içerisinde, kölece bir yaşama reva görmektedirler. Birinci gerçeklik budur.
Diğer önemli bir gerçeklik ise, Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra Kürtlere biçilmiş olan statü daha doğrusu statüsüzlüktü. Öyle ki Sykes-Picot denilen antlaşmayla esasta Kürtler yok sayılmaya başlanmış ve Lozan Antlaşmasıyla da bu yok sayılma tescillenmişti. İşte bu yok sayılmışlık ilk kez adım adım aşılmaktadır. Tarihi bilenler bilirler ki, emperyalistler Kürdistan’ı dörde bölmüş, parçalamış ve bu şekilde de yönetmeyi kendilerine daha uygun görmüşlerdi. Birde öyle bir statü oluşturmuşlardı ki, kimse dokunamasın, değiştiremesin ve yıllarca sürsündü. Bu dokunamamaya sömürgeci devletler de dahildi. Yani bölge güçleri bile yaratılan statüye karışamayacak, dokunamaycaklardı. Bölgede az da olsa Kürtlerle barışmak ve uzlaşmak isteyen biri çıkmış olsaydı, buna da emperyalistler izin vermeyeceklerdi. Nitekim vermemişlerdi.
Unutmayalım ki 1958 yılında Irak’ta krallığı kaldırarak yerine cumhuriyeti getiren Abdulkerim Kasım biraz da olsa Kürtlerle ilişki geliştirdiğinde hemen götürülmüştü. Neden Abdulkerim Kasım götürülmüştü? Abdulkerim Kasım Kürtlere karşı ortak oluşturmuş olan CENTO’dan çekilerek fiilen bu Kürt karşıtı Pakt’ı sonlandırmıştı. Sen misin bizim oluşturduğumuz statüyü sıfırlayan ve değiştiren diyerek birkaç yıl sonra Abdulkerim Kasım’ı devirmişler, ardından ise BAAS’cıların elliyle idam ettirmişlerdi.
İşte bu kadar Kürt karşıtlığı temelinde oluşturulmuş olan Ortadoğu’daki sistem ve statü ilk kez değişmeye yüz tutuyor. Bu çok önemli bir durumdur. Hem de Kürdistan'da on yıllarca verilmiş olan özgürlük mücadelesinin kaderini tayin edebilecek bir değişim ve dönüşümdür.
Yenilersek; hem Kürtler müthiş bir kalkışı yaşıyorlar, hem dostları ilk kez Kobane etrafında ciddi destek ve dayanışma göstermektedirler. Hem de düşmanları dünyanın ve bölgenin tüm gerici ahlak ve ölçüleriyle Kürtlerin adım adım geliştirmek istedikleri demokratik özerk yapılarına karşı saldırıya geçiyorlar. Geçmişlerdir. Ve birde belirttiğimiz gibi uluslararası güçler ilk kez Kürtlere yakınlaşma ya da az da olsa onları tanımaya dönük adımlar atmaktadırlar. En azından eski düşmanlıklarını yapmayacaklarına dönük mesajlar vermekte ve adımlar da atmaktadırlar.
Bu iki durum Kürtler için özelde de özgürlükçü Kürtler için yeni imkanlar ve kapılar aralayacağı açıktır. Bu bir yönüdür, ama bu durum doğru değerlendirilmez ise Kürtlerin büyük tehlikelerle karşı karşıya kalacakları da açıktır. Çünkü faşizm diz boyu Kürtlere yönelmektedir. Hem de bölgesel ayaklarıyla birlikte, tamda Kürtlere karşı fiziki soykırım ve fiziki olarak sürgünler temelinde bu gelişmektedir.
İşte tarihin bu çok kritik anında, Kürtlerin hem özgürlüğe yakın oldukları hem de büyük yok olma tehlikeleriyle yüz yüze oldukları bu anda, Kürt gençlerine düşecek, gerçek manada tarihi görevler vardır. O da: SEL YÜRÜYÜŞÜ temelinde an’a ve sürece yüklenmeleridir.
Tarih halklara her zaman böyle keskin ve net pozisyonlar sunmaz. Tarihin böyle keskin ve net anlarında, yürümesini bilenler, gitmek istedikleri duraklara daha rahat ve daha erken vara bilirler. Ama unutmayalım ki; halkları bu salimen duraklara götürecekler gerçek manada gençler olacaklardır. Hem de büyük SEL YÜRÜYÜŞÜNE sahip gençler.
Sel Yürüyüşüne Sahip Gençlik Olmak demek her şeyden önce tarihin bu an’ını hissederek, yaşayarak kendi üzerlerine düşeni yapmaya aday olmaktan geçiyor. Aday olmak da elbette yetmez. Bizatihi bu Sel Yürüyüşünün içerisinde yer alarak önüne düşecek tüm görevleri önüne katarak götürmesini bilmekte gerekir.
Tarihi her zaman biraz da gençler yazmıştır. Tarihin defter ve kitaplarında belki onların isimlerine rast gelinmez ama gerçek manada tarihin çarklarını her zaman gençler çevirmişlerdir. Sosyalist hareketler tarihe damgasını vuran gençlerin hakkını teslim etmek için her zaman gençlerin rollerine değinmiş ve onlara devrim anlarında aktif rol alma görevlerini atfetmişlerdir. Ancak Kürdistan özgürlük mücadelesinde gençler sadece önemli rol alacak bir kesim değildirler. Kürdistan özgürlük mücadelesinde gençler en önemli öncü güçlerin başında gelmektedirler. Kadınlarla birlikte Kürdistan Devrimi’nin öncü ve sürükleyici güçleri oldukları açıktır. Kürdistan Devrimi bir kadın devrimi olmasından dolayı, doğalında kadın en önde hem de en ön cephede yerini alırken, birde tahakküme, iktidara ve de devletçi yapılara karşı ideolojik bir duruşu olan özgürlük mücadelesinin -doğalında en önde yürüyen diğer gücü ise -gençlik olacaktır.
Gerçekler ve görevler böyle olduğuna göre o zaman Kürdistan gençliği- hiç olmadığı kadar bu -tarihin devrim an’ına yüklenerek kendi görevlerine sahiplenmesi gerekir. Ancak yukarıda ifade edildiği gibi; bu görevler ne sıradan görevlerdir, ne de sıradan görev yaklaşımlarıyla altında kalkılabilecek görevler ve sorumluluklardır. Tarihin bizlere yükledikleri görevler çok hızlı, ivmeli bir yürüyüşle yerine getirilebilir. İşte biz bu hızlı ve ivmeli yürüyüşe Sel Yürüyüşü diyoruz. Bir nevi her şeyi önüne katıp götürecek bir Sel akışı.
Seller doğaları gereği çok gür akarlar, hızlı akarlar, silip süpürürler, yeni yataklar oluşturarak başkalarının arkalarında daha rahat akmalarını sağlarlar, olanak sunarlar. Ancak böyle güçlü yatakları açabilmek için gerçekten güçlü akmasını bilmek gerekiyor, aksi taktirde Sel olup akış olmaz, olsa olsa bir çay biçimindeki bir akış olur ki, bu da bir şeyi değiştirmez.
Evet, tarihin bu an’ında, devrim momentumda Kürt Gençleri tamamen gür akmasını bilmelidirler. Kiminin aklı almaya bilir de, ancak kim demiş ki dünyanın büyük değişimleri sadece akılla yapılmıştır. Değişim ve dönüşümler için her şeyden önce büyük duygular gerektirir. Büyük yürek atışları gerektirir. Büyük heyecan ve coşku gerektirir. Bu büyük duygu, yürek atışı, heyecan ve coşku ise Kürdistan gençliğinde fazlasıyla vardır.
Gerçekler böyle ise-ki öyledir- o zaman büyük SEL YÜRÜYÜŞÜNE SAHİP GENÇLİK OLMAK için bir an önce harekete geçmeli, ellerimizde bulunan mevziileri daha da genişleterek derinleştirmeliyiz. Bunları sağlarken de sürekli dağlara olan akışımızı ise ivmeli bir yürüyüşle de hızlandırarak, güçlendirerek sağlamasını bilmeliyiz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Güncel siyasal durumun bazı özellikleri ve Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz üzerindeki olası etkilerini değerlendirirken, bu temelde savaş taktiklerimizin daha da yetkinleştirilmesi gerektiğini de ortaya koymak gerekiyor.
Türkiye Cumhuriyeti, 12 Eylül faşizmi ile içine girdiği çözülüş sürecinden kurtulma çabalarını günümüzde de sürdürmektedir. Biz, Türkiye Cumhuriyeti olgusunu başından beri giderek derinleşen bir çözümlemeye uğrattık. Bu Cumhuriyet'in, kapitalist sistemin hangi aşamasında ortaya çıktığını ve Türk egemen sınıflarının burjuvalaşma sürecini, onun özelliklerini inceledik. TC'nin, Ulusal Kurtuluş Savaşı aşamasında nasıl evrimleştiğini, Kemalist diktatörlükle vardığı düzeyi, bunun özelliklerini inceledik.
Daha sonraki süreçte, bir yerde yükselmeyi ve gelişmeyi ifade eden, Kemalist dönemle daha da büyüyen bir kapitalizm ve burjuvalaşmanın olgunluk dönemine kendi çapında tekabül edebilen sürecin, 1970'lerden itibaren de ağır bir bunalımın içine girdiğini açıkça gördük. Türk kapitalizminin kendini sürdürmede artık zorlandığını, bir çok çürüme belirtisini ortaya çıkardığını biliyoruz. Aynı zamanda da, bu durum emekçilerin hareketine yol açmış ve buna da 12 Mart darbesiyle karşılık verilmek istendiği görülmüştür. Gelişmeler bu temelde ilerlerken; yani bir yandan düzenin çürümesi, bunalımın derinleşmesi olurken; diğer yandan ise buna tepki olarak gelişen, bunu aşma rolü ile yükümlü olan emekçi halklar seçeneğinin kendini devreye koyması gerçekleşkiştir. Bununla birlikte daha derin ve daha kapsamlı bir müdahale olan 12 Eylül askeri darbesine gidilmiştir.
12 Eylül askeri diktatörlüğünün, esasta çöküş çağındaki Cumhuriyet'i zorla yaşatmak, çok sınırlı olan burjuvaparlâmenterdemokratik, hatta sivil bile diyemeyeceğimiz yöntem yerine, askeri yöntemi bir kez daha, hem de uzun ve kalıcı bir biçimde devreye sokmak olduğunu belirttik.
TC, bir anlamda askeri bir Cumhuriyet'tir.
Eğer bir de burjuva anlamda ve o görüntüde bir demokrasicilik oyunu oynanıyorsa, bu da askerin müsaadesi ölçüsünde bir demokrasiciliktir. Nitekim Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasındaki deneyimler, tamamen ordu hakimiyetindeki bir sivilleşme veya eğer demokrasicilik denilen bir şey varsa, bunlar tamamen ordunun himayesinde bir denemedir. 27 Mayıs'tan sonra da bu böyledir. 12 Mart'tan sonra da bu böyledir. Ve daha kapsamlı olarak da 12 Eylül askeri yönetiminden sonra böyledir. Kurulan çok partili yaşam, sözüm ona burjuvaparlâmenterdemokratik yaşamı tamamen askerlerin koruması altında, icazetiyle, onların gözetimi ve denetimi altında yürütülmektedir. Bu Türkiye gerçeğidir, TC'nin temel bir özelliğidir. Askeri bir cumhuriyet tanımı bu anlamda gerçekçidir. Bu askeri cumhuriyet, zaman zaman bazı parlâmenter maskelerle kendini demokrat gibi gösterirken, bazen de apaçık bu maskeyi atarak, apoletleri ve militarizmi ile sırıtmaktadır. Ama hiçbir zaman ordunun denetimi azalmamıştır, geriletilmemiştir. Bilakis bütün kapitalizmin gelişim süreci boyunca yaygınlık göstermiştir. Ordunun militarizasyonu, yani toplum üzerindeki etkileri, kapitalist gelişmeyle orantılı olarak artmıştır. Bazıları sivil görünüme aldanarak, hatta "demokrasicilik de yapılabilinir" oyununa aldanarak partiler kurmuş, hatta iktidara gelmişlerdir. Ama BayarMenderes olayında görüldüğü gibi, bu yanılgılarının cezasını idam sehpasında çekmişlerdir. Yani asıl güç ve otorite sahibinin ordu olduğunu, onun emrinde olmak gerektiğini, bunu aştıklarında ise başlarına neler geleceğini kestirmediklerinden ötürü bu duruma gelmişlerdir. 12 Mart'ta olsun, 12 Eylül'de olsun, yine kendini bir şey sanan, sözüm ona demokrat, 'ordunun, politikacıların emrinde olması gerektiğini' söyleyen bir Demirel örneği vardır. Onun da hemen bir korkutmayla nasıl şapkasını alıp kaçtığını, koltuğunu nasıl terkettiğini iyi biliyoruz.
Dolayısıyla politik yaşam üzerinde tamamen ağırlıkta olan ordu oluyor. Bu konuda ortaya çıkan yanılsamalar, özellikle bir çok yanlış taktiğe de yol açıyor. Hatta bazı sol gruplaşmalar kendini sadece 'Türkiye'de bir burjuvademokrasisi varmış' gibi gruplaştırmaya çalışıyorlar. Bildiğiniz gibi, legalleşmenin bu temelde ele alınışı, TKP örneğinde de gördüğümüz gibi illegalitenin sakat bir temelde kavranışı, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek özüyle değerlendirilip ona göre bir örgütlemenin, bir mücadele tarzının tutturulamaması, sadece düzen içi değil, düzen dışında olduğunu iddia edenlerin de büyük darbeler yemelerine ve bunu çok ağır ödemelerine yol açıyor. Bu önemlidir. PKK bugün eğer PKK olabilmişse, bunu Türkiye Cumhuriyeti'ni sağlam kavrayışına borçludur. Onu sağlam kavrayış, ona karşı doğru tutum alış, bizi azçok onun karşısında ayakta tutmuştur. Ama bunun doğru olmayan kavrayışı, düzen içi sivil güçleriyle, düzen dışı sözüm ona muhalif güçlerin bunlar sol da olabilir, dinci de olabilir ezilmelerine yol açmıştır. Neden? Çünkü karşılarındaki gerçeği bütün yönleriyle kavrayıp ona göre tedbir, örgüt ve taktik geliştiremediklerinden ötürü bu böyledir.
Bizim başından beri TC üzerine kafa yormamız yerinde bir durumdur. Başta Kemalizm ve Kemalist dönem olmak üzere, kapitalist gelişmenin bütün özelliklerini adım adım takip etmemiz ve bu gelişmenin politika üzerindeki, politik toplum üzerindeki etkilerini ortaya çıkarmamız, ordu ile bağlantısını araştırmamız isabetli olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, bu anlamda Güney Amerika'daki cumhuriyetlerden daha çok askeridir. Ortadoğu'nun diğer ülkelerindeki rejimlerden daha fazla askeridir, hatta hepsinin öncülüğüdür, prototipidir. Esas itibarıyla toplum üzerinde ordunun hükmü icra edilir. Orduda tutturulan yaşam tarzı ve disiplin toplumu etkiler. Subay ailesi, subay ahlakı giderek toplumun ahlakı, disiplini haline getirilir. Askermillet edebiyatı da buradan ileri geliyor. Türkiye milletini esasta şekillendiren ordudur. Dolayısıyla orduda olup biten, ordunun yaşam felsefesi, yaşam alışkanlıkları, ona hakim olan disiplin, egemen sınıfların lehine emekçilerin aleyhinedir. Bu topluma aşılanır. Sonuçta oldukça boyun eğmeci, militarist, otoriteyi göklere çıkaran bir toplum ortaya çıkar. "Asker her şeydir, bir no'lu kurtarıcıdır" formülünde ifadesini bulan ve zorda kaldıkça "ordumuz gelsin, bizi kurtarsın" tutumunda dile getirilen, ama esasta da sonuna kadar despotizme boyun eğmeyi ifade eden yaklaşımdır. Ve bunun da demokratik tutumla hiçbir alakası yoktur.
Günümüzde sömürü söz konusu olduğunda, muazzam bir sömürü ortamına karşı edilgence bir tavır içinde bulunmaya kadar götüren bir durum ortaya çıkar. Bugün Türkiye'de devrimci hareketin ve daha da ötesi emekçilerin tepkilerinin çok sınırlı olmasının altında bu gerçek yatıyor. Aile ortamının, köle ilişkilerinin üretildiği bir ocak olması bu gerçekle bağlantılıdır. En sıradan bir halk mücadelesinin geliştirilmeyişinin altında bu gerçek vardır. Bu dünyada eşine ender rastlanılan bir gerçektir. Cumhuriyet'in bu karekteri 1970'lerin sonlarında, zorlanma sonuncunda bir kez daha kendini göstermek zorunda kaldı. Rolün asıl sahibi olan ordu, dişlerini göstererek kendi ucubesi olan bu varlığı bir kez daha kurtarma, hatta yeniden kurma sevdasına düştü. Bu anlamda 12 Eylül rejiminin amacı, kendilerinin de belirttiği gibi "Cumhuriyeti kurtarma ve kollama hareketiydi, bunu yaptık" diyorlar. Bir anlamda yeniden kurabilmektir. Çünkü çözümsüzlük içindedirler. Nasıl kurduklarını da iyi biliyoruz.
Bu rejim, kuruluşunun onuncu yılına girdi. Cumhuriyet'in yeniden kuruluşunun onuncu yılı yaşanıyor. Bu çok önemli bir yaşamdır. Büyük bir çıkmazı yaşadıklarını her gün kendileri de itiraf ediyorlar. Darbeler çözüm değildir. Darbeler toplum sorunlarını daha da kötüye götürmekten öteye bir rol oynamıyorlar. Dolayısıyla yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız vardır, yeni bir felsefeye ihtiyaç vardır. Bu temelde Türkiye somutunda tam bir kargaşa ve arayış yaşanıyor.
Ordunun da bir seçenek olmaktan çıkması çok önemlidir. Ordunun toplumun sorunlarını ve kördüğümünü çözen bir kılıç olmadığının anlaşılması çok önemlidir. Hareketimizin bunu göstermesi de en önemli başarılardan birisidir. Bir toplum ki, temel ekonomik, sosyal, siyasal gelişim sorunlarını tümüyle zor gücünden bekliyor, ordudan bekliyor, kılıçtan bekliyor. O toplum en kötü konumu yaşayan ve bunu yaşamaya kendini mecbur eden bir konumdadır. Bu konumun ortaya çıkardığı anlam ve yaklaşımın doğru olmadığı, toplumun bu kötü beklentisinin her türlü demokratik, dolayısıyla toplumsal gelişmenin önünde engel teşkil ettiği çok iyi ortaya çıkmıştır. Türk kamuoyu, ordu gerçeğini şimdi daha iyi tartışıyor. Bir tabu olmaktan çıkarılması gerektiğini söylüyor. Gelişme esaslarının ve maddelerinin yeni arayışlarla ortaya çıkarılmasına önem veriyor. Özellikle bir burjuva liberalizmi gelişecekse, gerçeğe bu yönüyle yaklaşmaya çalışmalıdır. Yine bir emekçi seçenek, devrimci seçenek ortaya çıkacaksa, bunu her zamankinden daha fazla kavramaya çalışacaktır.
Biz, ordunun böyle bir çözüm gücü olmadığını göstermekle, bunlara en büyük yararı sağlamış oluyoruz. Çok önceleri belirttiğimiz bir söz vardır; "eylemlerimizin en önemli bir sonucu da ordunun bir çözüm gücü olamayacağını kanıtlamaktır" diyorduk. Bu artık çok iyi kanıtlanmıştır. Şimdiye kadar toplum zorda mı kalmış, kriz veya bunalım mı var, bunu burjuva anlamda veya devrimci bir tarzda emekçi sınıfların çözmesi gerekirken, bu en ucuz biçimde geçiştirilmiştir. Ya sağcunta, ya solcunta gelir, kurtarır. Dıştan bir kuvvete, ordu içindeki kuvvete bel bağlamışlardır. Kendi asıl rollerini düşüncede, siyasal bir örgüt geliştirmede ve devrimci bir örgüt kurmada göstermişlerdir. Sürekli "hazır kuvvetler gelsin kurtarsın" mantığı hakim olmuştur. Hazır kuvvetler de aslında çıplak zoru uygulamaktan başka bir şey yapmaz. Ordular hiçbir zaman üretemezler, yaratamazlar. Ordular varolanı ele geçirirler. Varolan eğer egemenlerin ve sömürücülerin hizmetinde ise, onlara peşkeş çekerler. Eğer halkların ordusu varsa, bu ordu halkların hakkını, emeklerinin karşılığını sömürücülerden alır.
Türkiye ordusunun baştan beri, yani Osmanlılar'dan bu yana en kodaman ve sömürücü kesimlerin hizmetinde olduğu bilinmektedir. Eğer emekçiler, hatta orta kesimler değer kazanmışlarsa, bu değerleri bunları elinden tekrar almakta kullanılan bir araç olmaktan öteye rol oynamamışlardır. Nitekim 12 Eylül askeri yönetimi döneminde, orta sınıflardan tutalım işci sınıfına kadar, köylülükten tutalım aydınlara kadar, hepsinin yaşam düzeylerinde yüzde elliden aşağıya bir kayma olmuştur. Bu da şunu gösteriyor ki; ordu toplumda biriken değerlerin çok büyük bir kesimini egemen üst tabakaya aktarmaktan öteye bir rolün sahibi değildir. Bunun için işkence yapmıştır, politika yapmıştır, baskın yapmıştır, her gün otoritesini pekiştirmiştir. Yoksullaşmanın da esas nedeni budur. Toplum bugün bunu biraz daha iyi anlamaya çalışıyor.
Türk toplumunda egemen olan yargı; özellikle ordunun bu rolünü böyle görmek yerine, "geldi, bizi kurtardı" biçiminde bir yargıdır. Halbuki elindekini de aldı, egemen burjuvaziye taşırdı. Bu yargıya ulaşması, bu gerçeği kavraması gerekirken, geleneksel ordu hakimiyeti, halkı dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen geri bir düşünsel ve hatta siyaset dışı kalma ortamı içinde tutmuştur. Demek ki ordu meselesinin günümüzde anlaşılması, biraz da TC gerçeğinin anlaşılmasıdır. Aynı zamanda TC gerçeğinin anlaşılması da ordunun anlaşılmasıdır. Ve bu konudaki kavrayış, toplumsal sınıfların kendi rollerini daha iyi anlamasını, kendi çıkarlarını daha iyi görmeyi ve giderek politikayı kendi çıkarları temelinde düşünmeyi, örgütleşmeyi, tavır içine girmeyi doğurmaktadır. Günümüzde ortaya çıkan budur ve bu konuda büyük bir kargaşalık ve arayış vardır.
1990'lara doğru giderken, eskiden kopma, bir anlamda ordu denetimi, despotik ve antidemokratik toplumun biçimlenişinden kurtulup herkesin biraz da kendi gerçeğine yönelmesi ve bu temelde bir şeyler olmaya çabalaması anlamlıdır. Neler ayakta kalacaktır, o da ayrı bir meseledir. Herkesin çelişkilerin çözümünü böylesine bir zor güce havale ettiği dönemin geride kalması, herkesin kendi çelişkilerini bizzat görmesi ve bu çelişkilerin çözümünde bilinç sahibi olması, güç sahibi olması gerçeği aslında günümüzde en çok olumlu karşılanacak ve sonuç alabilecek durumdur. Gelinen bu nokta ve ulaşılan sonuçlar bu temelde anlamlı gelişmektedir. Orduya dayalı kafa yapısının bu aydın olsun, profesör olsun, solcu olsun farketmez olumlu hiçbir şey üretemeyeceklerinin açığa çıkması, bu gelişmenin önemli bir parçasıdır. Toplumun artık kendi adına düşünmesi, toplumsal sınıflarının kendi çıkarları adına ve özgüçleri ile düşünmek zorunda bırakılmaları, Türkiye toplumu için ciddi ve tarihsel bir aşamayı teşkil ediyor. Bu anlamda bir olguşlamadan bahsedilebilir. Sağlıklı arayış içinde bulunanların gelişme şansının daha fazla olduğundan da bahsedilebilir. Bu yaklaşım çerçevesinde, günlük olup bitenlere baktığımızda, durumları daha iyi kavramak ve anlamak kolaylaşıyor.
Rêber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 18 Kasım günü Siirt'in Eruh ilçesine bağlı Mêrgê ve Dırişkê alanları üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği yaşanırken 19 Kasım günü sabah saatlerinde ise bu hareketlilik operasyona dönüşerek devam etmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
17 Kasım günü Şırnak’a bağlı Gabar Dağı etrafında bulunan işgalci TC ordusunun Gire Cotyar karakolu hem karakol çevresini hem de araziyi havan ve obüs toplarıyla bombalamıştır.18 Kasım günü ise saat 17:30 ile 18:30 arasında Gabar alanı üzerinde işgalci TC ordusuna ait savaş uçaklarının hareketliliği gözlemlenmiştir. Ayrıca saat 17:30 ile 20:00 arasında insansız hava araçları da alan üzerinde keşif uçuşları yapmıştır. Bu bölgedeki askeri hareketlilik devam etmektedir.
- Ayrıntılar
15 Eylül’de faşist IŞİD çetelerinin saldırısıyla başlayan Kobanê Savaşı üçüncü ayına girdi. İki ayı aşkın bir süredir Kobanê halkı ve Rojava Devriminin özgürlük ve savunma gücü YPG-YPJ kuvvetleri söz konusu faşist ve soykırımcı saldırıya karşı direniyor. Bu direnişe tüm Kürt halkı ve demokratik güçler de çok önemli bir destek veriyor. Direniş kendi etrafında küresel düzeyde faşizme karşı bir Demokrasi Cephesi yaratmış bulunuyor. YPG-YPJ güçleri ile Güney Kürdistan Pêşmergeleri ve ÖSO birlikleri arasındaki ittifak da bu temelde gerçekleşmiş oluyor. ABD öncülüğündeki koalisyonun direnişe desteği de bu temelde gerçekleşiyor.
Kobanê direnişinin atmış günü aşarak üçüncü ayına girmiş olması mucize gibi bir şey. Neden? Çünkü, gerçeği söylemek gerekirse içinde olanlar da dahil hiç kimse direnişin bu kadar uzun süreceğine inanmıyordu. Saldırıyı başlatanlarsa iki günde, bilemedin bir hafta içinde Kobanê’yi düşürüp tümden ele geçireceklerini hesap ve umut ediyorlardı. Fakat yanıldılar. Küçük gördükleri ve yeteneklerine inanmadıkları Kürtler, onlara tarihin en büyük dersini verdi. Küresel insanlık da başta uzun süre seyirci kalsa da, Kürt direnişinin özgür insanlığa katkılarını görünce giderek destek verme eğilimine girdi.
Şimdi yaşanan direniş Kütler açısından da, insanlık açısından da kıvanç verici bir temelde ilerliyor. Direnişte yeni ve önemli siyasal ve askeri gelişmeler ortaya çıkıyor. Denebilir ki, “1 Kasım Dünya Kobanê Günü” ile birlikte bölgedeki her şey değişmiş durumda. Çünkü, bu durum Kürtler üzerindeki küresel inkarı ortadan kaldırdı. Dünya genelinde yeni bir cepheleşme ve ittifak düzeni ortaya çıkardı. Artık bölgedeki hiçbir şey Kobanê direnişinden önceki gibi değildir ve böyle bir dönüş de olamaz. Bölgedeki ilişki ve ittifaklar yeniden karılıyor ve bu durum yeni bir Ortadoğu’nun oluşmasına doğru yol alıyor.
Kürtler açısından şu söylenebilir: Artık yeni ve demokratik bir Ortadoğu Kürtsüz asla var olamaz. Böylece yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yok oluş sürecine alınan Kürtler, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde insanlığın yükselen güneşi oluyor. Yeni ve demokratik Ortadoğu’nun öncü kurucu öğesi haline geliyor. Kürt Ulusal Kongresi temelinde Kürtlerin demokratik birliğinin zemini sağlamca döşenmiş bulunuyor. Kürtler için küresel ilişki ve ittifakların önü ardına kadar açılmış hale geliyor.
Küresel inkar kırılıp Kürt birliği ve uluslar arası ilişkilerinin önü tamamen açılırken, bölgenin kültürel soykırımcı ve sömürgeci güçlerinin Kürt inkarını devam ettirmekteki ısrarları sürüyor. Bu noktada İran Devleti fazla ses çıkarmaz ve büyük olasılıkla gelişmeleri anlamaya çalışırken, Türk Devleti ve AKP Hükümeti adeta yavuz hırsız misali Kürtleri suçlayarak onlardan geri adım atmalarını istiyor. Belli ki AKP Hükümetinin bu tutumu nafile ve tehlikelidir. Çünkü demokratik Kürt yükselişi karşısında durmak hiç kimseye yarar getirmez. Dolayısıyla bunda ısrar edenler çok geçmeden kendi kendilerine ne kadar tehlikeli bir kuyu kazmış olduklarını görürler.
Kobanê direnişi öyle bir noktaya geldi ki, karşısında hiçbir güç duramıyor. Karşısında duranlar hemen insanlık vicdanında lanetleniyor. Dolayısıyla özünde karşıt olanlar bile görünüşte direniş yanında durarak ondan faydalanmaya çalışıyor. Herkes Kobanê direnişinin yarattığı olumlu etkiden biraz pay kapmaya çalışıyor. Bu nedenle AKP’nin karşı durmaya çalışması sadece kendini bitirir. Kürtlerle demokrasi ve kardeşlik temelinde birlik oluşturamayan bir Türkiye’nin bu dünyada hiçbir geleceği olamaz.
Böyle önemli siyasal gelişmeler yaratmış olan Kobanê direnişi askeri bakımdan da önemli gelişmeler yaratıyor. Faşist IŞİD saldırıları durdurulup kırılmış durumda. Artık IŞİD çeteleri ilerleyemiyor. Şimdi taktik saldırı ve ilerleme sırası direniş güçlerinin eline geçmiş bulunuyor. Kobanê’den gelen haberler YPG-YPJ güçlerinin artık daha aktif olduğunu ve şehrin önemli bir kısmını IŞİD’den geri aldığını gösteriyor. Dolayısıyla direniş güçleri şimdi daha umutlu ve güvenli hareket ediyor. YPG Karargahından yapılan açıklamalar direniş güçlerinin hızla ilerleyeceğini gösteriyor.
Daha da önemlisi, YPG Karargahı artık gerilla taktikleri uygulayabilecek bir konuma ulaştıklarını ifade ediyor. Bu durumda şimdi artık savaş sadece Kobanê içinde ve savunma mevzilerinde sürmüyor. Bir yandan Kobanê içindeki savunma savaşı etkin olarak sürdürülürken, diğer yandan YPG-YPJ birlikleri kırsal alanda gerilla harekatları düzenliyor. Halep- Til Ebyad yolunu YPG güçleri kesip denetime alırken, Til Ebyad- Kobanê yolunu da sık sık işlemez kılıyor. Kırsalda birçok alanın YPG-YPJ güçlerinin kontrolünde olduğu belirtiliyor.
Kuşkusuz bu durum önemlidir ve YPG’nin gerilla yapar hale gelmesi savaşın gidişatını değiştirecektir. Bu konuda AKP Hükümetinin çetelere desteği de ciddi bir sonuç vermeyecektir. Kaldı ki IŞİD ile ittifak AKP için gittikçe astarı yüzünden pahalı hale gelmiş bulunuyor. Çünkü, gün geçmiyor ki bu konuda yeni bir bilgi ortaya çıkmasın. Eskiden Musul’da kalan elçilik personelinin operasyon gücü olduğu söylenirdi. Şimdi ise Kobanê’ye dönük IŞİD saldırılarını Süleyman Şah Türbesindeki Türk özel kuvvetlerinin planladığı ve yönettiği söyleniyor. AKP mevcut politikalarını sürdürüp Kürt düşmanlığı yaptıkça hep bu tarzda ifadelere maruz kalacaktır.
Elbette Kürdistan, Bölge ve dünyada bu kadar tarihi gelişmelere yol açın bir direniş bedelsiz yürütülmemektedir. Kobanê ve Rojava direnişi güç eşitsizliği de değil, her türlü teknik güce karşı Kürt yurtseverliğinin göğüs germesi temelinde yürütülmektedir. Bu da büyük kahramanlıkları ve tarihsel destan yazmaları ortaya çıkarmaktadır. Kürtler her gün onlarca şehit ve yaralı vererek bu zorlu direnişi geliştirmektedir.
Kimler kahramanca savaşıp şehit düşmedi ki geçen iki ay içinde!? YPG-YPJ’nin yüzlerce şehidi ve yaralısı var. Bunların her biri diğerinden kahraman! Gerçekten tarihin en büyük fedailik ve kahramanlık hareketi yaşanıyor. Büyük Zindan Direnişçiliği gerillada doruğa ulaşmış bulunuyor. Tarihin şen çocukları en büyük özgürlük destanını yazıyor. Arîn fedailiği ve Diyar kahramanlığına her gün yenileri ekleniyor. Bunlardan biri de Ekim ayının son haftasında şehit düşen Destîna Gulaber adlı takım komutanı oluyor.
Destîna Gulaber adlı Kandil’in tombul kızı, Kobanê’nin tarih yazan büyük kahramanlarının en sonuncuları arasında yer alıyor. Kandil’de başlayan mütevazi yaşam, Kobanê’de ölümsüzlük mertebesine ulaşıyor. Daha küçük yaşta olmasına rağmen, 2000 yılında Kandil’in gerilla güçlerinin eline geçmesinden heyecan duyarak gerillaya katılan o günün Gulaber’i, Kobanê’nin IŞİD faşistlerine geçit vermeyen Komutan Destîna’sı oluyor. Destîna komutasındaki bir takım kadın gerilla gücü, IŞİD’in gün boyunca her türlü tekniği kullanma temelinde saldırı sürdürmesine rağmen savunduğu binayı terk ve teslim etmiyor. Çaresiz ve başarısız kalan faşist IŞİD çeteleri, çareyi tüm binayı havaya uçurarak direnişçileri katletmekte buluyor. Böylece özgür kadın iradesi karşısında küçüldükçe küçülüyor.
Destîna, Kürdistan özgürlük gerillasının fedailik ve kahramanlık özünü ifade ediyor. Kürt kadınının özgür yaşam tutkusunun ve yenilmez iradesinin sembolü oluyor. Kadın gerillacılığının ulaştığı kahramanlık ve direngenlik düzeyini gösteriyor. Tüm Kürt kızlarına ve özelde de Kandil ve Başur kızlarına özgürlük için direnme çağrısı yapıyor. Biz inanıyoruz ki, cefakar ve kahraman Kürt kadınları Destîna’nın silahını yerde bırakmayacak! Özgür Kürdistan ve özgür yaşam amacını başararak Destîna’nın rahat uyumasını sağlayacak! Kandil’in afacan kızı Destîna Gulaber şahsında tüm Kobanê direniş şehitlerini bir kez daha saygı ve minnetle anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Kaynak: Yeni Özgür Politika Gazetesi
- Ayrıntılar
Gecenin bu vaktinde kar yağıyor tüm nefeslere. Biraz da damlalar var tüm kirlenmişliklere inat saflığı barındıran içinde. Karını ayıklamak, bir taç yapmak isterdim ama kar eridi, damlalar ıslattı tüm gülüşlerimi. Sebepsiz takılıyorum peşine bir sis bulutunun. Karma karışık düşünce yoğunluğunun kanatlarında havalandım ve zamanın dar bir aralığında boşluktan yuvarlanmışçasına belirsiz bir yarına doğru yol aldım. Daralan bir geceden arta kalan sessizliği yırtmak, sınırlar delmek, sürgünler bozmak istiyorum ama her köşe başında devriye yasaklar yakalar bakışlarımı. Firarlar eklerim sonra not defterime, susmalar barındıran, korkmuş ve bir yanı hep bozguna uğramış halde. Ve sonra diğer yanıma sarılmak isterim. Yakamı bırakmayan tüm çirkin, kokuşmuş sırıtmalara aldırış etmeden, utanmadan, sıkılmadan. Dün gibi, tertemiz, çocuk saflığında… Ama bir yanılgıdır benimkisi, üstü açıktır şimdi her şeyin, gün yüzüne vurmuştur, ulu orta yerde, tüm bakışlar üzerimde. Kim ne derse desin, ben ne dersem diyeyim. Kime göre, neye göre! Ama yine aynı yerde ve soluksuz kalmış halde. Tarih bizi affedecek miydi? Ben tarihi affedecek miydim?
Aynalar yine yalancı, gözler masum. Eller terlerken dolunaya yakın, benim uykularım kaçar, kâbuslar kovalar düşlerimi. Ten solmuş, buz gibi ve biraz da ürpermiş halde. Üzerime çığ düşmüşçesine çaresiz ve yapa yalnız… Göğsümün tam üzerinde bir sızıdır beni savunmasız yakalayan bakışların. Gizlidir şimdi gözlerimden akan her yaş. Birde alnımdan dökülen ter taneleri… Islaktır bakışlar, ıslatıyor yağmurlar, bu gece hep ıslak kalacak.
Nice yaşanılanı bıraktık ardımızda, kanadı kırık bir kuş misali çırpınsa da, ardımıza bile bakmadan devam etmiştik yollara. Oysa acılar çöktükçe bağrımıza, ağır aksak, sarhoş sızılar yüklendik. Sonra delice bir çırpınma ve sisli, dumanlı bir gökyüzü. Bir hayli zaman oldu, haberim bile olmadı ama göçtü buralardan dolunay.
Gecenin bir yarısı, her yer karanlık, bir diğer yanı aydınlık. Yok olmak ya da var oluşun kırılgan sureti. Ha desen yırtılacakmış gibi sesler. Gecenin rengi olmaz diyenler gecede boğulacaklar. Islanırken gecede gülüşler bir algının aldanmışlığına kapılacak ve sere serpe uzanacaktır yalnızlığa, farkında bile olmadan. Hep bir şeyler eksik, bir yanı acı ve sessizlik…
Başucumda bir defter, bir kalem, birde en ucuzundan bir paket sigara… Dumanını ciğerlerime, ta en derine çekiyorum, belki diye… Bir yıldız yakalarım, bir haykırsam sesim duyururum belki de. İzi kalsın her bir taşın üzerinde susmaların, hiç kimsenin sözüne yoktur sözüm. Ölene dek mühürlerim gözlerime, kendi sesinde sessizliğe mahkûm olmuş seslerimi.
Sarıl şimdi diyor yüreğim, sarıl sımsıkı gülen her göze. Masumdur onlar, yalan bilmez, sadece doğrulardır zulasında bir ömür beslediği. Kırılma, nedensiz değil hiçbir şey. Kaybeden bulur, aramasını bilirse, peşine takılma gücünü kendinde yaratırsa, yüzleşme cesareti varsa.
Kış incitse de dağları, yüreğinin derinliklerine kar pınarları akıtır. Yüzü ıslatan yaşlar ağrıtsa da gözleri, onlar yüreği birçok kirden arındırandır. Aksın, bırak hep kaçak olacak değil ya ıslanmalarımız. Keder diye akıtılanlar bir reyhan inceliğinde şimdi tam karşımda. Emanet diye saklarım tüm ayrılıklarımı. Boşalan ellerime merhem diye sürdüm yaşlarını, yumuşatır diye nasırlarımı. Kader diye sarıldıklarım! Oysa ne de günahsızdı farkında olmadan avuçlarımdan kayıp gidenler. Görseniz ne ihtişamlıydı, bir öfke patlaması beklide…
Bu gecede bitecek, yarın yine bu gün olacak. Bu geceden bana arta kalan mı? Koynumda biriktirdiğim yağmur kokusu ve… Bir dahası olmayacak biliyorum. Bu kış bahara evirilecektir, dağ boylarından sular akacaktır ve şafaklar dolunaylı bir geceden sonra bir başka kızıl olacaktır. Ama bu gecede kalmasın diye hiçbir bakış, not düşüyorum belirli bir zaman aralığına. Ve kalın harflerle adını kazıyorum bu gecenin gözlerine. Ve biriktirdiğim nice ay kokulu gülüşlerimi rüzgârın kanatlarına takıyorum. Götürsün diye nice uzak diyarlara. Ne de olsa bir dahası olmayacaktı bu gecenin. Savur şimdi diyorum yüreğime, sesinin soluğunda yükselt haykırışını ve elveda kalana, merhaba yeniden gelene…
Güneşin kıyısında, ateşten sahillere vuracağım. Ve alevleriyle yıkayacağım tüm birikmiş yalnızlıklarımı. Küllerini rüzgârlara bırakıp nefeslerimi dumanından arındıracağım. Söyleyemediğim, dilden dökülemeden buharlaşmış nice sevinçlerimi tozlanmış raflardan indireceğim. Ve tüm ağlamalarımı başucuma koyup yollara koyulacağım. Yollar uzun, engellerle dolu, bazen düşerken, bazen yalpalanacağım ama her şeye inat umudun ezgisinde dillendireceğim özgürlük türkümüzü.
Çığlık çığlığa, bir o diyardan bir diğer diyara sürerim tüm duygularımı. Islık gibi, kulakları delercesine yankılanacaktır ve tüm boşlukları dolduracaktır haykırışım. Alevler saçılacak, ateşler yanacak gökyüzüne doğru. Dumanlar yükseltip, yağmurlar yağdıracağım o özlem bulutlarından. Çember daralacak belki de. Kaygılar artacak, biten güller solmaya yüz tutacak. Ama her şeye rağmen muradına erinecektir özlemi çekilen umut dolu yarınlara, özgür yarınlara… Ve kekik kokulu çocuklar yükselecek dört parça yurdumun her bir yanından, körpecik bir fidan gibi, özgürlüğe susamış, güneşe ulaşma umuduyla nefes alan…
Haydi, takıl peşine rüzgârın, tüm vücudunda hisset, teninin her zerresine işlensin. Bırak tarasın saçlarını, sonra esintiyle gelen ıslaklığı merhem diye sür kapanmak bilmeyen yarana. Biraz da sakla, kötü günlerinde dost olsun diye sana. Ve bağır, haykır, bir çığlık ol, bastır tüm bastırma girişimlerine karşı. Es gecenin yüreğine doğru, estikçe öğren özgür olmanın sınırsızlığını.
Yücesinde, en zirvesinde kahpelikler, kendini bilmezlikler ve daha nice soysuzluklar... Hepsine inat, gecede savrulan bulutların kanatlarında türkü söylemek var ya…
Bu gece de bitecek, yarın sabah olduğunda belki kar yeniden yağar ve beyaza bürüyecek her yanı. Bana kalan mı? Koynumda biriktirdiğim yağmur kokusu ve bu gecenin ıslak bakışları…
Gerillanın kaleminden
2014
- Ayrıntılar