Maraş katliamı 24 Aralık 1978 tarihinde gerçekleşti. Tabii bir günün işi değildi. Birkaç gün hatta haftalarca sürdü. Bir dönemecin başlangıcı da oldu. Katliam sırasında Ecevit başkanlığından CHP hükümeti vardı. Ve bu hükümete dayalı olarak sonu 12E eylül 1980 faşist askeri darbesine kadar giden bir süreç başladı. Yani askeri yönetimin ilk adımları atıldı. Sıkıyönetim ilanı bu katliam ardından başladı. Katliamın şimdi 33.yıldönümü yaşanıyor. Otuz dördüncü yılına giriyoruz. Bu vesileyle ben katledilen tüm demokrasi şehitlerini saygıyla anıyorum. Otuz üç yıldır PKK öncülüğünde bu katliamı yürüten güçlere karşı Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını öngören Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için çaba harcayan büyük bir mücadele verildi. Onbinlerce şehit kanıyla sulandı bu büyük mücadele. Dolayısıyla hepsini bu vesileyle saygı ve minnetle anıyorum. Maraş katliamının şehitlerinin ve ardından süren mücadelenin şehitlerinin kanlarının yerde kalmadığını, anılarına doğru sahip çıkıldığını, katliamcılardan hesap sormak üzere özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kesintisiz sürdürüldüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bakımdan bir nebze tabii rahatız. Şehitlerimizin anılarına bağlı kaldığımız için belli bir vicdan rahatlığı, huzuru içindeyiz diyebilirim. Fakat kuşkusuz sona gitmeyen bir mücadele. Henüz devam ediyor tüm boyutlarıyla. Katliamcılar hala devredeler. Fırsat buldukça yeni yeni katliamlar tezgahlamak için harekete geçmekten geri durmuyorlar. Dolayısıyla bunlara karşı hep uyanık olmamız gerekiyor. Tehlike gerici saldırılar henüz ortadan kalkmış değil. Demokratik bir Türkiye, bu temelde özgür bir Kürdistan henüz tam yaratılmış bulunmuyor. Bu bakımdan da mücadelemiz otuz üç yıl olduğu gibi bugün de kanla, şiddetle, büyük fedakarlık ve cesaret gösterme temelinde sürüyor. Otuz üç yıldır devam eden bir çarpışma bu. Bugün de birçok boyutuyla sürüyor. Bunları insan ilk elden belirtebilir.
Tabii Maraş katliamı olduğunda biz henüz PKK’nin kuruluş kongresini yeni tamamlamıştık. Daha bir ay bile geçmemişti. Öyle ki Önder Apo tarafından tüm yoldaşlar tarafından bu katliam PKK’ye karşı bir saldırıymış gibi, PKK’nin kuruluşuna inkar ve imha sisteminin, faşist gericiliğin bir cevap vermesi gibi algılandı. Bu, yanlış bir algılama da değildi tabii. Tarihsel süreç, gerçeklerinin bir boyutunun da böyle olduğunu netçe ortaya koydu. Şunu insan rahatlıkla belirtebilir. Tabii bu katliamı Türk kontrgerillası düzenledi. Bundan hiçbir kuşku yok. Zaten dönemin başbakanı Bülent Ecevit de ilk defa o zaman işte bir kontrgerillanın, gladionun devlet içerisinde, hatta ordu içerisinde yuvalanmış olduğundan söz etti. Seferberlik Tetkik Kurulu diye bir kurulun varlığından, bunun Türk hükümetinden değil de Amerika’dan maaş aldığından söz etti. Büyük bir telaşa kapılmıştı. Kamuoyu önünde. O telaşını yaptığı açıklama sürecinde netçe gösterdi. İçine girdiği şaşkınlığı gizleyemiyordu da. Düşünün, bu kadar toplum ve devlet gerçeğiyle ilgili bir kişi 1960’dan sonra hemen bakan olabilmiş, hükümette, devlette bu kadar yer almış bir kişi bile devlet içinde bu tür örgütlenmelerin olduğunu bilemiyormuş. İlk defa karşılaşmanın şaşkınlığını o zaman yaşıyordu. Ne kadar gizli ve sinsi bir faaliyetin var olduğunu anlamak bu bakımdan zor değil. Bunun için şunları bu otuz üçüncü yıl vesilesiyle net ifade edebiliriz. Maraş katliamı bir boyutuyla PKK’nin kuruluşuna karşı inkar ve imha sisteminin sömürgeci gericiliğin verdiği bir cevaptı, bir saldırıydı. Maraş katliamını Türk kontrgerillası örgütledi, düzenledi, yönetti. Katliamdan kontrgerillanın, şimdi Ergenekon diye yargılanan oluşumun siyah bölümü kullanıldı. Aslında siyah Ergenekoncular, kara Ergenekoncular bu katliamın kullanılan, katliamı gerçekleştiren güçler oldular. Yani MHP’liler kullanıldı. Bu da bilinen bir gerçek. Katliamın hedefi Kürtler ve Alevilerdi. Aleviliği ve Kürtlüğü kendi şahsında birleştiren kişiler ve topluluklar ise bu katliamın doğrudan hedefiydiler. Mazlumlar, katledilenler Kürtler ve Aleviler oldular. Kürt Aleviler oldular. Aslında bir yerde Torosların, güneydoğu Torosların Kürtlükten ve Alevilikten temizlenmesi hedefini güden bir girişimdi, katliamdı bu.
Şimdi Dersim tartışmaları yürütülüyor mesela. Dersim katliamının nedenleri, amaçları, yürüten güçler, hedefleri belirlenmeye çalışılıyor. Temel amaç olarak ne çıkıyor ortaya? Belli bir coğrafyada Kürt ve Alevi nüfusu azaltma, yok etme hedefinin güdüldüğü ortaya çıkıyor. Katliamla, bir kısmı yok edilirken geri kalanlar da büyük bir korku ve panik içine sokularak sürgün edilmeleri hedefleniyor. Dolayısıyla fiziki katliamla sürgün birbirini tamamlayan, iç içe geçen olgular olarak gerçekleşiyor. Bu Osmanlı döneminde de böyle, cumhuriyet tarihinin çok değişik dönemlerinde de böyledir. Fiziki yok etme ve tehcire, yani sürgüne dayanarak belli coğrafyalar ya insansılaştırılıyor, ya da belli kesimlerden temizleniyor. Etnik temizlik yapılıyor, mezhepsel temizlik yapılıyor. Dersim katliamının bu amaçla yapıldığını herkes biliyor. Şimdi bir kere daha tartışmalar bu gerçeği net olarak ortaya çıkarıyor.
Maraş katliamının temel hedefi de buydu. Aslında güneydoğu Torosları Kürtlerden ve Alevilerden temizlemek. Kürtsüzleştirmek, Alevisizleştirmek amacıyla yapılıyordu, hedef buydu. Aslında arkasından da bu devam ettirildi. Yani bu katliam sadece 24 Aralık 1978’de bir gün, ya da birkaç gün yaşanan bir olay olmadı. Arkasından sıkıyönetim olarak devam etti, arkasından da 12 Eylül faşist askeri yönetimi olarak devam etti. Sonuç, Maraş ve çevresinde büyük bir boşaltma hareketi yaşatıldı. O coğrafya Kürtsüzleştirildi, Alevisizleştirildi. Belli sayıda bir insan çok vahşi yöntemlerle katledildi. Ama geri kalanlar da korku, panik içine sokularak dünyanın dört bir yanına savruldu. Avrupa’nın varoşları, ta Amerika’ya, Kanada’ya, şuraya buraya kadar uzanan bütün alanlar Maraş’ın içinden, ilçelerinden, çevresinden böyle bir süreçte kaçan, sığınan insanlarla doldu. Hala nereye, ne kadar insanın gittiği, bu insanların ne yaptığı, nasıl yaşadığı bilinmiyor. Otuz üç yıldır dünyanın dört bir yanında çok zayıf, perişan durumda yaşayanlar var. Bu anlamda aslında nasıl ki 1937-38’de Dersim katliamıyla Dersim alanında Kürtlük ve Alevilik zayıflatılmaya, buralar Türkleştirilmeye ve Sünnileştirilmeye çalışıldıysa, 1978 Maraş katliamı ardından da güneydoğu Toroslar benzer bir biçimde Kürtsüzleştirilmeye ve Alevisizleştirilmeye çalışıldı. Bu konuda da önemli bir sonuç alındığı söylenebilir. Gerçekten de geriye dönüp bakmak lazım. Ne kaldı Dersim’den, Dersim kimliğinden, Kürtlük kimliğinden, Alevi kimliğinden? Bırak kimliği, nüfus olarak, demografi olarak ne kaldı? Tarihin en kadim toplumu, en eski halkı dünyanın dört bir yanına savrulmuş, perperişan olarak yaşamaya çalışıyor. Dersim ise hala yeni soykırım ve katliamlarla insan toplum katliamı yetmemiş, şimdi coğrafyanın katliamı, doğanın katliamıyla da yaşanmaz hale getirilmeye çalışılıyor. Aynı şey Maraş katliamı için de geçerli. Toroslar açısından da geçerli. Burası da gerçekten de Kürtlere ve onlarla birlikte tüm etnik topluluklara, mezhepsel topluluklara 1925’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarafından dayatılan soykırıma, asimilasyona karşı yeni bir direniş PKK ile PKK öncülüğüyle Önder Apo tarafından örgütlendirilip geliştirilmeye başlandığı andan itibaren, bu direnişi anında boğmak, yok etmek, soykırım rejimini işler kılıp başarıya götürmek amacıyla bu katliamlar gerçekleştirildi ve hala devam eden bir süreçtir. Şimdi var olan karşılıkla bir mücadele oluyor ama şunu da herkes görüyor; PKK doğuşunu aslında o coğrafyalarda yaptı. Antep’te, Maraş’ta, Adıyaman’da, Dersim’de en büyük çıkışını gerçekleştirdi. İdeolojik doğuşunu, gençlik hareketi oluşunu, Kürdistan’a yerleşme, kökleşme, bir gençlik hareketi olmaktan halk hareketi haline gelmeyi bu coğrafyalarda yürüttüğü mücadeleyle, buralardaki insanların katılımıyla sürdürdü. Fakat şimdi dönüp bakalım ortada özgürlük mücadelesinin diğer yerlere göre çok zayıf yaşadığı gerçeği var. Bırak özgürlük mücadelesinin zayıflığını, ortada bir toplum yok, nüfus yok. Neredeyse boş, insan yaşamaz bir coğrafya ortaya çıkartılmış durumda. Şimdi bunlar önemli gerçekler, bunları görmemiz gerekiyor.
Diğer boyutuyla tabii güncel siyaset açısından da bütün bu hedefleri gerçekleştirmek üzere Maraş katliamının yeni bir sürecin başlangıcı olduğunu ifade ettik. Gerçekten de devlet, devlet içerisindeki derin devlet, Ergenekon ya da kontrgerilla yeni bir süreci geliştirmeye karar kılmıştı. Bir dönemeci ifade etti Maraş katliamı. Maraş katliamını doğru değerlendirenler daha sonraki süreci başarıyla karşıladılar. Doğru değerlendiremeyenler tabii gelişmeleri doğru öngöremediler, kendilerini hazırlıklı kılamadılar, dolayısıyla da yaşanan mücadelede başarıla olamadılar. Bu noktada ben şunu söyleyebilirim. Maraş katliamı üzerine en doğru, kapsamlı, gerçekçi tespiti, değerlendirmeleri Önder Abdullah Öcalan yaptı. Bir broşürü vardır, “Maraş Katliamı Üzerine Değerlendirme” başlığı altında kitapçık olarak da yayımlanmıştır. Bu aslında katliam üzerine PKK’nin önde gelen kadrolarıyla yapılan bir toplantıdaki bir değerlendirmeydi. Bu da gösteriyor ki katliamı derinden hisseden, deyim yerindeyse iliklerine kadar hisseden, anlayan ve buna göre de ciddi yaklaşım gösteren bir bilince, duyarlılığa Önder Apo sahipti. Tarihsel olarak da, güncel siyaset açısından da katliamın nedenlerini, katliamı yapan güçleri, bu katliamın hedeflerini gerçeğe en yakın bir biçimde ve en kapsamlı olarak değerlendirmeyi bildi. Bunun için de PKK soykırım rejimi karşısında bir özgür ve demokratik yaşam duruşu, bir direniş gerçeği olarak gelişmeyi bildi. Bu katliamın da tıpkı 18 Mayıs 1977 tarihinde Antep’te Haki Karer yoldaşın katledilmesinin PKK’nin gelişimi üzerindeki etkisi kadar PKK gelişimi üzerinde etkisi vardır. Maraş katliamının da bu düzeyde etkisinin olduğu tartışma götürmüyor. Her şeyden önce yakın siyaset açısından şu değerlendirmeyi netçe yapmıştı Önder Apo o zaman. Devlet yeni bir sürece girmiştir. Bu öyle sıradan, tesadüfen yapılan bir eylem değil, girişim değil. Yeni bir sürecin başlangıcıdır, bu sürecin adı da yeni bir askeri darbe sürecidir. Dolayısıyla gidiş askeri darbeyedir. Yakın zamanda askeri darbe olacaktır, o halde bütün ideolojik, siyasi, örgütsel duruş, hazırlık ve çalışmaları olası bir askeri darbenin gelişimine göre hazırlamak, ayarlamak gerekir” değerlendirmesinde, tespitinde bulundu. PKK daha sonraki süreçte bütün çalışmalarını, hazırlıklarını buna göre yaptı. Yurtdışına çıkış, bu değerlendirme sonucunda oldu. Giderek daha fazla direnişe yönelme, hatta direniş içine silahı katma eğilimi bundan ortaya çıktı. Şehirdeki direnişi dağa taşırma, kıra çekilme, gerillalaşma anlayışı, girişimi, çabası bu değerlendirmeye dayalı olarak devletin derin devletin Maraş katliamıyla verdiği mesajlara bir cevap olarak ortaya çıktı. Pratikte yeterli oldu, yetersiz oldu, hata ve eksiklikler yaşandı ayrı bir mesele ama dikkat edilirse 12 Eylül faşist askeri darbesinin olacağını önceden bilen, darbeyi en hazırlıklı, bilinçli karşılayan, dolayısıyla darbe tarafından ezilmediği gibi 12 Eylül faşizmine karşı da siyasi, silahlı, her türlü direniş içine girme gücünü gösteren tek hareket Türkiye çapında PKK oldu. PKK’nin böyle bir tarihsel gelişme kaydedebilmesi, böyle bir mücadele içine girebilmiş olması işte Önder Apo’nun Maraş katliamı üzerine yaptığı doğru gerçekçi tespitler analizler temelinde gerçekleşti. O tespitlere dayanarak PKK kendisini daha şiddetli bir gerici faşist saldırganlığa, katliamcılığa karşı hazırlamayı öngördü. Bunun için bir yandan Siverek direnişi üzerinden Kürdistan’da gerillalaşmaya adım atarken diğer yandan Lübnan, Filistin alanında direnişçi güçlerle devrimci demokratik güçlerle ilişki kurarak Ortadoğu direnişiyle ittifak içine girme, birlik olma adımını attı. İşte bu adımlar PKK’yi bu Maraş katliamıyla başlayan sıkıyönetimler, askeri yönetimler karşısında ayakta tuttuğu gibi ardından gelen 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi karşısında da ayakta tuttu. Darbeye karşı da zindanda direndi PKK, yurtdışında Lübnan, Filistin alanında direndi. Mevcut eğitim ve örgütlülük düzeyinin yetmediğini görünce kendisini ideolojik ve askeri olarak daha güçlü kılabilmek için yoğun bir eğitimden geçirdi, gerillalaştırdı. 15 Ağustos 1984 devrimci atılımına, direnişine bu temelde ulaştı. 12 Eylül faşizmine verilen en temel cevap 15 Ağustos direnişi oldu. Bir yerde PKK hamlesine karşı Maraş katliamıyla inkar ve imha sisteminin Türk faşizminin başlattığı saldırganlığın 12 Eylül faşist askeri darbesi biçimindeki sürmesine karşı PKK’nin hamlesi de 15 Ağustos silahlı direniş hamlesi olarak ortaya çıktı tabii. O zamana kadar zindan direnişi olarak geri faşizme karşı direndi, yurt dışı direnişi olarak faşizme karşı direndi, Filistin halkıyla omuz omuza bölge ve dünya gericiliğine karşı emperyalizme karşı savaş yürüttü. Bütün bunlar PKK’yi hem gerçekleri daha iyi görür, uluslar arası, bölgesel gerçekleri, Türkiye ve Kürdistan gerçeğini daha derinden görür, anlar hale getirdi hem de her türlü faşist gerici saldırganlığa, katliamlara karşı daha güçlü, daha etkili direnir hale getirdi. İşte otuzüç yıldır Maraş katliamının intikamını almak üzere PKK de bir direniş yürütüyor. Aslında PKK’nin bir boyutu da Maraş katliamının intikamını alma hareketi olması. Maraş katliamıyla amaçlanan Kürt’ü yok etme, Alevi’yi yok etme, ezileni yok etme, kim baskı sömürü altındaysa azınlıklar mıdır, köleleştirilen kadın mıdır, Türkiye sınırları içinde kim ötekileştiriliyor, baskı, işkence altına alınıyor, köleleştiriliyor, yok edilmek isteniliyorsa, üzerinde katliam uygulanıyorsa onları sahiplenme, onları bilinçlendirip hareket geçirerek bütün bu baskı ve katliama karşı direnerek, ona karşı durarak onların intikamını alma hareketi olarak ortaya çıktı. Bu geçen otuz üç yılın hikayesi böyledir. Dolayısıyla büyük bir direniş dönemidir bu dönem. Büyük özgür duruş dönemidir. İnsanlığın, ezilenlerin hem etnik hem mezhepsel olarak hem cins olarak büyük bir direnme iradesi gösterdiği dönemdir. PKK ile yaşanan direniş, PKK ile ortaya çıkan gerçekleşen olgu bu.
Şimdi bu çerçevede tabii ki bu direniş bir de devlet gerçeğini, egemenlik gerçeğini, onun kendi egemenliğini sürdürmede uyguladığı yol yöntem olayını daha çok açığa çıkardı. Bir yandan gericiliğe karşı katliama karşı direnme, intikam alma hareketi olurken diğer yandan büyük bir aydınlanma hareketi oldu. Tarihsel gerçeklikleri bir bir aydınlattı. Tarihin ne olduğunu, neyin doğru neyin yalan olduğunu netçe ortaya çıkardı. Gerçek anlamda da devlet diye egemenlik sistemi diye oluşturulan mekanizmanın büyük bir katliam olayını olduğunu ortaya çıkardı. Netçe gösterdi. Öncesi ve sonrasıyla aslında Maraş katliamının da böyle bir katliam silsilesinin bir önemli parçası, bir devam olduğu netçe görüldü. Dolayısıyla Maraş katliamını Türk devlet gerçeğinin önemli bir açığa çıkartılması, netleştirilmesi olarak görmek lazım. Tesadüfi bir olay değil. Kontrgerilla derken, bu kontrgerilla devletin özünden ayrı değil. MHP’liler kullanılırken, bunlar bir parti olarak kullanılmamışlardır. Derin devletin, kontrgerillacılığın, onun yönlendirdiği işte faşist milliyetçi zihniyetin, ideolojinin, siyasetin bir pratikleşmesi olarak bunlar gerçekleşmiştir. Bu durumları iyi görmek gerekli.
Diğer yandan tabii bu mevcut devletin TC olarak şekillenen sistemin nasıl bir faşist diktatöryal bir egemenlik sistemi olduğunu, kendi egemenliğini nasıl vahşi katliamlarla gerçekleştirdiğini ortaya çıkarttı. Dolayısıyla da tarih olarak TC sınırları içindeki insanlara öğretilenin büyük bir yalandan başka bir şey olmadığını netleştirdi. İşte bilmem gericiliğe karşı direnildi. Bilmem vahşilere karşı direnildi. Haydutlara karşı direnildi. Mücadele edildi denen şeyin aslında büyük bir katliam hareketi olduğunu, ezme, yok etme ve tek tipleştirme temelinde gerçekleşen bir saldırganlık olduğunu, bunun da Türk ulus devlet gerçeği olarak ortaya çıktığını herkese gösterdi. Şimdi bu gerçeği daha iyi görüyoruz, anlıyoruz. Sadece biz anlamıyoruz, PKK bunları ifade etmiyor. Artık bu aydınlama herkese yayıldı. Herkes görüyor. Sağı da, solu da, İslamcısı da, değişik toplumsal kesimler de bunu görüyorlar. Basın her gün bu tür tartışmalarla doludur. Bu devlet gerçeğinin nasıl bir karabasan olduğunu, faşizm, katliam diktatöryal duruş tekçilik olduğunu, kendi dışında Türkçü ve egemen dinci yapı dışında var olan bütün dilleri, kültürleri, uygarlıkları, duruşları, yaşamları yok etmeyi, katletmeyi hedeflediğini herkes görüyor artık. Bunu tartışıyorlar. Bu bakımdan da Maraş katliamı öncesindeki çok sayıda katliamı bu temelde gerçekleştiğini şimdi daha iyi anlıyoruz, değerlendiriyoruz. 1925’te Amed’te, Bingöl’de yaşanan katliam, Şex Said isyanı adı altında gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı. Daha sonra Ağrı’da, Zilan’da 1929’larda, 1930-31’lerde gerçekleştirilen Kürt kırımı, katliamı, 1937-38’de Dersim’de hem Kürt hem Alevi kırımı, katliamı bunların belli başlıları oluyor. Ama böyle değildir. Diyorlar ki 28 Kürt isyanı oldu. Bu şu anlama geliyor. 28 kez Cumhuriyet yönetimi altında Kürt katliamı gerçekleşmiştir. Ne kadar Alevi gerçekleşmiştir? Alevilerin bunu araştırıp ortaya çıkartmaları gerekiyor aslında. Henüz bu gerçek tam bilinmiyor. Öyle bir sefer, iki sefer değildir. Yine kaç kez azınlıklara, Hıristiyan topluluklara, Ermenilere, Süryanilere, Asurîlere karşı katliamlar gerçekleştirilmiş? Tabii bir de bunun içerisinde sınıf ve cins baskısı, katliamı var. Kadın üzerindeki tecavüz ne kadar yapılmış? Her gün televizyonlar ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Şurada da kadın katledildi, şurada da kadın katledildi. Öyle ki kadına karşı bir katliam savaşı günlük olarak yürütülüyor. Bu net bir şey. Bunun AKP hükümeti ile bağı var tabii. AKP’nin Türkçü, Sünni ve erkek egemen karakteriyle bağı var. Ezilenler üzerinde, en çok ezilen olarak da kadın üzerindeki katliamı, kat be kat arttırmıştır ama bu tabii şimdi ortaya çıkmadı. Dün de vardı. Önceki gün de vardı. Onlarca yıl öncesinde de yaşanan bir durumdu. Aynı zamanda sınıf baskısı, sınıf katliamı, işçiler üzerinde, emekçiler üzerinde, köylüler üzerindeki ağır baskı, katliamlar, sömürüler böyle bir rejim altında yaşatıldı.
Bu temelde tabii ki en çok katliamı yaşatıldığı coğrafya Kürdistan coğrafyası oluyor. En çok Kürt toplumuna, Alevi toplumuna, azınlıklara ve kadına katliam dayatılmış bulunuyor. Bu gerçekler şimdi netçe açığa çıkarılmıştır. Bunu herkes biliyor. Değerlendiriyor artık. Şimdi PKK direnişi ile aydınlatılan bu gerçeklik içerisinde herkes şu veya bu düzeyde bu katliam gerçeğini görüyor ve dillendiriyor. Bol bol tartışıyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, konuşuyorlar. PKK herkesin ağzını açtı. Herkese dil oldu, herkese bilinç oldu, irade oldu. Bunu görmek istemeyenler var. Tersine bu gerçeği teslim etmek istemeyenler var. Sağa sola çekiştirip sanki bu gerçekleri, gelişmeleri kendisi yaratmış gibi görenler, göstermeye çalışanlar var ama olsun. Ne yaparlarsa yapsınlar da fakat bu duruma birilerinin sayesinde geldiklerini bilselerdi iyi olurdu. İster kabul etsin, ister etmesinler ama dilleri PKK ile çözüldü. Bilinçleri PKK ile oluştu. İradeleri PKK ile gelişti. Bu katliam rejimi karşısında bir çift söz söyleyebiliyorlarsa bunu PKK’nin direnmesi sayesinde yapıyorlar. Bunu her kes iyi bilmek durumunda. Bunu bilemeyenler gaflet içindedirler. Büyük yanılgı içindedirler. Bunu da net olarak görmek gerekli.
Maraş katliamı döneminde de katliam sadece Maraş sınırlı değildi. Hemen Maraş öncesinde de katliamlar oldu. Bilmem Çorum katliamı, değişik yerlerde işte Malatya’da, Adıyaman’da benzeri şeyler vardı. Yani Türk-Kürt, Alevi-Sünni toplumların iç içe yaşadığı bu çelişkilerin yoğun olduğu hassas coğrafyada toplumsal kargaşayı, çatışmayı yaratabilmek için devleti ele geçirmek isteyen faşist gericilik saldırıya geçmiştir. Kolay katliam yaratma, olay çıkartma dolayısıyla işte terör vardır diyerek darbe yapıp iktidarı ele geçirme imkanı buralarda vardı. Kenan Evren yönetiminin bunu yaptığı biliniyor. Kenan Evren’in kendisi de itiraf etti defalarca. Birçok çevre de bunu artık yazdı, çizdi, değerlendirdi, gördü. Herkes çok iyi biliyor ki 12 Eylül 1980 askeri darbesi bir anda olmadı. Kenan Evren genelkurmay başkanı olduktan hemen sonra başlamış bir süreçtir. Ve bu Kenan Evren’in iddia ettiği gibi başkalarının yarattığı terör nedeniyle olmadı. Terörü en çok Kenan Evren’in başında olduğu Özel Harp Dairesi kışkırttı, örgütledi, yürüttü. Tabii bu kontrgerilla güçlerinin geliştirdiği çeşitli saldırganlığa karşı halk kesimlerinin direnci de vardı. Gençlik direndi, Kürtler direndi, Aleviler direndiler. Sol demokrat devrimci akım direndi. Özgürlük için, demokrasi için, insan hakları için. Ama iyi bilelim ki bir de bunun içinde gerçekten de çok bilinçli planlı bir biçimde geliştirilen kontrgerilla saldırısı, terörü vardı. Bunlar daha çok kendisini bu katliamlarda gösterdi. Maraş katliamı bu kontrgerilla marifetlerinden bir tanesiydi. Onun gibi birçok marifet de o kontrgerilla bulundu. Daha sonrasında da bu katliamcı gerçek sürdü. Yani Maraş katliamı ardından gerçekleşen 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da bu sistemin katliamcı gerçeği sona ermedi. Günlük yaşam bir katliamdır ezilenler için. Tecavüzkârdır. Bu gerçeği görmemiz, itiraf etmemiz, doğru anlamamız gerekli.
Diğer yandan bu olağanlaşmış günlük yaşam ötesinde bir de dönem dönem gerçekleşen ezilenler, emekçiler üzerinde yaşanan katliamlar var, işçilere dönük katliamlar var. Mesela birçok kez yaşandı. Kürdistan’da zaten yaşanan gerçekten de insanlık dışı bir katliam oldu. Bir soykırım oldu 12 Eylül 1980 askeri rejimi saldırıları altında. Nelerin yapıldığını Amed zindanından tutalım da günümüze kadar daha da ne tür kirli işlerin çevrildiğini şimdi hala açığa çıkartamıyor devlet. Geçmişe dönüp bakamıyor. Geçmişle yüzleş diye birçok çağrı geliyor, yüzleşemiyor. Dönüp bakamıyor. Neden? Çünkü çok kirli çok kara geçmiş. İnsanlık dışıdır. Öyle az buz bir katliam, saldırganlık yaşanmamıştır. İşkence, katliam devlet eliyle çok ileri düzeyde yaşatılmıştır. İşkencehanelerde sorgu odalarında zindanlarda yapıldığı gibi bu daha da savaş adı altında gerillaya karşı, köyde halka karşı yapıldı. Kürdistan’da 4 bin köy yakıldı. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan sürüldü. Binlercesi faili meçhul denilen saldırılar altında katledildi. Bu bir Kürt katliamıydı. Aslında 12 Eylül darbesi altında Kürdistan’da yaşanan Şex Said dönemindeki katliamla, 1937-38 Dersim katliamıyla hiç farkı bulunmayan onların bir devamı niteliğinde olan bir katliam gerçeğidir, katliam sürecidir. Bunu hiç unutmamak gerekiyor. Bu katliam sadece tabii Kürtlerle de sınırlı kalmamıştır. Kadın üzerindeki baskı katmerli olarak sürdü, bugün günlük bir cinayet şebekesi, sistemi olarak devam ediyor. Azınlıklar gerçekten de bu dönemde ülkeden sürüldüler. Türkiye’de adeta yaşayamaz hale geldiler. Kürtlerle birlikte toplu olarak en çok katledilen kesim Aleviler oldu tabii. Alevilik üzerindeki baskı hiç durmadığı gibi darbeden on üç yıl sonra yaşanan Sivas katliamını unutmayalım. Maraş katliamı, Aralık 1978, bir de Temmuz 1993 Sivas katliamı var. O da Alevi katliamı. Demokratik insanlığın katliamı. Aslında bir tür Kürt katliamı da oluyor. Dikkat edilirse Kürdistan’da özgürlük için direnişin en çok geliştiği yoğunlaştığı dönemlerden biriydi. Dolayısıyla nasıl ki Maraş katliamı PKK’nin gelişimine karşı bir saldırıydıysa soykırım rejiminin bir cevabı idiyse Sivas katliamı da aslında PKK’nin silahlı direnişinin, Kürdistan’da etkinlik kazanmasına karşı bir tehdit, bir soykırım saldırısı idi. Tabii bu Kürtlüğü ve Aleviliği birlikte hedefledi. Çünkü etnik olarak en çok ezilen, katliamdan geçirilen, baskı altında tutulan iki kesim oluyor. Kürtlük ve Aleviliğin kaderi bu anlamda çok iç içe geçmiş, çok birleşmiş bulunuyor. Bu gerçeği iyi görmemiz, doğru anlamamız gerekli. Ne yapıldığı Madımak otelinde ülkenin aydınları, sanatçıları, düşünen insanları, demokratik güçleri cayır cayır yakıldılar. Bugün o katliamı yapanların önemli bir kesimi AKP sıralarında mecliste milletvekili olarak oturuyorlar. Maraş katliamı yapanlar ardından Sivas katliamını yapanlar bu katliamlarla bir şeyi araladılar, bir şeye yol açtılar. AKP iktidarının yolunun böyle açıldığını herhalde net görüyoruz. Öyle bu katliamlar demek ki amaçsız değildir, boşa gitmemiş. Birilerine kapıları açmıştır. Egemenlik iktidar olma şansı vermiş. Bir de işin bu boyutu var. Bu gerçeği var.
Son olarak ben şu hususa da değinmek isterim. Bu katliamlar çerçevesinde. Katliamları sadece bir şiddet, nefret, bir fiziki yok etme olayı olarak görmemek lazım. Tabii büyük bir dehşet, korkutma, ürkütme hareketi. Belli kesimleri fiziki olarak yok ediyor da. Önce ifade ettim, katliam sürgünle, tehcirle birlikte oluyor. Bazı alanları belli topluluklardan boşaltmayı hedefliyor. Fakat daha önemlisi bu katliamın bir soykırım hareketi olduğudur. Bu gerçeği görmek gerekli. Bir kültürel soykırımı hareketi olarak gerçekleştirildi. Bir kısmı fiziki katliam oluyor, sürgün oluyor ama esas olarak da onun yarattığı dehşetle, korkuyla daha büyük bir katliam beyaz katliam gerçekleştiriliyor, kültürel soykırım gerçekleştiriliyor. Bu asimilasyona dönüştürülüyor. Diller yok ediliyor, kültürler yok ediliyor, iradeler kırılıyor, yok ediliyor, insanlık yok ediliyor. Bir derin asimilasyon, soykırım yaşanıyor. Bununla işte Kürtlük yok ediliyor, Türkleştiriliyor. Gerçekten de bilinci, belleği yok edilen bir Kürt duruşu, toplumu, insanı ortaya çıkartılıyor. Öyle ki kraldan daha kralcı, Türk’ten daha Türkçü, topluluklar ortaya çıkartılıyor. Aleviliğin durumu öyle. Bütün ezilenlerin, mevcut soykırım rejimi altında yaşadıkları gerçek bu. Sonuçta celladına koşan bir durum ortaya çıkıyor. Derin bir asimilasyon yaşanıyor. Zaten bunun için yapılıyor. Türkleştirmek, Sünnileştirmek, erkekleştirmek için yapılıyor. Sonuçta bütün bu katliamların belli ölçüde amacına ulaştığını, amaçladığı doğrultuda gelişmeyi yarattığını görüyoruz. Gerçekten de kraldan daha kral, Türk’ten daha Türkçü olan Kürtleri, Sünni’den daha Sünnici olan Alevileri, erkekleşmiş bazı kadınları görüyoruz. Gerçek anlamda üzerlerinde uygulanan soykırımın başarıldığını görüyoruz. Asimilasyonun gerçekleştiğini görüyoruz. Amaç asimile etmek. Çoğulculuğu, dilleri, kültürleri, renkleri, cinsleri yok ederek asimile etmekle, tekleştirmektir. Faşizm tekleştirmek demektir. Teklik, faşizmin işidir, diktatörlüğün işidir. İşte bu tekçilik ulus devlet tekçiliğinin özü esası faşizmdir. Türkiye cumhuriyeti devleti olarak karşımıza çıkartılan bugün ulus devlettir, iyidir diye bazılarının allayıp pullayıp savunmaya çalıştığı başbakan Tayyip Erdoğan’ın bile tek millet, tek devlet, tek dil, tek bilmem bayrak diye tek tek edebiyatı yaptığı şeyin altında aslında büyük bir faşizm var. Bu tekçilik Hitler’ciliktir, Mussolini'ciliktir, faşizmdir. Faşizmin de tek renk vardır. Renklerin hepsine karşıdır ve her şeyi karartmayı öngörür. İşte bu karartma ortaya çıkıyor. Bu karartma da diğer renklerin hepsinin yok edilmesini ifade ediyor. Bu yok edilme fiziki katliam değildir yalnız başına. Fiziki katliam bir bölümü olurken daha büyük katliam beyaz katliam olarak yani asimilasyon olarak yaşanıyor, kültürel katliam olarak yaşanıyor. Sonuçta tam bir belleksizlik, ruhsuzluk, iradesizlik, kimliksizlik, kişiliksizlik ortaya çıkıyor. Cellâdını bilmeyen, dost düşman tanımayan, cellâdına koşan bir gerçeklik ortaya çıkıyor. Kedinin fareyle oynaması gibi bir şeydir bu durum. Kedi fare oyununa çok iyi benziyor. Kedi nasıl şamarı vurunca beyni dağılan fare kediye doğru koşmak zorunda kalıyorsa işte bu faşizmin saldırıları karşısında ezilen insanlar da belleği, ruhu, beyni dağılınca cellâdına koşuyor. Kendi üzerinde yaşanan katliamı görmüyor, soykırımı görmüyor, bu soykırımın hedefini kabul eder hale geliyor, içselleştiriyor, asimile oluyor, eriyor. Bu yönlü bir insanlık katliamının Anadolu ve Mezopotamya’da yaşandığını görüyoruz. Mevcut devlet gerçeğinin böyle bir insanlık katliamı gerçeği olduğu artık netçe açığa çıkıyor. Herkes bunu görmeli, itiraf etmeli. Öyle dil ucuyla, kenardan, köşeden eğip bükerek geçiştirmeye kimse çalışmasın. Net olalım, açık koyalım. Neye hizmet etmiştir? Bu coğrafyada yaşayan insanlara bu devlet denen olgu nelerini sağlamıştır? Ekmek mi verdi, su mu verdi, özgürlük mü verdi, güvenlik mi verdi? En büyük tehdidi, en büyük katliamı, en büyük zulmü kendisi yaşattı. Her türlü katliamı gerçekleştirdi. Yok etti ve kendine benzetmeye çalıştı. Onun için de eğip bükmeden gerçek yüzüyle ortaya koymak gerekli. Bir insanlık katliamı. Bir etnik katliam. Bir sınıf, sömürü katliamı. Bir cins katliamı. Bu rejim altında yaşanmıştır. Şimdi açığa çıkan bu netçe görülüyor. Herkes biraz uykudan uyanır gibi ayılıyor PKK direnişi sayesinde, Kürt halkının direnişi sayesinde, kadın uyanıyor uykudan, alevi uyanıyor, Ermeni’si, Süryani’si uyanıyor, işçisi, köylüsü, emekçisi, memuru uyanıyor. Herkes uyanıyor, özgürlük istiyor. Adalet istiyor, hakkını istiyor, eşitlik istiyor. Kısaca demokrasi istiyor. Maraş katliamı demokrasiyi katleden, faşist diktatöryal baskı sürecinin ortasında gerçekleşen bir olguyken şimdi Maraş katliamına karşı cevap olarak da gelişen PKK direnişinin otuz üçüncü yıldönümünde ortaya çıkardığı bütün ezilenlerin, katledilenlerin biraz kendine gelmesi, bilinçlenmesi bu katliamları anlaması, tanıması ve onların hesabını sorma temelinde özgür demokratik yaşam için arayışa girmesidir, hak istemesidir, mücadele etmesidir, bir araya gelmesidir. Bu da özgürlük mücadelesinde, demokrasi mücadelesinde oluşuyor. Otuz üçüncü yıl dönümünde Maraş katliamını hem Kürt halkı olarak hem de Türkiye demokrasi hareketi olarak böyle karşılıyoruz. Bu bakımdan da katliam gerçeğini biraz aydınlatmış ve katliamın belli bir hesabını sormuş durumdayız. Bundan sonra yürütülecek mücadeleyle de katliamcılığı tümden yok ederek katliamda şehit düşenlerin anılarını daha çok sahip çıkacağız. Bu katliama Kürdistan’ı özgürleştirerek, Türkiye’yi demokratikleştirerek, Türkiye cumhuriyeti sınırları içindeki herkesi özgür, eşit, adaletli bir yaşamı demokratik çerçevede sürdürür hale getirerek anılarını yaşatacağız. Maraş katliamının şehitlerinin anılarına vereceğimiz cevap şimdiye kadar böyle bir demokratikleşme oldu, bundan sonra da demokrasinin zaferi olacak.
DURAN KALKAN
- Ayrıntılar
Sözlükler vekâlet kelimesini: “Birinin yerine, bakmak, görevini üstlenmek” diye tanımlıyor. İngilizce’de Vekâlet Savaşlarına, Proxy Wars, yani “Başkalarının yerine, bir savaşı yürütmek” deniliyor.
Türkler, tarihlerinde bolca başkalarının yerine savaş yürütmüşlerdir. Türkler en çok Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda başkalarının savaşını birçok halka karşı yürütmüşlerdir. Özelde Alman İmparatorluğu’nun bir koçbaşısı gibi ne kadar çok halkı katliamlarda ve kıyımlarda geçirdiklerine tarih şahittir.
Yine TC Devleti’nin de böyle başkaları adına yürüttüğü savaşlar bolca görülmüştür. En bilineni NATO’yla, ABD çıkarları için Kuzey Kore’ye karşı içine girdikleri savaştır. Dünyanın öbür ucunda bulunan, belki de TC Devleti’nin nerede olduğunu bile bilmeyen bir Devlete ya da halkla karşı bazı maddi çıkarlar için, yürütülen bu savaşta, ne kadar çok fakir-fukara; Türk, Kürt, Laz, Arap ve başka halklardan insanın öldüğünü halen tam bileni de yoktur.
Özcesi TC Devleti bolca başkalarının vekili olarak, onlar adına savaşlara katılmış ve ne kadar mazlum insanı katlettiklerinin ise belki de hesabı kitabı yoktur. Belki hiçbir gün bu hesap kitap bilinmeyecektir de. NATO’nun vurucu gücü olan Gladio’nun örgütlediği Özel Harp Daire’siyle işlenen bolca suçlar olduğunu da herkes zaten bilmektedir.
Başkaları adına savaşın ve savaşların nasıl yürütüldüğünü iyi bilen ve iyi öğrenen TC Devleti, şimdi AKP denilen, işi-gücü yalan üzerine kurulu olan yeşil faşist partinin öncülüğünde, kendisi adına başkalarını savaştırmaktadır. Ne de olsa parası ve pulu bol olan bir devlettir, TC Devleti. Birde bezirgânlığı, tüccarlığı, almayı-satmayı iyi bilen bir iktidarı vardır. Aynı zamanda ise oldukça derinlerde seyreden bir Türk-İslam Sentezciliği de.
İşte bu oldukça alım-satım işlerinde hünerli olan AKP denilen bezirgânlar, Kürtlere karşı düşmanlıklarını başkalarını aracı yaparak sürdürmek için -uzun yıllardır yaptıkları planlarını hayata geçirme fırsatının- en iyi yolunu şimdilik bulmuşlardır. Bir müddet önce birçok tırşıkçı Kürt diye tabir edilen, ihanetçiyi ve işbirlikçiyi bolca kullandılar. Yine ilkel milliyetçileri de az kullanmadılar. Ve tabi bunu yaparken birçok sözde aydını ve sanatçıyı da Proxy Wariors olarak kullanmasını bildi. Tümünü esasta Özgür İradeli Kürt’ü ortadan kaldırmak için kullandı. Halen birçok tırşıkçı kişiyi kullanmaya devam etse de; geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye misali, yapmak istediğini hem yapamamış hem de deşifre olmuştur. Gerçeklik böyle olsa da düşmanlığından AKP’nin bir adım geri atmadığı da yine açıktır.
Tam da böylesine deşifre olmuş ve iflas etmiş bir zaman diliminde, DAİŞ denilen ve uluslararası güçlerin beslemesi sonucu bir an’da öne çıkan, Ortadoğu’yu kasıp kavuran, tetikçi bir hareket ortaya çıktı. Daha önceleri bu tetikçileri dolaylı ve dolaysız TC Devleti desteklemiş olsa da, kısa bir sürede bu kadar öne çıkacağını hesaplayamadıkları için, ilişkilerini gizli tutmuşlardır. Ancak gelişim göstermeye başladığı andan itibaren ise, birebir ilişkilenerek, destek sunarak, parasal, tıbbi derken askeri yardımlar yaparak tamamen yakınlaşmıştır. Hatta birçok yerde TC Devleti’nin askeri komutanları bizatihi bu toplama çete güçlerine; hem eğitim vermiş, hem de bizatihi yöneterek, savaş meydanlarında yürütmüşlerdir. Bunun böyle olduğunu günlük olarak zaten herkes ekranlarda izlemekte ve görmektedir.
DAİŞ gibi oldukça faşizan, insanlık düşmanı bir Soykırım Gücü’nü ele geçiren TC Devleti, yıllar yılı hesaplaşmaya çalıştığı ve bir türlü alt edemediği Özgür Kürt’ü ve onun Özgürlük Hareketi’ne karşı yeni bir silah bulmuş oldu. Kürtleri zaten yıllar yılı Kültürel Soykırım’da geçirmek için ne kadar çaba sarf ettiğini herkes biliyor ve görüyor.
Örneğin birkaç yıl önce AKP kurmaylarının MİT teşkilatıyla ortak hazırladıkları Milli Bütünleşme Projesi adlı belgenin bir paragrafında: “Yapılması gereken, bölücü ideolojinin ulaştığı bütün başarıları ortadan kaldıracak bir politikayı bilimsel esaslara dayandırmaktır ve kendisini Kürt olarak tanımlayan bölge halkının eritilerek “Milli Bütünleşme Projesine” dahil edilmesidir. Özetle, örgütün etnik tarih inşası engellenmeli, sosyolojik ve psikolojik bölünmeyi tamir edici, toplumsal bütünleşmeyi geliştirici politikalar geliştirilmelidir” denilmektedir.
Başka bir paragrafta ise: “Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatına da toplumsal rehabilitasyon sürecinde çok önemli görevler düşmektedir. Ancak Başkanlığın mevcut yapısı ve klasik görev zihniyeti ile böyle bir görevin üstesinden gelmesi mümkün değildir. Başkanlığın bu noktada devletin ilgili kurumları ile daha etkili bir dayanışma içinde olunması gerekmektedir. Özel olarak yetiştirilmiş imamların bölgeye gönderilmesi ve bu imamların örgütün anti-propagandasını yapacak şekilde donatılması, bölgedeki istihbarat güçlerimizle birlikte çalışmaları gerekmektedir” denilmektedir.
Ve yine başka bir paragrafta ise: “Etnik kimliğin devlet tarafından tanınması masum bir istek değildir “Etnik kimlik, adeta yeni siyasal toplumun tutkalı olarak hayal edilmiştir.” Bu yeni siyasi toplumun oluşmasında bir ara adımı teşkil edecek olan etnik milletleşmeyi zorlaştıran hususun devletin direnişi olduğu unutulmamalıdır” denilmektedir.
“Devletle halk arasında bütünleşmeyi sağlamak açısından milli/millileşmiş bir yerel elit şarttır. Bu elit devletin bölgede dayanacağı temel payanda olacaktır. Son beş yıllık süreç içinde bu elit mensupların büyük bölümü bölgeden ayrılmışlardır. Bu elit gereken ekonomik ve siyasal önlemler alınarak, tekrar inşa edilmelidir. Bu oluşturulan elit kesim ve dışarıda yaşayan bölge elit kesimiyle bölgede sürekli bir araya gelinmeli ve birlik mesajları verilmelidir” diyen bu paragrafta ise söylemek ve yapmak istedikleri açıktır.
Yukarıya aldığımız alıntılar esasta var olan zihniyeti ve bu zihniyetin yapmak istediklerini göstermek içindi. Özcesi AKP adındaki Türk İslam Sentezcisi parti, kesinlikle milliyetçi ve militaristtir. Böyle olduğu için Kürt düşmanıdır. Kürt karşıtıdır. Özelde de Özgür Kürt’e karşı mütenakızdır. Siz, sözde çözüm dediklerine bakmayın. Sıkışmışlıklarından ve de kendilerince başka seçimler ve kazanımlar elde etmek için hep süreç hem de çözüm süreci demektedirler. Özleri yukarıda ifade ettiğimiz gibi Kürt karşıtlığıdır.
Bu karşıtlıklarını en ileri düzeyde düşmanlığa DAİŞ eliyle çevirdiklerini bugün herkes görüyor. Bugüne kadar başkaları tarafından düzenli olarak kullanılanlar, bu kez başkalarını kendi çıkarları için harekete geçirmişlerdir. Başkalarını kendi çıkarları için harekete geçirmeye Vekâlet Savaşı deniliyor. Ve bunu bugün TC Devleti en ileri düzeyde Kürtlere karşı uyguluyor.
Dikkat edelim; dünyanın tümü bir telden çalıyor, TC Devleti bir başka telden çalıyor. Günlük olarak nasıl DAİŞ ile ilişkili ve ilişkide olduğunu yeniden yeniden ortaya çıkan farklı görüntülerde görüyoruz. Bunları görmesek bile Kürtleri kuşatmak, Kürtleri düşürmek ve Kürtleri kıyımdan geçirmek için hangi dolaplar çevirdiklerini de günlük olarak zaten hepimiz görüyoruz.
Sözü uzatmayacağız, ama belirtelim ki; yalancının mumu yadsıya kadar yanar ve ardından ise söner. “Camdan evde oturanlar başkalarına taş atmamalıdırlar” diye de bir söz vardır. Sanılmasın ki Özgür Kürt yaptığınızı unutur. Elbette Özgür Kürt’ün ve de Özgür Kürt’ün dostlarının da hem sizin adınıza Vekâlet Savaşı verenlere ve hem de bizatihi sizlere söyleyecekleri birkaç sözleri olur ve olacaktır da.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
TC sisteminde çeteleşme, PKK’ye yansımaları ve çıkarılması gereken dersler. Türkiye Cumhuriyeti gerek kuruluşunda ve gerekse günümüzde yaşadığı önemli çözülüş sürecinde, çeteleşme biçiminde kuruluşlara gitmekte ve içindeki engelleri olduğu kadar karşısındaki hedeflerini de düşürmekte bu yöntemi oldukça kullanmakta ve bunda da epey ustalaştığı görülmektedir.
M. Kemal hareketinin kendisi dönemin bir Osmanlı nizamında bir çete hareketi olarak ortaya çıkar ve bu o zaman açıkça da söylenir. İttihat Terakkicilik tamamen yine bir çete sistemi altında çalışır. Hele oluşturduğu o Teşkilat-ı Mahsusa (yani o dönemin MİT’i), dünyada örneği az görülen ve hatta belki de ilk örneği sayılabilecek bir devletin içinde, ama gizli bir çete olarak kendisini örgütlendirir. Özellikle İmparatorluğu dağılış sürecinde ayakta tutmanın temel yöntemi, Teşkilatı Mahsusa’nın çeteleşme tarzıdır. İmparatorluğun kurtulamayacağı anlaşılınca, aynı çeteler Anadolu’ya yayılırlar. Kuvai Milliye adı altındaki teşkilatlanmalarda oldukça etkilidirler. M. Kemal başlangıçta bunları oldukça kullanır. Örneğin Çerkez Ethem’in de hareketi, son tahlilde Teşkilat-i Mahsusa’nın bir üyesi olması itibariyla, çetedir. Ama eğilimi padişah yanlısı isyancılardan değil, özellikle Bolşevik etkilenmeden ötürü Anadolu ihtilalinin yönündedir. Ve buna benzer efeler hareketi de tipik bir çete hareketi olarak anlaşılır. Zaten ismi de o zaman odur.
M. Kemal başlangıçta bunlara dayanır. Hatta daha sonra da İnönü ile birlikte Batı Cephe Komutanlığı’nı oluştururken öncelikle bunları tasfiye etme gereği duyar, "Düzenli ordulaşmayı bozuyorlar, önünde ciddi bir engeldir" diye. Sahte birinci, ikinci İnönü Zaferi edebiyatı yapılır ve işte nizama gelmeyen Çerkez Ethem tasfiye edilir. Daha sonra Ankara’da -ki biz hepsini olumsuz anlamda söylemiyoruz- mevcut M. Kemal çizgisine yatmayan birçok çevre vardır, onlar da benzer yöntemlerle tasfiye edilir, ta 1925, 1926 Lara kadar. Cumhuriyet'in bilinen nizamı bu yıllarda artık kök salmaya başlar. Meclis içinde bile Topal Osman ve benzerleri cinayet işlerler, ama M. Kemal'in bizzat kendisi işlerini hallettikten sonra bunların da defterini kapatır. Önce kullanır, sonra kapatır, hatta cezalandırır.
Cumhuriyet'in daha sonraki sürecinde, özellikle dünya çapında komünist hareketin, sosyalist sistemin ortaya çıkması ve NATO’nun kuruluşuyla birlikte Türkiye’nin de NATO’ya girişi sürecinde ‘Gladio’ adı altında dünya çapında bir çete olayı ortaya çıkar. Gladio’nun özelliği şu; NATO bünyesindeki ülkelerde gerek komünist hareketlerine, gerekse ulusal grupların eylemlerine gizli, kanun dışı yöntemlerle saldırı aygıtıdır. Özellikle ABD’nin bizzat eğitip finanse etmesiyle oluşturulan bu aygıt, yani çete tipi bu örgütlenme kasıp kavurur. Denile bilinir ki, tüm ulusal kurtuluş hareketlerine ve komünist örgütlenmelere karşı, 1952’lerden itibaren oluşturulan bu örgüt büyük bir savaş yürütür. Ve yine ayni tarihten itibaren bu örgütlenmenin içine Türkiye de girer. İlk subayı Türkeş’tir. Anılarında da yazar; Ankara’dan ilk çağrılan, Amerika’da eğitime gönderilen Alparslan Türkeş’tir. Orada gördüğü eğitim, kontrgerilla eğitimidir. Daha sonra Türkiye ’ye geldiğinde Elazığ bölgesinde bu görevini sürdürür. 'Toplumsal ilişkiler bölümü' adı altında, ordu içinde ve toplumla bağlantılı ilk nüvelerini eker. HalaElazığ’ın faşizmin beşiği olması Türkeş’in bu ilk görevlendirmeleriyle bağlantılı.
Burada mühim olan ordu içinde bir subayın, NATO’nun gladio taktiklerine uygun olarak bir yeni örgütlenmeyi sivillere dayalı olarak geliştirmesidir. Devletin bütün kurumlarında olduğu kadar toplumun sivil kurumlarında da, bu çete veya bu Özel Harp Dairesi'nin birimleri ortaya çıkar. MHP’nin temelleri böyle atılır. Şimdiki çete başı diye tabir edilen Mehmet Ağar da oradandır ve o dönemin örgütlenmesi içindedir. Bilindiği üzere bu çeteleşmeye dayalı olarak Türkeş 1960 darbesinin en önde gelen albayıdır. Hatta Başbakan olarak ilk başlarda görev görür; çok etkilidir ve toptan ele geçirmeye çalıştığında, özellikle CHP-İnönü faktörü başta olmak üzere klasik devlet yanlısı kesimlerle -bunlar tabii burjuvazinin çok önemli bir kesimi, resmi nizami devletin de sahibidirler- karşı karşıya gelir. İktidarı ABD’ye dayalı böyle bir Türkeş hareketinin, Gladio’nun ele geçirmesi demek, onların bütün imkânlarını elinden alması demektir, ikinci düzeye düşürmesi demektir. Bütün onlara dayalı sermayenin, hatta devlet kapitalizminin darbe yemesi demektir. Dolayısıyla İnönü ve ona dayalı Gürsel, daha çok da Madanoğlu... Ekibi bunu sürgün ettirir. ABD’ye dayalı bu Özel Harp ekibine karşı, İnönü gibi oldukça Cumhuriyet'in kuruluşunda büyük yeri olan ve resmi devletin sahibi olan, hem parti başkanı, hem de sermayenin, adeta devlet kapitalizminin bu en güçlü temsilcisi daha hakim çıkar. Talat Aydemir gibi, yine Türkeş’le ilişki içerisinde olan bazılarının darbelerini de bastırır ve bildiğimiz gibi 27 mayıs darbesinin yönlendiricisi ve özellikle daha o dönemde dayatalan bu tarz bir darbenin önlenmesini sağlayarak bildiğimiz ‘65 sonrası bir süreci de geliştirirler.
Bu sürecin tipik özelliği bilindiği üzere, Amerika’ya dayalı o Özel Harp Dairesi'nin etkinliğinin artması, sivil kanatlarının oluşturulması, MHP gibi, komünizmle mücadele dernekleri, Ülkü Ocakları gibi, hatta kısmen İslam içinde de Türk İslam sendeciliği gibi değişik eğilimlerin örgütlendirilmesidir. Solda da tabii bir açılım olur, Sovyetlere bağlı TKP’lerden tutalım bağımsız devrimci sol gruplara kadar büyük bir açılım baş gösterir. Ve dönem, tipik devlete dayalı çeteleşmelerle sol grupların çatışmasına sahne olur. Bir kez da-ha 12 Mart darbesi ortaya çıkar. Bu darbenin içinde Özel Harp Dairesi biraz daha etkilidir 27 Mayıs'a nazaran. Fakat hala İnönü hayattadır ve CHP bu darbeyi de giderek yönlendirmeye çalışır. Özellikle Ecevit hareketiyle birlikte, biraz daha solu önlemek için sola açılarak, Memduh Tağmaç gibi bir ustalaşmayı geriletirler. Burada yine Türkeş’e yakınlığı ve Özel Harp Dairesi'nin etkilemelerine açık olan bu kesim, tabii ki gücünü geliştirir, korur, ama tam istediği hâkimiyeti elde edemez. Çünkü güçler dengesinde durum henüz buna hazır değildir. CHP olsun, merkez partiler olsun (bu Adalet Partisi de başta olmak üzere), yine çok daha etkili sol gruplar olsun, böyle bir darbe yapmaya fırsat vermezler. Koşullar o kadar olgunlaşmış da değildir. Burada çok önemli olan, MHP’ye dayalı çeteleşmelerin devlete dayanarak muazzam açılım sağ-lamaları, neredeyse devleti önemli noktalarda ele geçirecek düzeye gelmeleri söz konusudur. Türkeş başbakan yardımcı-lığına kadar gelir. Milliyetçi CHP’ye adı altında kuruluş, özellikle ‘77’den itibaren çok etkili olur.
6 Aralık 1997
Rêber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 2 Aralık günü saat 13:30'da Siirt'e bağlı Sira ve Xırbekol köyleri arasındaki alanlara yönelik işgalci TC ordusu tarafından bir operasyon başlatmıştır.
- Ayrıntılar
PKK’nin otuz yedinci yılına girişi, Kürdistan’ın dört bir yanında ve Kürtlerin yaşadığı tüm dünya ülkelerinde görkemli ve coşkulu törenlerle kutlandı. Günlere ve haftalara yayılan bu kutlamalar hala da devam ediyor. Bu yıldönümünün daha öncekilerden farkı var ve en heyecanlı kutlamaların yaşandığı kesin. Elbette bu durumu IŞİD faşizmine karşı başta Şengal ve Kobanê olmak üzere tüm cephelerde gerillanın ortaya koyduğu kahramanca direniş yaratıyor. Bu temelde gerilla Kürt halkının ve Kürdistan’ın esas savunma gücü haline gelmiş bulunuyor.
Bununla birlikte, otuz altı yıllık mücadele içinde tarihi öneme sahip gelişmeler ortaya çıkartılmış durumda. Otuz yedinci yıla girerken şu hususlar bir kez daha doğrulandı: Son otuz altı yılda Kürdistan’da özgürlük, Kürtlük ve insanlık adına yaşanan tüm gelişmeler PKK’nin doğrudan veya dolaylı etkisi altında olmuştur. Geçmişte dolaylı etkisi altında gerçekleşenler de otuz altıncı yılda doğrudan etkiyle sağlananlar haline gelmiştir. Güney Kürdistan’daki mevcut yönetimin ve toplumun IŞİD saldırıları karşısında korunması gibi!
Diğer yandan otuz altıncı yıl mücadelesinin PKK’yi küreselleştirdiği biliniyor. Dolayısıyla PKK’nin otuz yedinci yıla girişi küresel düzeyde kutlanıyor. Bu durumun küresel düzeyde Kürdü inkar eden sistemin kırılmaya başladığını gösterdiği açık. Yine tüm ezilenlere hitap eden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın teorik-ideolojik çizgisinin hedef kitleye güçlü bir biçimde ulaşmaya başladığı ortada. Kuşkusuz bunlar gerçekleşmiş olan tarihsel gelişmelerdir.
Ama daha önemlisi, Birinci Dünya Savaşı ardından yok sayılan ve yok edilmesi için üzerinde soykırım uygulanan Kürt toplumunun, PKK’nin otuz altı yıllık mücadelesi sonucunda kendisini yok sayan dünyanın umudu ve öncü gücü haline gelmiş olmasıdır. Bu gerçek başta kadınlar ve gençler olmak üzere tüm ezilenler ve halklar açısından böyle olduğu gibi, IŞİD faşizmi karşısında direnemeyen tüm devletler açısından da böyledir.
Herhalde küresel düzeyde son kırk yılda yaşanan en önemli olay budur. Antifaşist dünya, kırk yıl önce dünyanın yok saydığı bir halkın varlık ve özgürlük mücadelesi etrafında birleşmiş ve kendi varlığını burada görür hale gelmiştir. Bu durum reel sosyalizmin çözülüşünden de, Körfez Savaşı'ndan da, ABD müdahalelerinden de çok daha önemlidir. Aslında son yarım yüzyılın mucizesi olarak tanımlanabilir. İşte PKK’nin otuz yedinci yıla girişinin bu kadar yaygın ve görkemli kutlanmasını yaratan temel gerçeklik budur. Her yerde Kürt halkı, “PKK halktır, halk burada” demiştir. PKK’yi kendi kimliği olarak gördüğünü açıkça ifade etmiştir.
Sürece yön veren esas gerçeklik bu olmasına rağmen, MHP Lideri Devlet Bahçeli 28 Kasım günü, yani PKK’nin yeni yıla girişi kutlamalarının yoğun olarak yaşandığı bir günde Dersim’e, yani söz konusu kutlamaları en çok yaşayan Kürt illerinden birisine gitmiştir. Tabi bu hareket durduk yere ciddi bir gerginliğe ve çatışmaya vesile olmuştur. Aslında yaşananlardan çok daha fazla ve sert olaylar da olabilirdi. Eğer bunlar olmadıysa, bu durumu Dersim halkının ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin sağduyusuna bağlamak gerekir.
Şimdi MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin bu tutumunun tam bir provokasyon olduğu tartışmasızdır. Başta Dersimliler olmak üzere tüm Kürt toplumu üzerinde çok ağır bir tahrik etkisi yapmıştır. Fakat MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi bu davranışa tahrik edenin de Başbakan Ahmet Davutoğlu olduğu açıktır. Birkaç gün önce Dersim’de yaptığı bir konuşmada, “Yüreği yetiyorsa Bahçeli Dersim’e gelsin” diyerek çok açık bir tahrikte bulunmuştur. Yine Bahçeli’nin Dersim’e gitmesi üzerine de “Önemli olan biz söylemeden önce gitmesiydi” diyerek söz konusu tahriki sürdürmüştür.
Ahmet Davutoğlu’nun bu sözlerinin son derece gayriciddi olduğu açıktır. Geçmişte benzer sözleri Tayyip Erdoğan da zaman zaman söylüyordu. Fakat asıl güç olan Tayyip Erdoğan yine de bazı hususlara dikkat ediyordu. Tayyip Erdoğan’ın kopya kağıdı olan Ahmet Davutoğlu bu kadar da yapamıyor. Aslında oturduğu koltuğun ehli olamadığını ortaya koyuyor. Daha birkaç ay geçmeden su kaynatmaya başlamış bulunuyor.
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu MHP Lideri Bahçeli’yi niçin tahrik ediyor ve bunu niçin Dersim üzerinden yapıyor? Bunun AKP ile MHP arasındaki bir seçim kavgası olduğu söylenebilir. Zira her iki partinin de hitap ettiği ortak bir kitle var ve 2015 genel seçiminde bu kitlenin tutumu önemli olacak. Bu anlamda AKP yönetiminin MHP’nin üzerine gitmesi anlaşılırdır. Fakat bunun PKK’nin otuz altıncı kuruluş yıldönümünde olması ve Dersim üzerinden yapılması anlaşılmazdır. Çünkü her iki durumda çok ciddi bir çatışma etkenidir. O halde AKP Yönetimi Dersim’de çatışmaların olmasını ve PKK ile MHP’nin çatışmasını istemektedir. Ahmet Davutoğlu’nun söz ve davranışlarının başka bir izahı yoktur.
Fakat AKP yönetiminin Dersim yaklaşımları bununla sınırlı da değildir. İster Cumhurbaşkanı ister Başbakan olsun, bir bakıyorsunuz ortada hiçbir neden yokken cırt-bırt Dersim üzerine bir şeyler söyleyiveriyorlar. Yani Ahmet Davutoğlu’nun en son Devlet Bahçeli’yi tahriki tesadüf ve tekil bir olay değil. AKP yönetimi CHP’yi sıkıştırmak istedi mi, en kolay yöntem olarak Dersim üzerine konuşmayı buluyor ve tarihi Dersim soykırımını böylesi ucuz bir polemiğe ve oy kavgasına alet ediyor.
Bunu çok uzun bir süredir bilinçli ve planlı olarak Tayyip Erdoğan yapıyordu ve şimdi de yapıyor. Şimdi bir de çömezi Ahmet Davutoğlu aynı şeyi yapmak istiyor. Ama tabi Tayyip Erdoğan gibi usta olmadığı için yüzüne gözüne bulaştırıyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP yöneticileri Dersim soykırımı üzerinden, Dersim halkının derin acıları üzerinden siyasi karşıtlarına karşı mücadele yürütmeyi planlamış bulunuyor. Çünkü sadece CHP’ye dönük yaklaşım böyle değil, aynı zamanda HDP ve MHP’ye dönük yaklaşım da böyledir.
Bu biçimde AKP, Dersim soykırımı nedeniyle sözde “Özür dilemiş” oluyor. AKP yağdanlığı basın bu durumu böyle gösteriyor. Halbuki AKP Yönetimi Dersim soykırımı üzerinde oynuyor, Dersim halkının acılarını oy avcılığında kullanmaya çalışıyor. Bu kadar ciddiyetsizliğe ve vahşete de pes doğrusu! Şimdiye kadar hiçbir parti böylesi acılı olaylarla böyle alay etmedi, tarihi acılara böyle ucuz yaklaşmadı. CHP soykırımı uygulayan parti oldu, fakat sonuçlarına karşı bu tür ciddiyetsiz bir yaklaşım içinde olmadı.
Açıkça görülüyor ki, AKP Yönetimi Dersim Soykırımı'nı tanıma ve özür dileme gibi ciddi bir tutum göstermiyor. Tersine Dersim halkının acılarıyla oynuyor, bu acılar üzerinde oy avcılığı yapıyor. Bu tutum Dersim halkına da tüm Kürt halkına da ciddi bir saldırı ve hakarettir. Burada Dersim Kürt gerçeğini de, Alevi gerçeğini de tanıma diye bir şey yoktur. Tersine bunlara hakaret etme ve alaya alma, gayriciddi bir tutumla bunlardan yararlanma çabası vardır.
Peki Dersim halkı ve tüm Kürt halkı AKP’nin bu tür hakaretlerine karşı daha ne kadar sessiz kalacaktır? AKP’nin at oynatmasına daha ne kadar fırsat verilecektir? Bu noktada artık kesin tutumlu olmak ve AKP’ye hak ettiği dersi gecikmeden vermek gerekiyor. Dersim halkının ve Kürt toplumunun acılarına bu tür ciddiyetsiz ve çıkarcı yaklaşımlara asla fırsat vermemek gerekiyor. AKP gerçeğini iyi tanımak, karşıtlarını çatıştırma oyununa gelmemek ve ağzının payını vermek önem taşıyor. Dersim halkının da Kürtlerin de, tüm demokratik güçlerin de en temel görevidir bu.
Dersim gerçeği tarihin derinliklerinden gelen büyük bir özgür toplumsallık gerçeğidir. Bu gerçeğe dayatılan 1937-38 katliamları tamı tamına bir soykırımdır ve en ağır bir insanlık suçudur. Dolayısıyla Dersim halkının yaşadıkları ciddidir ve ciddiyetle ele almayı gerektirir. Yani AKP cıvıklığıyla ele almayı kaldırmaz. Dersim soykırımına çok ciddi yaklaşmak gerekir ve suçlularının mutlaka hesabını vermesi zorunludur. AKP yaklaşımı da, CHP ve MHP yaklaşımı da özünde soykırıma sahip çıkma yaklaşımıdır ve birbirinden pek farklı değildir. Bu yaklaşımın hesabını sormak demokratik güçlerin en temel görevlerinden birisidir.
Bu temelde Dersim Soykırımı'nı lanetliyor, katledilişlerinin yetmiş yedinci yıldönümünde Dersim direnişçileri Seyit Rıza ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz!
Selahattin Erdem
Kaynak: Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1 .29 Kasım tarihli açıklamamızda Suwar -Ridvan Tekin arkadaşımızın şehit düştüğü bilgisini vermiştik.
- Ayrıntılar
Devrimci hareketimizin, PKK adıyla kendini açıkça ilan ederek yürüttüğü savaşımda; tarihsel, eşine rastlanmayan, halkımızın bağımsızlık ve özgürlük tarihinde bir o kadar eşi görülmemiş, halk ve ülke, ulusal ve toplumsal kimliğinden ne koparılıp alınabiliyorsa alınmış, baskı ve sömürün de ötesinde varlığını yitirmiş bir halde devralınan gerçekliğini, savaşarak yeniden kazandırmanın, büyük gelişme ve derslerle dolu on dört yılını geride bırakırken, on beşinci yılı, artan zafer umudu kadar somut olanaklarla karşılamaktadır.
Çok yönlü kazanımlarıyla, hep başkaları için en kötü tarzda kullanılan bir hammadde, bir malzeme olmaktan çıkıp her şeyiyle kendisi için, özgürlüğü ve bağımsızlığı için, insanlığın tutkulu, iradeli, bilinçli savaşımına büyük değer veriyor, kazanmaktan başka hiçbir seçenek tanımıyor.
Bir anlamda zafer sadece bir zaman meselesi olarak değerlendiriliyor. Bu anlamıyla parti tarihimiz sadece siyasi bir tarih olmuyor; ilkel kominal dönemin içinden insanın çıkış özellikleri kadar, günümüzün en inceltilmiş emperyalist sömürgeci imha ve asimilasyonundan da çıkışın, böylesine en çelişkili gerçeğin devrimci tarzda aşılması oluyor. Bir çok yakınçağ devriminin olumlu özelliklerini içeriğe katması ve yine insan olmanın temel özelliklerini, ona hükmeden ilkelerini benimserken; günümüzün insanlığının önündeki en büyük tehlikeleri, onun dayandığı kapitalist sistemi de karşılayan ve bir nevi kapitalizm anlamına gelen reel-sosyalizmin olumsuzluklarına karşı sosyalist tutumu değiştirerek, gerçekleşen bir öncülük kurumu ve bu temelde bir halkın dirilişine imkan verme olayı oluyor.
Halen baş çelişki olarak savaşılan ve günümüzün en gerici ve hatta sadece bölgesel değil, uluslararası alanda da bu yönüyle merkezi bir yer işgal eden TC egemenliğine karşı geliştirilen çözümlemeleri devrimci pratikle tamamlama süreci buna dayanıyor, uluslararası devrimin yeni aşamasına cevap olmayı da içeriyor.
PKK'nin 1992 yılındaki, savaşım mücadelesine dayatılan, açık ve resmi olarak TC önderliğindeki karşı-devrimci savaşıma, neredeyse bütün dünya resmi, gayri resmi egemen güçlerinin destek vermesi, başarısı için elden ne geliyorsa sunmaları, bunun oldukça açığa çıkması ve yine Kürdistan tarihinin en çarpıcı gerçeği olan iç ihanetin, en gelişmiş işbirlikçilik örneğini sunan Güney Kürdistan'daki savaşla, bu yılı da kendi lehlerine tamamlamaya çalışmaları, mevcut savaşımın bir Ulusal Kurtuluş Savaşımından çok, bölgesel, siyasal gerçeklerle kaynaşan, etkileyen, etkilenen bir oluşumdan öteye, evrensel bir anlama bürünmeye yatkın bir düzeyde olduğunu, çarpıcı bir biçimde pratikte gösterdi.
Bazı dönemlerin evrensel özellikleri olan devrimleri gibi ki, Fransız Devrimi, Bolşevik Devrimi böyle devrimlerdir, bir devrimci odaklanmayla karşı karşıya olduğumuzu, daha önceleri teoride, fakat geçen 1991 yılında da pratikte, artık herkesin görebileceği bir açıklıkla ortaya koyduk.
Hiç şüphesiz, bu savaşımın en başta kendisi için verildiğini bilen Kürdistan halkı bunu iliklerine kadar duymuştur. Bu savaşımın ulusal gerçeği için ne anlama geldiğini, onun için birliğin, örgütlenmenin, bilinçlenmenin ne olduğunu, ne kadar ihtiyaç haline geldiğini, tarihinde belki de ilk defa böylesine anlamış ve kazanmış bulunuyor. Daha da ötesi, bir türlü, temel insan hakları, ulus hakları, özgürlük için isyan haklarına layık görülmeyen, yaşama şansı var mı yok mu, olsa da hangi sınırlar dahilin de olmalı biçiminde anlamsız bir tartışmanın muhatabı durumundaki Kürt halkı, kimlik sorununa hiçbir dönemle kıyaslanmayacak bir biçimde karşılık vermeye çalışıyor. Kimliğe sahiplenme gereği duyuyor ve gün geçtikçe bunun savaşla bağlantısı, onun siyasetiyle ve siyasetinin de her düzeydeki örgütlenişiyle ilgili çarpıcı sorunları kadar, çözüm yollarına çaba ve bilinç kazandırmaya çalışıyor.
Sadece dünya’nın kendisini kabul etmeye hazır olmama talihsizliğini değil, vahşi bir düşmanın, her türlü yöntemle imhasını, zoraki örgütlenmesini de değil, bir o denli kendinden kopuşun, kendinden vazgeçmenin her türlü alçaltıcı, aşağılaştırıcı sonuçlarını görerek, onunla savaşmanın ne kadar vazgeçilmez olduğunu bilinç haline getiriyor ve bütün bunlar sıcak bir savaşım ortamı içinde gerçekleşiyor.
Derinden bütün bunlar oluşur ve yaşanırken, daha da yüzeye baktığımızda, özellikle düşman cephesinde akıl almaz bir özel savaşım her cephede tırmandırılıyor. İç ve dış alanda azami olarak ne yapılması gerekiyorsa, sonuca doğru götürülüyor. Özellikle onun psikolojik boyutu, bellekleri, ruhları daha da anlamsız kılmak, saptırmak, yabancılaştırmak için ne lazımsa, özellikle de basın-yayın tekniğini de çok iyi kullanarak, bir de bu yönüyle eşi görülmemiş bir boyuta tırmandırılıyor.
Öyle bir PKK umacısı yaratılıyor ki, düzen açısından, bütün sorunların kaynağında PKK yatıyormuş gibi hayal yaratıldığı kadar, eğer üzerine yürürlerse, ezerlerse bütün sorunlardan kurtulacaklarmış gibi, topluma sahte umutlar yayılıyor ve bu temelde birçok çarpıtmalar yapılıyor. "PKK kimdir, APO kimdir? Türklükle nasıl oynuyorlar" gibi, her türlü akıl almaz, özünün çok tersi değerlendirmelere gidiyorlar. Terörün de en dehşetli biçimleri uygulanarak, insanlar paramparça ediliyor, iplere bağlanarak helikopterlerden sarkıtılıyor, panzerlerle sürükleniyor, ceset teşhirleri günlük vakalardan oluşuyor. Bir anlamda Türklük, son bir savaşı kazanmak için her şeyi ortaya koyuyor.
Dünyanın da normal ölçülerle anlamak istemediği, hatta kendi çağdaş, ulusal, sınıfsal ölçüleriyle yaklaşmamaya kadar, kendi temel ahlaki, hukuki, siyasi ilkelerini yadsıyarak bu gerçeğe uygulamamaktadır. Yeni olan nedir? Bu gerçekle kendisine yönelen nedir? Biraz da bunun verdiği korkuyla yaklaşıyorlar. Bunda bencillik var. Günümüzde burjuvazi, tek bir kişi bile kalsa, bir devrimciden ne kadar korktuğunun da açık bir örneği ile karşımızdadır.
Bütün dünya PKK devrimciliğine, bilerek veya bilmeyerek, veya çoğu da bilmeyerek karşı dururken, aslında burjuvazinin karşı devrimci ruhu bir kez daha şunu fark ediyor ki, bütün dünya, adına "Yeni Düzen" dediği biçimde de gerçekleşse ve "tecrit ettim, her şeyiyle yüklendim, mutlak yenilmelidir" dediği noktada da yüklense, böyle dediğinde bile ne kadar ürktüğünü, telaşlı olduğunu, PKK'nin bu büyük direniş savaşımı bir kere daha gösterdi.
Kocaman imparatorlukları aşan devletler var. Tarihte birçok güçlü imparatorluklardan çok ileri, daha güçlü imparatorluklar var. Yine de korkuyorlar. ABD sözcülerine, İngiliz sözcülerine bakalım ve hatta Rus hükümetine bakalım; hepsi "al sana bu kadar helikopter, destekliyoruz seni" diyorlar. Bölge güçlerine bakalım; "bizi de tehdit edebilir, birleşelim, zirveler yapalım" diyorlar. İç gericiliğe bakalım; "aman imdadımıza gelin" deyip böylesine bir birleşme içine girmeleri, devrimin yetkin bir temsilcisinden, egemenlerin duyduğu korkunun en çarpıcı örneklerinden birisini temsil ettiğini ortaya koyuyor. Bu ancak kapsamlı bir devrimci olguyu yaşamakla mümkündür.
Bir dönemlerin egemen Roma düzenleri vardı. Yine Firavunlar düzeni, doğunun görkemli imparatorlukları vardı. Küçük çıkışlarla giderek sonlarının nasıl geldiğini biliyoruz. Bir anlamda kapitalist imparatorlukların da buna benzer bir çözülüşü söz konusu oluyor. Her şeyi elinde, ama güvensizler. Uluslararası kapitalist gericilik, şu anda "tek dünya nizamıyım" biçiminde kendine anlam vermeye çalışırken bile kuşkulu, hatta en bunalımlı, belirsizliklerle dolu dediği bir durumu yaşıyor. Zirvedeki imparatorlukların yıkılışı, başlangıcındaki gibi bir oluşum bir kez daha yaşanıyor.
Tam da bu noktada, "bu PKK denilen olay da nereden çıkıyor" sorusunu soruyorlar. "Yıkılışımıza bir dinamit olmasın, bir çözücü başlangıç yapmasın" diye kuşkuyla bakıyorlar. Kendi ilkelerinin de önemli kısmını ihanet ederek, temel insan haklarını, ulus haklarını hiçe sayarak ve bir anlamda kendilerini yadsıyan bu yaklaşımlarıyla yenilgi tohumlarını içeren tutum içinde bulunuyorlar.
Bütün bunları PKK bilinçli bir tarzda mı hazırladı? Biraz bilinçli ki, bunun ilk ifadesi PKK'nin devrimci teorisidir. Biraz kendiliğindeni de ortaya çıkaran, onun yürüttüğü politik, pratik savaşımıdır. Tarihte hiç şüphesiz her şey baştan sona planlı, bilinçli gelişmez. Biraz bilinç kadar kendiliğindenlik de önemli rol oynar. Ama gelinen nokta, PKK'yi artık böyle bir gerçeklikle yüz yüze bırakmıştır.
Bütün etkenler, salt ulusal sınırla yetinilemeyeceğini, ulusal kurtuluş çuluk ve hatta demokratik bir toplumla işin içinden kendini sıyıramayacağını, giderek bölgeselleşen, evrenselleşen ve bunun için daha derinlikli bir noktada sosyalizm içeriği, mevcut sosyalizm deneyimlerini aşan, yaşanılabilir bir sosyalizme ulaşma ihtiyacı duyulan, onun siyasal ifadesi, ulusal düzeyi kadar, uluslararası düzeyin de yeni ifadesi olmaya zorluyor. Birey hakkı kadar, toplumun kolektif hakkını da bu muhteva içinde sağlam ele almaya, değerlendirmeye götürüyor. Ya böyle gelişir, başarır, ya da ele alamaz, başarısızlığa uğrama noktasına dayanır.
O halde, PKK gerçeğinde sadece Ulusal Kurtuluş Savaşımı, ona dayatılan özel savaşla ilgilenemeyiz. Bunda bile başarı için, PKK öncülüğünün içeriğine bakmak gerekiyor. İçeriğini dar, milli sınırlama sığdırılmasının, diğer birçok ulusal kurtuluş örneğinde görüldüğü gibi, günümüz devrimlerinden bir tanesi haline gelmekle bile, onlar kadar başarı sağlayamayacağımızı görüyorum. Dolayısıyla mevcut devrimci hareket, daha fazla sosyalistleşmek veya mevcut sosyalist deneyimlerden çıkarılacak dersler temelinde, özellikle başarısızlığa yol açan nedenleri aşarak yaşanılabilir. Bu, sosyalizmi hem ilkede, hem uygulama düzeyinde gerçekleştirmekle karşı karşıya olduğunu, başta sosyalizme bu yaklaşımın, artık daha açık ilkeli olduğu kadar, uygulamalı örneğini de temsil etmek gerektiği bilincindeyiz. Onun somutlaşanı iyi gösterme iddiası kadar, kararı kadar, bizzat yaşamında gerçekleştiriyor.
Bu geçen kısa tarihi süre içinde bile, "acaba PKK'yi böylesine savaşkan kılan nedir" şeklinde bir soru sorulsa, herhalde sosyalizme iddialı bir giriş olduğu açıktır. Daha o zaman kokusu her tarafa yayılan reel sosyalizme, onun her türlü hastalıklarına geçit vermeyen sosyalizme inanç duymak kadar, bir bilim işi olduğuna hükmeden ve onun bilinciyle donanmayı, bütün görevlerin önüne koyan, bu konuda politik çıkarlara alet olmayan, ilkesel olmayı her türlü taktik gelişmenin önünde ele alan, bunda oldukça tutarlı kalabilen, inanç ve bilincini temiz tutan bir parti olmaya büyük özen gösteriyor ve savaşın ruhu bu tutum oluyor. Halen PKK'nin bu büyük kahramanlığına yol açan nedir denilirse, temelde yatan bu ruhtur, bilinçtir. Aynı zamanda onun az-çok yaşam tarzı haline getirilmesidir cevabı verilebilir. Bundan eminiz.
Bunun dışında PKK olayına açıklık getirmek, en temel özellik de söz konusu olduğunda zordur. Buna şu da ilave edilebilir. İnsan soyunun en yüce, en toplumsal, en devrimci gelişime açık olan bireyin özgürleşmesi kadar, bunun toplumsal ifadesi olmayı, halk ve ulus gerçeği kadar, uluslararası dayanışmanın en eşit özgülüne açık olan ve bu anlamda insani düşüncenin, tutkunun, iradenin en seçkinini esas alan, bunda oldukça da ısrarlı davranan tutumun somut gerçeği oluyor.
PKK gerçekliği ve özellikle çözümlenmeye çalışılırsa görülecektir ki, geriye çeken ne varsa ona karşı, şovenizme, onun her türlü baskı ve sömürüsüne götüren ne varsa kararlılıkla, bilinçli karşılık veren, bunun yanında emeğe dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü tutumlara çok açık ve bunun için her şeyini ortaya koyan tutumların ifadesi olma anlamına da geliyor.Öncelikle bu özellikleri bir ulus gerçeğinde, savaşımla nakşetmeye çalışırken, en ufak bir şovenizme düşmemek kadar, dar çıkarcı sınıf, sosyal kesim çıkarlarına düşmemek için özlü davranıyoruz. Şoven ulusçuluk, her şeyin sınıf için olması veya dar sınıfçılık, aslında bir madalyonun iki yüzü oluyor. Bu konuda, insan, milliyetine, cinsiyetine ve gelişim seviyelerine bakılmaksızın esas alınır. Böylece en özgür insan tanımına kendi içinde gerçeklik kazandırmaya çalışıyor.
1992 KASIM
Reber APO
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 25 Kasım günü Peşmergelerin denetiminde bulunan Kerkük'e bağlı Masker köyü ve Gırê Tılverdê'ye yönelik DAİŞ çeteleri bir saldırı gerçekleştirmiş ve bu saldırısı sonucu bu alanlar Pêşmergelerden almışlardır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. Son bir haftadır Mardin'nin Nusaybin ilçesine bağlı Kırêt, Cınata, Kurıkê ve Stililê köylerinde ve Ömerli ilçesine bağlı Reşmil ve Reşine köylerinde işgalci TC ordusunun yoğun hareketliliği gözlemlenmiştir.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
23 Kasım günü Kerkük'ün Xanekin ilçesine bağlı Celewla ve Sadiye kasabalarında gerillla güçlerimiz ve peşmerge kuvvetleri DAİŞ çetelerine karşı ortak bir operasyon gerçekleştirmişti.
- Ayrıntılar