Şimdi son dönemlerde yaşanan mevcut bir tablo var Türkiye’de, nedir bu tablo diye bir soru zihinlerinize hasıl olursa; sağda-solda kudurmuş bir şekilde kolluk güçlerinin arz-ı endamları, Ergenekon safsatasında H. Özkök’ün tanık olarak ifade vermesi yine 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde Taksim’e yönelik fiks menü yürütülen tartışmalar vb…. tabi tüm bunların yanında geçtiğimiz günlerde Bostancı’da polislerle( canlı yayınlardaki uydu basını da sayarsak) tüm Türkiye’nin temsiliyetini ellerinde bulundurduklarını sananlarla, abide-i görkemlilikte bir direniş gösteren komutan Orhan vardı bu ülkenin gündeminde…
Başta İlker Başbuğ’un incilerine değinmek gerekiyor diye düşünüyorum; bunlardan en önemlisi yüksek perdede kullanılan ses tonu oluyordu. Nedense daha öncesinde de Aktütün saldırısı sonrası böylesi yüksek perdede atıp-tutan, salladığını korkutmaya çalışan çağdaş bir delidumrul misali konuşuyordu. Hatta o zamanlar uydu basının uyduruk gazetecilerinden M. Ali Birand, yazdığı köşe yazısında “gerçekleştirilen Aktütün baskını ülke olarak kimyamızı bozdu” şeklinde bir ibare kullanmıştı. Bugün yine yüksek ses ve bozulan bir kimya söz konusu mu diye soruyorsunuz değil mi?
Yine Başbuğ böğürüyor; “farklı bir düşünceye sahip olanların TSK’da yeri olmaz” diye. Aslında bu bir hatırlatma ya da ikaz babında söylenmiş bir cümle değildir. Daha çok zihniyetindeki örümcek ağlarının onun ağzından yerlere serilmesi veya kameraların objektiflerine poz vermesi olabilir. Yani yeni olan bir durum olmadığı gibi bu cümle, yaklaşık 90 yıllık bir devlet geleneğinin ve gerçeğinin bir tezahürünün ötesinde farklı bir anlamı yoktur. Dün Kenan Evren’di, Doğan Güneş’ti, Yaşar Büyükanıt’tı, bugün de İlker Başbuğ aradaki tek değişiklik bu işte. Yani o yere göğe sığdıramadıkları üniformaları gibi tek tip bir zihniyetin çırpınışlarının ötesinde zaman kaybıdır. Demek ki Max Weber’i biraz daha iyi okumak gerekiyor.
Yine bu iletişim ! toplantısında paralı askerliğe değiniliyor. Burada da yüksek perde de bir ses tonuyla cevap vermeye çalışıyor genelkurmay başkanı, “ bir yerlerde ölen, şehit düşen askerler varken, birkaç bin dolarla askerlik olmaz Türkiye’de” devamla ekliyor, “hem var olan askerlerimiz ihtiyacın altındadır” diyor. Şimdi şunu kesin belirtmek gerekiyor, ne orta ne de uzun vadede paralı askerlik tartışmalarına son noktayı koymak, İlker Başbuğ’un boyunu aşıyor. Yine bunun yanında var olan askerlerin sayısının, olması gerektiğinden az olduğunu söylüyor. Şimdi genelkurmay başkanına “yaşam düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir trajedidir” sözünü söylemekten kendimi alı koyamıyorum. Gerçi hoş öyle anlayacağına yönelik pek fazla umudum da yok ya… şimşir başa felsefesine girmekten ziyade, şunu kendinize sorun, bu askerleri öldüren nedenler noktasında nerede hata yapıyoruz? Bu ve benzeri sorulara aklı selim bir cevap veremezsiniz, daha çok basına genelkurmay başkanı olarak savaş bilançosu vereceksiniz, ondan sonra da uydu basın birçok haber geçecek; “kara haber ……….. ailenin yüreğine ateş düşürdü” diye…
Şimdi biraz da komutan Orhan’ın direnişine birkaç cümle ile değinebiliriz; özellikle polis telsizinde şehit düşmeden önce yaptığı konuşma da; “teslimci olmayan özel bir devrimci kuşağında yer almak istiyorum”, diyordu. Yani çatışma ve direnmenin, bu şekilde şahadete ulaşmanın aslında bir mücadele biçimi olduğuna vurgu yapıyordu. Yine büyük devrimcilerin ve halk kahramanlarının örneklerine de değiniyordu. Yani o konuşmalarda kullanılan kelimelerde ve halkların kardeşliğine inanmış bir sesin kararlılığı vardı. Bu anlayana gerçekten de protest bir sazdı, anlamayanlara ise belki bu yazı da azdır. Ama bizim işimiz anlamayanlara ve anlamak istemeyenlere anlatmak, gözlerine soka soka anlatmak… bu temelde de zaten komutan Orhan’ın o görkemli direnişi biz yüreği devrim için atanlara bir meşale olmaya başlamıştır bile.
Tabi tüm bunların yanında Türkiye kamuoyunda bir Orhan Yılmazkaya portresi ortaya konulmaya çalışıldı. İşte Soner Yalçın’ın çaylağı olmaya çalışan Cüneyt Özdemir’in programında ön plana çıkarmaya çalıştığı bir kitap konusu vardı, yine bunun ardından bugün de Aziz Üstel’in yazdığı bir yazı vardı “Bostancı savaşının altında neler yatıyor?” başlıklı.
Şimdi her şeyden önce şu aklıma takılmıyor değil hani, toplumlar mücadelesinde ve son yılların en görkemli direnişinde, fikir yürütmek Aziz Üstel’e meyl olduysa, aslında bu durumun ne kadar içler acısı olduğunu göstermektedir. Daha öncesinde televizyonlarda saat 24’lerde talk show yapmayı kendine üç beş kuruş karşılığında amaç edinmiş bu zatı muhterem, bugün kalkmış da arkada yatan nedenlere kelam buyurmaya çalışıyor. Ondan sonra da Şeyh Bedrettin ile Deniz’ler, İbrahim’ler ve Mahir’ler arasında nasıl bir bağlantı olduğunu anlamaya çalışıyor ya da en azından öyle bir görüntü ortaya çıkıyor. Kendini zorlamaya ne hacet! Bu bir beyin işidir, bir fikir mücadelesidir, yani azizim aziz, aç kulağını iyi dinle sende bunlar yok, ondan vazgeç bundan ya da bu aptallığın dışavurumundan.
Yine Avrupa’da köylü direnişlerinin sembolü haline gelmiş Thomas Münzer üzerine de harfi bilgiler veriyor, adam akıllı kendini de bu konular üzerinde ulvi veya bilgili zanneden bir atmosfere de bürünüyor. Halbuki programlarında ya da hayat-ı istikametinde uşakların uşakları olmayı kendine yüce ülkü edinmiş birisinin bu büyük isimleri zikretmesi, olsa olsa ilerici ve özgürlükçü insanlığın bir trajedisidir. Sen bunları yani Şeyh Bedrettin’i de, Thomas Münzer’i de yazında kullanacak kadar sanal ortamların arama motorlarında öğrenebilirsin. Ama inanmış insanlar, hayatın güzelliklerini arama motorlarında öğrenmezler bir öğreti olarak paylaşırlar, savaşırlar zamanı geldiğinde ölüme göz bile kırpmazlar.
Yani azizim sen bırak bunları, komutan Orhan hakkında kelam buyurmayı, satılık olduğun aşikardı, böylelikle daha da aşağılık olma. Savaşın arkasında yatan gerçekleri arama sen, ama anlamaya çalış ve dürüst olmayı bir erdem olarak kabul et. Aksi takdirde senin işgüzarlığının sınırlarını aşar, komutan Orhan’a kara çalmak ya da insanlığa mal olmuş büyük direnişçileri kendi kıtlığında zikretmek… sonra yiğit gençler hesap sorar sana… yani aziz, sen ortalıkta çok fazla kıvırtma…
toprak cemgil
- Ayrıntılar
Şehit Orhan Yılmazkaya'nın Kendi Yazısı
“Sosyalist Hamdi”
Bir yanlışlık anı…
Fransız felsefeci Guy Debord, modern dünyayı eleştirdiği Gösteri Toplumu adlı eserinde, “Gerçek anlamda altüst edilmiş bir dünyada doğru, bir yanlışlık bir anıdır.” diyor. Kitap 1967 de yazılmıştı; kapitalizmin geniş yığınları yönetmede kullandığı “zor” ve “gönüllülük” yöntemleri hakkında keskin ve gönümüzde de bir çoğu geçerliliğini koruyan gözlemleri dile getiriyordu ama bir bütün olarak karamsardı.
1967’den beri dünya gerçek anlamda daha fazla altüst edildi. Sosyalist sistem çözüldü, “tarihin sonu” ilan edildi, internet icat edildi, AB kuruldu. Batınını değerleri ile ve o değerleri yaratıp yaşatan araçlarla bakarsanız, doğruya bir yanlışlık anı kadar bile yer kalmadı. CNN international hiç yanlış haber vermedi, Hz. Ali’nin “Zalimin meclisinde oturan da zalimdir.” sözünü hatırlatırcasına, zalimin gözlüğü ile bakıp doğruyu görmenin imkanı kalmadı. Murathan Mungan’ın güzel bir şarkı da olan şiirinin metaforu ile konuşursak, çemberin içi ile dışını ayıran çizgi kalınlaştı, çelikleşti. İçindekilerin tasası azaldı, dışındakiler “Zülmün artsın” diye haykırır oldu. Doğal olarak hala, ABD’de 5, Asya’da 50, Afrika’da 500 kişi ölünce ajans haberi oluyor. Gösteri toplumunun niteliğini ifşa eden açıklamalarda gösteri toplumunun parçası oluverdiler. Liberalizm hiçbir zaman batının vicdanı olamamıştı; hala da öyle. Vicdanın gereksizliği cruise füzeleri tarafından keşfedildi. Radikal solcu gazete sayılır, ABD eşitlik ve özgürlük aranışının mantıki, güncel ve mümkün yegane biçimi kabul edilir, postmodernizm galip ilan edilir oldu. “Büyük anlatılar” bitmişti, her şey çok güzel olacaktı, “Kürt halkı vardı ama yanlış işler yapmaktaydı.”
Böyle bir dünyada doğruyu anlamak için, bir yanlışlık anı olarak ortaya yine de çıkabileceği durumlardan fazlasına ihtiyaç vardır. Bir yanlışlık anı olarak, Şemdinli’deki JÎTEM otomobilinin bagajını kaydeden cep telefonu görüntüleri, “Gerçek gerçeğin” anlatımı olarak eksikli kalırdı. 28 Şubat darbesi ile birlikte örgütlenen ışık söndürme eylemleri gibi, Granpeaace’ın çizgisi gibi… Silopi’deki DEHAP yöneticileri bu eylemlerden sonra kaçırılıp katledildi, Uğur Kaymaz da. 28 Şubat’ta bu eylemleri ordu ve büyük sermaye maniple etmişti. Silopi ve Kızıltepe infazlarını da ordu icra etti, sermaye basını görmedi…Peki o zaman, doğruyu “Bir yanlışlık anı” olmadan nasıl algılayacak insanoğlu-kızı? Ya da şöyle soralım, doğrunun yeni doğrular yaratabilen yöntem olmasına “Gösteri toplumu” ne diyecek?..
Gösteriyi sona erdiren gonga vurmadan, gösterinin perdesini indirmeden doğruyu bulamayacağız. Bulsak da 5N 1K programında sansürlü birkaç dakikadır ömrü. Musa Anter anılarında Dersim isyanından hemen sonra Hukuk Fakültesinde okurken adli tıp dersinde karşılaştığı bir olayı naklediyor: Merminin insan vücuduna etkisi konusu işlenirken bir genç, konu hocadan daha canlı anlatıyor. Hoca, bu kadar doğru ayrıntıyı nasıl bildiğini sorduğunda, “Ben Dersim isyanına yedek subay olarak katıldım, orada çok Kürt öldürdük” diyor. Doğru kendisini “Bir yanlışlık anı” olarak ifade ediyor. Ama “Sömürgeciliğin doğrusu” ortadan kaldırılmadan, bu anın ne kadar hükmü var ki?
Egemen gösterinin dili değişmeli bizim için her şeyden önce. “Piyasa”, “uluslararası toplum”, “kamuoyu”, “vatandaşlık bağı”… benzeri kavramlar sorgulandıktan sonra, “infaz” edilmeli. Piyasada tezlerimizi destekleyen krizler olsa da uluslararası toplum “genel insanlık çıkarı” için bir küçük karar olmuş olsa da, kamuoyu bizden bazı seslere “salatanın sirkesi” yer verse de, cebimizde bir TC kimliği olsa da bu kavramların dili reddedilmeli mesela. Hatta bir önceki cümleme bile itiraz edilmeli!... Neden Kürt halkı sorun olsun ki? Sömürgeci zihniyet kaya gibi yerli yerindeyken, coğrafyamız mozaik değil mermerken…. Filistin’de İsrail askerleri “işgalci” olarak tarif etmeyen emperyalist haber ajanlarının ifadeleri bizi rahatsız etmeli. “Kürt yoktur ve sorun yaratmaktadır” biçimindeki eski devlet dilinin, “Kürt vardır ama sorun yaratmaktadır” şekline dönüşmesinin, sadece devlet ricalinin değil, genel geçer Türk basının, “Sivil toplumun”, Türk Akademik sisteminin de fikri olduğu unutulmamalıdır. Pratik kabullerle zihniyet, zihniyet dönüşümü, zihniyet dönüşümü ile onu sağlayacak olan maddi durum değişiklikleri arasındaki neden-sonuç ilişkileri iyi düşünülmeli. Marks’ın çok sık tekrar edilen ama tekrar edildikçe gönümüzü daha fazla açıklayan sözü ile söylersek, “Öz ve biçim aynı olsaydı, tüm bir bilim gereksiz olurdu” sanıyorum şöyle devam etmemizde mümkündür: “Siyaset de…” Şüphesiz siyaset bir “gerçekleri açıklama kampanyasına” indirgenemez. Ama gerçekleri açıklamadan da devrimci siyaset de yapılamaz. Gerçeğin kendisi de devrimcidir ve kimse devriciliğin saf zaferden oluştuğunu söylememiştir. Gerçeği açıklamak için, onun kendi dilini, araçlarını ürütmek durumundayız.
Peki o zaman, gerçekten altüst edilmiş bir dünyada Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin “yanlışlık anı” hangisidir? “Yanlışlık anı”, gerilladır. O kadar “yanlışlık anı”dır ki, Türk devleti 15 Ağustos Atılımı’ndan sonraki birkaç yıl gerillaya eşkıya kelimesinin Osmanlı’daki kullanımı ile “Şaki” demeyi tercih etmiştir. Gerilla ona göre, “artık yeter” deme cesaretini göstermiş bir köylüdür. Koçero’dur, Çakırcalı Memed Efe’dir. Bir jandarma pususunda vurulur, bir kasaba meydanında asılır, belki de önce “düze indirilip halledilir” Aradan geçen 22 yıl, gerillanın şaki olmadığını gösterirken, doğru “bir yanlışlık anı” olmaktan çıkmış, şaki kelimesi Osmanlıca-Türkçe sözlükteki sessiz yerine dönmüş, kar üzerinde “kart-kurt” diye ses çıkaranlar silahlarını bırakma ihtiyacı olmadan düze inmişlerdir. Artık meclis kapısında, büyük kentlerin meydanlarında, Türk siyasetinin caddesinde, edebiyatın, müziğin ruhi alemlerinde dolaşıp, “ka niştiman ka azadî” diye soruyorlar. Nesimi’nin türküsünde ki gibi “hoş olayım, olmayayım / o yar benim kime ne?” diyorlar. Böyle bir Türkiye de Kürt halkı için doğrunun bir yanlışlık anı olmasının hiçbir önemi kalmadı. Artık Kürdistan gerçekliği var. Doğru olan odur. Kürt halkı, gelecek günler için “gökten ayet inmedi bize / onu biz kendimiz vaadettik kendimize” diyen şairin insan tasvirini haklı çıkardı. Kürt halkı için mücadelesi doğrudur ve bu doğru “bir ana” sığmıyacak kadar büyütülmüştür. Ne tecridin karanlık koridorlarında, ne Mehmet Ağar’ın tilki hesaplarında, ne de AB ile ABD’nin diplomasi masalarında harcanabilir. Artık, “körler onları görmese de yıldızlar vardır”
Yeni dünyaların tüm dünyada ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bugünler de, “doğru” sadece Kürdistan da, Ortadoğu’da değil, ezilenlerin tüm meydanlarında bir yanlışlık anı olmaktan çıkartılacaktır. Tersine çevrilmiş dünya, tersine çevrilecektir. Felsefe baş aşağı durmaktan kurtulacak, siyaset halklaşacak, gerçeğin sesi büyük bir orkestra misali dünyaya yayılacak, kadın on bin yıllık kölelik zincirini kıracak, halklar kimliklerini saklamak zorunda kalmayacak, emekçiler dünyayı yeniden kuracaktır.
PKK gerillası, bu yeni dünyada Kürt halk gerçekliğinin mücadele ruhudur, özüdür, cevheridir, mayasıdır, özetidir. Artık bir yanlışlık anı değil…
- Ayrıntılar
Şehit Orhan Yılmazkaya'nın Kendi Yazısı
Sosyalist Hamdi
Devrimcileşme çabamızın bir yerinde, bir dağ başında tanışmıştık Dr. Mahir yoldaşla. Şimdi şehit olmuş, yedi yoldaşıyla savaşarak düşmüş.
Bize Kürtlüğünü sonradan nasıl keşfettiğini, ilk başlarda devrimcilere nasıl güven duymadığını, PKK hareketinin kendisinde yarattığı değişimleri samimiyetle anlatmıştı. Orta Anadolu’dan İstanbul’a Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne, oradan Şırnak’a doktorluğa giderken devrimcileşip dağa çıkmasının öyküsüydü Dr. Mahir’inki. Hem öyküsünün ilginçliği, hem de onu anlatışındaki duruluk ilgimizi çekmişti.
Doktorluk sınıf atlama mesleğidir. Alt sınıflardan gelen çok sayıda parlak genç, zekâlarının verdiği olanakla çok para kazanabilir doktor olunca. Ama doktorluk gibi nitelikli eğitim gerektiren bir meslekten yetişen insanların dünyayı anlama ve değiştirme bilinçleri de için de imkânları varken, çoğu para kazanmayı, çok para kazanmayı hayal eder. Yoksullar artık para kazanmanın “aleti, sayısı, vesilesi”, Hipokrat antik Yunan’dan bir masal kahramanı oluverir.
Ama bu mekanizmayı anlayan doktorlar da yetişmiştir dünyanın her yerindeki mücadelelerde. “Tıbbiyeli’nin aptalı hekim, akıllısı ihtilalci olur” sözü hatırlanabilir. Che’nin bir doktor olarak yaptığı motorsiklet yolculuğunun halkını tanımada ve devrimcileşmede nasıl bir rolü olduğu bilinir.
İnsanı anlama ve anlatma çabasındaki entelektüel boyutunu devrimcileşmeyle, gerillacılıkla birleştirme çabasındaydı Dr. Mahir yoldaş. Bu yüzden akıllılık edip ihtilalci olmuştu. Hem ilk yardım çantasını kaldırdı yaşamı boyunca, hem de mermi sandığını. Onunla kanı nasıl durdurabileceğimizi de konuştuk, insanoğlunun özgürlük aranışını da… Eğitim sırasında tereddüde düştüğümüzde yaptığı şakaları hiç unutmayacağız; “birinci savaşçı” konusunda verdiği dersi de… Giderken okuduğumuz Zındıklar ve Mülhidler adlı kitabı da yanında götürmüştü. En büyük “zındık” Şeyh Bedreddin’i tartışmıştık.
Düzene, sömürgeciliğe, kapitalizme, emperyalizme, “zındık” olmadan nasıl yaşayabiliriz? Dr. Mahir yoldaş nasıl yaşardı?
O, “İriş Dede Sultanım iriş” dedi, başka bir şey demedi. Türk devleti için hayli uzun zamandır bir “zındık”, bizim için kardeşliği paylaştığımız bir yoldaşımız… Geç bulduğumuz, erken kaybettiğimiz yoldaşımız…
- Ayrıntılar
Şehit Orhan Yılmakaya'nın Kendi Yazısı
"Sosyalist Hamdi"
Geçtiğimiz günlerdeki bir eğitim tartışması sırasında Spinoza’nın bir önermesi gruptaki arkadaşların hararetli ilgisine neden oldu: “A, B hakkında konuştuğunda, aslında B’den çok A’yı anlarız.”
Tartışma kesinlikle bir mantık ya da felsefe tartışması olarak başlamamıştı; öyle de bitmedi. Konu hızla felsefenin alanına daldı, alacağını aldı ve aynı hızla orayı terk etti. Bu tarifin kendisi, mücadelenin güçlü köklerinin olduğu ve keskin şekillerde ortaya çıktığı bizim gibi ülkelerde, felsefinin ne kadar politik olduğunu da gösteriyor. Sadece felsefenin değil, toplumun da…
Bizim eğitim konumuz başkaydı. Ama yine de, Hrant Dink cinayetine Türk siyasetinin egemen aktörlerinin nasıl baktığına ilişkin bir saptama, bize Hrant Dink olayından başka konularda da kanaat edinme imkanı sunacaktır. Böylece, A’nın anlattığı B’den, A’nın ne olduğunu da çıkarabiliriz. Hem biraz felsefe de yapmış oluruz. Yoksa siyaset mi demeliydik?..
Hrant Dink’in katlinin ardından, yüzlerce politik aktör binlerce söz söyledi; açıklama yaptı. Binlerce sayfa değerlendirme, binlerce saat televizyon tartışması gerçekleşti. Dikkat çekici husus şuydu: Cinayeti ısrarla büyüten, liberal sermaye kesimleriyle devletin asli kurumları arasındaki gerilimin konusu yapan büyük medyada kimse, kont-gerilladan bahsetmedi: “Derin devlet” tartışması bu kelimeden özenle kaçınılarak yapıldı. Hrant Dink’in katlinden dehşete düşen liberal solcular ve sol görünümündeki liberaller, faşizm kelimesini ağızlarına almadan, faşizmin yarattığı sonucu eleştirmeye kalktılar. Tanzimat Fermanı’ndan, “artık gavura gavur denmeyeceğini” anlayan Osmanlı sokağından bir hayli sonra, liberal Türk aydını faşiste faşist demeden Hrant Dink cinayetini tartışmaya çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti sokağı hala “gavura” gavur demekteydi çünkü…
Hrant Dink cinayeti, “kont-gerilla”, “faşizm”, “Özel Harp Dairesi”, “Gladio” kelimeleri telaffuz edilmeden tartışılamaz. Tartışılsa dahi anlaşılamaz. Onun için anlaşılamadı. Anladığını sanan, samimi olarak anlamaya çalışanlar bile kavrayamadı. Hrant Dink cinayeti, “derin devletin” eylemi olarak AKP politikalarına darbe vurduğu, Türkiye’yi Avrupa’ya rezil ettiği için mi kötü olmuştu; yoksa faşizmin yeni (belki de eski demeliydik) açılımlarına işaret etmesi, kontr-gerillanın varlığının ortalarda dolaşan bir hayaletten daha fazla “gerçek” olduğunu göstermesi bakımından mı kötü olmuştu? Vurulup yerde yatan bir Ermeni olduğu halde, herkesin “bu kurşun Türkiye’ye, Türk insanına sıkılmıştır” lakırdısını tekrarlayıp durması aynı nedenle kimseyi rahatsız etmedi. Cinayeti kınarken bunu söyleyenlerin cinayetten ciddi olarak rahatsız olamayacakları gerçeği böylece güme gitti.
Faşizmin ne olduğunu anlamadan ve anlatmadan, Ermeni soykırımını tartışmadan, “Türk toplumu yüzlerce yıl tüm azınlıklarla barış-kardeşlik içinde yaşamıştır” yalanını teşhir etmeden, Dersim’i, Ağrı’yı, Koçgiri’yi, Maraş’ı, Çorum’u, 16 Mart İstanbul Üniversitesi Katliamı’nı, Sivas’ı, Şemdinli’yi ve artık burada sayamadığımız binlerce tarihi vakayı anlamadan Hrant Dink cinayeti çözümlenemez. Hrant Dink, Ermeni olduğu için, aydın olduğu için, gazeteci olduğu için öldürülmedi. Türk devletinin bugünkü varlığının temeli olan tarih-siyaset eksenine, Ermeni sorunu tartışmasında uymayacağını, bu konuda ısrarlı olduğunu kanıtladığı için öldürüldü. Dersim isyanında Kürt halkının üzerine bomba yağdıran “dünyanın ilk kadın savaş pilotu”, Mustafa Kemal’in evlatlığı Sabiha Gökçe’nin soykırımda ailesi öldürülmüş bir Ermeni çocuğu olduğunu kanıtladığı için öldürüldü. Burada Mustafa Kemal’in yüce gönüllüğü değil, Ermeni ve Kürt katliamları ortaya saçılıyordu. Diğer tüm konularda İttihat ve Terakki yönetimini mahkum eden, hain ilan eden Kemalizm, konu 1915’teki soykırıma gelince aynı ekibi sonuna kadar sahipleniyor. Milliyetçiliğin doğası bu. Başka milliyetçiliklerle kavga etmeden kendini var edemiyor. Milliyetçilik, Talat, Cemal ve Enver Paşa’lardan daha önemli addediliyor.
A, B’yi anlattığında, B’den çok A’yı anlıyoruz yani…
Cinayete “politik değil, adli olay” diyen İstanbul Emniyet Müdürü Cerrah’ın sözünün dil sürçmesi olduğunu sanarak, Ogün Samast posteri hazırlayan Jandarma’nın hatıra fotoğrafı çektirirken kadraj hatası yaptığını düşünerek, Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay’ın kişisel tarihini hatırlamadan, 90’lı yılllarda Gladio skandalı nedeniyle Avrupa’daki neredeyse tüm NATO üyesi ülkelerde yargılamalar olduğu halde, Türkiye’de eski hamamda eski tasın kullanılmakta olduğunu bilmeden bu cinayet anlaşılmaz. Olay dönüp dolaşıp Trabzon’daki “zavallı” birkaç faşistin üzerine mi kalacak yani? Ayıp değil mi bu çocuklara?
A ve B meselesinde bir de eski ama nükseden “derin devlet” tartışması var tabii… Aslında tartışmayı birkaç yıl önce Süleyman Demirel, “Derin devlet, devletin kendisidir” diyerek bitirmişti. Şimdiki politikacılar “üstadın” yanında hafif kalıyor haliyle! Ama derin devlet “durumdan vazife çıkarmaya”, “demokrasiye balans ayarı yapmaya” devam ettiği için, tartışma da kapanmıyor. Hrant Dink cinayetinden sonra Mehmet Ağar, “Derin devlet, bir daha toprak kaybetmeme iradesidir” diyerek, “ovada siyaset” sorunuyla yaptığı açının büyük olmadığını derin devlete beyan etti. Tayyip Erdoğan, “Derin devlet vardır; hep var olmuştur. Osmanlı’da da var olmuştur. Kolaysa siz ortaya çıkartın” diyerek meseleye tasavvufi bir yorum getirdi: “Bir ben vardır bende, benden içeri”. Yani hem vardır, hem olmamalıdır; hem iyidir, hem kötüdür; hem mücadele edilmelidir, hem mücadele edilemez. Sözleri siyasi konumuna uygundur. Deniz Baykal, “Derin devlet yok, sahipsiz devlet var” diyerek, halk değil, devlet-Genelkurmay partisi olduğunu bir kez daha teyid etti. Erkan Mumcu, “Derin devlet yok, sığ siyaset var” diyerek, gelmekte olan seçimler için hem derin, hem de görünür devlete güvence verdi. Derin devletin kontr-gerilla, faşizm, Özel Harp Dairesi olduğunu sadece Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye devrimciler söyledi.
Derin devletten bahsederken, böylelikle kimin devletten, kimin devrimden bahsettiğini anladık…
Bir de “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganı var tabii. Mazlumla özdeşlik kurmak, katile meydan okumak için söylenmiş bu söz, faşizmi rahatsız etti. Bu sloganın arkasında yürüyenlerin Ermeni’ye dönüşmeyeceğini, böylelikle Türk sayısının eksilmeyeceğinin bildikleri halde rahatsız oldular. BBP, “Hepimiz Türküz, hepimiz Mehmediz” toplantıları düzenledi. Bu tepki, algıladıkları sorunun, bazılarının Ermeni olarak doğmuş olması olmadığını gösterdi. Kürt Memo’yu Mehmetçik yapma iradesinin, Türk faşizmi açısından Hrant’ı da Mehmet yapma şeklinde güncel olarak devam ettiği görüldü. Esat Oktay Yıldıran’ın en karanlık günlerinde Diyarbakır Cezaevi’nde sadece Kürt tutsaklara değil, hasbelkader içeriye düşmüş Arap, Fars, İngiliz tutuklulara da Türk olduklarını söyletmeye çalıştığını unutmadık. Esat Oktay Yıldıran ARGK militanları tarafından cezalandırıldıktan sonra, Genelkurmay’ın “O, yasa ve yönetmeliklerin gereklerini yerine getirdi” açıklamasını da… Bu, faşizmin ve devletin çizgisidir. Ama arsız, ama utangaç… Halkların katili milliyetçilik ideolojisinin çizgisidir. Batı uygarlığı karşısında aşağılık kompleksiyle başını eğer ve bu durumdayken herkesi Türk sayar. Onun için Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, hala büyük bir rahatlıkla “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür” diyebilmektedir. BBP ve MHP’den bir farkı var mı?
Bu çizgi yenilenecektir, bu çizgi kaybedecektir. Sorunumuz, halklarımıza daha fazla kaybettirmeden bunu başarabilmemizdir.
Şüphesiz Spinoza gibi materyalizme katkılarda bulunmuş bir felsefeci bile, soyutlamasının buralara uzanabileceğinin tahmin edemezdi. Peki, faşizm ve “derin devlet” halkların birbirine girmesinin nasıl sonuçları olabileceğini biliyor mu?
Bilip bilmediklerini bilmiyoruz; onlar biliyor…
- Ayrıntılar
Allı yeşilli bir ülke için,
Kanlar damlar son damlasına kadar,
Kan kardeşi olur militanlar
Ve
Kardeş olur halklar
Devrimcilik; halkların binyıllardır süregelen özgürlük çabalarını onura etmenin, nihai zafere-devrime, sosyalizme ulaşmanın duruşudur.
Günümüz Türkiye’sinde Orhan Yılmazkaya Mahirlerin, Denizlerin, Hüseyinlerin, Yusufların, Kadir Mangaların, Ulaşların, İbrahimlerin, Sinanların insanlığın onur savaşçılarının güzel yüzlerini, uğruna savaştıkları çok sevdikleri halklarına tekrardan göstermiştir. Olacaksa insanca yaşam böyle güzel insanlarla, dimdik ayakta direnerek olacak demiştir. Orhan Yılmazkaya Mahirdir, Denizdir, Hüseyindir, Yusuftur, Kadirdir, Xelildir, İbrahimdir, onurlu yaşamın adıdır, bundan sonra bu böyle bilinecektir.
Yine günümüz Türkiye’sinde Orhan Yılmazkaya güzel ülkenin paha biçilmez her karış toprağını emperyalistlere, Siyonistlere peşkeş çeken, bunu gerçekleştirmek için halkları birbirine düşüren işbirlikçilere karşı bir savaşın adıdır, duruştur.
Ve yine günümüz Türkiye’sinde Orhan Yılmazkaya bir aydın namusudur, bir aydın onurudur. Emperyalistlerin, Siyonistlerin ekmeğine yağ süren, çanağını yalayan aydın bozuntularını deşifre etmenin adıdır. Aydınsan neyin aydınısın, kimin aydınısın demenin adıdır. Acı çeken, katledilen halklarımızın öncü aydın militanı olmanın adıdır. Kendine aydınım diyen herkese böylesi bir onurlu mücadeleye katılmaları için açık davetiyedir.
İnsanlık tarihinde Orhan Yılmazkaya; insanlığın özgürlük militanlarından aldığı devrim bayrağını, sosyalizm bayrağını ardılları olacak Orhanlara layıkıyla bırakmıştır.
Hevalê Hamdi, Yoldaş Kadir Xelil, Komutan Orhan Yılmazkaya seni tanımak, yüce direnişine tanık olmak bir onurdur.
Hayri Kızıler
- Ayrıntılar
Bir yerli kabile, medeniyetin işgaline karşı direniş savaşındadır. Direniş yıllar sürer. Boyun eğmek yoktur. Tarihin, yaşamın öğretmiş olduğu doğruları terk etmeyip, doğruları için ölümler her geçen gün efsaneler yaratmaya devam eder. Ama tarih ya da zaman, -her ne kadar savaşçıları olsa da- doğruluğun hakkını alacak gücü örgütü yaratamadıklarından, doğrunun somuttaki yaşamına o mekânda son verir.
En son direnişin öncüsü kalır geriye…
Sağ yakalanır. Bir odun kütlesinin içine uzatılır. Ve o medeniler, direnişin öncüsünden güçlerinin vermiş olduğu iğrenç duruş ve sesle, onların doğrularını kabul etmelerini buyururlar. Eğer onların doğrularını şimdi kabul ederse, yakılmaktan kurtulacağını ve yıllar sonra o medeni doğrularla ölürse, cennete gideceğini buyururlar.
Direniş öncüsü olanca sakinliğiyle:
—Doğrularınızı kabul edersem cennete gideceğim değil mi diye sorar.
Medeniler ‘evet’ derler.
O cennette sizin doğrularınız gibi doğrularla yaşayanlar, sizin gibiler var değil mi? diye sorar. Evet, cevabını alır.
Direniş öncüsü onca sakin ama kararlı sesiyle sorularına cevap verir.
Yakın öyleyse!
Bugün ayrı bir medeniyet merkezinde İstanbul’da, medeniler insanlık özünün, sosyalist değerlerin yılmaz savaşçısının çığlığı ve direnişiyle sarsıldı. Bu çığlık, bu direniş sosyalist mücadele yürüten herkes için; Türkiye devrimcileri Kürt ve Türk halkının gençlerine çok şey anlatıyor.
Mahirlerin, Ulaşların, Beritanların geleneği büyüyerek derinleşerek yayılarak geliyor. Devam ediyor. Bu geleneğe bu kavgaya bu çığlığa sen de ses ol katıl diyor.
Bir çığlık ki binlerce yılın geleneğini milyonlarca insanın kalplerine, beyinlerine işliyor. Binlerce gerilla o çığlıkla o direnişte kendini buluyor. O çığlık, o direniş Çarçelladan Cudiye ağrıya Amansa, Karatenize Amede tüm gerillaları selamlıyor ve şöyle sesleniyor.
İster Odunlar, ister betonlar arasında nerede olursak olalım savaştığımız değerlerden taviz vermeyecek, tereddüt etmeyecek; savaşacağız. Amansız tavizsiz hızlı bir kavgada geri adım atmadan ilerleyeceğiz… yakılmak pahasına…doğrular uğruna.
Selam olsun, and olsun kavganız kavgamız umutlarınız umutlarımızdır.
ŞAHİN CAN
- Ayrıntılar
27 Nisan günü televizyonlarda terörist devletin, faşist emniyetinin, bir devrimciye karşı saldırısını izliyoruz. Onlarca polis, her türden teknik, silah ve de ibretlik olsun diye uyduruk bir basın ordusu.
İnsan düşünen bir varlık, bunun için olup biteni izliyor, değerlendiriyor ve tabi ki yorumluyor. Bir devrimciyi herkesin gözünün önünde katletmekle neler yapılmak isteniyor? Kime ne mesaj verilmek isteniyor. Ne kanıtlanmak isteniliyor?
Bir şehit yoldaşımız “şunu bilmeli; öldürmeyen acı, insanı her zaman güçlendirip çelikleştirir, özgürlüğe yakınlaştırır” diye günlüğüne yazmıştı. Terörist devlet her devrimcinin katledilmesinde yüreklerimizde yarattığı acılarla daha da güçlenerek çelikleştiğimiz bilmelidir. Ve bir devrimcinin toprağa düşen her damla kanıyla yeniden yaratıldığımızı da bilmeli. Ve her katlettiğiniz bir devrimcinin yerine, onlarca yeni devrimcinin alacağını da bilmelidir.
Başkan Apo bir cümlesinde “Ya insanlığımdan, onurumdan vazgeçmeyip direnecektim ya da rengi bile, cinsiyeti bile belli olmayan bir kölelik için yitip, gidecektim “ diyerek, bir devrimcinin asla ama asla teslim olmayacağını, teslim alınamayacağını anlamıyor musunuz?
Ve devamla“Sürekli toplum içinde ve dışında savaşla beslenen bir sistemi ancak özgürlük ütopyalarımıza sarılarak, her yerde olan istismar ve iktidara karşı her yerde anlamlı direniş ve adalet odakları oluşturmakla aşabiliriz” diyerek, devrimcilerin izleyeceği yolu işaret etmektedir. Çünkü faşist ve zincirlerinden boşalmış bir sistemi ancak ve ancak devrimci militanların duruşu dizginleyebilir.
Devrimciler güzeli, iyiyi, doğruyu sevenlerdir. Bir şairin yazdığı gibi; iyiye, güzele, yeniye, doğruya dost, kötüye, çirkine, eskiye, eğriye düşmandım misali. Güzel olan, kendi hazinesi olan, özünü koruyandır. Çirkin ise kılıktan kılığa giren, kişilikten kişiliğe girip kendisine yabancılaşandır.
Terörist devlet hücrelerine kadar kirlenmiştir. Bir insanın üzerine yüzlerce polisiyle saldırmak olsa olsa bir korkaklıktır. Bir sadistliktir. Bir faşistliktir. Ve burada ağzımıza alamadığımız bir sürü insani vasıftan uzaklıktır.
Bu terörist devlet, binlerce gencin inadına inadına dağların doruklarına çıkarak, medeniyet dediğiniz bu tek dişli canavara karşı savaştığını neden anlamaya kalkışmıyor? Neden gençlerin son mermilerine kadar direnerek, boyun eğmediklerini anlamaya çalışmıyor? Ve gençlerin neden o kadar güç dengesizliğine karşı, ölümünü bildiği halde direndiğini anlamaya kalkışmıyor?
Evet; neden, neden, neden?
Öyle görülüyor ki “Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir.” Türklük para babalarının maşası olarak, ancak ve ancak birilerinin hizmetçisi olabilir. Birilerinin dalkavukçusu ve tırşıkçısı olabilir. Birilerinin güdümünden güdümlenen olabilir. Birilerinin ağzından çıkan sözlerin kölesi olabilir. Ve de IMF’lerin, ABD’lerin, NATO’ların uydusu ve bağımlısı olabilir.
Neden bir devlet bu kadar aymaz olabilir? Neden bir devlet kendi insanlarına karşı bu kadar saldırgan ve vahşi olabilir? Başka ülkelerden çocukları getirterek her türden masrafları yaparak ağırlarken, kendi çocuğunu sokakların ortasında, kameraların önünde kolunu kırabilir, dipçiklerle ölesiye vurabilir, taş atan çocuklara on yıllara varan cezalar verebilir. Ve neden bu kadar güzel gence faşizanca saldırarak katledebilir?
Derler ki “tarih bilincini yaşamsal yorumlara kavuşturamayanlar, günümüzün yorumunu da anlamlı yapamazlar.” Evet, bu terörist devlet ne zaman kendisine gelerek yaşama anlamlı yorumlar getirecektir? Ne zaman olup bitenleri doğru ele alarak, doğru sonuçlar çıkaracaktır?
Elbette, “hiçbir oluşum; koşulları ve izahı olmadan doğmaz.” Elbette, “bireyler diledikleri gibi değil, toplumlarının istediği gibi inşa edilmekten kurtulamazlar.” Peki, bu terörist devlet ne zaman dağların doruklarına çıkan gençleri üreten bir sistemi çözecektir? Ne zaman her gün her gün yeniden insanı isyana teşvik eden, tahrik eden bir düşmüş, kokuşmuş sistemi çözeceklerdir?
Önemli bir husus da toplumsal gerçekliklerin inşa edilmiş karakterde olmalarıdır. Eğer toplumsal gerçekler inşa edilmiş gerçekler ise o zaman gençleri dağlara çıkaran, gençleri şehir meydanlarında zoraki isyana zorlayan inşalara ne zaman son vereceklerdir?
Siz, gençleri, devrimcileri, militanları katledebilirsiniz. Ama unutmayın siz hiçbir zaman bir devrimciyi, militanı teslim alamazsınız. Boyun eğdiremezsiziniz.
Aynen devrimci direnişçi ve devrimci karargâh militanı Orhan Yılmazkaya yoldaşın söylediği gibi “belki ölebiliriz, bizden sonra da bu mücadele devam edecek, binlerce yıldır devam ettiği gibi”
Evet, şehit Bermal yoldaşımızın dilinden söyleyecek olursak;
“Gün dirildi artık, özgürlük arayışının son durağındayız. Zamana ve mekâna sığdıramıyoruz yüreğimizdeki heyecanı, coşkuyu, sevinci. Sıyırıyoruz kendimizi pamuk ipliğiyle birbirine bağlanmış sahte sevgilerden, sahte yüzlerden, sahte hayallerden…” Ve böylelikle çoğalıyoruz dağ başlarında, sokak köşelerinde. İşte böyleyiz biz dirilmiş bir günde yittiğimizi veya eksildiğimizi sanmayın, biz direndikçe çoğalırız ve çoğaldıkça özgürleşeceğiz.
HAYRİ ENGİN
- Ayrıntılar
Bahar genel anlamıyla yeniliği, oluşumu ve doğuşu simgeler. Bir yerde arınma olmaktadır bahar. Havaların güneşe çalması ve etrafımızda bulunan canlıların ötüşleri ve renge bürünmesi bende de bir gerilla olarak baharın coşkusunu nüksettirdi. Her daim aklımda olan gerçeklik bir kez daha beynimin derinliklerinde yankılandı, “eğer gerilla romantik olmazsa, kiralık katilden farkı olmaz” diye. Çok değil daha üç beş gün önce bu düşüncelerimin içinde yazdığım bir yazıda “çocukluk siz büyüklerin anlayamayacağı bir hayat dekondu” şeklinde bir cümle kullanmıştım. Şu anda da yaşanan gelişmelerin doğrultusunda bu cümleyi ve çocuk olabilmenin külfiyatını düşünüyorum.
Başta şunu söyleyeyim size kendini büyük sanan küçükler; yargıladığınız çocukların gözüyle dünyaya bakabilseydiniz, canı gönülden inanıyorum ki, bu gün çok farklı bir dünya da çok farklı çocukluklar yaşanacaktı. Fakat heyhat işte! O siyah cübbelerinin altına ya da kar maskesinin ardına gizlenmeye çalışarak gerçeği ne demir parmaklıklar arkasına atabilirsiniz, ne de dipçikle gerçeğin kafasını ezebilirsiniz. Olsa olsa en fazla rüzgar ekersiniz bu fırtınanın hiç eksik olmadığı ve olmayacağı coğrafyada…
Tabi bunun yanında dikkatimi çeken bir diğer nokta da; belirli çevrelerde Hakkari’de yaşanan olayı daha çok bir özel harekatçının kontrolsüzlüğü olarak lanse etmeye çalışan kesimin varlığı. Riyakarlığın bu kadarına ne denir bilmiyorum ama sistemli bir saldırının amaçları veya çıkış zihniyetini anlamak bu kadar da zor olmasa gerek diye düşünüyorum. Burada gerçekleştirilmek istenenler ve gelişen saldırıların hedefi gayet anlaşılırdır.
Baharın ilk günlerini yaşadığımız bu günlerde gelişen bu saldırıları, öfke olarak zamanı geldiğinde tereddütsüz bir şekilde gösterileceğinden kesinlikle kuşku duyulmamalı. Bunların gelişmesi kime ne kazandırır? Bu soruya en doğru cevap olarak şunu belirtmek gerekir; bu ülkeye kaybettirir. Ve analara, bacılara olmadı bir de çocuklara saldırmak da bir yerde bir bitiştir.
Ben Kürt gençlerinin ne yapacağını iyi bildiğimden dolayı, burada uzun uzun izah etmeyeceğim. Çünkü bugün vücuduna on üç kurşun sıkılan Uğur’u, kolu kırılan Cüneyt’i, bir bahar suyunda boğularak şehit düşen Abdulsamet’i ve insanlıktan nasibini alamamış biri tarafından öldüresiye dayak yiyen Seyfullah’ı yaşatmak için ve onlar gibi milyonların çocukluğunu asker postallarının ve panzer tekerleklerinin gölgesinde yaşamaması için bu dağlardayım ben…
Tabi bunun yanında; bizde çocukluğumuzda sokağı çıkma yasaklarından, bir köşe başında ensesine sıkılan tek kurşunla amcamızın dünyamızdan yok olmasından, coplarla analarımızın caddelerin ortasında sürüklenmesinden, dağlarda ölen büyüklerimizin cesedinin bir panzerinin arkasına takılarak şehirlerde sürüklenmesinden dolayı dağlara çıktık. Eteği tutuşanlar var bu noktada yazıp söylüyorlar, “böyle yapmayın bu onları daha da çoğaltır, bugünün çocuğu yarının PKK’lisi olur” diye. Evet, ben dünün çocuğuydum, bugünün hem çocuğu hem de PKK’lisi… Beni dağlara getiren nedenler vardı, hem de bugünküne benzer nedenler. İşte bugün de dün gibi dayatılacaksa, benim Kürt çocuklarına ve gençlerine söyleyeceğim çok fazla bir şey yok. Çünkü aynı havayı soluyoruz ve aynı coğrafyanın kaderini sırtlıyoruz… Dediğim gibi çocukluk; siz kendini büyük sanan zavallıların anlamayacağı bir hayat dekondu… Siz rüzgar ekmeye devam edin…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Birkaç gündür tam bir sürek avını izliyoruz. Bir arkadaşımız, “anam derdi ki kuduz itin yarası iyileşemez.” Evet, Türk polisi de yarası iyileşmez bir kuduzu andırıyor.
Terörist devletin faşist hükümeti Kürt halkını alıştıra alıştıra soykırım politikasını uyguluyor. Ve öyle görülüyor ki 29 Mart seçimleri ile Kürtlerin özgür irade beyanının faturasını kesmek için her şeyi yapacaklar. Amara katliamı, DTP’lilere karşı başlatılan faşizan tutuklama dalgaları ve şimdi de Hakkâri’de ızbandut özel timlerin, faşizanca, bir gencin beynini dağıtırcasına saldırması. Bu arada onlarca anamıza, çoluk-çocuğumuza, gencimize yapılan saldırıları saymıyoruz. Kuduzun yarası iyileşmezmiş dedik. Bunlar faşizan kültürlerini, 24 Nisan 1915’lerde Ermeni halkına karşı soykırım uygulamalarıyla da göstermişlerdi.
Dediğimiz gibi şimdilerde de Kürtleri soykırıma alıştırıyorlar. Günlük olarak işkenceyi kanıksanır hale getiriyorlar. Haşlanmış kurbağa”nın meselesinde anlatıldığı gibi. Kurbağayı kaynar suya atarsanız ani bir refleksle dışarı atar kendini. Aynı kurbağayı soğuk bir suya atarsanız ve suyu yavaş yavaş ısıtırsanız kurbağa ılık suya karşı bir tepki göstermeyecektir. Önce hoşlanacak, başlangıçta ilginç bir rehavete kapılacaktır. Ne de olsa su ılıktır. Sonra suyu ısıtmaya devam ederseniz, kurbağanın dokuları yavaş yavaş öleceği için, kurbağa hiçbir zaman tepki göstermeyi düşünemeyecek ve kaynamaya başlayan suda haşlanıp gidecektir.
Terörist devlet ve onun faşist hükümeti öyle anlaşılıyor ki bize, Kürt halkına karşı bu vahşi işkence senaryosunu sahneye koymuşlardır.
Alıştıra alıştıra, faşist söylemleri söyleye söyleye, kimseye çaktırmadan kendilerince bir soykırım politikasını devreye koymuşlardır. Adeta tüm cepheleri bu plana göre ayarlayarak hazırlıklarını yapmışlardır. Siyasi, yargısal ve de askeri cepheleri el ele vererek bu işi yürütüyorlar.
Hem vuracaksın, hem tutuklayacaksın. Hem ezeceksin, hem mahkemelerinde yargılayacaksın. Hem terörize edeceksin, hem katledeceksin. Gelinen aşamada böylesine kirli bir siyaseti terörist devlet konsept olarak gündeme koymuş bulunuyor.
Bizim söyleyecek çok şeyimiz yoktur. Biz madem bu kadar teröristçe, faşistçe, sadistçe, hunharca gençlerimize saldırılar var, o zaman gençlerimizin de yapması gerekenler olduğunu düşünüyoruz.
Herkes görüyor, günlerdir yüzlerce Legal çalışmada yer alan genç gözaltına alınarak tutuklanıyor. Ve öyle görülüyor ki, yıllara varan cezalar vereceklerdir. Ve öyle görülüyor ki, terörist devletin faşist hükümeti legal çalışmaya, demokratik siyaset çalışmasına izin vermiyor ve vermeyecektir.
O zaman yapılması gereken sadece bir şey kalıyor; özgürce kendimizi ifade edeceğimiz, özgürce siyaset yapacağımız, kimliğimizi haykıracağımız dağlara…
Evet, terörist devletin faşist unsurlarının ne kanları halkımızın kanından daha kırmızı, ne emekleri halkımızın emeğinden daha değerli, ne de akılları halkımızın aklından daha üstündür. Kendimizi kurbanlık koyun olarak sunamayacağımıza göre o zaman yapılması gereken onurluca bir duruşu sergilememizdir.
Derler ki; “Ahlaksız insan ruhunun gerilimini yitirmiş olan insandır. Ahlaksızlık ruhsal gerilimin yitirilmesiyle başlar.” Eğer yapılan faşizan, kafatasçı ve vahşetlere karşı ruhsal gerilimlerimiz yitirilmemiş ise o zaman yapılması gereken bu yitirilmemişliğe uygun olarak gerçeklerin arayışına çıkmamızdır. Gerçekler biraz özgürcü bulunacağına göre o zaman bir an evvel hemen özgürce hareket edilen, düşünülen, yaşanılan yerlere doğru yol alalım. Bunu yapabilmek için ciddi olmak gerekir. Ciddiyet nerde ve nasıl durduğunu bilmektir. Ve buna denk yaşamaktır. Buda duygularını yitirmemiş olmak demektir. Başka bir deyimle hissin yaşattığı insan duyarlı insandır. Duymak ama duyumsamak yani hissetmek anlamından duygulara sahip olmak.
Biz Kürt gençleri olarak İncil'de İsa’nın söylediği “Onlar bakarlar ama görmezler, duyarlar ama işitmezler çünkü onların yüreği nasır bağlamıştır” gibi olamayız. Nietzsche de “güneşe bakacak cesareti olmayanlar gölgelik ararlar” der. Biz çoktan gölgelere sığınmayı bıraktığımıza göre, güneşe bakacak cesaretimiz fazladan vardır. Sahrada umut çiçeği olmak isteyenler, kayadaki gül misali kök salmasını da bilmelidirler.
Evet, Kürdistan dağları umut çiçeği olmak isteyenlerin tam da yeridir. Kök salmak isteyenler dağların doruklarına kendilerini atmasını bilmelidir. Aksi taktirde hiçbir zaman kök salamayacaklar, geleceğe umut çiçeği olamayacaklar ve terörist devletin terörist muamelesi yürütmesine kendi duruşlarıyla pirim sunmuş olacaklardır.
Halkımızın içine atıldığı bir kuyu, yoluna örülen bir duvardır. Ve bu kuyuda halkımızı çıkaracak olan ve oluşturan duvarları yıkacak olan arayışı yüksek olan gençliktir. Arayışı yüksek olanların duracağı yerde yüksekler olmalıdır. Arayışı yüksek olanlar yükseklerde uçmasını bilmelidirler.
İşte bunun için Kürt gençleri, demokrasi de yana olan Türk gençleri, insanlıkta yana olan dünya gençliği Kürdistan dağlarına akmalıdır.
Yüreklerin soğumayacağı ve soğumadığı mekânlara şimdiden hoş geldiniz
KASIM ENGİN
- Ayrıntılar
23 Nisan Türkiye meclisinin kuruluş yıldönümü. Bu meclisin kurtuluş savaşını kazanan meclis olduğunu hatırlamak önemlidir. Savaş kazanmak ya da bir şeyde başarılı olmanın temelinin kazanacak mantalite ya da anlayışa sahip olmak olduğunu herkes söyler ve bilir.
Anlayışlar üzerine birkaç gözlem…
Bir ülke düşünün bir meclis düşünün dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı topyekûn bir savaşı kazanıyor. Ve her şeye inat ayakta kalabiliyor. O meclis şimdi dünyada rekor denilebilecek bir işsizliği yaşayan vatandaşların ve ülkenin meclisi. O meclis her beş kişiden birinin işsiz olduğu bir ülkenin meclisi.
Bir meclis, düşünün Türk Kürt halklarının vekillerinden oluşarak kuruldu. Kürsüde Kürdistan vekilleri diye çağrıldılar. Şimdiyse bir vekil bir kelime Kürtçe konuşuyor diye mahkemeler, soruşturmalar, kovuşturmalardan geçiyor. Kendi kimliğini savunanları hazmedemiyor.
Bir meclis düşünün ki emperyalist saldırılara karşı milletten gücünü alan kuvai milliye anlayışıyla seferber olmuş bir meclisken, şimdi ABD politikalarına yamanmak için bin takla atan bir meclis.
Bir meclis düşünün kuruluş yıldönümünü çocuk bayramı diye tanımlıyor. Ve bu günü çocuklara armağan ediyor. Aynı meclisin hükümeti 15 yaş altında yüzlerce çocuğu on yıllarca hapis cezasıyla cezalandırıyor.
Aynı meclis yüzlerce çete mensubuna zırh olurken baklavacıdan bir kilo baklava çalan iki-üç çocuğu çete kurmaktan dolayı cezalandırıyor.
Bunlar sadece basit birkaç örnek.
Kurtuluşta Kürtler tüm varlıklarıyla kendilerini bu kavganın, bu ülkenin bir parçası sayarken şimdi bu ülkenin çocukları, gençleri devleti Molotofları ve taşlarıyla, sloganlarıyla protesto ediyor. Yönlerini dağlara çeviriyor.
Bir savaşa benzer bir politik ve ekonomik süreçten geçen Türkiye ya mantığını değiştirecek ya da 23 Nisan’larda daha çok Molotof ve taş atacak çocuklar…
HOŞİMİN FIRAT
- Ayrıntılar