Seçimler gündemde. Pek çoğunun tek gündemi. Yapılan pek çok şey de açıkça söylenmese de bu asıl gündeme hizmet için yapılıyor. Bu konuda yanılsamalar yaşayanlar çoğunlukta. Gap’tan, TRT6 ya, Davos şovuna her şey seçime hizmet için kandırmacalar yığınından ibaret. Bunları görüp teşhir etmek önemlidir. Ancak bu süreçte ön görüşlü olmak ve buna göre hareket etmek önemli. Seçim süreci bir savaştır. Psikolojik savaş, özel savaştır. Bu süreci her gün her an gelişen bu savaşa karşı salt bir seçim propagandasıyla geçirmek sürece yüzeysel yaklaşım olacaktır.
Devlet sosyal devlet adıyla yardım dağıtıyor. İnsanlara ev eşyası, kömür veriyor. Dilencileşmenin halka dayatılmasına karşı yalnızca bu adaletsiz bir seçimdir demek ne kadar yeterlidir. Bu durumun bitmesi için oyunuzu bize verin demek ne kadar yeterlidir. Yeterli değildir. Bu süreçte dayatılan onursuzluğa yeterli cevabı, doğru cevabı vermemek kabul edilmemelidir.
Doğru cevap nedir?
Uluslararası Komplo’yla esir edilen Önderliğimizin esaretinin onuncu yıldönümüdür. Bu komployla şimdi Ortadoğu’da yaşanan katliamlar, savaşların önü açılmıştır. bu komplo halen devam etmektedir. Bu komplonun yıl dönümünde bu komployu boşa çıkarmak için Örgütlenme ve Serhıldan bu sürece verilecek yegane yanıttır. Diğer şeyler talidir. Asıl hedef unutulmamalıdır.
10. Kongre’de alınan Önderliğimizin özgürlüğü hedefi kadrolarımızın ve halkımızın temel gündemi olmalıdır. Asıl hedefe giderken diğer hedeflere ulaşacağımız unutulmamalıdır.
Serhıldan ve Örgütlenme
Bu sürece doğru yaklaşmakla birlikte Serhıldan ve Örgütlenmeye de doğru yaklaşmak gerekir. Seçim sürecidir diye pasif mitinglerle yetinmek doğru değildir. Sistem tüm gücüyle halkımızı imha etmeyi, inkar etmeyi örgütlüyorken salt bir seçim şovuyla yetinilebilir mi?
Peki ne yapmalı?
Sistem bir savaş açmışsa buna karşı direnip bu savaş kurumlarının saldırılarını boşa çıkaracak bir aktif savunma hamlesi başlatmak gereklidir. Bu sistemin tüm kurumları dahil ayrı özel savaş kurumları da etkisizleştirilmeli hedeflenmelidir.
İşbirlikçi ajan sermayedarlardan, Gülen cemaatinin özel harp dairesinin bir kolu gibi çalışan yurtları, dershaneleri, şirketleri her ne yolla olursa olsun Kürdistan’dan sökülmelidir. Bu çevreler sistemin bizimle savaşımında önemli bileşenleridir. Bu çarkın bir dişlisidir. Bu dişleri kırarsak bu sistemi dağıtmamız kolaylaşacaktır.
Bu görev tabi ki gençlerindir. Araçları belli: Molotoflar, barikatlar ve Serhıldan!
- Ayrıntılar
Kürtler Önderlerine karşı gerçekleştirilen uluslar arası komplonun 11. yılını protesto etmeye başladılar. Bu protesto 15 Şubata kadar artarak devam edecektir. Kürt kadını “Önder Apo’nun özgürlüğü kadının özgürlüğüdür” sloganıyla bir kampanya başlattı. PKK Ağustos ayında yaptığı 10.kongrede Kürdistan Halk Önderini özgürleştirmeyi hedeflediğini ilan etti. Nitekim İmralı’da yapılan fiziki saldırıdan sonra Kürt halkı kadın-erkek yediden yetmişe ayağa kalktı. Önderlerine sahip çıktı. Taraflı tarafsız herkes bu halkın PKK önderine sahip çıktığını söyledi. Öyle ki kendi sıcak odalarında Kürdistan halkının neden sahiplendiği sorusuna cevap arama zahmetine katlanmayan birçok aklıevvel yazarlar, neden Abdullah Öcalan’a sahip çıkılıyor diyerek Kürt halkını suçladılar.
Biz 50 yaşını aşmış bazı Kürtlerin neden PKK önderini sevmediğini biliyoruz. Çünkü PKK bu kişilerin Kürdistan’da siyaset yapmalarına son verdi. Daha doğrusu PKK gerçeği karşısında gerçek yüzleri açığa çıkınca siyaset yapamaz hale geldiler. Çünkü PKK ile birlikte Kürdistan’da kolay siyaset yapma imkanı ortadan kalktı. Artık lafla Kürtlerin özgürlük ve demokrasi özlemlerini sömürme dönemi son buldu. Biz bu çevrelerin, daha doğrusu kelaynak durumuna düşmüş kişilerin Apo düşmanlıklarını biliyoruz.
Peki, bazı Türk yazarları, kendine liberal demokrat diyenler neden Apo düşmanlığı yapıyor? Onu da söyleyelim; onlar da PKK çıkana kadar kolay demokratlık yapıyorlardı. Çünkü Kürt ve Kürdistan sorunu kendini Türkiye gerçeğine dayatmadığından Kürt ve Kürdistan’a değinmeden demokratlık yapabiliyorlardı. Ya da Kürtlerden söz etseler de bunun Türkiye açısından siyasi bir değeri yoktu. Ne var ki PKK mücadeleyi geliştirip Kürt ve Kürdistan gerçeği Türkiye siyasetine kendini dayatınca bunların rahatları bozuldu. Önceden ne güzel demokratlık yapıyorlardı! Şimdi birazcık Kürtlerden söz etmek de yetmiyor. Ya Kürtlerin tam özgürlüğünü ve demokratik yaşamını savunacaksın ya da açık ve cesaretli bir biçimde Kürt sorununu savunmayınca ister istemez demokratlık ve liberallik cilaların dökülecektir. İşte bu sözde liberaller ve demokratlar PKK’ye bundan dolayı çok öfkelidirler.
Bu aristokrat demokratlar ya da devlet sevgisi derin liberaller zaman zaman barış diyorlar, silahlar sussun diyorlar, çözüm diyorlar. Bunu da aslında rahatları için istiyorlar. Çünkü gerilla ile ordu çatışınca ekonomik, sosyal sıkıntı yaşadıkları gibi, Türkiye siyaseti de sarsılıyor, Kürt inkarcılığına dayalı al gülüm ver gülüm siyaseti ve yazarlığı yapılamıyor. Bu nedenle PKK silah bıraksın ki, onlar da ekonomik, sosyal ve siyasal alanda rahat etsinler! Kürtler kimliksiz, özgürlüksüz, demokrasisiz kalmış onların umurunda mı? Tam bir orta sınıf bencilliği. Kendisi rahat olsun, onlar için gerisi tufan.
Bu kara Kürtler de bu hoş demokratların rahatlarını bozuyor. Gerilla direniyor, halk serhıldan yapıyor. Onlara göre Kürt kadınları ve çocukları ise kandırılıyor.
Sahte İslamcılar da, hatta İslam’ı çıkarı için kullanıp kirletenler de PKK ve Abdullah Öcalan düşmanı. Çünkü bu Kürtler onların sahte Müslümanlık maskelerini düşürüyor. Çünkü Kürtlerin haklarını ve hukuklarını savunmayınca kendine Müslüman ve kendine demokratlıkları Kürdistan’da etkili olamıyor.
Öte yandan bu sahte İslamcılar devleti ele geçirmek için, devletin asker ve sivil bürokrasisi içinde kabul görmek için Kürtlerin haklarına karşı çıkmaları gerekiyor. Bunu yapsalar yüzleri açığa çıkıyor, yapmasalar devlet içine girmeleri zorlaşıyor. Kürt halkı kendilerini böyle bir tercihe zorladığı için PKK ve liderine düşmanlık yapıyorlar.
İslam’ı ticaret olgusu haline getirenler, Kürt halkının direnişinin onları da diğer hükümetler gibi bitirmesinden korkuyorlar. Çünkü hükümette kalmaları da PKK’ye karşı mücadelelerindeki başarıya bağlıdır. Eğer Kürdistan halkının özgürlük mücadelesi bastırılamaz ve kontrol edilmezse, onlar da tası tarağı toplayıp gidecektir.
Şimdi belirttiğimiz bu güçlerin Kürt halkının duygularını anlamasını beklemiyoruz. Ancak gerçek demokratların, sol ve sosyalistlerin Kürt halkını iyi anlamaları gerekir. Bu konuda yetersizlikler olduğu kesindir.
Niye mi? Kürt halkı her türlü bedeli ödeyip önderliğine sahip çıkmasına rağmen demokratlar, sol ve sosyalistler bu konuda Kürt halkının yanında yer almıyorlar. Bazen İmralı koşullarını eleştiriyorlar, ama bu yeterli değildir.
Kürt halkının en hassas olduğu konu, önder olarak kabul ettikleri sayın Abdullah Öcalan’a yaklaşımdır. Kürt halkıyla bütünleşmeleri, Kürt halkıyla Türkiye demokratlarının, sol ve sosyalistlerinin duygu birliği içinde olmaları ancak İmralı sistemine karşı çıkmak ve devrimci önder Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü istemekle mümkündür. Yoksa Kürt halkıyla gerçek anlamda bütünleşmek zor olacaktır.
Uluslar arası komplonun 11. yıldönümü bu açıdan bir fırsat olarak görülmelidir. Tüm demokratlar, sol ve sosyalistler Kürt Halk Önderinin özgürleştirilme mücadelesine destek verilmelidir. Bu konuda Kürt kadını ve gençleriyle omuz omuza olmalıdır. Büyük devrimci, demokrat Abdullah Öcalan’a sahip çıkmak, aynı zamanda Türkiye’de halkların demokratik birliğine ve kardeşliğine sahip çıkmaktır.
- Ayrıntılar
2008 yılının son günlerinden başlayıp halen devam etmekte olan özel bir anti PKK ve anti HPG tabii doğal olarak bir anti APO kampanyası bütün tırşıkçıları kasıp kavurmakta. Tıpkı yaptığımız erzak depolarını bulan ayılar gibi de bu konuya doyumsuz bir şekilde yaklaşmaktalar.
Ortalığı biraz karıştırmak ve bu bağlamda karışıklıklar sayesinde kendilerini bir gün daha yaşatmak isteyen keneleri daha önce yazmıştık. Bu yüzden bu konuya girmeyeceğim.
Çok eskiye gitmeden tartışmalarda başa doğru dönersek; 2008 yılının Kasım ayı başında Sosyolog İsmail Beşikçi’nin bir röportajı yayınlandı. Bilimsel kimi eleştiriler geliştiren Beşikçi röportajın sonlarına doğru adeta bilim adamı ve demokrat kimliğini bir kenara bırakıp, “Cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan PKK liderinin, örgütünü yönetmesi, Kürtlerin önünü kesmeye çalışması yanlıştır. Bu, ahlaki bakımdan da yanlıştır” demesi ve bunun da üzerine “PKK büyük bir harekettir. PKK’nin çok büyük bir hareket olduğu da söylenebilir. Ama istemleri çok küçüktür. Çok çok küçüktür. PKK bireysel haklara değil, kollektif haklara vurgu yapabilmelidir” talebi ise Kürt kamuoyunda büyük tepkiye yol açtı.
Her şeyden önce, İmralı Zındanı’nda on yıldır en zor şartlarda direnişini sürdüren Önder APO, kendisi görüşmelerinde PKK’yi yönetmeyeceğini ve böyle bir düşüncesinin olmadığını, örgütün kendi politikalarını belirlemesini ve bu kapsamda faaliyetlerini yürütmesini defalarca dile getirmiştir.
Son derece mütevazi ve demokrat olan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Kendisi için hiçbir şey talep etmeyen bir gerçeklik.
Peki, yıllardır Türk egemenlerinin ve faşistlerin dile getirdiği, “Apo çok konuşuyor, kral gibi yaşıyor, örgütü yönetiyor, vb.” söylemlere hiçbir şekilde ara vermediği politik oyunlarına cuk diye oturan Beşikçi’nin sözlerini nasıl değerlendirmeli? Bilim adamı ve demokratlıkla bu yaklaşım arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Bu taleplerle, yıllardır TC faşizminin yürüttüğü Apo’suz ve PKK’siz çözüm önerilerinin ne kadar paralellik taşıdığı ortadadır.
Tabi bizleri şu an bu sözlerin söylenmesinden çok, kimlerin bu sözleri kullandığı ilgilendirmektedir. Zira dediğimiz gibi bu sözleri bizlere yıllarca kin ve nefret besleyen kesimler dillendirmektedir. Ancak dönüp baktığımızda yıllarca içimizden biri olarak gördüğümüz “Kürt dostu Beşikçi Hoca”nın bu sözleri sarf etmesi bizleri derinden yaralamıştır. Tabi bahsettiğimiz yaralanma fiziki ya da ideolojik olandan değil.
Bizler ezilen halkların taleplerine her zaman saygı duymasını ve insan hak ve özgürlüklerini her daim savunması gerektiğini bildiğimiz ezen ulus sosyalistlerinin bu kılığa bürünmesinden yaralandık. Ya da daha farklı bir bakış açısıyla: Takke düştü, kel göründü.
Belirttiğimiz gibi Kürt Özgürlük Hareketi açısından değerlendirdiğimizde Önder APO’nun bu belirttikleri çok mütevazi bir yaklaşım. Şahsen, kimliğimi bana kazandıran ve Nasıl Yaşamalı? Sorunsalına yanıt bulmamı sağlayan Önder APO’nun fikirlerini okudukça büyük haz duyuyorum. Kürt Özgürlük Hareketi’nin de böyle düşündüğünü biliyorum. Ancak Beşikçi’nin Önderliğimizin fikirlerine karşı “Kürtlerin önünü kesiyor…” türünde değerlendirmelerde bulunması kendisine olan bakış açımızı da değiştirdi doğal olarak. Bunun üzerine HPG sitesinde ve bazı yayın organlarında bizim görüşlerimizi belirten kimi yazılar da yayınlandı.
Ve sonrasında sanki kıyamet koptu. Yok tehdit edildi, yok çizmeyi aştı denildi.
Önderliğimize ve hareketimize karşı eleştiri sınırlarını aşan ve saldırı boyutlarına varan yaklaşımlara karşı çiçek uzatmamızı kimse beklemiyor herhalde. Şunu düşünüyorum: Acaba bu kişi ve çevreler bizden “Ne güzel dedin İsmail Hoca. Ağzına sağlık.” dememizi mi bekliyorlar?
Biz şunu her zaman belirtiyoruz: Bizler Önder APO’nun ve Kürt halkının fedai ordusuyuz. Bu yüce değerlerimize karşı geliştirilmeye çalışılan her türlü imhacı yaklaşıma karşı tavrımız serttir. Ancak bugüne kadar ne İsmail Beşikçi’ye ne de daha başka bir düşünce insanına karşı böyle bir girişimimiz olmamıştır. Çünkü bizler özgür düşünceden ve ifade özgürlüğünden yanayız. Tabii anlayamadığımız konular da var: Bir tanesi mesela bir yazımızda belirtilen çizmeyi aşmak deyiminin neden bir tehdit olarak algılandığı veya öyleymiş gibi algılatılmaya çalışılması? Bir diğer konu ise bu durumda cevap hakkı doğan kişi İsmail Beşikçi iken kendisi hiçbir görüş belirtmeden tırşıkçıların bu durumu gündemleştirme çabaları.
Her şeyden önce çizmeyi aşmak deyiminin anlamını irdelemek gerekiyor. Çizmeyi aşmak sözü M. Ö. 2. yüzyılda Yunanistan’da yaşayan Apelle (Apel) isimli bir ressamın yapmış olduğu bir resmin kritiğini yapan bir ayakkabıcının eleştiri sınırlarını aşarak ilgisinin ve bilgisinin bulunmadığı konularda da yapmakta olduğu değerlendirmelere karşı söylemiş olduğu “sutor! ne supra crepidam” yani “Ayakkabıcı, ayakkabının daha yukarısı değil!” sözünden gelmektedir. İnsanların bilmedikleri konularda yapmış olduğu eleştirilere karşı söylenen bir sözdür. Pratik kullanım itibariyle baktığımızda aslında yapılmış olan eleştirinin dozajını aştığını vurgulayan farklı bir eleştiridir.
Yaşadığımız dünyada şöyle bir gerçeklik mi var: “Herkes istediği gibi Özgürlük Hareketi’ni eleştirebilir; hatta bunu saldırı boyutuna götürebilir. Ancak buna karşılık Kürt Özgürlük Hareketi’nin hiçbir eleştiri yapma hakkı yoktur. Herkes istediği gibi fikirlerini dile getirebilir ama Kürtlerin buna hakkı yoktur.” Üzgünüz ama bu tavırların sahibi olan bir insan aydın da olamaz.
Bu bağlamda değerlendirdiğimizde bir Türk aydını olarak Beşikçi, Önder APO’ya sus, konuşma diyerek düşünsel anlamda egemen sistemle benzeşmiştir. Zira ezilen halkların özgürlüğünü savunan bir aydının bunun tam tersini, “Öcalan daha fazla konuşmalı ve düşüncelerinden herkes faydalanmalı” demesi gerekmez mi? Ezilen ulusla dayanışma bunu gerektirmez mi? Düşünce özgürlüğünü savunmak bunu gerektirmez mi?
Peki, ya bütün bunları görmezden gelip, bizlerin yapmış olduğu eleştirileri çarpıtarak kamuoyuna farklı yansıtmaya çalışanlara ne demeli? Aslında yayınlamış oldukları deklarasyonlarla bizlere sus diyerek TC oligarşisine ve onun sömürgeci politikalarına ortak olmuyorlar mı?
Önder APO, 21 Ocak tarihli görüşme notunda şunu dile getiriyor: “İsmail Beşikçi bana “Apo PKK’yi cezaevinden yönetmesin, konuşmasın” diyor. Evet, şu açıdan doğru: Cezaevinden karar verilemez. Bu açıdan doğru; PKK cezaevinden zaten yönetilemez… Sayın Beşikçi, ama barış için başka da çaba sarf eden kimse yok ki. Beşikçi ve etrafındaki milliyetçiler iyi bilsin ki barış yapılamıyorsa, sorun çözülemiyorsa sizin gibiler yüzündendir. Çaba sarf edilmiyor. Ben ağır hücre cezası koşullarını da göze alarak on yıldır burada barış için çabaladım. Vicdanlı biri olarak sorumluluk duyduğum için bunca yıl çözüm için çaba gösteriyorum.”
Şimdi bizim sormaya hakkımız yok mu? Sayın Başkaya ve dostları: Yıllardır kanayan bir yara olan bu sorunun çözümü için konuşmaktan başka ne yaptınız? Konuştuklarınız da bu halkın özgürlüğüne ne kadar hizmet etti?
Bizler düşüncelere her zaman saygı gösterdik ve halen de saygı gösteriyoruz. Ancak karalama ve bir halkın imhasını amaç edinen bir görüşü de kabul etmemizi kimse beklemesin. Zira Önder APO tek başına bir kişi değildir. Bir halkı temsil etmektedir ve bunu böyle görmek gerekmektedir. Dolayısıyla PKK’nin Önder APO’ya ilişkin talepleri de bireysel değil toplumsal taleplerdir.
Yayınlamış olduğunuz bildiride bulunan teorik belirlemelerin bir kısmına katılmaktayım. Özellikle “entelektüel“ tespitinize. Ancak belirtmiş olduğunuz entelektüel tanımına uyan kişi günümüz gerçekliğinde Kürt Halk Önderi Sayın Önder APO’dur. Çünkü bu sorun o kadar can yakıcıdır ki dost bildikleri tarafından bile susturulmaya çalışılmaktadır. Ve o tüm bu baskılar içerisinde onur mücadelesini sürdürmektedir. Yine teorik açılımlarına bakıldığında genel kabul gören doğruların çok dışarısına çıktığı aşikardır.
Yine bilimle bağdaşmayan bir tespitiniz ise bizler (yaptığınız kasıt bağlamında bizler diyorum) daha doğmamışken Beşikçi’nin büyük mücadeleler verdiğini belirtmeniz. Yani kısaca diyorsunuz ki eski olan eleştirilemez. (Burada da eleştiri diyorum. Çünkü herhangi bir saldırıya giriştiğimizi savunmuyorum) Peki sormazlar mı eskiyi eleştirmeden yeniyi nasıl kuracaksın? Ya da eskiden kabul gören genel doğrular, bu doğruluklarını her zaman koruyabilirler mi? Nerde kaldı değişim, dönüşüm? Nerede kaldı diyalektik? Kaldı ki Beşikçi’nin geçmişte yürüttüğü faaliyetler ve verdiği mücadeleler konusunda aksi bir şey söyleyen de olmamıştır.
Peki, bütün gerçeklerden arınmış bir şekilde ve bir halkın mücadelesini görmezden gelerek yapılan bu karalama politikalarını sosyalistliğin ve demokratlığın neresine koyacağız.
Bütün bunlar birleştirildiğinde kim kimi tehdit etmekte ve kim kimi susturmaya çalışmaktadır?
Her şey ortadadır. Vicdansa kamuoyundadır.
- Ayrıntılar
Kendin ol ey Kurdino!..
Ve önce kendini tanı ki, düşmanını tanıyasın.
Kendini tanı ki, özgürleşesin.
Kendini ve düşmanını tanı ki, tarumar olmayasın.
Kendini ve düşmanını tanı ki, un ufak olmayasın.
Kendini ve düşmanını tanı ki, başkasının askeri olmayasın.
Kendini ve düşmanını tanı ki, başkalarına vatan kazandırırken, kendi vatanında, vatan kazandırdıklarının kölesi olmayasın.
Kurdino bak Kürtler Irak’ta, Şiileri güç yaptılar, şimdi de Maliki, Kürtleri köleleştirme yolunu ve sistemini oluşturuyor. Kurdino bunun mucidi Osmanlıdır.
Bunun için tarihini iyi tanı.
Tarihini tanı ki, O’na Ortadoğu kapılarını, imparatorluğunu ve İslam halifeliğini xelat olarak verdiğin Yavuz Sultan Selim gibi kadim cellatlar sana yazının başlığına aldığım sözleri söyleme cesaretini göstermesin.
Tarih bilincini öyle derinleştir ki, hiçbir kimse senin hakkında tek bir olumsuz düşünceyi bile hissetmesin.
Kurdino gözlerini bir şahin gibi uzaklara dik.
Bakışların derin ve keskin olsun.
Ufkuna evreni al.
Yüreğine ve beynine derinlerden bir duygu ve bir düşünce gelsin.
Ve ihanetçi İdris-i Bitlis-i’yi hatırla.
Ve ittifak yaptığı Yavuz hırsızı hatırla.
O’nu sultan-i cihan, halife, imparator yapan Kürtlere nasıl hakaret ettiği şiiri oku, oku ve oku.
Önce kendin oku, akabinde de nerede bir Kürd ferdi varsa ona da oku, oku ve oku.
Şimdi de kartal burunlu, kıyımcı ve ortaçağın en kan dökücüsü azam-ı celladı Yavuz’un şiirini okuyalım ki, Kürde düşmanlığın nereden geldiğini anlayalım.
Yavuz hırsızı Amasya’da bir çeşmenin taşını kazıya kazıya yazdırdığı şiire gelelim.
Cellat halifenin şiiri şöyledir:
“Kürde fırsat verme yarab.
Dehre sultan olmasın.
Ayağını çarık sıksın.
Gönlü huzur bulmasın.
Vur sopayı, al haracı.
Karnı bile doymasın.
Ol çeşmeden gavur içsin.
Kürde nasip olmasın.
Vasiyetim oldur kim,
Kürd bin kere yalvarsın.
İnanma, kanma.
Yakana bit, kapına Kürd dadandırma”.
Zamanenin Yavuz’u, Katil-Qerdoğan da aynen bu şiiri öykünüyor.
Ve Osmanlı torunuyum diyor.
Diyor ki, “söz konusu millet olunca bizler her türlü ideolojiyi bir yana bırakırız.
Milletimizin menfaatini savunuruz.”
Davos’ta yaptığı konuşmayı böyle savunuyor.
Celallendikçe celalleniyor.
Fetul-Münafık ile birlikte Kürdistan’ı talan coğrafyasına çeviriyor.
Yavuz’un Kürdistan talanı aşine ve harac iken, Katil-Qerdoğan’ın ise hukuksuzluğun ve sömürgeci yol bulmalara uydurulmuş şekliyledir.
Kurdino Yavuz’u ve dönme dolaplarını, tuzaklarını, kapanlarını unutma ki, Katil-Qerdoğan’ın ağına düşme.
Osmanlı’dan bugüne devredilen bu ırkçı sistemi çöz ki, onun askeri olmayasın ve Şemzinan’nın Wargenima Karakolu’nda askerlik yaparken, öldürülen Patnoslu Kürt Burhan Güzelaydın gibi bir akıbetin olmasın.
Kurdino başkasının askeri olma.
Kurdino başkasının askeri olma ki, Burhan Güzelaydın gibi katletmesinler.
Kurdino senin rotan bellidir.
Bak dağlar sana sinesini açmış, gel diyor.
Daha ne bekliyorsun ki?
- Ayrıntılar
Hele şu pişmiş kelleye bakın.
Hele şu zalime bakın.
Hele şu utanmaz katile bakın.
Hele şu deccala bakın.
Sen kim oluyorsun da, zalimken, mazlumluğa oynuyorsun.
Sen kim oluyorsun da, Kürtleri kırımdan geçirirken, kahramanlığa oynuyorsun.
Sen değil misin ki, yetmişlerde Akıncılar örgütüne üye iken Kürtleri katleden.
Sen değil misin ki, “çocukta olsa, kadında olsa gereği yapılacaktır” diyerek bir bir Kürt çocuklarının katline fetva veren.
Senin fetvanla katledilen çocukları bak.
Batman’da oyun oynarken vurdurttuğun, 3 yaşındaki Fatih Tekin hani?
Amed’de bir gazetecinin kucağında son nefesini veren, 8 yaşındaki Enes Ata hani?
Hani 9 yaşındaki Amedli Abdullah Duran?
Hani 17 yaşında gençliğine adım atarken, kurşunlarla canını aldırdığın Amedli Mahsun Mızrak?
Hani daha annesinin kokusuna doymadan, yetiştirdiğin cellatlarla canını aldığın, 8 yaşındaki Amed’li İsmail Erkek?
Hani daha kaytan bıyıkları terlemeyen, Amedli Emrah Fidan?
Ya senin yetiştirdiğin cellatların kameralar önünde kolunu kırdıkları Cüneyt Ertuş için ne diyorsun bre deccal?
Bre deccal, bunları yapan sen iken, senin nasıl bir katil olduğunu iyi biliriz.
Bre katil sen değil misin ki, İstanbul’daki Siyonistlerle işbirliği yapıp kendine iktidar kapıları açtıran.
Sen değil misin ki Siyonistlerin elinden kahramanlık ödülü alan.
Sen değil misin ki, Siyonistlere yılda 3 milyar dolar civarında para veren.
Ve bu parayla aldığın Heronlarla, tanklarla ve lazerlerle Kürtleri katleden.
Sen değil misin ki, “ya sev ya terk et” diyen.
Sen değil misin ki, Türk ordusunun yaptığı her katliam ardından orduyu tebrik eden.
Sen değil misin ki, 5 yaşındaki Kürt çocuklarını kültürel soykırımdan geçiren.
Sen değil misin ki, inkarcılık ve münafıklık yapan.
Bunlardan milyon kat fazlasını yapan sen.
Yine de utanmadan Davos’ta şov yapan sen.
Bunların hepsini birer şamar gibi yüzüne vuracağız.
Bunları bilesin.
Ey çağımızın vampiri Katil-Qerdoğan.
Bunların hepsini yapan sen iken;
Bilesin ki aldatamazsın bizleri ve bilcümle Kürtleri.
Biz bunun için diyoruz ki, seçim şovunu yapma Katil-Qerdoğan.
Amedli pexwesların deyişiyle diyoruz ki,
“Berdeee bine te erdeee!”
Berdeee eme hılbijartinede te bixinîn bine erdee.
- Ayrıntılar
Geçenlerde Silopi'de DTP'lilerin öncülüğünde geçmiş yıllarda yaşanan failleri belli olup da failleri meçhul kabul edilen JİTEM katliamlarını protesto amaçlı dev bir miting yapıldı. Bu mitingde taşınan ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ pankartı oldukça dikkat çekiciydi. Dikkatleri çekmenin de ötesinde yaşanan bir gerçekliği bu kadar sade, çarpıcı, çıplak dile getirme ancak bu kadar olabilirdi.
Halkların her zaman doğruları dile getiren hislere sahip olduğunu biliriz. Doğruları ifade etmenin ve dile getirmenin de ötesinde çok güçlü önsezilere sahip olduklarını da biliriz. Kürt halkı da özelde son yıllarda tarihi doğruları hissederek geleceği önsezileriyle çok güçlü bir şekilde ifade etmektedir.
Ben aslında bu hafta bu olaya ilişkin yazmak istiyordum. Ancak yazımı yazmadan Davos'ta Erdoğan'ın Filistin İsrail konulu panelde yaptığı tartışma ve tartışmanın ardından ortaya çıkan tabloyu izledik. Doğrusu çok sert ve cüretli bir çıkıştı. Bir kaç hafta önce Filistin katliamını Erdoğan'ın Olmert'le anlaşarak yapmış olabileceğini bu bağlamda danışıklı bir dövüşün söz konusu olduğunu yazmıştım. Davos'ta Peres ve Erdoğan arasında yaşanan sert tartışmanın ardından ortaya çıkan sonuçlara bakacak olursak benim yanlış bir tespitte bulunmuş olduğum ortaya çıkmaktadır.
Bir birey yapacağı yanlışları ya da yanılgıları itiraf etmesini de bilmelidir. Yanılmışım. Ve bunu açıkça ifade ediyorum.
Erdoğan Davos'ta birçok doğruyu dile getirdi. Erdoğan adeta 17 eğilimi bir araya getirerek ne kadar güzel söz varsa bulup söylediğini geçmişte dile getirmiştik. Neredeyse birçok solcunun dile getirmediğini, hatta ezilenlerin argumanlarını da arkasına alarak söylemde sahiplenerek dile getirdiğini de yazmıştık. Ve bunun için Erdoğan'ı yazılarımızda tarihin en büyük demagoglarından biri olduğunu da yazmıştık.
Tarihi doğruları söylemek yetmiyor. Tarihi doğrulara yaşamıyla, pratikleriyle ne kadar sahiplik edildiği önem kazanıyor. Alevilerin deyimiyle sözüyle özü ne kadar birdir, ne kadar uyumludur asıl olan budur. Zaten bir demagogla özgürlük ve adalet peşinde koşan bireyler arasındaki fark budur. Ya da doğru mu söylüyor yoksa iş olsun diye çıkarları için mi söylüyor olmanın arasındaki farkta budur.
Erdoğan İsrail devletinin çoluk çocukları öldürdüğünü söyledi. Ve bunu insanlık suçu olarak ele aldı. Hatta insanlık bu saldırıları destekleyenleri ve alkışlayanları da insanlık suçuna ortak olmakla eleştirecektir dedi. Peki, Erdoğan'ın daha bir kaç yıl önce aileler çocuklarına sahiplik etsinler yoksa karışmayız sözlerine ne demeliyiz? Peki, Türk devletinin o kadar faşizan saldırılarına gözü kapalı destek veren arka çıkan hatta "ordu güçlerimizi kutluyoruz" diyenlere ne demeliyiz?
İsrail devletinin orantısız güç kullandığını ve Gazze'de bulunan silahların İsrail'de bulunan silahlarla kıyaslanamayacak düzeyde olduğunu söyledi. Peki, Türk Silahlı Güçleri ile gerillaların silahlarını karşılaştırdığımızda ne diyeceğiz? TSK'nin Medya Savunma Bölgelerine neredeyse gece gündüz her türden silahlı saldırılarına, top atışlarına, uçak saldırılarına ve misket bombalarına maruz kalmalarına ne ad takacağız?
Türkiye'nin ne kadar Filistin ile İsrail arasında hatta İsrail ve Suriye arasında barış görüşmeleri için çaba sarf ettiklerini dile getirdi. Peki, aynı Erdoğan kendi coğrafyasında yaşanan bu düzeyde büyük bir sorunun çözümü için bırakalım arabulucu olmasını neden arabuluculuk için küçücük iyi niyet adımı atmak isteyenleri ihanetçi ve hainlikle suçluyor?
Peres'in sesini yükseltmesinin altındaki nedenin suçluluk psikolojisini yansıttığını ya da suçlu olan birinin ruh halini yansıttığına benzer sözler sarf etti. Peki, biz Erdoğan'ın Kürtlere karşı bu düzeyde bağırarak, neredeyse küfrederek konuşma üslubunu nasıl ele alacağız?
Sözün kısası: Erdoğan'ın söyledikleri ne kadar güzel ve kulağa hoş gelse de samimi olduğunu söylemek çok zordur. Erdoğan'ın söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyor. Özüyle sözü bir değildir. Hani var ya eğri otur ama doğru konuş diye. Erdoğan hem eğri oturuyor hem de doğru konuşmuyor. Böyle olunca iknacı olmuyor. Dalavere yaptığını söylemek çok abartı olmuyor. Yukarıda dile getirdiğimiz demagogluk tanımına yakın duruyor. Hatta yaptığı tam bir demagogluk oluyor.
Erdoğan Davos'ta söylediklerinin iknacı olmasını istiyorsa öncelikle insanlık suçu işleyen Türk ordusunu durdurmalıdır. Kürt halkına karşı uygulanan kültürel soykırıma son vermelidir. Türkiye'nin en büyük sorunu olan Kürt sorununa dönük barışçıl adımlarını atmalıdır. Bu da Kürdistan'da yapılan operasyonların ve Kürt coğrafyasına yağan bombaların durdurulması anlamına geliyor.
Ve belki de her şeyden daha manidar olacak olan Kürtlerle-Kürt Özgürlük Hareketi’yle direk ilişkiler geliştirerek kangrene dönüşmüş olan, kanayan bu soruna acilen çözümler aramak olacaktır. Bu da halkımızın dile getirdiği "ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ" doğrusuyla mümkündür.
Not: İsrail ile halen sözde bu kadar çelişkilere rağmen ilişkilerin sürdürülmesini, Davos'taki sert çıkışın belediye seçimleriyle bağlantısını, dünya da anti İsrailci ve anti Amerikancı Müslüman ve muhalif duranlara verilen mesajların ne anlama geldiğini başka bir yazıda dile getirmek umuduyla.
- Ayrıntılar
Haftalardır sabırla yazılarınızı takip ediyorum. Ve en sonunda bir yazı yazmaya karar verdim. Çünkü artık mide bulantısından kusma noktasına geldim.
Yıllardır alışılageldik kene politikalarının yeni bir dalgasını yaymaya çalışıyorsunuz. Kene politikaları diyorum çünkü yaptığınız tek şey bir halkın sırtına yapışarak kanını emmeye çalışmak (Gerçi halkımızda kimseye kan emdirecek göz yok ya).
Birçoğunuz savaşta yakalayamadığınız başarıyı evinde bilgisayarının başında yakalamaya çalışıyor. (Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Diğer bir çoğunluğunuz da kardeşinin, kuzeninin veya eşinin sempatizanlığını yapıyor) Tıpkı Mr. Hyde gibi geceleri azılı bir katil olurken, sabah onun sarhoşluğuyla uyanan Dr. Jekyll gibi geceleri yazdığınız yazılara da sabahları kalkıp lanet yağdırıyorsunuz. Çünkü siz bile söylediklerinize inanmıyorsunuz. Kendinizle yüzleşemiyorsunuz. Sömürgeci faşist düşman gerçekliğine karşı nasıl direnemediğinizi anlatamıyorsunuz. Öyle düşman gerçekliği dedikse salt askeri anlamda değil; onun yıllardır geliştirdiği Türk egemen kişiliğe karşı da direnememeniz söz konusu. Sistem içi yaşam arzusu ve o çok karşı çıktığınız TC sistemi iliklerinize o kadar işlemiş ki çareyi kaçmakta buldunuz. Niye? Çünkü insan aynı fikir ve amaçta olan kesimlerle mücadele edemez de ondan. Hele bu düşünce ona hükmetmişse yapacak başka bir şey yoktur. Daha önceleri bu harekete neden geldiğinizi bilmiyorum. Benim fikrim, sizin zaten hiçbir şekilde bu hareketle bütünleşmediğinizdir. Amaca giden yolda zayıf kaldınız. Çünkü amaçlara asla inanmadınız.
İnsanlığı sevmediniz. Hep kaprisliydiniz. Bireysel olarak çıkmaza giriyordunuz. Zaten düşünce tarzınız da taklitçiliğinizi engelliyordu. Çünkü deşifre oluyordunuz. Arı ve sade bir yaşam: Bu yaşamın içerisinde kendinizi nereye kadar gizleyebilirdiniz ki? Zaten olmadı da. Aynı birimdeki arkadaşınız her gün sizi eleştiriyordu: Bireysellik, liberal yaşam, oportünizm, ölçülere gelememe,…
Kızmayın hemen. Bu sizin gerçekliğiniz ve gerçekliğinizle yüzleşme zamanınız geldi.
Her zaman merak ederim kendi gerçekliğini gizlemek isteyen sizin gibiler neden hep çareyi Önder APO’ya ve Özgürlük Hareketi’ne saldırmakta arıyor? Bu sadece sizin gibi olanlar için geçerli değil. Türk egemenleri de aynı yaklaşımı sergiliyor.
Pardon! Unutmuşum: Siz onlara özeniyordunuz değil mi?
O zaman siz de Kürdistan’da yaşanan katliamlara ortaksınız? Mesela Vedat Aydın’ı siz öldürdünüz, Mesela Ape Musa’yı siz şehit ettiniz. Eminim yaşasaydı suratınıza tükürürdü.
Bir de yoldaşlarımız için hiç utanmadan “Seni PKK içindeki çiçeklere bağışladım” deme küstahlığını gösteriyorsunuz. Hemen belirteyim PKK içindeki çiçekler kimleri esas alacağını biliyor ve bütün kamuoyu da PKK içindeki çiçeklere kimin bağışlanacağını biliyor. Bu nedenle canınızı çok fazla sıkmayın. Bu kadar kaprisli olmayın. Siz değil, PKK mücadele veriyor; siz değil PKK savaşıyor.
Önder APO’nın bir sözü var: Savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen sevilir diye.
Bir de şu ukalalığınız yok mu?
Dedim ya siz aslında sömürgecisiniz. Ama bunu da kendi halkınız için yapmıyorsunuz. Çünkü robot bir yaşama adapte olmuşsunuz. Başkaları adına konuşuyorsunuz. Yüzünüzdeki sadece maske. Ve siz kendinizi maskeli baloda zannediyorsunuz.
Ancak yanılıyorsunuz. Gerilla maske takmıyor. Yaşamın en arı ve saf katmanında yaşıyor; üretiyor. Bilinçle, kültürle ve halkına olan bağlılığıyla…
Sizse o sitelerinizde yazmaya devam ediyorsunuz.
Muhtemelen bu yazıyı okuduktan sonra yazacağınız şey de şu: Apo’nun adamları aydınları tehdit etti. Hatta yazmışsınızdır belki.(Ya da hazır bir taslağı açıp boşlukları dolduruyorsunuz) İsterseniz kusura bakın; siz aydın değilsiniz (hani siz o yazınızda aslında kendinizi ve sizin gibi olanları kastedeceksiniz ya). Zaten aydınlar da bu numaralarınızı yutmuyor.
Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Bizler hiçbir zaman tehdit vb yöntemlere başvurmayız. Ahkam kesmek sizin gibilerin işi. Bizse inandığımız şeyleri pratikleştiren insanlarız. Sizse gördüğünüz şeyleri çarpıtan…
Bir de PKK gerillası bilinç gerillasıdır. Koyun sürüsü değildir. Dünyada yaşanan her şeyi görüyor, analiz ediyor, gelecekte ne olacağını da kestirebiliyor. Tabii aynı zamanda inanç gerillasıdır: İnandığı şeylere ölümüne bağlıdır. Eğer çok merak ediyorsanız bu sitede logonun hemen yanındaki yazıyı okumanızı öneririm: Bu söz öyle basit yazılmış bir söz değildir. Kanla yazılmış bir tarihin eseridir. Sömürgeciliğe karşı Agitlerin, imha dayatmalarına karşı Zilanların, ihanete karşı Beritanların direnişlerinin eseridir.
Hatırlıyor musunuz Amed Zindanı’ndaki büyük direnişi ve bedel ödeyenleri? Mazlumların, Kemallerin ve Hayrilerin destanını; siz ihanete koşarken onların bedenlerini nasıl meşale yaptıklarını?
Peki ya Haki gerçekliği. Hani sizin gibi ihanetçiler tarafından katledilmişti emeğin sembolü.
İşte biz böyle bir geleneğin temsilcileriyiz.
Eğer bu tarihten doğru sonuçları çıkarmayı başarabilirseniz, bu diyalektiği de çözebilirsiniz.
Yani Önder APO’dan başlayan ve özgürlüğe ulaşan bu toplum gerçekliğini.
Ya da neyse siz en iyisi aynı yoldan devam edin.
Çünkü hiçten hiçbir şey çıkamaz ve sizler birer hiçsiniz!
- Ayrıntılar
Bir ülke ki, topyekun zihniyeti münafıkçılık olsun.
Bir ülke ki, topyekun rejimi münafıkçılık rejimi olsun.
Bir ülke ki, topyekun yetkilileri münafık olsun.
Bir ülke ki, topyekun yetkililerin başı, Baş Münafık Fet-ul Münafık (Fetullah Gülen) olsun.
Bize de hak doğar ki, sevsinler seni!.. Ey El-Münafıklar ve Devşirmeler Ülkesi Türkiye diyelim!
Bize de hak doğar ki, özgürlük uğruna El-Münafıklar ve Devşirmeler Ülkesi’ne karşı kutsal bir hak olan meşru savunma savaşını verelim.
Bize de hak doğar ki, dağlarımıza, ovalarımıza, vadilerimize, mahallelerimize, köylerimize, ilçelerimize, kentlerimize ve ülkemize vahşeti cellat garnizonlarını kuranlara karşı savaşalım.
Bize de hak doğar ki, tarihin diplerinden gelen nakış nakış beyinlerimize ve yüreklerimize yerleşen Aryen-i dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi ve doğal zenginliklerimizi vampirler gibi yok edenlere karşı savaşalım.
Bize de hak doğar ki, Said-i Kürd-i’yi, Saidi Nursi’ye dönüştürerek Türk ırkçılığının silahı haline getiren, Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın münafıklığını mazlum halkımıza öğretelim.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, Said-i Kürdi ile yakından uzaktan alakası yoktur.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, 12 Mart 1971 darbesinde tutuklanırken, Nur Talebesi olduğunu inkar eder ve beraat eder.
Onunla birlikte tutuklan 52 kişi ise Nur Talebeleri olduklarını kabul ederler ve zindan yatarlar.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, ilkin 1957 yılında Erzurum’da daha 16 yaşında iken, Türk Özel Harp dairesinden üsteğmen Esat Keşafoğlu tarafından Nur cemaati içine bir Gladio elemanı olarak sokulmuştur.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, iki yıl sonra Süper Nato’nun Türkiye kolu Özel Harp Dairesi tarafından Edirne’de görevlendirilmiştir. İkinci defa görevlendirilmesi 1959 yılıdır.
Edirne’de asker kökenli vali Sabri Sarp, diğer asker kökenli görevlilerden Emniyet Amiri Resul, Hakim Gani ile Karadenizli Albayla ile birlikte Türk-İslam sentezi çerçevesinde örgütlenmişlerdir.
Zaten Fet-ul Münafık, bu durumu biyografisinde itiraf ediyor.
Bu Baş Münafık öyle bir münafıktır ki, 1962 yılında İskenderun’da askerlik yaparken bir hutbede kafatasçı general Cemal Tural’ın da duyması için şöyle der: “Türk askeri milliyetçi olmayacaksa daha ne olacak. Allah milliyetçilere uzun ömürler versin.”
Bunu söyleyen Baş Münafık, münafık olmayacaksa daha kim olabilir?
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, 12 Eylül 1980 darbesinde ve 1994 yılında Kürtleri, Türkleştirmek için Türk ordusu ile onun Özel Harp Dairesi tarafından özel olarak görevlendirilmiştir.
Bu Baş Münafık Fet-ul Münafık öyle bir münafıktır ki, yeniden Har u Har Boşbuğ tarafından aynı görevle görevlendirilmiştir.
Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın tahrifleri ise makro münafıklıktır.
Bu baş münafığın, Said-i Kürd-i’nin DİVAN-I HARBİ ÖRFİ eserinde yaptığı Türkleştirmeler tam bir makro inkarcılıktır.
Hele bir bakalım, nasıl bir Türk kafatasçılığını yapmış da yapmış.
Biz bu makro Türk kafatasçılığı ile inkarcılığından sadece bir nano örnek vereceğiz.
Özcesi Fet-ul Münafık’ın makro ırkçılığının trilyonda birinden daha cüzi bir örneğini vereceğiz ki, O’nun ırkçılığı daha iyi anlaşılabilsin.
Bunun için sadece ve sadece Said-i Kürd-i’nin DİVAN-I HARBİ ÖRFİ adlı eserindeki tahriften bir cümle dahi Fet-ul Münafık’ı tanıtmaya yeter.
İşte Divan-ı Harbi Örfi’deki asıl metin. Yani orijinal metin.
Bu metinde Said-i Kurd-i şunu der: “Ey Asuriler ile Keyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette, vahşet ve gaflet sizi garet edecektir.”
Bir de Baş Münafık Fet-ul Münafık’ın tahrif ettiği metin. Özcesi Kürdü inkar ettiği ve Türkleştirdiği metin.
Bakın orijinal metini sahte metine dönüştüren Fet-ul Münafık nasıl bir metin yazmış.
Şimdi de onu okuyalım. “Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beş yüz senedir yattınız yeter. Artık uyanınız sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir.”
Fet-ul Münafık’ın burada yaptığı tahribatın hurafeciliği hemen açığa çıkıyor.
Bunlardan birincisi Asuriler ile İranlıları inkar etmiş.
İkincisi Arslan Kürtler yerine Türkleri koymuş.
Üçüncüsü Said-i Kürd-i Kürtlere seslenirken, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki beş yüz yıllık kölelikten, uykuya yatmaktan bahsediyor. Yani Türklerin 1400 yılından başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi olan 1908 yılına kadar ki Kürdistan işgalini anlatıyor. Zaten bu eseri de 2. Meşrutiyet döneminde yazmış.
Nasıl oluyor da Orta Asya’dan gelip Mezopotamya, Avrupa ve Afrika’yı işgal eden Türkler 500 yıl uykuda yatmışlar?
Her tarafta kıyım, kırım, talan ile soykırım yapan Türkler nasıl oluyor da gaflet içinde kalmışlar?
Dördüncüsü Said-i Kürd-i Mezopotamya ile Kürdistan’ı anlatıyor. Fet-ul Münafık ise tahrif ettiği metinde ne tür bir ilahi güce sahipse Mezopotamya ile Kürdistan’ı sırtlamış, Orta Asya’ya götürmüş ve Kürdistan’ı bir çırpıda Orta Asya yapmış.
Beşincisi Said-i Kürd-i, Arslan Kürtler diyor. Fet-ul Münafık ise vatandaşlarım ve kardeşlerim diyor.
Daha neler neler.
Zaten Said-i Kürd-i’nin tüm eserlerindeki Kürt, Kürdistan, Kürt Dili ilgili ne kadar kelime varsa, onların yerine Türk, Şark, Orta Asya, Türk Dili, vatandaş ve kardeş kelimelerini koymuş.
Fet-ul Münafık’ın yaptığı tahrifli sahte eserleri bugün Kürdistan ile Anadolu’da tüm sahte İslami cemaatler eğittikleri Kürtlere okutarak, Kürtleri Türkleştirirken, yalnızca Med Zehra Vakfı çevresi orijinal eserleri öğrencilere okutmaktadır.
Fet-ul Münafıkçılar dışında Türk ırkçılığını en fazla tahrif edilmiş eserler üzerinden yapan diğer bir cemaatte Hizbul-Kontra cemaatidir.Hizbul-Kontra’nın dernekleri olan Mustafazaf-Der, İhya-Der, Umut-Der vb. derneklerdir.
Tüm Kürtler özellikle Kürt gençleri, Türk özel savaşının Kürdistan’daki kolları olan bu derneklere karşı hem ideolojik, hem de siyasal savaş vermelidir.
Bu derneklerin hepsi Ergenekon, JİTEM ve MİT’in elemanları tarafından yönetilmektedir.
Kürtler, Said-i Kürd-i’nin orijinal eserlerini götürsün, sahte olanlarıyla karşılaştırsın ve başta Fet-ul Münafıkçılar olmak üzere, Hizbul-Kontralara karşı hemen harekete geçsin.
Öyle hiçbir dernek ve oluşum Kürdistan’da kalmamalıdır.
Bu oluşumların hemen hemen hepsi, Türk misyonerliği ve işgaline hizmet etmektedir.
Kürtleri soykırımdan geçirmek için, Türk Genelkurmayı tarafından kurulan oluşumlardır.
Bu nedenle hiç vakit geçmeden tüm Kürt anne ve babaları, bu oluşumlar içinde yer alan veya onlarla ilişkide olan evlatlarını hemen oralardan çıkarmalıdır.
Kim ki bunu yapmazsa, Kürdistan’daki zulme ve soykırıma ortaktır.
Bu yönlü bir hadis de vardır.
Hz.Muhamed bir hadisinde şöyle der:
“Kim bir karış toprağı zulmederek zapt ederse ona (mahşer gününde) yerin yedi katı boyuna halka takılır.”
Sadece bu hadis bile Kürtlere Türk Ordusu, Fet-ul Münafıkçılar ile Hizbul-Kontracılara karşı kutsal savaşım hakkını tanıyor.
Sonuçta şunu deme hakkımız var:
Fet-ul Münafıkçılara Yaşasın Cehennem!..
- Ayrıntılar
Daha yirmi birindeydim.
Beşikçi’yi okumuşluğum vardı.
Düşüncesinin içeriğine değil, cesaretine saygı duyardım.
Bir gün dediler ki, Beşikçi’nin “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” adlı kitabı çıkmış.
“Nerede, nerede dedim.”
“Amed’de D. Kırtasiye’de var” dedi arkadaşlarım.
O zaman, Fırat Üniversitesi’nde okuyordum.
Hemen arabaya atladım, Yallah Amed’e uçtum.
Seyrantepe’de hemen bir taksi tuttum; eve uğramadan D. Kırtasiye’de indim.
İçeri girdim. Kitabı istedim.
Kırtasiyede sadece bir nüshası vardı.
Ne yapayım, ne edeyim diye düşünürken kırtasiyeciye dedim ki: “Bana yirmi nüshasının fotokopisini çıkar.”
Kitabın yirmi fotokopisini alıp eve gittim.
Bir işte çalışmışlığım olduğu için, neredeyse bir aylık maaşımın hepsini yirmi fotokopi kitabına verdim.
O zaman, bu kitapları Türk ırkçı rejiminin askeri güçleri bende yakalasaydı, uzun yıllar TC zindanlarında kalabilirdim.
Bilgi edinmeyi seviyordum.
Önder APO’nun kitapları dışında hiçbir kitap bana ne ruh veriyor, ne de ufkumu açıyordu.
Diğer kitaplardan genelde bilgi ediniyordum.
Türkiye’de ne kadar Türk-İslam sentezci örgüt ile sol örgüt varsa, hepsinin dergilerini ve varsa gazetelerini de takip ediyordum; eğer varsa Kürt örgütlerininkini de.
Önemli gördüğüm kitapları, liselerden tutalım üniversiteye kadar herkese dağıtırdım.
Beşikçi’nin 20 fotokopilik kitabını da böyle yaptım.
Fırat Üniversitesi ile liselerdeki öğrencilere dağıttım.
Böyle süreçlerden geçerek gerillaya katıldım.
Gerillayı bir yaşam tarzı, bir özgür ahlak tarzı olarak kendi öz kimliğim olarak görüyorum.
Bir milyon kere daha doğsam, yine gerilla yaşamı dışında hiçbir yaşamı ve yaşam biçimini seçmem.
Zaten Kürtlerin yaşamı da, 1950’lere kadar gerilla yaşamıydı.
Eğer bugün, Kürtlerin özgürlük ve eşitlik değerleri ile tüm tarihi ve kültürü varlığını koruyorsa, bunu dağların doruklarında direne direne bizleri bugüne getiren yoksul ve ezilen halkımıza borçluyuz.
Biz de, halkımızın bu kesimden geliyoruz.
Ve kapitalist modernitenin ahlaksız mezbahasının lağımlı dehlizlerinde yetişen kişiliği reddediyoruz.
Etmeye de devam edeceğiz.
Şimdi bakıyoruz ki, kapitalist moderniteden bu denli etkilenmiş kişiliksizler kalkıp, ittifak kurup, Önder APO’ya saldırıyorlar.
Hepsi, sen şuradan, ben buradan, o da oradan saldırsın desturuyla hareket ediyorlar.
Hepsinin de fikir babası İngiltere, komuta kontrol merkezi ABD’dir.
Fet-ul Münafık’ın hurafeci medyası, mevziisine MİT ile CIA’nın zehirli kurşunlarını koymuş. Her tarafa Turancı kurşuni sözlerle atış yapıyor. İhanetçi liboşlar da -Kürt İhanetçiler- Avrupa ve Kürdistan’da mevziiye yatmış; ceplerine Türk rakısı ile Avrupa birasını koyarak sokak sarhoşları gibi kafalarına ne geliyorsa attıkça atıyorlar.
Bir de Fet-ul Münafık’ın TV’lerine çıktılar mı aman da aman; nasıl yiğit kesiliyorlar.
Ama bizden başkası onların nasıl korkak ve düşkün olduğunu bilemez.
Bir Kürt atasözü var, bu gibilerini hoş anlatır:
“Yê ne di şerda be, şêre” Türkçe meali şöyledir.”Kavgada olmayan aslan kesilir.” -Anlarsınız herhalde bunu ihanetçi liboşlar.-
Bir de Beşikçi Hoca’ya şunu söyleme hakkını kendimde görüyorum.
Herhalde kendisi de anlayışla karşılar. Bilim adamı olduğuna göre…
Beşikçi hoca diyor ki: “PKK çok büyük bir örgüt ama amaçlarını küçültmüş.”
Beşikçi hoca yanılıyor. PKK’nin amaçları daha da büyümüş. PKK, tüm dünya halklarının Demokratik Konfederalizm çatısı altında, halkların demokratik uygarlığını kurma düşüncesine sahiptir. Ve bunun mücadelesini veriyor. Demokratik Özgür Kürdistan’ın buna öncülük edeceğini ortaya koyuyor. Bu durum Kürdistan’ı da aşan bir durumdur. Bu konuda PKK’ye bakış açısında bir darlığınız vardır.
İkincisi: Önder APO’nun konuşmasının ahlaki olmadığını söylüyorsunuz.
Aslında sizin böyle demeniz ahlaki değildir. Siz de zindanda düşüncelerinizi açıklamadınız mı? Kitap yazmadınız mı?
Türkler, Önder APO’ya konuşma diyor; ABD ile AB ve Talabani’de böyle diyor.
Fet-ul Münafık ile ihanetçi liboşlar da böyle diyor.
Bil cümle hepiniz aynı daktilodan çıkan, aynı tekerlemeleri okuyorsunuz.
Aynen bir anda Türkiye’deki tüm camilerdeki imamların, MGK tarafından hazırlanan hutbeleri okuması gibi aynı hutbeyi okuyorsunuz.
Sizlerin MGK’si Süper NATO’nun koordinatörü ABD olmasın. ABD, Türkiye ile İsrail bize silahlı savaş açmışken, Beşikçi, Fet-ul Münafık ile ihanetçilerin ideolojik savaş açması tesadüf değil herhalde.
Hepinizi bir cepheye çeken nedir acaba?
- Ayrıntılar
Filistin’deki katliam dünyanın gözü önünde devam ediyor. Dünyada belki de çilelerin ve acıların en büyüğünü yaşayan bir halk yine kıyımdan geçiriliyor. Bilinen sözde ileri ve gelişmiş dünya cümle kemal gözlerini, kulaklarını ve ağzını kapalı tutmuş izliyor. İzlemiyor, katliamı destekler amaçlı açıklamalar yapıyor Amerika, Avrupa ve yeni yetme AB dönem sözcülüğü.
Sözde kendini Müslüman bilenlerle, sözde emperyalizm karşıtı olan devletler ise kınayıcı açıklamalar yapıyorlar. Bunların arasında işgal gücü TC devleti mi diyelim, ya da dini sömüren Türkiye hükümet başkanı mı diyelim onlar da var.
Biz ABD ve Bush tayfasını anlıyoruz. Ortadoğu’da amaçlarına ulaşmak için İsrail gibi bir devlete ihtiyaçları var. Biz İngiltere’nin ve tim AB devletlerinin pragmatik ahlaki ölçülerde ve arkeolojik siyasetlerine de anlam veriyoruz. Lakin Ortadoğu’da yıllardır ABD’nin bir nevi borazanlığını ve uşaklığını yapan güçlerin, devletlerin, partilerin, kişiliklerin kalkıp Filistin halkına destek mesajları vermelerine anlam vermekte zorlanıyoruz. Zorlanmanın da ötesinde gayri ahlaki bulduğumuzun altını çiziyoruz.
Bugün Ortadoğu’da İsrail devletiyle en ileri düzeyde ilişki geliştiren devletlerin başında Türkiye gelir. Neredeyse stratejik ortaklık düzeyinde bir ilişkilenme söz konusudur. Bu ilişki siyasi, askeri, sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarda en üst düzeye çıkmış durumdadır. Kültürel, sosyal hatta ekonomik ilişkilere bizim diyeceğimiz bir şey olamaz. Ancak siyasi ve askeri ilişkilerin bu denli başka halkların aleyhine vukuu bulması kabul edilemez. İsrail’in bugün Filistin halkının başına yağdırdığı bombaların finansının azımsanmayacak yüzdeliğini Türkiye karşılıyor. İsrail’le yapılan askeri-ticaret anlaşmalarının çoğu misket bombası olarak geri Gazze’ye yağıyor. Bugün binlerce insanın kanının akmasında Türkiye devletinin parmağı var. Özel de ise Adaletsiz Kafirler Partisi’nin kurmaylarının parmağı var. Sözde Başbakan kalkıp mitinglerde “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye propaganda yapıyor. M. Ali Şahin ise ABD ile İsrail karşıtı açıklama yapıyor. Bu söylemlere kargalar gülmez mi? İsrail ile en özel ilişkileri siz geliştirmiyor musunuz beyler? ABD’nin icazetiyle iktidara gelmediniz mi beyler? Irak’a ABD’nin işgalini onaylayan siz değil miydiniz bre dinsizler? Olur. Olur da bu kadar olur. Her gün İsrail’e özel adam göndereceksin, ülkenin her karış toprağını İsrail’e satacaksın, halkların başına zehir yağdırmak için askeri anlaşmalar yapacaksın; sonra da İsrail karşıtı açıklamalar yapacaksın. Hızını alamayacaksın sonra da İsrail’in insanlık suçu işlediğini dile getireceksin. Bu oldu mu? Olmadı demezler mi?
Beyler eğri oturalım ama doğru konuşalım. Hem eğri oturup hem de eğri konuşuyorsunuz.
İlginç.
Başka bir durum ise Olmert, Ankara’ya gelerek saldırı planı için izin alıp gidecek, yani senin ve senin gibilerinin haberi olacak; ardından da feryadı figan koparacak. Bu kadar tiyatroya pes doğrusu. Bu kadar sahtekarlığın renk vermeden yapılması ve başarılmasına doğrusu tekrar tekrar pes. Sözü uzatmadan İsrail’in Siyonist rejimine en büyük desteği AKP ve onun başındaki zat ile zata yakın durum kurmayları veriyor. Ve Filistin katliamının suç ortaklığını bu tavrınızla siz yapıyorsunuz. Öyle değilseler yapmaları gereken ilk iş İsrail ile olan tüm anlaşmaları iptal ederler. Öyle değilseler İsrail ile tüm diplomatik ve siyasi ilişkileri durdururlar. İsrail elçisini Türkiye’den dışarı atarlar ve kendi elçilerini de geri çekerler.
Öyle değilseler ABD ile olan ilişkileri gözden geçirirler. Öyle değilseler Birleşmiş Milletler’de İsrail ile onu destekleyen ABD’yi kınayan karar önergeleri sunarlar.
Ve bir adım daha ileriye götürelim: İsrail’in yaptığı insanlık dışı uygulamaları kınayan bir güç aynı uygulamalara girişmez. Yasak silahların kullanımını kınayan bir güç yasak silahları kullanmaz. İsrail ile HAMAS arasında ateşkes isteyen bir güç, kendisinin de benzer bir sorunu olan soruna ateşkes isteyerek çatışkıların durmasını sağlamak için çalışır. Hava bombardımanlarında binlerce sivilin ölmesini kınayan bir güç, öncelikle kendisi hava saldırıları yapmaz. İsrail’in kara operasyonuna karşı rahatsızlık duyan bir güç, kendisi kara operasyonu yapmaz. İsrail’in dakika dakika TV’de ve internette bombalamanın nasıl yapıldığını gösteren görüntüleri kınayan bir güç, öncelikle kendisi de böyle şeyleri yapmaz. Daha da sıralanacak çok şey var ki…
Sonuç olarak ilkeli olmak ahlaki ve insani bir durumdur. İlkesizlik, bukalemunluk, sahtekarlık insanlıktan uzaklaşmanın belirtileri ve ahlaki çöküşün işaretleridir. Ahlaksızlık ve ilkesizliklerden uzaklaşarak tüm insanlığın çıkarını düşünen bir dünya yaratmak umudumuzu dile getirirken insanım diyen herkes meydanlarda bu vahşetin durdurulması için haykırmalıdır.
- Ayrıntılar