PKK kan verdi, can verdi, ter döktü, düşünce üretti.
Yer yer adeta emekleyerek, yeni bir süreci başlattı.
Sürecin buraya sıçrama yapmasının altındaki hamle ise 1 Haziran 2004 hamlesidir.1 Haziran ruhuyla Gabar, Oramar, Zap, Çewlik -Tezwan, Amed - Gıre Seyran, Amed –Hêzan, Koçgiri - Gercanis, Faraşin, Kato Marinos direnişi ve eylemlerini yapanlardır esas bu sürecin aktörleri.
Bunlar Şehit Adıllardır. Nudalar, Mahirler, Diclelerdir. Serxwebunlardır. Dıjwarlardır. Erdallardır. Sorxwinler, Yıldızlar, Akifler, Maniler, Rızgarlar ve Beritanlardır. Onların şahsında tüm şehitlerdir.
2005 yılında Şemzinan, Gever ile Colemerg halkıdır. 2006 yılında Amed halkıdır. Elih ve Merdin halkıdır. Mako, Mehabad, Sine ile Kamyaran halkıdır.2008 yılında ise Kürdistan halkının hepsidir. 2009 yılında ise yerel seçimlerde gerillanın Zap Destanı’nı kendi cephesinde taçlandıran Kuzey Kürdistan halkıdır. AKP ve Türk devletinin bu sürecin başlamasında olumlu bir yönü yoktur. PKK tabiri caize iteleye iteleye, zorlaya zorlaya bir tartışma sürecini başlattı.
Eğer bugün tükürdüklerini yalarcasına, ince tarzda da Kürtlerin inkar etmelerine rağmen, devşirmelerin Cumhuriyetin’de Kürtler konuşuluyorsa, bu PKK’nin eseridir.
Eskiden bizlere ‘Ermeni dölü’ dediler mi? Bununla hem Ermenileri hem de Kürtleri aşağılamak istediler mi?
Evet.
Bunu yapan kimdi?
Türk devletinin gelmiş geçmiş tüm erkanı.
Türk devletinin kalemşörü katı ulusçu ve Türk-İslamcı tüm medya.
Eskiden bizlere ‘Dağ Türkü’ dediler mi?
Evet.
Bunu yapan kimdi?
Tüm anlı şanlı güya profesör ünvanlılar.
Bilimadamı, eğitimci ve din adamı geçinen tüm devletlu kapıkulular.
Tüm askeri erkan ve siyasi erkan, bilcümle Türklük adına hareket eden dumanlı kafalar.
Bazıları Türk ırkçılığına ulus kılıfını, bazıları bilim kılıfını, bazıları din kılıfını, bazıları tarih, bazıları da hukuk kılıfını geçirdiler.
Binbir maske taktılar.
PKK gerillalarını yaptılar ‘çapulcu’, yaptılar ‘üç buçuk eşkıya’, yaptılar ‘kılıç artıkları’, yaptılar ‘haydut’, yaptılar ‘anarşist’, en sonda da ABD patentli bir sanal kelime buldular rüyalarında bile bunu tekrarlıyorlar güya biz ‘teröristmişmiş mişiz’.
Ha ha buna gülünür işte.
Niye mi?
Hani bize diyorlardı ya ‘kandırılmışlar’.
Ben şimdi soruyorum 86 yıldır Kürt yoktur dolayısıyla tarihi yoktur, dili yoktur, kültürü yoktur diyerek kitaplar yazan, hurafe teorilerini üreterek toplumu eğiterek kandıran kim di?
Tabi ki, Türk Devleti.
Dersim’de, Agıri’de annelerimizin karınlarını kasatura ile deşerek bebek ceninleri ve annelerimizi, kız kardeşlerimizi, kardeşlerimizi, babalarımızı, dedelerimizi katleden kimdi?
Tabi ki, Türk devleti.
Hem kandıran hem de kandırılan kimdi?
Türk devlet erkanı ve ona göre biçim alan külli Türk ırkçıları, Türk-İslam sentezcileri.
Buna karşı amansızca direnen özgürlük ideolijisini üreten kimdi?
Tabi ki, PKK ile PKK gerillaları.
Bundan şöyle bir sonuç çıkar:
Kandıran ve kandırılan kimlerdir?
86 yıl boyunca Türk devletinde görev yapan tüm askeri ile sivil bürokrasi, bunlara inanan ve bunlara kulluk yapan herkes.
Hakikatçılar ile hakikat ve özgürlük savaşçıları kimlerdir?
Tabii ki Önder APO ile tüm APOCULAR.
Şimdi farklı bir üslupla daha ince tarzda kandırılmışlık tekerlemesini okuyanlar var.
AKP’den sonradan yetme ve devşirme Ömer Çelik beyefendileri diyor ki, ‘HPG yenilmişmiş, Emine Ayna sorunun muhatabı Önder APO’dur dediği için provokatörmüşmüş, Kürtler isteseler seçmeli derslerle Kürtçe okuma yazma öğrenebilirlermişmiş, hele Kürtçe eğitim hiç olmazmışmış.’
Diğer AKP’li başkan vekili denilen zatı şerif Mustaf Eliaçık da diyor ki, ‘PKK düşünce üretemiyormuşmuş’. Kul köle mantığına sahip kafası dumanlı kafatasçı muhterem düşünce üretiyormuş.
Çok konuşup, boş konuşmayı marifet sayanlara bakın.
Önder APO ve PKK tüm dünyayı özgürlüğe kavuşturacak bir paradigmayı yani düşünceyi üretmiş durumda.
İnsanlığın kurtuluşu bu paradigmadadır. Senin klişe laflarına ve kelimebazlığıyla nam salan AKP’nin düşüncelerine Kürdistan ve Ortadoğu halklarının ihtiyacı yoktur.
Eğer düşünce nedir bilmek istiyorsan sayın ELİAÇIK, yalnızca Önder APO’nun son üç kitabını -Uygarlık, Kapitalist Uygarlık ve Özgürlük Sosyolojisi- oku sana yeter artar bile.
Okuduğun zaman nasıl düşüncesiz olduğunu anlarsın herhalde sayın Eliaçık.
Eğer böyle değilse zatı muhterem Eliaçık niye senin içinde bulunduğun hükümet Önder APO’nun üç kitabının Aram yayınları tarafından dağıtılmasını engelliyor?
Esas düşünceden korkan ve düşüncesiz olan, düşünce üretmeyen sizlersiniz.
Böyle olmasaydınız, 86 yıldır pas tutmuş dumanlı kafalarla Kürtleri inkar etmeseydiniz, bugün Kürdistan, Anadolu ile Trakya halkları dünyanın en özgür halkları olmuş olacaktı.
Eğer böyle olmasaydınız, bugün Kürdistan, Anadolu ile Trakya ülkeleri Ortadoğu’nun lider ülkeleri olacaktı.
Ben zatı muhterem Eliaçık’ın yerinde olsam oturup kalkar HPG gerillalarına dua ederdim. Çünkü özgür düşünce ile Özgür Kürdistan ve Demokratik Türkiye hedefiyle fedaice direnen HPG gerillalarıdır.
Yine senin gibi korkaklar bir zamanlar ordu karşısında titrerken, eğer bugün mızmızlayarak da olsa bazen ses çıkarıyorsa, bu da PKK’nin ordunun karizmasını çizmesinden kaynağını alıyor.
Haydi aksini savun.
İşte meydan.
- Ayrıntılar
Büyük Ustamız Aram Tigran’ın Anısına
Gerillada matem var. Gerillanın yüreği ve duygusu olmuş bir insanı kaybetmek her zaman kaldırılacak bir durum değildir. Kürt halkına en zor anlarda yakın durmanın da ötesinde var olmanın yok olmanın tartışıldığı bir ortamda Kürt halkını onun diliyle işlemek, içten dillendirmek her babayiğidin harcı değildir. Bu bağlamda büyük usta salt bir sanatçı değildir, o müthiş bir cesarete sahip en seçkin gerillalarımız arasında yer aldığı kesindir. Biz onu yani ARAM TİGRAN’ı kendimize çoktan komutan kabul etmişiz.
Büyük ustamızı, yüreğimizi, kısılan sesimizi gür haykıran büyük insanı, büyük sanatçıyı ve de önderliğimizin en çok sevdiği halk sanatçısını kaybettik.
Sanatçı bir toplumun gelişimini en iyi ve berrak bir şekilde yorumlama ve dile getirme olayıysa, o en seçkin sanatçımızdır.
Aydın bir toplumun sorunları en iyi bir şekilde tespit ederek gelişmenin nasılına taraf olma olayı ise o en seçkin aydınımızdır.
Yurtseverlik kendi ülkesine -bu terk edilmiş topraklar da olsa- ölümüne bağlı yaşamaksa o en ileri düzeyde seçkin bir yurtseverdir.
Devrimcilik eskiyi yıkarak yeninin inşasına katılım olayıysa o müthiş bir devrimcidir.
Ve gerilla bir halkın acılarını, kederlerini, sızılarını içten yaşayarak bir nebze de olsa bunu dindirmek için dağların doruklarına çıkma cesareti gösterebilme sanatıysa o en ileri düzeyde bir gerilladır. Çünkü o sıfır noktasının altında emek sarf ederek, çalışarak Ape Musalar gibi Kürt sorununu sıfıra getiren isimlerin arasında en önemli yerini alıyorsa burada sergilenen cesareti görmeden geçmek olmaz. Bu ise seçkinliktir, bu ise ölümün üzerine üzerine gitme olayıdır ki bunu da toplumumuz bugün Apoculuk ve gerillacılık olarak ele alıyor.
Büyük usta; ansızın gidişin yüreğimizi çok yaralamıştır. Böyle erkenden gitmek olmamalıydı. Seni seveni ve sevenleri bırakıp gitmek böyle olmamalıydı. Biz, halkımızın dediği gibi seni seveni de seviyoruz. Şimdi seni seven ve sevenler çok mu ama çok üzüleceklerdir. Biz hepimiz zaten seni seveni yeterince üzüyoruz bir de senin onu üzmen olmamalıydı.
Güzel insan; senin yerin nur olsun, biz gerillalar seni hep sevdik. Ve seni her zaman seveceğiz.
Seni yazarken enternasyonalist ve sosyalist gerilla Kadir Usta’mızın şiiri aklımıza geliyor:
Özgürlük
Bazen haykırıştır
Bazen gülüştür
Bazen kaşlarını çatmaktır namussuzluğa karşı
Bazen yürümektir
Dolunaylı bir gecede
Bazen şafakta
Yükselen güneş ışınlarını
İzlemektir.
Bazen ıssız vadide ilerlemektir
Kuşların cıvıltılarıyla,
Yarının hayaleni kurmaktır bazen
Bazen yüreğin sesini dinlemektir,
Yaz yağmuru altında
Akdeniz’in sessiz sakin sahilinde,
Bazen savaştır
Bazen tavırdır
Bazen yağlı kurşunları
Göğüslemeyi bilmektir,
“Nihayetinde hepsini bir arada yaşamaktır”
Ve nihayetinde galaksilerin en yüksek yerlerinde birinde bir yıldız gibi senin gibi yaşamaktır özgürlük.
- Ayrıntılar
Bayram günlerini yaşıyoruz.
Bayramlar kutsallığı ifade eder. Kutsallık ise bir halkın ya da halkların önemli dönemeçlerden geçerlerken ona kimlik kazandıran, karakter katan ve onu en iyi ifade eden olay ya da olayların hafızalara kazınmasını dile getirir. Özcesi kutsallık kalıcılaşmayı ifade eder.
Kürt halkının önemli tarihi dönemeçleri vardır. Bunların kimisi Kürt halkına köleleşmeyi ve başkalarının boyunduruğuna girmesini beraberinde getirirken, kimisi ise Kürt halkının bugüne kadar yaşamasını ve ayakta kalmasını sağlamıştır. Birinci durum lanetlilik olarak anılırken ikinci duruma ise dediğimiz gibi kutsallık atfedilmiştir.
Kürt halkının en büyük kutsal günlerinden biri olarak Newroz bilinir. Newroz esasta Ortadoğu halklarının başına musallat olmuş bir despotizmin Medlerin öncülüğünde neredeyse tüm Ortadoğu halklarının birleşerek bu insanlık karşıtı duruma başkaldırıyı ifade eder. Bu başkaldırı, o tarihte çok meşhur olan insan kellelerinden kaleler örmek, toplu sürgünler, toplu katliamlar yapan despotizmin son bulmasına yol açmıştır Newroz. Bu aynı zamanda Ortadoğu halklarının ortaklaşması, birleşmesi, eşitçe, özgürce, barış içerisinde birbiriyle dayanışarak yaşamanın da günüdür. İşte bunun için Newroz kutsallık derecesinde halen bugün de anılır, kutlanır ve hatırlatılır.
Kürtlerin tarihinde başka anlamlı günler de vardır. Ancak hiçbiri Newroz gibi kalıcı olmamış ve bugünlere gelememiş ve Kürt halkının belleğinde bu kadar yer edinmemiştir.
Kürtlere en çok karakter katan, Kürtlere en çok kimlik kazandıran ve bu bağlamda Kürtleri en çok kalıcılaştıracak olan Newroz dışındaki en büyük bayram ve kutsal günlerden biri de 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli baskınıyla kutlanmaya başlanan diriliş bayramıdır.
15 Ağustos çok işlenmiştir, çok dile getirilmiştir. Kimisi bu olayı ilk kurşun teorisiyle izah etmiştir. Bir nevi köleci, düşürülmüş, kendine güvensiz, mütereddit kişiliğe karşı sıkılan ilk kurşun anlamında kendi sömürge kişiliğine sıkılmış kurşun olarak ele alınmıştır. Bunlar hiç şüphe yoktur ki doğrudur. Kimisi bu günü Kürt halkının uyanış günü olarak ele almıştır. Hiç şüphe yoktur ki bu da doğrudur. Ve kimisi Kürt halkının isyanı olarak ele almıştır. Hiç şüphe yok ki bu da doğrudur. Bunlar ve bunlara benzer değerlendirmeler çok yapılmıştır. Belki de daha çok da yapılacaktır.
Ancak 15 Ağustos’un bunlardan daha fazla şeylerde içerdiği bir o kadar da açıktır. Kürtlerin ataları olan Medlerin ve Magların M.Ö. 521–522 yılında uğradıkları Magamoni’den bu yana kendine gelemedikleri, başkalaştıkları, başkasına asker oldukları, başkalarına göre yaşadıkları bu bağlamda yönlendirilerek, iç çatışmalarla enerjilerinin boşa harcandığını tarihi okuyan herkes bilir. Kürtler tarihin çeşitli süreçlerinde elbette çok direnişler geliştirmişlerdir. Görkemli isyanlara kalkışmışlardır. Onurlarına düşkün bir halk olarak her zaman bir şeyler yapmak istemişlerdir. Ama biz de biliyoruz ki bu çabalar neredeyse her zaman sadece katliamlarla sonuçlanmamışlardır, aynı zamanda Kürtler yenilgilerinin ardından fiziki olarak bir kez daha boyunduruk altına alınırlarken onlardan arta kalanlar ezenlerin okullarında, saraylarında, kasrlarında özel eğitilerek kendi adamları yapmak için her şeyi yapmışlardır. Ve önemli ölçülerde bunu başarmışlardır da. En somut olarak 18. yy isyanları ardından Babıâli okullarında yetişen ve sonralarda Kürt halkının başına musallat olmuş Hamidiye Alayları Komutanları başta olmak üzere ne kadar hakların başlarına bela oldukları gösterilebilir. Bir nevi bir Mangurtlaştırmayı yaratarak geleceğin işbirlikçi tohumlukları yaratılmışlardır. Ve bu adeta Kürtlerin kaderi olarak 15 Ağustos bayramına kadar gelen ve yaşayan, yaşatılan bir gelenek olmuştur.
15 Ağustos işte bu kişiliğe ve Magomoni tarihine sıkılan bir kurşun olmuştur. Bu bağlamda ezik, büzük, kendine güvensiz, kararsız, kendisi olmaktan çıkarılmış kişiliğe vurulan ve sıkılan kurşun olmuştur. Ve bu aynı zamanda Kürdistan’da yaratılan bir kültürün yeniden doğması olmuştur. Bu ise geçmişte despotizme karşı halklar lehine ortaklaşarak, birleşerek geliştirilen bir başkaldırı kültürüdür. Ve bu kültür de ezik, büzük durmak yoktur. Bu kültürde arada kalmak yoktur. Bu kültürde kendine güvensizlik yoktur. Bu kültürde boyun eğme asla ama asla yoktur.
Bu kültürde direniş vardır, kendine güven vardır. Halklara sevda besleme vardır. Kardeşliğe sonuna kadar sarılma vardır. Kendisi ile barışık olarak halklarla barışık yaşamak vardır. Ve içi ile dışı bir olmak vardır. Bu ise uyumlu olan, hastalıklarda uzak, kaprislerde uzak yeni bir kişiliğin mayası vardır.
İşte bu yeni kişilik mayalanması bir Kültürel yeniden yaratılmadır ki buna Kültürel bir devrim demek yerinde bir tespit olmaktadır. Ve bunu yaratan ise 15 Ağustos 1984 diriliş bayramının kendisidir.
Yaşasın halklarımızın diriliş bayramı 15 Ağustos günümüz.
- Ayrıntılar
Çoğu zaman hayatın kendi pencereleri olduğuna ve her daim de ne kadar çok pencereden bakılırsa hayatın anlamının derinleşeceğine inanmışımdır. Biz dağlardayız yani kimine göre terörist, kimine göre bölücü, kimine göre uslanmayan maceracılarız vs, vs uzayıp giden ve geneli kendinden makul kavramlar içinde lanse edilmeye çalışılırız… Öyle ki son dönem tartışmalarında bizlere yer aramaya başlayan, hatta dağdan inmemizin kendi düşüncelerinin sığlıklarında geliştirecekleri projelerle pek ala mümkün olabileceğine inananların sayısı da gün geçtikçe artmakta. Başta da söylediğim gibi hayatın güzellikleri başka pencerelerden bakabilmekte yatıyor daha da somutlaştırırsak; başkaları için yaşamayı gözünü kırpmayanların işidir hayatın akışına anlam biçmek ve uslanmadan ömür vermek… Ötesi karanlıkta aynaya bakmak olur, onun da çok fazla bir anlamı yoktur.
Çoğu zamanlar TV’yi, köşe yazarlarını takip ettiğimde söylenenlerin, ortada dolaştırılan kurguların saçma yönlerini komik buluyorum. Fakat bunların getirisi ne olur diye düşündüğümde, açık belirtmek gerekirse; böyle devam ettiği halde şafağın çok da aydınlık olduğunu söylemek her halde aşırı iyimserlik olur diye de düşünüyorum. Bundan dolayı da ilk başta dikkatimi çeken noktada kullanılan argümanlar oluyor, mesela bir siyasi görüşmede, taraflardan biri kendi kimliğini absürtlüğün daniskalığında şekillendirmeye çalışıyor, yine bu görüşmeye yönelik muhalefet yapmak isteyenler de görüşmeyi “Kandil’le ya da İmralı ile yapılmış sayıyor”!
Aslında kısa bir hikayenin kıssasıyla meramımı daha iyi anlatabilirim; bir gün ermişi ziyaret edenler sormuşlar ermişe “bize gerçek sevgiyi söyleyenlerle, sevgiyi yaşayanları gösterebilir misin?” diye. Tabi bunun üzerine de ermiş “olur göstereyim” demiş ve bir sofrayı hazırlatmış. Ondan sonra hazırlanan bu sofra için bir grup getirtmiş ve gelen grubun önüne meşhur, uzunluğu bir metre olan derviş kaşıklarını koydurtmuş. Sofranın etrafında oturanlar ellerine aldıkları bir metre uzunluğundaki kaşıklarla, önlerinde bulunan tabaklardaki çorbayı içmeye çalışmışlar. Fakat bunun mümkün olmadığını anlayarak, her biri kurulan bu ermiş sofrasından aç kalkmışlar, bunun üzerine ermiş, yanındakilere “gördüğünüz gibi bunlar sevgiyi söyleyenlerdi” demiş ve ardından diğer bir grubu sofranın başına davet etmiş. Gelen ikinci grupta yer alanların yüzlerinde aydınlık ve göz bebeklerinde çakmak çakmak kıvılcımlar varmış. Bu grup sofranın etrafına kurulduğunda, ellerine aldıkları kaşık ile kendilerini doyuramayacaklarını çok iyi bildikleri için başlamışlar karşısında oturanları doyurmaya. Tabi hal böyle olunca sofranın etrafında oturanların sevgiyi böyle yaşamaları sonucu hepsi sofradan afiyetle kalkmışlar. Bunun üzerine gördüklerine şaşırmış olan ziyaretçilere bizim ermiş, “gördüğünüz gibi bunlarda sevgiyi yaşayanlardı” demiş.
Yaşadığımız bu günlerde, geliştirilen bu tartışmalarda nedense bazıları inatla ellerinde tuttukları derviş kaşıklarıyla çorbadan içmeye çalışıyorlar, ama bırakın çorbadan içmeyi, gün geçtikçe üstlerini ne kadar kirlettiklerini dahi göremiyor ve inatla kaşığı daha çok çorbanın bulunduğu kaseye daldırmaya çalışıyorlar. Böyle olunca da sevginin söylenmesi ve yaşanması arasındaki gerçeklik, içinden geçmekte olduğumuz böylesi hassas bir dönemde daha fazla bir önem kazanıyor.
Daha öncesinde ifade ettiğim gibi biz dağlarda yaşayanlarız, yani dağın çocukları-cumartesi analarının gözyaşıyız… Elimizde tuttuğumuz kaşıklarımızla karşımızdakini doyurmayı erdem bilecek kadar müreffeh bir gönlümüz, döndüğünde ıslık çalacak kadar yürekli olan direnişçilerle dayanışacak kadar güçlü omuzlarımız var. Siz hala terörist, bölücü felsefesine yapışıp, üzerinizdeki kirlerin farkında olmadan, pencerelerinizden ucuz matlıklardaki hülyalarınıza dalıverirseniz tarih denilen ve durmadan büyüyen organizmanın içinde hep karanlık olarak kalacaksınız…
Sözün anlamından ziyade, böylesi bir dönemde taşınabilecek tek kaygı geleceğe neleri bırakacağımızdır. bundan dolayı da geliştirilecek argümanların değişmesi ve dünyalarınızda başkalarını da doyurabilmenin önceliklerinizin arasına girmesi önümüzdeki sürecin inşasında belirleyenler olacaktır. Yani demem o ki; hayatın anlamına ulaşmaya çalışmak, farklı pencerelerin pervazlarına yaslanmak bazen hayatın kendisi olmaktadır.
- Ayrıntılar
Daha küçük bir çocuktum, ortaokula gidiyordum. Biraz da minnacıktım. Tıfıl tıfıldım.
Orta biri bitirmiş, orta ikiye hazırlanıyordum. Ben yeni bir eğitim ve öğretim yılında soykırımcı okula gitmeye hazırlanırken, yıl 1980 yılı idi. Aylardan ise Ağustos ayının sonlarıydı. Daha 12 Eylül askeri darbesi de olmamıştı.
Yeni bir eğitim yılına hazırlanırken köydeydim. Ailem de köydeydi. Daha bir bütünen Amed’e taşınmamıştı. Ben okul hazırlığını yaparken, ailem de bir bütünen Amed’e yerleşmenin hazırlıklarını olanca hızıyla sürdürüyordu. Hazırlıklar sürerken ben de, bol bol ceviz topluyordum. Bir gün yine ceviz toplarken, köy çocukları bir haber getirdiler. Dediler ki, üç cendirme gelmiş. Herkesi çağırıyorlarmış. Tüm köylüleri bir yere topladılar.
Ardından bir köylümüzün ellerini arkadan kelepçelediler. Ayaklarını da bağladılar. Sırt üstü yere yatırdılar. Ayaklarındaki çorapları çıkardılar. Bir cendirme yaşlı köylümüzün göğsüne oturdu. Çavuş olan bir cendirmenin komut vermesiyle birlikte, üçüncü cendirme de falakaya yatırdıkları köylümüzün ayaklarını vurmaya başladı. Vuran cendirme yorulunca, köylümüzün oğlunu çağırdılar. Oğula, babasına falaka işkencesini yaptırdılar. Cendirme vuruyordu, bizim köylü acıyla haykırıyordu. Oğluna vurdurtuyorlardı, babası yine inliyordu, ax u wax çekiyordu. Acıyla haykırıyordu.
Köylümüze işkence yaparken, hepimize de seyrettiriyorlardı. Bununla bizi sindirmeye ve korkutmaya çalışıyorlardı.
İşkenceye bir bahane de bulmuşlardı. Güya köylümüz, bir polisin silahını karakoldan çalmışmış. En dikkat çeken yön ise o zaman bu üç cendirme, tam tamamına 60 km uzaktan yaya yürüyerek bizim köye gelmişlerdi. O zaman üç cendirme demek, üç Allah demekti. Onların olduğu yerde Allah yoktu. Onların olduğu yerde Allah onlar, gerisi kul köle... Velhasıl bizim şişko ve yaşlı köylüyü öyle bir hale getirdiler ki, ayak derileri su ile dolu balon vaziyetindeydi. Etle deri arasında toplanan, aslında su rengini alan kandı. Bu durumu gören ben, eski ben olmayacaktım artık.
Amed’de okusam da, ailem oraya taşınmış olsa da, asla köyden de vazgeçmeyecektim. Şehirden ziyade köyde yaşamak arzusundaydım. O zaman bu arzumu ancak 4 yıl sonra yerine getirebilecektim. 4 yıl sonra dediğim 1984 yılıydı.
Hatırladığım kadarıyla da yeniden köye gittiğimde Haziran ayının sonuydu. Köye yetiştiğimden bir saat sonra amcam da ilçeden köye geldi. Zaten evi köydeydi. İhtiyaçlar için ilçeye gitmişti. Daha ilçede işini bitirmeden amcamı ve yakınımızdaki köylerden birkaç köylüyü düşman askerleri ilçe merkezinden toplayarak zorla yakınımızda ki bir köye getiriyor. Yakınımızdaki köyde altı kişilik bir gerilla grubunun olduğuna dair bir istihbarat, bir ajan tarafından düşmana bildiriliyor. Düşman bunun üzerine binlerce askeri, cemse ile panzerlerle HRK gerillalarının bulunduğu yerin yakınına taşıyor. Helikopterlerle de yakın tepelere indiriyor. Amcam ile diğer köylüleri de zorla öncü kobay olarak kullanıyor. Sonuçta çatışma çıkmıştı. Çatışma bitince amcam ile diğer köylüleri düşman serbest bırakıyor. Tabi ki, sonradan amcam köye geldi. Amcamın sıcağı sıcağına anlattığına göre çatışma çıkar çıkmaz, tüm askerler tir tir titremeye başlamışlar. Oruç ayı olduğu için bazıları oruçluyuz demişler. Bazıları hastayım demişler, korkudan hepsi kendisini geri çekmiş. Erzurumlu bir Kürt asker ise hemen öne atılmış ben savaşırım demiş. Nasıl hücuma kalmış, arkadaşlar bunu oracıkta vurmuşlar, yaralanmış ama ölmemiş bizim “alavere dalevere Kürt Mehmet nöbete” desturuyla hareket eden ahmak.
Daha 15 Ağustos’a bir buçuk aylık süre vardı. Köyümüzde gerillanın ilk kurşunları patlamıştı bile. Üçüncü gün yine bir çatışma çıktı ve ikinci kurşunları da patladı. Artık 15 Ağustos adım adım geliyordu. Köyden Amed’e döndükten birkaç gün sonra 15 Ağustos’ta ilk kurşun da atıldı.
Bir geriye dönüp baktığımda eskiden üç cendirme ile Kürdistan’daki koskoca bir ilçe ve doğal kale gibi dağlar zapturapt altına alınırdı. 60 kilometre yürüyerek, her adımını bir işgal adımı olarak atan cendirme yerine ancak 40 ile 50 bin askerle aynı yere girebilen bir Türk ordusunun halini düşünün. Bu hakikati düşünebilenler, ondan sonra 15 Ağustosun nasıl bir hamle olduğunu ve ne tür devrimlerin içe gelişmesine kaynaklık ettiğini daha iyi anlayabilirler.
Derler ya “bazen bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.”
Yaşayarak, çatışarak gördüm yazdıklarımı. Bu yazdığım iki olay yaşadıklarımı anlatmak açısından okyanusta damla misalidir. Kumsalda ise bir kum tanesi olmasa da iki kum tanesi misalidir.
Özcesi bu makalede yazdıklarım 15 Ağustos atılımının kazanımları açısından sadece kumsaldaki iki kum tanesi kadardır. Okyanustaki bir damla kadardır.
- Ayrıntılar
Kürdistan ve Türkiye tarihinde ilk defa Türk Medyası, PKK ve Kürtler konusunda birazcık çok çok cuzi de olsa, zilletçi bir dil kullanmamaya dikkat ediyor.
Fakat bir gazete var ki, eskisinden daha beter bir şekilde zilletçe, zalimce bir lugata başvurmakta. Bu gazete Fetul-Münafık’ın Zaman gazetesidir.
Kurulduğu 1948 yılından itibaren, 61 yıl boyunca katı Türk ulusçusu bir çizgide “Türkiye Türklerindir” logosuyla yayın yapan Hürriyet gazetesi, dilini yumuşatırken, Zaman gazetesinin Hürriyet gazetesinin görevini devralmasını hayretle karşılamadık.
Malum gazetenin, malum sahibi Gülen’in nemenem bir Türk ırkçısı -Turancı- olduğunu bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse tanıyamaz.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, Fettullah’ın, İskenderun’da askerlik yaparken gladio elemanı olduğu için büyük telsizin başına getirilerek askeri istihbaratçı olarak görev yaptığını analiz edemez.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, malum tescilli CIA ajanının, askerde iken özel bir izinle Erzurum’a gönderilerek, dernek kurulmada görevlendirildiğini bilemez.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, sahte çakma hocanın -CIA, MİT, MOSSAD elemanı- askerde camiye gidip vaaz verme hakkının olmadığını çıkaramaz.
Tüm bunlar ortadayken bu malum İslam düşmanı hurafeci celladın, icraatından az da olsa ders çıkarmayanlar ya akıl yoksunudurlar ya da cellat olmayı düşlüyorlardır.
Bizden daha dahiyane bir şekilde hiç kimse, huşu içinde Kürtleri soykırımdan geçirmeye yemin eden malum zatın, katı Kemalistlerin yerini alan yeşil Kemalist olduğunu kavrayamaz.
Yani gitti katı Kemalistler, geldi yeşil Kemalistler.
Yani ABD, İngiltere, AB, İsrail ve MİT tarafından katı Kemalistler yerine görevlendirilen yeşil Kemalistler var artık.
Kürtlerde bir atasözü var kısaca bu durumu anlatır.
Atalarımız demiş ki, “Kutik kutik o, ha sîya ha sûr”.
Türkçesi köpek köpektir, ha siyah ha kırmızı fark etmez.
İster katı Kemalistler olsun, isterse yeşil Kemalistler -Fetulmünafıkçılar- olsun tek hedefleri var, o hedef de Kürtleri Türkleştirerek soykırımdan geçirmektir.
Katı Kemalistler deşifre olunca İslami kılıf giydirilmiş Türk-İslam sentezli (neo-Türk ırkçıları) devreye sokuluyor.
Öz itibarıyla değişen bir şey yok ki.
İşte böylesine soykırımcı ve Kürde düşmanlıkta sınırsızlığı bir ilke olarak belleme zihniyetine sahip Fettullahçılar ve önderlerinin gazetesi Zaman gazetesinin yaptığı da faşistlik misyonunu yerine getirmektir.
Hem diplomalı Kürt düşmanı ve hem de Önder Apo’nun esir düşmesinde baş aktörlerden biri olan Yahudi Michael Rubin, Türkiye’ye diyor ki, sakın ola PKK’yi muhatap alma, kankası Zaman gazetesi de benzer tekerlemeyi tekrarlıyor. Anlaşılan o ki, Fetullahçılar, Rubin’den talimat alıyor.
Malum gazetenin yazarlarından Mustafa Ünal ile Mehmet Kamış kendi zihniyetinde ve cemaatinde olan emniyetçilerin zindanlara doldurdukları DTP’lileri, KCK üyeleri diye ilan ederken, Fetul-Münafıkçı derneklerin daha fazla soykırım görevlerini üstlenmelerini öneriyorlar.
Böylece Kürtleri, Türkleştirerek sorunu çözeceklerinin hayalini kuruyorlar.
İş arkadaşları Mümtazer Türköne ise, “PKK silah bırakmalı, bundan taviz verilmemeli” diyerek kurnazca bir şekilde teslimiyeti dillendiriyor.
Gülen’ın gözde şagırtı Salih Yaylacı’da boş durmuyor. Yazıyor da yazıyor. Diyor ki, “Abdullah Öcalan’ı muhatap almak yeni bir çözümsüzlük sürecinin başlamasıdır. Bunu görmemek elde değil.”
Yazarları Kürtlere soykırımı reva görürken, gazetenin bir bütününde de ‘terörist başı’, ‘terör örgütü PKK’nın elebaşı’ gibi zilletçi klişelerde niceliksel artışlar var.
Sonuçta ortaya çıkan şudur:
Kürdistan’daki savaşın sürmesini isteyen, Kürtlerin özgürleşmesini istemeyen bunun üzerinden palazlanmayı bir strateji olarak önüne koyan bir yeşil Kemalist cemaatle -Fettullahçılarla- karşı karşıyayız.
Tabi ki, bu Kürt düşmanı cemaate karşı, Kürtlere de büyük görevler düşüyor. Tüm Kürtlerin, ırkçılıkta Hitler’i bile geride bırakan Fetul-münafıkçılara karşı hemen harekete geçmesi gerekiyor.
Hiçbir Kürt ailesi, evladının bu cemaatle ilişkilenmesine, cemaatin okullarına, derneklerine, yurtlarına gitmesine, gazetelerini okumasına müsaade etmemelidir.
Kürdistan’da tek bir gazetelerinin bile okunmasının meşrutiyeti kalmamıştır.
Tek bir TV ile dergilerinin takip edilmesinin meşrutiyeti kalmamıştır.
Eğer böyle yapılmazsa, 86 yıldır katı Kemalistlerin Kürtlere yaşattıkları zulmü, bu defa 86 yıl yeşil Kemalistlerin - Fetullahçı cemaat- yaşatacakları bilinmelidir.
Sadece Fettulahçı polislerin son üç yılda katlettikleri gençler, çocuklarımıza yaptıkları vahşiyane işkenceler her şeyi anlatmıyor mu, olabilecekleri göstermiyor mu?
- Ayrıntılar
İdeoloji, iradeli düşünce olduğuna göre, bazıları da bu düşüncelerin olmaması için hep kendini parçaladığına göre günümüzde yaşanan bütün çelişki, çatışma ve kavgaların zemininde yatan çok derin ve güçlü bir olgu vardır. O da ideolojilerin savaşmasıdır. Yapılan bütün konuşmaların ve taleplerin ileri bir anlayışla karşılanması için yapılan bütün savaşların ana kaynağını görmekte fayda var.
İktidarcı zihniyeti en çok zorlayan ve hatta çıldırtan bir gerçeklik var ki o da denetimindeki insanların onlardan daha çok bilgiye sahip olmaları ve yaşamın farkında olmalarıdır. Onun için insanların kulaklarını ve gözlerini gerçek anlamda açıp kullanabileceği bir düşünce düzeyine, daha doğrusu beyin faaliyetine geçmelerini engelleyecek her türlü doğa ve kural dışı kontra faaliyetler geliştirilir.
Dünyada küresel olarak da kabul edilip artık doğal hale gelen bazı insani hakların peşinden koşup, sadece onlarla yetinip duracağımızı sananlar şimdiden büyük bir yanılgı içerisinde. Zaten onlar bizim doğal haklarımız olduğu için başkalarından bize vermelerini bekleyecek kadar ne zavallıyız ne de bakar körüz. Bu konuda ne istemimiz, ne de beklentimiz vardır.
Kürt dilini serbest kılma çalışmalarını, tarihten aldıkları büyük kandırmaca ve yutturmaca ustalığıyla tek ve en kritik sorun olarak güncelleştirip, sonra da işte verdik daha ne istiyorsunuz diyerek Kürt insanının büyük emek öncülüğüyle gelişen demokratik özgür insan duruşunu engelleyebileceklerini mi düşünüyorlar? Eğer böyle ise peşinen hata içinde oldukları nettir. Özgürlük hakları çerçevesinde dillendirdiğimiz bazı argümanlarımızı böyle ufak yemler atarak elimizden alıp bizi mücadelesiz bırakma istemini güden bu politikaları gören durumdayız. Çünkü onların sürekli yalan söyleyip, sonra kendi yalanlarına inanarak inkar ettikleri Özgür Kürt, artık iradeleşmiş bir düşünce ile intikam ruhu ve ateş gözleriyle dimdik ayakta onu seyrediyor.
Düşüncesi iradeleşmiş bir insan bilir, bildikçe sorgular, sorguladıktan sonra da yargılar. Dünya nezdinde bin yıllardan beri tarihe acımasız soykırım temelli saldırılarıyla geçen kapitalistler, kendi insanı dahil tüm insanlığa hayvanca yaşamayı, sorgulamamayı emrediyor. İnsanları hayvanlardan ayıran özellikler köreltilerek yaşa deniliyor. Yaptıkları bu uluslararası sistematik ideolojik bombardıman, tekrardan, ikinci doğanın mucizevi varlığı olan insanı hayvanca yaşama durumunda tutma ya da o duruma düşürme ekseninde yapılıyor.
Önceden çalınmış, şimdi ise koklata koklata verilen ve verilirken devlet baba veriyor propagandası yapılan insan hakları, iktidarcı zihniyet sahiplerinin söylemdeki en moda konusu. Artık demodeliği anlaşıldığı için, bu yutturmaca oyununu görenlerden, bu oyuna düşmeyenlerden çok korkuyor. Onun için aldığı tüm tecrübeleri en ince ve kurnaz yöntemlerle sürdürmeye çalışıyor. Nihayetinde ataları olan kurnaz adamın soyundan geliyorlar. Ama bu gidişatlarına taş koyan milyonlarca insan yüreğini de biliyorlar. Zaten bunu bildikleri için korkuyorlar.
Sadece bulunduğumuz coğrafyada değil tüm dünyada insanca ve özgürce yaşamanın temel sistemi demokrasi ise ve buna inanan milyonlar var ise, o zaman aynı işçilere ufak bazı zamlar yapıp kandırdığı gibi, sonradan hunharca katlederek yine alacağı bazı ufak haklar vererek mazlum halkları kandıracağını sanan iktidarcı zihniyet sahiplerini zor günler bekliyor.
Yıllardır bizlerden kardeşçe yaşamanın, barışçıl yaşamanın zihniyetini çalan ve manipüle ederek kullanan kapitalistlere barış için neler yapabildiğimizi gösteriyoruz. Barışçıl yaşamayı unutturan zihniyete karşı PKK hareketi onurlu yaşam ve demokrasi uğruna, adalet ve özgürlük uğruna ölümlere koşan militanların mekanı ve merkezi olarak kendini kanıtlamış bir harekettir. Onun için bunu tekrarlamasına gerek yok. Gerekli olan tekrarlılık, yüreği ve beyni dondurulmuş olanlara binlerce kez de olsa anlatmak içindir. Çünkü bilmeyen insanın sorgulamayacağını, sorgulamayanın da yargılamayacağını düşünmekte.
Bu onurlu savaşta anlamlı yaşama doyacak binlerce etkeni bağrında taşıyan bu hareketin nihai hedefinin nerede olursa olsun özgür insanı yaratmak olduğu artık bilinen bir gerçekliktir. Dil ve kültür sorunu, bölge sorunu, gelenek görenek sorunu, savaş sorunu, ekonomi sorunu gibi dillendirilen olguların mücadelemizin düzeyini düşürecek ve kapsamını daraltacak olgular olduğunu unutmayalım. Demokratik komünal toplum gerçekliği içinde özgür düşünce ve pratik sahibi beyinleri yaratma mücadelesinin engin ufkunu daraltmayalım. Bir bütün insanlık sorunu olarak algılanıp, bir bütünsellik içinde ele alınarak çözümlenecek konuları bol bol parçalayıp sorunları karmaşıklaştırarak yürütmeye çalışan zihniyet sahiplerini geriletelim. Onları korkutan, yenilmeyen bu duruştur ve tarihin intikamını almak isteyen bu ruhtur. Onun için hedef büyüktür ve kutsaldır.
- Ayrıntılar
Yine mücadelenin doruğa ulaştığı dönemlerin heyecanındayız...
Bir tarafta yoksul bir halkın, yeni bir dünya yaratma umudu yaratan esaret altındaki Önderliği, diğer tarafta 5000 yıllık bir kültürün son beş yüz yıllık şaşalı tezahürü...
Yine kıyasıya geçen bir sürecin Önderlik inisiyatifinde ilerleyişini izlemenin zevkindeyiz.
Bir tarafta daracık bir odada başlattığı süreci adım adım ilerleten bir Önderlik, diğer tarafta tüm imkanlarıyla sıkışıp daralan bir devlet...
Yine karmaşıklaşan sürecin tüm detaylarını çözümleyebilmenin rahatlığındayız.
Bir tarafta geçmişimizi aydınlatan, günümüzü anlatan, geleceğimizi çizen bir öğreti, diğer tarafta gizleyen, çarpıtan, her gün daha fazla dağılan dogmaların pozitivist versiyonları...
Yine onurlu bir birliktelik için tüm fedakarlıklara rağmen kalleşçe vurulmanın öfkesindeyiz.
Bir tarafta en değerli varlıkları olan evlatlarını toprağa verirken bile “barış” diye haykırabilen, dünyanın en onurlu kadını olan Kürt anaları, diğer tarafta ipini kimin çektiğinden habersiz, arkadan vuranlara alkış çalmaya alıştırılan toplumun medarı iftiharları...
İşte biz, heyecanını, zevkini, rahatlığını, öfkesini yaşadığımız bu günlerin gecesinde, olmuşsa birkaç saatlik gerilla yürüyüşünün ardından, sonraki günün hazırlığı için yine birkaç saatlik dağ uykusunun öncesinde yıldızlarla baş başa kalmaktayız.
Biz ve yıldızlar... gecenin sessiz ve sadık dostları.
Onlar her zamanki gibi, aralarına yeni karışmış Karker, Cihan, Şiyar ve Hogir ile birlikte, en dipsiz karanlıkta yanımızda olacaklarını, en uzaktayken içimizde olmayı başarabileceklerini, hiç umudumuzun kalmadığı yerde bize umut olacaklarını hatırlatmaktalar.
Biz ve yıldızlar... gecenin sessiz ve sadık dostları.
Biz de her zamanki gibi, bu günleri zafere ulaştırana kadar dostluğa leke sürmeyeceğimizin, halkımızın her gün kulaklarımıza fısıldadığı “intikam” sözcüğünü, geçmişte olduğu gibi gelecekte de günü gelince gerçekleştireceğimizin, alnımızın akıyla bir gün ama mutlaka bir gün onların arasına karışacağımızın sözünü yineliyoruz.
- Ayrıntılar
KCK’nin eylemsizlik kararını uzattığı gün ve onun arifesinde.
Fetul-Münafık’ın hurafeci, zilletçi Zaman Gazetesi, kulli alavere dalavere başlıklar atıyordu.
Mehmet Kamış diye bir Fetullah xulamcısı çıkıyor, bir yazı yazıyor.
İlk alavere dalavere zillet atışını O xulamcıka, yani O zatların zatı şahanelerine yaptırdılar.
Arkasından, diğer xulamcıklar başladılar, kulli alavere dalaverelere.
Neymiş de, PKK Erdoğan’a fi tarihlerinde suikast düzenlemeyi planlamış da.
Neymiş de, bilginin kaynağı da Fetul-Münafıkçı kal Vezir Atalaymış da.
Ateşkes kararının açıklandığı günün arefesinde ise Zindanlara doldurdukları DTP’lileri, tekrardan hedef gösterdiler.
Kendilerine bağlı xulam, evd hakim ile savcıların hazırladığı komplo iddianameleri bir yana bırakıp, HSYK’yi, KCK ile ilişkilendirerek, DTP’lileri zindanda tutma niyetlerini aşina ettiler.
Adeta atalarımızı doğru çıkardılar.
Bir atasözümüzde, -Kürtçenin Dımılki lehçesinde- atalarımız şöyle demiş:
“Şahide luye, dıme luye biyayış”.
Türkçesi “Tilkinin şahidi kuyruğudur”.
Atalarımız ne zekiymiş.
Ne ince zekalılarmış.
Söyledikleri tam tamamına Fetul-Münafıkçılara uyuyor.
Zaman gazetesi tilki, kuyruğu da Atalay ile Türk mahkemelerindeki hakim ile savcılar oluyorlar.
Kürtlerin soykırımında, kendi suç ortaklarını şahid olarak gösteriyorlar.
Bunlara bu zihniyeti veren de Fetul-Münafık -Fetullah Gülen-. Efendileri de, tanrıları da
Gülen’dir.
Türk Özel Harp Dairesi, Gladio ile CIA’nın kadim elemanı Gülen değil midir ki, Said-i Kurd-i’inin risalelerini tahrif eden.
Gülen değil midir ki, 12 Eylül askeri darbesinden önce 1980 Şubatı’nda fetva vererek, “Anarşistleri devletin asker ve polislerine bildirmeyenleri Allahın katında sorumlu olduklarını belirtiriz” diyebilecek kadar zulümkar olabiliyor. Ve toplumun birbirini Türk faşist rejimine gambazlaması ile ajanlaşmasına İslami kılıf bile getirebilecek kadar Yezitleşebiliyor ve münafıklaşabiliyordu.
Askeri darbe olunca da, askeri cunta ile zulmün, vahşetin tüm kapıları kendisine açılıyordu.
Kapılar açıldıkça O da, Erdal Eren gibi çocukların katili cunta başı Kenan Evren’e “evliya” diyebilecek kadar alçaklaşabiliyordu.
Devamında şöyle diyebiliyordu. “Asker tam zamanında yetişmese, bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı”.
Böylece askeri darbenin zulmünü, işkencesini, katliamını meşrulaştırabiliyordu.
Kendisine “Nurcu” diyebilecek kadar hayasızca göz yaşı döken, bu hurafeci münafık nasıl olurda Saidi Kürd-i’in mirasçısıyım diyebilir?
Said-i Kurd-i’inin yaşamı zindanlarda geçerken, O ise sırça saraylarda yaşadı, yaşıyor.
Said-i Kurd-i her türlü mal, mülk, zekat, hediye, ev, bark ve maaşı reddediyordu.
Ama bakın ki, Fetul-Münafık 25 milyar dolarlık sermaye okyanusu üzerinde yüzüyor.
Amerika’da CIA’nın kendisine kurduğu karargahtan, fetva verebilecek kadar sahte Müslüman olabiliyor.
Oysa biliyoruz ki, Said-i Kurd-i militarizme karşı vicdani redçiydi.
Devamlı Kürtlerin özgürlüğü için içli içli konuşuyordu.
Ve diyordu ki, “Övünmek gibi olmasın, biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.
Ey ulemaların ve şeyhlerin kaynağı olan Kürt milleti!...
Kendinize ayrı bir pınar yapınız.
Ey Kürtler!
Görüyorum ki bizde pınar yoktur”.
Said-i Kurd-i’nin özlemle beklediği pınar, bugün var. Tüm Kürtler, o pınardan kana kana su içiyor. İşte tüm Kürtlerin kana kana su içtiği, beslendiği kaynak, o pınar PKK’dir.
Fetul-Münafık gibilerini ise Said-i Kurd-i şöyle tarif ediyordu:
“Benden sonra düşman nur postuna girecektir”.
Nur postuna giren düşman, bugün Fetullah Gülen’dir. Ona bağlı xulam abiler ile ablalardır.
Bu tip münafıkları en iyi hiciv eden şairlerden biri, Kürt şair Nefi’den sonra, Figani’dir.
Figani, Kanuni 1526’daki Mohaç seferinden dönerken Sadrazam İbrahim Paşa Budin’den beraberinde getirdiği Apollon, Herkül ve Diana’nın tunçtan heykellerini Atmeydanı’ndaki (Sultanahmet) sarayının önüne dikmesine kızar. İbrahim Paşayı hiciv eder.
Figani bir beytinde sadrazamı şöyle yerer:
“Dû Îbrahîm amed bû, dîyarî cîhan.
Yekî bût şîkan şûd, yekî bût nîşan”.
Türkçe tercümesi,
“Bu cihana iki İbrahim geldi.
Biri put yıktı, biri put dikti”.
Figani bu beytiyle Hz İbrahim peygamberin özgür ahlak devrimini överken, devşirme İbrahim Paşa’nın zulümkarlığını ve putçu zihniyetini eleştiriyordu.
Bu hiciv Figani’nin canına mal olacaktı. Sadrazam Figani’yi idam ettirecekti.
Şimdi bu beyti Fetul-Münafıkçılar için şöyle uyarlayalım:
“Dû nurcî amed bu dîyarî cîhan.
Yekî bût şîkan şûd, yekî bût nîşan”
Türkçesi,”Bu cihana iki nurcu geldi. Biri put yıktı, biri put dikti”. Açılımı da şöyledir.
Saîd-î Kurd-î Kemalîzm putunu yıktı.
Fetul-Münafık ise Yeşil-Kemalizm “Türk-İslamo Irkçılığı” putunu dikti.
Üstelik nur postuna bürünerek.
Bu putçu zihniyetten dolayıdır ki, Fetul-Münafık’ın tüm medyası bu devri alemde, benzeri olmayan yalan dolanlara Kürtlere düşmanlık yapmakta sınır tanımamakta.
KCK eylemsizlik kararını alırken, malum hurafeci zihniyet ise aslı astarı olmayan haberler yapmakta.
Türk ordusunda daha fazla orducu kesilmekte. Türk ordusundan daha fazla savaş naraları atmakta.
Ancak öyle korkakça gidip, Burdur’da 25 gün bedelli askerlik yapmakla yiğit olunmaz.
Erdoğan’ın oğlu Bilal’in yaptığı gibi.
Birazcık da olsa ahlaklı olun, erdemli olun.
Irkçılık yaparak, fakir Anadolu evlatlarını Kürdistan’a sürmeyin.
Atalarımızın dediği gibi, “E ne di şerda be, şêre”. Türkçesi “kavgada olmayan aslan kesilir”.
Sizin zihniyetiniz ve insanlığınız tıpa tıp bu sözdeki gibidir.
Maskeniz düştü Fetul-Münafıkçılar.
Başka maske takmayın, o da düşer.
Osmanlının kanlı zihniyetini bırakın. Neo-Osmanlıcılık yapmayın. Buna Sadrazam İbrahim Paşa zihniyeti diyorlar. Ama şunu da unutmayın: Kürdistan’ın yenilmez gerilla ordusu HPG’nin her gerillası birer şair Figani’dir.
Hem de sizin gibi Yezitlere karşı da birer Hz. Ali’dir.
- Ayrıntılar
Vatanımın ormanları sessiz, üzgün ve mahmur bir şekilde zebanilerin potinleri altında ezilip top, havan ve kurşunlarla inliyorlar. Yüreğimizi yakıyorlar. Her yer sessiz. Vadilerimiz, koyaklarımız, boraklarımız, patikalarımız ve ormanlarımız sessiz. Hem de ne sessizlik! Her şey bu sessizliğin içinde boğuluyor.
Artık gecelerimiz karanlık değiller ve kurşunların parlama ve ışıldamalarıyla yıldızlarla beraber
parıldıyorlar. Yeni yeni bahar bizden hatır istedi, daha yeni yeni yaza selam verdik, güz ise çok uzaktan bizi seyrediyor ve kış ise çok ırak... Kar ve fırtına da yok ki Kürdistan coğrafyasının imdadına yetişsin. Cudi yanıyor, Besta yanıyor, Bagok yanıyor, Zap yanıyor, Abdulkovi ve Siro yanıyor. Ülkem yanıyor, halkım yanıyor... Tabi bu halen başlangıç, bir gün değil iki gün değil, bu kışa kadar böyle sürecek.
Türk Devleti hiç bir zaman mertçe bir savaş yürütmeyip hep alçakça ve kirli bir savaş yürüttü. Yine her yıl yaptığı gibi, Türk Devleti bilinçli bir şekilde ormanları yakarak, “Ekolojik Katliam” yapıyor. Türk Devleti Kürdistan Özgürlük Gerillalarına karşı her sıkıştığında, hıncını almak için Kürdistan’ın doğasına saldırıyor. Buna karşı herkes sessiz. Nerede çevreciler, nerede hümanist çevreler... Türk Devleti şunu demeye getiriyor; “Bana yar olmayanı, size de yar etmem” ve Kürdistan’ın en güzide ve en güzel dağlarını ve arazilerini yakıyor. Her yakma ile milyonlarca canlı varlık ve hayvan da yok oluyor. Buna karşı demokratik ve yaptırım gücü olan eylemler geliştirilip, buna karşı sessiz kalan dünyadaki tüm çevrecileri duyarlı kılma gerekiyor.
Kullandıkları kurşunlar yakan türden, cigerleri küf tutmuş ve yürekleri örümcek ağıyla kaplanmış. Ancak ve ancak bunların güçleri ağaçları ve kuşların yuvalarını yakmaya yeter, ancak ve ancak bunların güçleri güzelim keklik ve bülbüllerin sesini kesmeye yeter.
Ne de olsa yüzsüz ve utanmazların çağındayız. Bunlara karşı gönlümüz özgürlüğün ve barışın susuzluğunda savaşa mecbur bırakılmış. Geleceğin viran ve harabe olması için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir ülkeyi boğup, geleceğini karartmaya çalışıyorlar. Artık ağaçların yanmaması için, çocukların ölmemesi için, annelerin ağlamaması için özgürlük dağlarında birer fidan olma zamanı.
Savaş debelenirken, misafirimiz oluyor ve ruhundaki iltihap ve kin ile duygularımızı süzüyor. Bu ölüme karşı barışı haykıranların dillerini mahçup... Susun! diyorlar. Fakat gün bu sessizliği yıkma günüdür ve bu sessizliği yıkacağız da.
Bu insanlık korkakları, güçlerini bombaların gümbürtüsü ve demir kuşlarından alırlar. Her şey kanunlara göre işler ve yaşanır. Ve onlar için bütün öldürülmeler meşrudur... Buna karşı ülkemin çocukları ne yapacak? Bir günde büyümeye mecbur bırakılıp ve bir günde de “terörist” oluyorlar.
Artık kulaklarımız sağır ve dillerimiz lal. Artık konuşma, anlatma ve anlama noktası tükenmiş. Tam silahların sesi bu noktada en güzel bir biçimde kendini yetiştiriyor. Bütün çabaları, ölümleri rüyalarımızdan ve gülüşlerimizden gözyaşlarını eksik etmemek. Yapılacak bir şey yok mu, bu teneke yürekli zebanilere karşı sessiz mi kalacağız!
Hayır! Hiç bir zaman!
Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, barış ve savaş, ölüm ve yaşam, yenilgi ve zafer döngüleri birbiri ile yarış halindeyken, Türk Devletinin bu uygulamalarına karşı sessiz Kürt gençleri, demokratik çevreler ve çevreciler sessiz kalmamalıdır.
- Ayrıntılar