Türk ordusunun iki yüzü var:
Bir yüzü qer u qir.
Bir yüzü de qer u qir üzerine vurulan bir ciladan ibarettir.
Cilalı suratıyla ordugahların salonlarında vals yapar, tango yapar.
Qer u qir yüzüyle ise Kürdistan’da halay çekenleri katleder.
Katletmezse halay çekmeyi yasaklar.
Basar dilanları, basar nişanları.
Şirnex’in Elke ilçesinde basılan düğün bunun canlı örneğidir.
Cilalı suratıyla umumi alanlarda ağaç diker.
Olur çevreci.
Qer u qir yüzüyle ise Kürdistan’daki ormanları yakar.
Olur Kürdistan Neron’u.
Cilalı suratıyla Anadolu’da müze kurar, tarihi eserleri toplar.
Olur sanatsever.
Qir u Qer yüzüyle Kürdistani tarihi eserleri tahrip eder, harabeye çevirir tarihi abideleri.
Yıkamazsa yapar bir baraj, gömer sulara kadim köyleri, kentleri.
Olur hunerkujer.
Cilalı suratiyla Anadolu ile Trakya’da kurtarıcı gözükür.
Olur kurtarıcı.
Qer u Qir yüzüyle ise Kürdistan’ı yakıp yıkar.
Otundan merasına, bağından bahçesine, köyünden ilçesine kadar yakıp yıkar.
Olur çekirge sürüsü.
Cilalı suratıyla Anadolu ile Trakya’da katı laikçidir.
Karşısında durana mürteci, gerici, irticacı şucu bucu der.
Qer u Qir yüzleriyle ise ülkemizde şeriatçı kesilir.
Ayet_el kürsü okur.
Ya Allah ya bismillah Allahu Ekber nidalarıyla böğürür.
Teşkilatı Mahsusi’nin mirasını sürdürür.
Kurar sahte İslamcı bir teşkilat olan Hizbul-Kontra Teşkilatını -Türk Özel Harp Dairesi’nin Kürdistan’daki MHP versiyonu- Kürdistan’da olur Fetul-Münafikçı.
Subaylarının neredeyse hepsi NATO karargahlarında yetişir.
Tüm emir ve talimatlarını ABD, İsrail ile İngiltere’den alır.
Tankını, topunu, uçağını, uçaksavarını, helikopterini, roketini yine alır bu malum efendilerinden.
Kendisi ile malum efendilerine karşı kutsal direnişte olan PKK’ye dış güçler yardım ediyor der.
Haşmetli efendileri olmazsa PKK karşısında sırtı yerden kalkmaz, ayakları havadan yere basmaz.
Yine boş kabadayı gibi afradan tafradan kesilir.
Eğer böyle değilse bu Türk ordusu.
O zaman derim ki, tüm dünyanın gözü önünde buyursun.
ABD, İsrail, İngiltere ile AB ülkelerinden destek ile silah almayı bıraksın.
Ülkemizde Hizbul-Kontra ile Fetul-Münafikçıları örgütlemesin, ekonomi ile silah bakımından beslemesin.
Akabinde Kürdistan’da HPG ile Türk ordusunda baş başa kalsın.
Kim yiğit kim ödlektir dünya alem görür.
Kim anlı şanlıdır, kim savaşçıdır, kim savaş kaçkınıdır halkımızda yaşayarak görür.
Kim dış güçlerden destek alıyor, kim kendi öz be öz gücüyle direniyor aşina olur.
Bundandır ki, Türk ordusu Kürdistan’daki ormanları yakarken, HPG yapılanın alçakça ve ikiyüzlüce bir vaziyet olduğunu açıklamaktadır.
Irkçı Türk ordusu ülkemizin ormanlarını yakarken ve her tarafı ateşin alevleri ile toz duman içindeyken, yapılanlara iki yüzlülük ve alçaklık demeyeceksek daha ne diyeceğiz.
Çünkü yakıyorlar ormanlarımızı, yanıyor ülkemiz.
Yanıyor ciğerimiz, yanıyor geleceğimiz.
Ölüyor ormandaki böceğimiz, tavşanımız, yavrucuk kuşlarımız, yanıyor kuş yuvaları ve daha kuş yavrusu bile olamayan yumurtaları.
Yanıyor tüm canlılar bunu anlayabiliyor musunuz, algılayabiliyor musunuz?
Ormanlardan yanık et kokusu geliyor.
Dağılıyor her tarafta ağaç işleri.
Gökyüzü kömür karası bir tabaka ile kaplı.
Buna refleks vermemek insanı nereye götürür?
- Ayrıntılar
Dört başı mamur bir gündem almış başını gidiyor. Sabah-akşam bir Çiçek tartışması neredeyse hayatın her yerine oturmuş ta, bunun dışında konuşulacak konu ya da ilgilenmesi gerekilen sorun kalmamış gibi memlekette… Hâlbuki işin özüne indiğimizde veya biraz dokunduğumuzda kendisinin hepi topu basit bir siyasi piyon olduğunu anlamak ve üzerinde yürütülen tartışmaların aslında en ucuzundan aba altından sopayı göstermek olduğunu anlamak, Cambridge mezunu olmayı gerektirmiyor. Yani yaşanılan gelişmelerin hepsi merkezin dışında yürütülen, uzun ve orta vade planların yavaş yavaş toplumsal alana angaje edilmesi olmaktadır. Her ne kadar Genelkurmay bu gelişmelerden ciddi rahatsızlıklar duysa da, elinden gelenin hepsini ortaya dökse de, yani bir anlamda restini çekse de, beklemeye kalmış durumda. Fakat karşısındakilerin ellerinin sağlam olduğunu anlamayacak kadar da avanak bir durumda. Ne diyelim ya akıl başa-söze, ya da kuzgun leşe!!!
Aslında son zamanlarda Y. Küçük’ün çıkardığı bir kitapta, yaşadığımız bu olgunun anlaşılmasında hayli öğretici noktalar satırların arasına gizlenmiş durumda. Yalçın Küçük’ün “Epilepsi ile Orgazm” kitabında değindiği nokta; Erdoğan’ın sara hastalığı üzerinden aslında ne kadar narsist bir kişiliğe sahip olduğuna yönelik belirli ayrıntılara değinmiştir. Bu konuda çok yetkin bir kaynak olmasa da bu çalışma, bazı ipuçlarını okuyucularına veriyor. Buradan yola çıkarak, günümüzde yaşanmakta olunan Çiçek veya böcek tartışmasına geldiğimizde; aslında AKP’nin Tayyip’i, askere yönelik rahatsızlıklarını ve nevi şahsına yönelik her türlü icraata ne kadar agresif olduğunu, maskesiz tanrı gerçekliğinde her yönüyle arzı endam etmektedir. Tabi Tayyip bunu yapınca şak-şakçıları uslu dururlar mı? Durum böyle olunca, işte bir devlet krizi! Ortaya çıkıyor ve tartışmalar, akıl yürütmeler de böyle gerçeklerin üzerine cila rolündeyken, Sivas yangının üzerinden o kadar zaman geçmesine rağmen, sorumluları yargılamak-cezalandırmak bir yana, otelin ve aydınların külleri üzerinde halen de ekmek arası döner satılmakta ya da acısı umarından ziyade Adana kebapları, yürek dağlayan közlerin üzerinde pişirilmekte.
Peki, niyedir bu restleşmeler, gece yarılarına kadar süren toplantıların ve zirvelerin nedenleri? Durum son derece basittir; ABD’de yer alan G. Soros ve ekipmanları, Ortadoğu rezaletinde tam destek vermeyen, Genelkurmay’ı gözden çıkarmış durumda. Bunun farkına varan ve out olmak istemeyen İlkesizliğin Başbuğu, sağda-solda ortalığı velveleye vererek, durumun farkındalığından duyduğu endişeyi izanı beyan etmektedir. Bunun yanında boş atıp dolu tutmak isteyerek de, işte bir belge ve Çiçek gerçekliği ajanslara servis edildi. Ondan sonrasında da Narsistliğin ve biraz da batı endeksli Nakşîciliğin AKP’si ile Tayyip’i, bundan son derece rahatsızlık duydular. Olayın üzerine gitme iradesini göstererek! Gece yarısı düzenlemeler, mahkemeye atanan üye ve sonrasında tutuklanan on sekiz albayın delil yetersizliğinden salıverilmesi ile Genelkurmay’ı ve avanaklığın başbuğunu tüm cümle âlem önünde terbiye etmeye çalıştı. Açıkçası bu durumdan son derece de kendi pragmatist politikalarının doğrultusunda sonuç da aldı. Fakat şunun anlaşılması gerekiyor ki, AKP’nin ve Tayyip’in bu külhanbeyliğinin arkasında kesinlikle CFR, Trileatral gibi oluşumlarda kararlaştırılmış planlar vardır. Yani Tayyip’in ve hükümetinin kendi yağında atacağı adımlar değildir bunlar.
O zaman şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Daha geçtiğimiz günlere ülkenin temel gündemi olan Kürt sorunu karşısında yaşanacak açılımlara ne oldu? Neden gündem bu kadar tepkimeli bir şekilde değişmekte? Bunun cevabını da kısaca izah etmek gerekirse; PKK’nin ve onun Önderliğinin yürüttüğü politik-siyasi mücadele de, devletin bu konu hakkında ne kadar samimiyetsiz olduğunu gösterdiği gibi yine bilinen sermayedar kuruluşlar, sorunun çözümü noktasında sabit bir plana sahip olmadıklarından dolayı siyasi boşluğa düşmüşlerdir. Tabi bunların gelişmesi, onların ya da karga olan kılavuzlarının pek de hesaba katmadığı bir durumdu. Bundan dolayı da ortaya çıkan gelişmeler, aslında dönemi kurtarmaya yönelik geliştirilen operasyonların dışında herhangi bir anlama sahip değildir.
Bunlardan dolayı da memleketin sorunlarında bu külhanbeyliklerinin geleceğe yönelik ciddi anlamda bir mealinin olması söz konusu olamayacağı gibi asker-sivil çatışması da, aslında yabancısı olmadığımız bir senaryo olmaktadır. Soros’un 2003’te Sabancı Üniversitesinde söylediği gibi “Türkiye’nin ihraç edeceği tek şey ASKER’dir”. Geriye kalansa gerçeklere cila sürmek değil, gerçeklerin savaşçılığını, siyasetini ve önemlisi de adamlığını yapmak oluyor. Bugün meydanlarda denildiği gibi “ASIM-burada, HASRET-burada, MUHLİS-burada” demek değil de, “HASRET-katilleri orada, ASIM-katilleri orada, MUHLİS-katilleri orada” diye haykırmak ve mücadelesini yürütmek, bir nebze de olsa memleketteki döner-kebap tarihini değiştirilebilir. Gerisi ise laf-ı güzaf olmaktadır.
- Ayrıntılar
Son zamanlarda elimin altında olan, göz attığım ama daha okuyamadım bir kitap vardı; “Iskalanmış Barış” diye üzerinde kalın puntolardan oluşmuş bir yazı, kapak tasarımında ise Kürdistan haritası üzerinde doğu vilayetlerinde daha öncesinde yaşamış olan azınlıklardan çeşitli fotoğraf kareleri dikkatimi çekiyordu. Basel’li bir genç daha tez çalışmaları yaptığı dönemde yürüttüğü on yıllık çalışmayı bir kitap olarak hazırladığını söylüyor ve kitabının önsözünde “Anadolu’da kendisinden başkasını dışlayan milliyetçiliğe değil, insana tüm insanlığa aittir” diye de, iddialı ve sunturlu bir cümleyi de serpiştirmiştir. Şimdi yaşamakta olduğumuz dönemde beynimin bir köşesinde yer ediniyor bu cümle kendine hemencecik. Ne de olsa barışın düşük volümde de olsa, bazı açıklamalarda ve telaffuzlarda genze dokunması gibi bir dönemi çok sık yaşamıyor bu coğrafya. Barışın olmasına yönelik ve sorunların çözümünde diyalog arayışlarının geliştirilmek istenmesi beraberinde, insana dair hilkatlara ve düşüncelere gark eyliyor kendilerini, sözüm ona tüm insanlığın ilerici lafatörlerini… ama bu dönem kesik kesik ilerliyor ve nedense açıklamalar bahar zamanında bir gecede gelişen kültür mantarlarıyla aynı anlamın dışına taşıramıyor kendisini.
Ortalıkta dolaşan bir belge tartışması, bununla birlikte peşin sıra açıklamalar ve ültimatomlar boy veriyor ortalıkta. Neredeyse herkesin eli kabzasında ve mafyavari bir gündem koşuşturması almış başını… bunun “ıskalanmış barış” kitabıyla çok yakından bir bağlantısı yok. Ama barış veya Kürt sorunu tartışmalarıyla çok yakından bağlantıları olduğu da tartışılmayacak kadar gerçeklik arz etmektedir.
Yaşamakta olduğumuz dönem itibariyle şunu belirtmek; “Dolmabahçe İttifakı Bozuluyor” demek, sanırım perde arkasında ve belge, fotokopi arasında yürütülen müsvedde bir savaşın şifreleri oluyor. Neydi Dolmabahçe ittifakının gerçek yüzü? Yani oradaki görüşmede en azından bildiğimiz kadarıyla Fenerbahçe’nin transfer listesi tartışılmadı ya da hafta sonunda gerçekleştirilecek at yarışı hakkında birbirlerinden tüyo alış verişinde bulunmadıkları kesindir, TC başbakanı R. Tayip ile (o dönemin) TC Genelkurmay Başkanı Y. Büyükanıt’ın. Her nedense bu zatı muhteremler “bu görüşmenin içeriği benimle mezara gidecek” diye sözüm ona mükremin çıtır’lık yapsalar da, görüşmenin “iktidar” palazlanmasını sahiplenme tevessülü ile çıkarcı “KÜRT PAZARLIĞI” olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Bu pazarlık ve siyasetin geliştirdiği dönemde Kürtlerin önderliğine ve özgürlük hareketine yönelik şiddet politikasının tavan yapmış hali yürütülmüştü. Peki, bu temelde yürütülmüş pazarlık neden son günlerde tekrardan eskisi gibi ahenkli ve kol kola ilerlemiyor.
Çok basit olan bir cevap duruyor karşımızda, burada ABD’nin yeniden keşfi kesinlikle söz konusu değil. Sadece şunu söylemek düşüyor birçoğuna, “KRAL ÇIPLAK!”. Yani devletin birçok kurumunda halkların boğazlaşmasını, yaşanacak çatışmaların ve savaşların yürütülmesinin dışında bir Anadolu hayal edemeyenlerin ve siyasetlerinin, tekellerinin dışına çıkamayanların gardını almış olması da aslında kralın çıplaklığını örtemiyor, gizleyemiyor. Bundan dolayı da kürdün imhası ve özgürlük mücadelesinin bastırılması temelinde oluşturulmuş bir ittifak, günümüzde geliştirilmek istenen diyalog ve demokratik uzlaşı sürecinde anlamını yitiriyor. Bundan dolayı da başta İ. Başbuğ gibileri ve böylesi bir zihniyetin kuşakları başta, -öz kışlası olan ABD’den, sonrasında da karargahından, kükremeye başladılar. Tabi o kükremeye çalışırken, İzmir’de bir subayın intihar haberi de ajanslara düşüyor. Yani bu subayın da Rus ruleti oynamamışsa, intiharın nedeni de oldukça önemli bir konu olmakta. Kürt sorununa hükümet ve ordunun yaklaşımlarındaki farklılık, onların Kürt siyasetlerinde oluşturdukları ittifakın çatlamasını ve simetrik veya asimetrik bir savaşa girişmelerini de beraberinde getirdi.
Öyle ki, i. Başbuğ yaptığı açıklamaya anayasa kitapçığını da getirecek kadar bir simetrik hesaplar ve düellolar içerisindeyiz. Ne de olsa AKP ve CHP dün anayasanın değiştirilmesi ve 12 Eylül cuntacılarının yargılanması için görüş alışverişinde bulunmuşlardı. Yine öyle ki; dün TC başbakanı t. Erdoğan açıklama yapıyor, askeri savcılık karar vermiştir, bundan sonra süreç sivil yargıya intikal etmiştir deyiveriyor ve bugün savcılar, subayı ve subayları şüpheli olarak ifadelerini vermek için önümüzdeki haftaya adliyeye davet-benim bildiğim kadarıyla savcı ve adliye davet etmez, tebliğ ederler, ediliyorlar. Burada eminim ki, bazıları yine hukukun üstünlüğü, sosyal hukuk devleti safsatalarına kalkışacak ama savcının verdiği tarihe baktığımızda, aynı gün MGK toplantısının yapılacağının da bir tesadüf olması da son derece iyi hesaplanmış bir simetrik hamle olmaktadır. Devletin hükümeti ve ordusu arasında yaşanan bu durum elbette, Kürt özgürlük hareketi tarafından geliştirilen eylemsizlik süreci ve Kürt sorununda yaşanan son gelişmelerle yakından bağlantılı olmaktadır. Bundan dolayı da hükümet, ordunun sesini yükseltmesine ve siyasete bu kadar aktif katılmasına daha fazla katlanacak bir durumda olmadığını gösteriyor. Ordu da başta darbeci generaller olmak üzere sözüm ona Kürt politikasında yaşanacak en ufak bir değişiklik karşısında elini masaya vurmaya devam ediyor. Bu çatışmalar ve savaşların içinde önümüzdeki yıllarda başka gençler tez çalışması için “Iskalanmış Barış” konusunu seçmemeleri için de, toplumun bütünlüklü olarak Kral çıplak olduğunu ya da Anadolu’nun, kendisinden başkasını dışlayan milliyetçiliğe değil, insan’a-insanlığa ait olduğunu bütün meydanlarda, sokaklarda söylemesi gerekiyor.
- Ayrıntılar
Her birimiz bir yerden geliyoruz.
Her birimiz bir aşiretten geliyoruz.
Her birimiz bir aileden geliyoruz.
Orada, şurada, sürgünde, sömürge ülkede, Kürdistan ve ülke dışında her birimiz kendi başına biriz.
Her birimiz, birimiz iken yetmiş ikiden sonra ise toplandığımız yer itibariyle, ruh itibariyle biriz.
İster kentlerde olsun, ister köylerde olsun, ister ovalarda olsun, isterse dağlarda olsun.
Her yerde stargahlarımız bir oluyor.
Bundan daha seksen dört yıl önce 29 Haziran günü böyle bir miydik?
Bunun cevabı çok rahat bir hayırdır.
O gün Amed’de darağaçları birer birer giyotin gibi sallanıyordu.
Bir bir Kürt önderleri iplerde sallanıyordu.
Türk cellatları tarafından.
Ax û waxlar.
Feryadı figanlar yeri göğü inletirken darağaçlarından ta uzakta.
İdam sephalarının bulunduğu Amed ise elli üç yıllık bir sessizliğe doğru yol alıyordu.
Şex Said idama giderken bunu görüyordu.
Oğullarım var diyemiyordu.
Sözü torunlarına getiriyor ve diyordu ki: “Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Halkım için olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesin.”
Tarihin çanları 29 Haziran 1925 tarihini vurunca bu sözler söyleniyordu.
Tarihin çanları 27 Kasım 1978 tarihini vurunca Şex Saidê Kal’ı torunları mahcup etmeyecekti.
Mahcup etmeyecekti torunları ve onların kurduğu intikam hareketi PKK.
Nice torunlardan genç kızlar ve erkekler silah kuşanacaktı.
İntikam kuşanacaktı.
Korkusuzca yürüdüler dağlara, dağlardan beste beste özgürlük ezgisi esti köylere, kentlere, metropollere dört bir ali cihana.
Tarihin çanları 30 Haziran 1996 tarihini vurunca Seyid Rıza’nın Dersim’inde adanmışların tanrıçası bir genç Kürt kızı çıkıyordu tarih sahnesine.
Saç tellerine kadar kendini parça parça ederek fedaileşiyor ve yeni bir özgürlük evresini başlatıyordu.
Ve o andan sonrası farklı olacaktı.
Ne Anadolu ve Trakya, ne de Kürdistan eski Kürdistan olmayacaktı.
Ne Kürt erkeği, ne de Kürt kadını eski Kürt erkeği ile kadını olacaktı.
Artik sömürgeci Türk cellatları bu hakikati kabul ediyorlardı.
Ve bunun yaraticısının Rêber APO olduğunu bilmeyecek kadar akılsız değildiler.
Bundan dolayı Rêber APO’yu hedeflediler.
Aslında PKK ile Rêber APO’ya karşı savaşan asil güç Türk ırkçı cellatları değildi.
Türk ırkçı cellatları bu savaşın çıplak askeri idiler. Batının jandarması idiler. Şimdi de böyledir.
Esas savaşan NATO idi. Şimdi de Kürdistan’da savaşı komuta kontrol merkezi NATO’dur.
ABD, İngiltere, Almanya ile İsrail idi. Şimdi de böyledir.
Tüm bu maskesiz cellatlar birleştiler. Bundan on yıl önce.
Rêber APO’yu esir düşürdüler.
Kurdukları İmralı sisteminde Rêber APO’yu meşru olmayan bir şekilde güya yargıladılar.
Ve Şex Saidê Kal’ı idam ettikleri gün olan 29 Haziran günü idam cezası verdiler Rêber APO’ya.
Bunu yaparken 1925’teki zihniyeti aynen olduğu gibi devam ettiklerini gösteriyorlardı.
Rêber APO bu karara karşı şunu söylüyordu. “Kürt sorunun barışçıl ve demokratik çözümü geliştirilmezse PKK savaşı sürdürecek potansiyele sahiptir. Ve tarih beni beraat ettirecektir.”
Tarih bu Haziran ayının sonunda Rêber APO’yu ve Kürtleri doğru çıkarıyor.
PKK, Kürt sorunu çözülmediği için daha büyük bir potansiyelle savaşıyor.
Türk devletinin cellatlıkları yavaş ta olsa toprak altından toprak üstüne çıkıyor.
Böylece tarih hükmünü yavaş ta olsa Rêber APO’nun beraati şeklinde veriyor.
- Ayrıntılar
Yollar yakın değil.
Baharın çılgın suları ve selleri de engel.
Kimilerine yol vermez, bu dumanlı dağlar.
Koye Sıpi, Sıplis, Çotla, Kasor, Dorşin, Berbihiv ve Andok.
Çünkü,
O kimileri bu dağlara düşman.
Çünkü,
O kimileri bu dağlara yabancı.
Çünkü,
O kimilerinde bu dağlara dost olacak yürek yok.
Çünkü,
O kimilerinde bu dağlara çıkacak irade yok.
Çünkü,
O kimileri ihanetin mezbahaları kentlerin insan suratlı bir hiçleridir.
Bundandır ki, tuttururlar bir nakarat.
Ve derler ki, “yol ver dağlar, yol ver yare gidem”.
Aslında onlar, yalnızca bir yareyi sevecek bir duygucuğa bile sahip değiller.
Çünkü,
Onların her duygusu zehir.
Çünkü,
Onların her düşüncesi sana, bana, ona ve bilcümle herkese düşman.
Bizler ise, özgürlüğün mekanları olan bu dağların asi halkının en asi ve en yiğit evlatlarıyız.
Bu onurlu direnişimize, göğsünü açmış Kürdistan dağları.
Bu onurlu direnişimize, göğsünü açmış Amed’in dağları.
Ne baharın çılgın suları ile selleri, ne yakın olmayan yolları, ne de dumanlı denilen dağları engeldir bizlere.
Bazılarımız, bu dağlarda doğduk.
Bazılarımız, bu dağlarda doğarken daha on dördünde çek u rextli olduk.
Aşikar bir cümle ile olduk gerilla.
Bizlerden daha on dördünde bir gerilla vardı Amed dağlarında.
Daha on dördündeydi, Ko Smail eteklerinde ki Qere Gor çatışmasına girerken.
Tan vakti attığında vuruşmuştu kahpe düşmanla, ihanet hançerleriyle.
Taa alacakaranlık çökene kadar.
Oracıkta on iki özge canın, adanmış yoldaşlarının toprağa düşüşünü yaşamıştı.
Yüreği fokur fokur kaynamıştı. Ve hiç dinmemişti.
Son nefesine kadar bağlılık sözü vermişti, o on iki özge cana oracıkta.
Onlar şahsında mazlum halkına.
O anı anlatırken dudakları ıslanır, boğazı düğümlenir ve gözleri intikam hissini veren bir şekle bürünürdü.
Her zaman ve sonsuza dek, çatışmaya ve direnmeye hazır bir kişilik sergilerdi duruşuyla.
Öyle zamanlar oldu ki, Koye Sıpi’den bir ceylanın hızıyla Murat nehrine vurur, Ömeran Zozanlarına tırmanır ve yeniden dönerdi Koye Sıpi’deki İskender Tepesi ile yamaçlarına.
Bir gerilla yürüyüşüyle Murat’ın o yakasına bir gerilla grubunu götürürken, bir gerilla yürüyüşüyle de bu yakasına da, o yakadan bir gerilla grubunu getirirdi.
Koye Sıpi’den Şehit Remzi’ye , Şehit Remzi’den Dorşin’e, Dorşin’den Şen Zozanları’na, Şen Zozanları’ndan Zoxa Ser’e, Zoxa Ser’den Gıresor’a , Gıresor’dan Çiyaye Sise’ye, Çiyaye Sise’den Zara’ya ve oradan Koye Şeleye, Oradan da Qıle Boğa, Gorton, Cımsak ve Koye Gorse’ye kadar taş taş, dere dere, tepe tepe, vadi vadi, ağaç ağaç bilen bir gerilla ustasıydı.
Yürüyüşte en önde, eylemde en önde ve çatışmada en öndeydi.
Hem de komutanken, en öndeydi.
Hem de buraların bir bir bölge komutanıydı. Akabinde bir bütünen hepsinin komutanıydı.
Yirmi yıl Amed dağlarında yürüdü, çatıştı.
Çatışarak nice kuşatmaları yardı.
Ansızın gitti, vurdu düşmanı. Döndü doruklardaki üssüne. Bazen de usulca sızdı ovalara ve şehirlerde vurdu düşmanı. Yine döndü doruklardaki üssüne.
Uykusuz kaldı, aç kaldı.
İhanetleri gördü.
Şahadetleri gördü.
Hep inançlı kaldı, bağlı kaldı, keskin bir kılıçtan öte iradeli kaldı.
Ne olursa olsun hep güldü ve en gürcesine güldü.
O gülüşü bende kaldı.
Bir ay önce de son sesi bende kaldı.
Bir de biliyor muydun Kürt halkı?
On üç yıldır tek koluyla savaşıyordu. O bir gazi komutandı. Var mı ki, dünyada PKK ve HPG dışında böyle gazi komutan?
Var mı ki, cevap versin dünya alem?
İşte böyle yiğit evlatların var, altından öte elmas çocukların var.
Ey Kürt Halkı!
Bir de biliyor muydun Kürt halkı?
Mümkünatı yoktu bir çatışmada şehit düşüşüne.
O havan olmasaydı, mümkünatı yoktu şehit düşüşüne.
Biliyor ve tanıyor muydun bu asi komutan ve atmaca atikliğindeki gerillayı Kürt halkı?
Rızgarê Derxust derdik bu asi komutan ve atmaca atikliğindeki bu gerillaya.
Tanı Rızgar’ı ve anlat evlatlarına.
Anlat ki, her evladın birer Rızgar olsun.
Her evladın Rızgarlaştıkça düşmanın da küçülecek, düşmanın küçüldükçe sen özgürleşeceksin.
- Ayrıntılar
Adını bilmediğim bir vadiyi yazın sıcağında adımladım. Bu yaz sıcağında eskiden olsa bir saat yürüyemezken 4 saat tek nefeste yürüdüğümde şaşıyorum kendime. Bu dağlar insanda neler geliştirmiyor ki. Başımıza biraz güneş geçse de biraz olsun yorulsak da bu yürüyüşün ardından adını bilmediğim bu vadinin içinden çıkan onlarca çeşmeden oluşan küçük çayın buz gibi suyunda bir duşla tüm yorgunluğumu atıp kalemimi defterimi alıp oturuyorum bir ağaç gölgesine.
Son günlerde yoğunlaşan Kürt sorununa ilişkin tartışmalara ilişkin bazı noktalara değinmek gerekiyor.
Sorunlara yaklaşımda özeleştirisel yaklaşımı esas alırız. Başkalarının da bunu böyle ele almasını isteriz.
Kürtlere verilecek haklar sanki bir lütufmuş gibi bir yaklaşıma girmemek lazım. Kürt sorunu demek Türkiye'nin demokratikleşme sorunu demektir. Demokratlaşmayan, şeffaflaşmayan devlet Kürt sorununu çözemez. Uluslararası ve bölgesel güçler böyle istiyor diye “Kürt” e dair bazı göstermelik adımlar atmayı tartışmak akıllara bu barış kimin için sorusunu getiriyor. Önderliğimizin uzun yıllardır sorunu kendi aramızda çözelim yaklaşımını esas almazsak işin içine silah tüccarları girer ve leopar tanklarının Kürdistan'da kullanılmasının iznini TC’ye verir ve Roj TV üzerindeki yasağı kaldırır. Bu oyunu görmek gerekir. Bu sorunu Avrupa’nın Zeus zihniyetiyle ördüğü oyunları görmeden tartışmamak gerekir.
Aynı zamanda mayın tasarısı diye adlandırılan tasarıyla Kürdistan topraklarını ayıran 800 kilometrelik bir şerit uluslararası tekele peş keş çekiliyor. Temizlenecek mayın tarlalarının kenarlarındaki yüzlerce köydeki binlerce Kürt, Karadenizlere Çukurova'ya egeye kamyonlarla taşınırken 800 kilometrelik bir topraktan bu insanlar mahrum bırakılıyor. Ki bu toprakların asıl sahipleri onlardır.
Kürt sorunu anlaşılmak isteniyorsa taa İsrail'den gelen şirketlerin mayınlarından temizleyip ektiği toprakların kenarındaki asıl sahiplerini bu topraklarda çalışan yabancıları izlerken düşünülmeli, onlar anlaşılabilmelidir. Anlam gücü olmadan hiçbir soruna çözüm olmak beklenemez.
Bu eylemsizlikle istenen barış bölgeyi bölge güçlerinin ve uluslararası güçlere peşkeş çekilmek içinse onlara daha rahat Pazar haline getirmek içinse bölgenin halkları için değilse bu devlet demokratikleşemeyecektir.
Kürt sorunu bir zihniyet sorununun yaklaşımları sonucu olarak açığa çıkmış bir sorundur. Bu zihniyet sorunu kapitalist iktidarın hile kurnazlık içeren zihniyetidir. Dağdan inme tartışmalarının olduğu bu süreçte gerilla olarak salt bir Kürt sorununun çözümü için bu dağda değiliz. Burada duruşumuz dünyanın dört bir yanında doğayı, toplumu, insanı katleden uygarlığı kabul etmemek içindir. Ki Kürt sorunu bu kirli uygarlığın politikalarının sonucudur. Bu kirli uygarlığın politikalarının sonuçlarının bir parçasıdır. Bu derinlikte bir duruş anlamı olanı haydi pişmanlık yasası çıkardık, hadi affettik diyerek ineceğini beklemek ahmaklıktır. Burada bir yaşam ve anlam için duruyorsak bu anlam arayışı ve savaşının zemini olabilecek bir toplumsal, hukuksal ekonomik zemin olmadan kim gelir o topluma.
Düşünün komünal bir yaşamda yaşadığımız bu dağlardan şimdi tekellerin kurguladığı bir ekonomik krizler bin bir hokkabazlıklarla dolu sisteme yaşama neden gelelim?
Türkiye’nin demokratikleşmesi Türkiye halklarının tekellerin sistemini aşıp hukuksal sosyolojik ekonomik demokratikliği inşasıyla yaratılacaktır. Kimseden beklentim yoktur. Bir özgür yaşam toplum yaratacaksak biz yaratacağız. Dağlarda kurduğumuz özgür komünal yaşamı geliştirerek ovaya tüm Türkiye'ye tüm Ortadoğu'ya yayacağız. Ya devlet bu yaratıma zemin sunacak demokratikleşecek, ya da tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.
- Ayrıntılar
Yeni bir belge ortaya çıktı.
Bir zamanlar Doğan Güreş’in taaak demesiyle, şaaak çeken biri vardı ya.
O’na sarışın derledi.
Uzman çavuş derlerdi.
Bir de Güreş’in yanında komanda elbisesini giyince, nasıl cahil bir Ayşecik şeklini almıştı.
Şekli-şemali askeri olunca Fatihe oldu.
Kürdistan Fatihe’si.
Yaktı, yıktı, katletti, göçertti.
Ne yaptı, ne etti.
Ne Kürtler bitti, ne de Kürdistan.
Ya bitecek, ya bitecek dedi.
Komandone askeri arz-ı endamına rağmen, kendisi helak oldu gitti.
Sarışın Fatihe.
Şimdi de açığa çıkıyor ki, bu şanlı namlı Sarışın Fatihe 1967 yılından beri CIA ajanıymış.
“İstanbul Gülü” kodu ile Yankee ABD’ye hizmet etmiş.
Zaten Yankeelerin görevlendirmesiyle bir anda Başbakan oluvermişti.
Hizb-ul Kontra mı dersiniz, JİTEM mi dersiniz, Özel tim mi dersiniz, Ayşecik, Mehmetçik ne kadar katil ruhlu varsa, hepsini bir bir topladı.
PKK ile Kürtlere karşı savaştırdı.
Fet-ul Münafıkçıları da unutmadı.
Fet-ul Münafıkçı ablacıklar ile ağabeycikleri, Turancı Fatihecikler ile Fatihciklere dönüştürdü.
Sağ tarafına katil ruhluları, sol tarafına ise Fet-ul Münafıkçıları aldı.
Katil ruhlularla askeri cephe, Fet-ul Münafıkçılarla kültürel kırım cephesini açtı.
Dedi ki, ordular ilk hedefiniz Kürdistan ileri!
Dedi ki, ey ablacık ile ağabeycikler ilk hedefiniz Kürdistan ve Kürtleri soykırımdan geçirmek. Haydi ileri!
Ol zaman, git zaman Sarışın Fatihe’nin hikayesi aşina oldu.
Bizim dışımızdakiler için böyle oldu.
Zira bizim için baştan aşinaydı.
Sarışın Fatihe’den biraz sarışın Fatih’e gelelim.
Halkımızın Katil Q…doğan dediği, Azam-ı Vezir’den bahsediyorum.
Heybeden çıkan zatı muhtereme, devletlu neopadişahtan bahsediyorum.
Kürdistan’ın, yeni fatihinden bahsediyorum.
Hani Azam-ı Vezir olmadan önce, icazet almak için gidip kendi kabesi ABD’ye yüz sürmüştü ya.
Süklüm büklüm bir vaziyette yeter ki emredin, ne emrederseniz emredin, amadeyim demişti ya.
O gün bugün derken olu verdi Azam-ı Vezir.
Çıktı Kürdistan seferine.
Oldu Kürdistan Fatihi.
HPG çatışmasızlık sürecine riayet ederken, Azam-ı Vezir savaş diyor. İşgale devam diyor.
Kürtleri kültürel soykırımdan geçiren Fet-ul Münafıkçı ablacıklar ile ağabeycikleri “akıncılar” diyor.
Açıkça Kürdistan’daki hem askeri işgal ve hem de kültürel soykırımı itiraf ediyor.
Askeri işgalin planlayıcıları ile destekçilerinden İsrail Siyonizmi ile olan stratejik birliğini de şu sözlerle Kütahya’daki konuşmasında açıklıyor:
“Biz Türk milletinin çıkarına olan antlaşmalara imza atıyoruz. İsrail ile yaptığımız antlaşma da gizlilik kaydı var. Bu nedenle açıklayamıyoruz” diyor.
Milletlerin çıkarları gizli değildir. Eğer bu antlaşmada Türk milletinin çıkarı varsa açıklasınlar, halkta onları alkışlar. Demek ki, Türk milletinin bu antlaşma da hiç bir çıkarı yok.
Demek ki, bu antlaşma Kürdistan’ın işgal edilmesi ve Kürtlerin soykırımdan geçirilmesi temelinde Türk-İslam Siyonizmi-Türk Irk Rejimi- ile İsrail Siyonizmi arasında imzalanan bir antlaşmadır.
İsrail bunun güvencesini alarak, Katil Q…doğan’ın Azam-ı Vezir olmasına onay vermiştir.
Karşılığında, Serxet ile Bınxet’deki Kürdistan topraklarını, parça parça Türkiye’deki Yahudi şirketleri vasıtasıyla almaktadır. Azam-ı Vezir’in GAP GAP diye avaz avaz bağırdığı projenin özü budur. Özü Kürdistan’ın, İsrail’e satışa çıkarılmasıdır.
İşgalci ve soykırımcı güçler-Türk-İslam Siyonizmi ile İsrail Siyonizmi- deq u dolaplarla Kürdistan’ın işgalini sürdürmek istedikleri için, Katil Q…doğan aralarındaki antlaşmayı açıklamıyor.
Açıklayamıyor, çünkü Azam-ı Vezire verilen bir misyon var.
Bu misyonu veren, İsrail ile ABD’dir.
Çiller’in CIA’daki kodu “İstanbul Gülü” çıktı.
Erdoğan’ın CIA ile MOSSAD’da ki kodu “Kürdistan Fatihi” çıkarsa hiç şaşmayın.
Eğer böyle değilse Azam-ı Vezir’in bu kadar savaşta ısrar etmesinin nedeni nedir acaba?
Eğer böyle değilse Azam-ı Vezir çoktan KCK’nin başlattığı eylemsizlik sürecine olumlu cevap verirdi.
- Ayrıntılar
Yoğun tartışmalar oluyor ama öyle tartışmaların enine boyuna derinliğinden bahsetmek pek de mümkün değil. Hala işin püf noktası yakalanmış değil. M. Ali Birand iyi hatırlar; Önderliğimizle 1988’lerde yaptığı röportajda Önderliğimizin ısrarla gelinen bugünkü noktadakinden çok daha ileri düzeydeki projeleri üzerindeki tartışmaları daha o zaman kendisiyle nasıl yürüttüğünü kendisi iyi bilir. Daha 1988’lerde diyorum. Silahlı olarak mücadelenin yaşandığı ilk yıllar. Daha o günlerde Önderliğimiz sorunun çözümünü açık bir şekilde M. Ali Birand’la tartışmıştı. Çözüm yönündeki adımların nasıl atılması gerektiğini kendisine belirtmişti. Sonraki yıllar Güneri Civaoğlu, Cengiz Çandar ve diğerleri birer birer gidip Önderliğimizle görüştüler, Önderliğimiz ısrarla bugün de tartışılan çözüm önerilerini dile getiriyordu. Bu bahsettiğimiz kişiler birileri adına gidiyorlardı, -halk adına kesinlikle değil- ama neyi tartıyorlardı, biçiyorlardı onu onlar daha iyi bilir. Hesap kitapları da tartışma götürür, ortadadır.
Duymak istemeyen kulak duymaz, görmek istemeyen göz görmez. Devlet bu önerilere yanaşmadı. Bu aydınlar(!) da devletin görüşlerinde karar kıldılar ve PKK karşıtı bir mücadele içerisinde oldular. Bu aydınların daha o zaman şunu bilmeleri ve bir aydın onuru gereği PKK’nin gerçekten bir Türkiye’nin Demokratikleştirilmesi hareketi olduğunu kavramaları gerekiyordu. Neden gerekiyordu diye sorulursa cevabı hiç de zor değil, bu bahsettiğimiz kişiler toplum nezdinde aydın olarak biliniyorlar (değillerse itiraf etsinler, halkı kandırmasınlar, ne için kim için çalıştıklarını belirtsinler) ve bu aydınların da devlet için değil halk, halklar için aydın onuru gereği yerine getirmeleri gereken görevleri vardır da ondan.
Bu nasıl olacak aydınlık görevlerini yerine nasıl getirecekler? Gölge etmeyin yeter de denilebilir bunlara ama yine de bir ihtimal deyip bazı şeyleri belirtmek istiyorum; öncelikle bir bakış açısına kendilerini kavuşturmaları gerekiyor ki; herkesin tarihi fırsat olarak değerlendirdiği tarihi zorunluluk olan bu sürece bu aydınlar da cevap olabilsinler.
Dosya hazırlayanlar, projeler sunanlar boy boy televizyonlarda, gazetelerde. Bir bakış açısından uzak, kendilerince bir mantıkla sürecin dışında da kalmak istemiyorlar. Tartışsınlar, onlar da sürecin dışında kalmasınlar, herkes sorunun çözümü yönünde elinden ne geliyorsa onu yerine getirsin, bu bir kutsal görev ama bu, böyle bakış açısından yoksun bir şekilde olmuyor tabi.
PKK’nin çıkış koşullarına bir bakalım:
Türkiye’nin genç beyinleri, tam bağımsız bir Türkiye ve Kürt ve Türk halklarının kardeşliği için mücadele eden Denizler idam edilmiş, 12 Mart Muhtırası verilmiş, Demokratik Türkiye için var olan dinamikler etkisizleştirilmekte, o dönemki tabirle anarşist ilan edilmekteler. Devlet her tarafı kaosa boğmuş. Ortalığı kasıp kavurmak için istihbaratlar ortalıkta cirit atmakta. Türkiye ona buna peşkeş çekilmekte. Tabii bu duruma dur diyecek kimselerin de çıkmaması düşünülemezdi.
Çubuk barajında böyle bir gidişata dur demek için bir grup devrimci demokrat ortaya çıkacaktı. Türkiye’yi kendi halkına faşizm uygulayarak ona buna peşkeş çekenlerin dışında herkesin sahip çıkması gereken bir grup. Öyle olmadı, askeri, siyasi darbeler üst üste getirilerek toplumun tüm kesimleri teslim alındı. Sosyalizm için, halkların kardeşliği için, halkların refahı için bu grup, Türk ve Kürt aydın gençlerinin öncülüğünde, 1978’de partisini kurdu. Gelişen Maraş katliamına, Çorum katliamına, halkın yurtsever devrimci gençlerinin kıyımına ve ayak sesleri duyulan 12 Eylül’e bir cevaptı bu grup ve partileri.
Çokça bahsedilen, şiddeti de ele alırsak; devlet gül uzatmamıştı ki sen de gül uzatasın.
PKK 15 Ağustos 1984’de silahlı mücadeleye başlamamış olsaydı, adama sorarlar; Kürtler, Kürtlerin yasaklanmış, hatta yok sayılmış hakları kimin gündeminde olacaktı? 10000 yıllık tarihi olan bu halkın 1500 yıllık bugünkü yaşadıkları topraklarda bir etnisite kimliği var.
Bin beş yüz yılın asimile edemediğini elinde bulundurduğun devlet ve kurumları ile (beyaz Türklerle) beyaz terör uygulayarak asimile edeceksin? Tabi birileri çıkar ve dur be arkadaş senin yaptığın yanına kalır mı diye sorar? (arkadaş diyorum tarih boyunca Malazgirt’ten tutalım Çanakkale’ye kadar bu halk sana arka çıkmış, senin yanında olmuş) Göz göre göre otuz milyonluk halkı insanlık arenasından sileceksin, senin hiç mi vicdanın yok, der.
Ki denilen de odur. 15 Ağustos 1984 de budur. Bu halk vardır, siz isteseniz de istemeseniz de vardır demenin adıdır. Önderliğimiz Abdullah Öcalan da, partimiz PKK de bunun ideolojik, siyasi, askeri, kültürel savunma gücüdür. Kürt halkının entelektüel birikimidir. Onlarsız çözüm düşünülemez.
Bugün tarihi fırsat denilen süreç de tüm tarihiliğini 15 Ağustos 1984’e borçludur. Onun Önderliğine, öncü partisine borçludur. Eskiden olduğu gibi “terörist - elebaşı” gibi kavramları kullanarak çözüm paketleri sunmak ucuz bir yaklaşımdan öte bir şey değildir. Onun için öyle terörün başladığı tarih değil de, Türkiye’yi demokratikleştirme mücadelesinin başladığı tarih olarak ele almak, onun Önderliğini de, partisini de Türkiye’yi demokratikleştiren Önder ve Öncü parti olarak ele almak en doğrusu olacaktır. Tabi bunu kabullenmeleri zor olacak, mesele gurur meselesi, kurtarmaları gerekiyor bu demokrat aydın kesimlerin kendilerini bu pis, kaybettiren gururdan. Bir şey doğruysa doğrudur, doğrunun karşısında kimse duramaz. Özeleştiri vermek zor gelmesin kimseye, bu halk bütün çektiği acılara rağmen affedicidir, büyüktür.
Bugün gelinen bu noktada eğer bazıları bazı dosyalar yine hazırlamakta ise; sorunun, Türkiye’deki sorunun en temel sorunun Kürt Sorunu olduğu en üst ağızlardan seslendiriliyorsa PKK’nin yürüttüğü Türkiye’nin demokratikleştirilmesi çabası olduğudur. Hani derler ya; bak şu konuşana. Aslında konuşana değil konuşturana bakmak demek gerekiyor. Türkiye’nin geleceği açısından, Türkiye’nin demokratik bir ülkeye dönüşmesi açısından bu konuşanlardan çok onları konuşturan PKK’nin, onun önderliğinin demokratik bir Türkiye için yürüttüğü olağanüstü entelektüel ve pratik çabalara bakmak gerekiyor. Ve bu biçimi ile ki eğer bu tartışmaları yürütenler söylediklerinde ciddiyseler Önderliğimiz Abdullah Öcalan’ın ve partimiz PKK’nin çözüm önerilerine kulak asmak zorundalar. Ki ancak bu biçimiyle polemiksiz, sağlıklı, hiçbir güce kendini dayandırmadan, hiçbir güçten medet ummadan çözüm projeleri geliştirebilirler.
Biliniyor belki ama yine de tekrarlamak istiyorum;
İlker Başbuğu gibiler gidip Amerikalardan savaş naraları atıyorlar. Kan diyorlar, savaş diyorlar.
Savaş acıdır; kandır, anaların gözyaşıdır, yürek yangınıdır. Ahkam kesenler yeter ki kendilerine ciddi olsunlar, yoksa bu yangını söndürmek zor değil.
- Ayrıntılar
Bütün mücadele, direniş, isyan ve büyük savaşlardan sonra, direk savaşan taraflar bir şekilde ya barışırlar ya görüşmelerde bulunurlar; ya akın kanın durdurulması noktasında girişimlerde bulunurlar ya da bir tarafın tümden imhası veya yenilgisiyle de sonuçlanabilir. Her ne kadar sonuç bu olsa bile, sürecin kendini bu düzeye getirmesi için, on binlerce kişi bu savaşlarda ya şehit düşer ya da ölür.
Ne yazık ki, sözde yazar ve aydın geçinen demokratlar dahi devletin ordularını yere göğe sığdırmakla kalmayıp, kutsal sayarlar ve devlet ordularının geliştirdiği her türlü vahşi saldırıları haklı gösterme çabasında olurlar. Ama sıra halkın savunmasını yapan güçlere geldi mi, onların bir hakkı kalmıyor ve kendisinin ve halkının savunmalarını yaptıklarında da, “terörist” olarak ilan ediyorlar.
Buna karşın Kürt halkı, onlarca defa özgür yaşam için işgalcilere karşı sürekli baş kaldırmış ve dönem dönem sessizlik ve sinme dönemleri olmuşsa da, hiç bir zaman mücadeleden vazgeçmemiş ve köleliliği kabul etmemiştir.
Şimdi Kürt Özgürlük Hareketi, PKK öncülüğünde dört devlet arasında bölüştürülmüş Kürdistan’ın özgürlüğü için otuz yıldır bir mücadele ve direniş içerisindedir. Bizim yürüttüğümüz bu mücadele, bizim verdiğimiz bu bedeller ve bizim barış için attığımız bu adımlar hangi düşman güç karşısında verilmiş olsaydı, bir şekilde bu kadar kan dökülmeden bir çözüm gelişmiş olurdu. Ama senin karşındaki düşman Türk, Fars ve Arap olursa ve iradeleri başkalarının elindeyse ve sömürgeci ve emperyalist güçlere karşı el pençe duruş sergiliyorlarsa, durum çok farklı bir seyir izliyor. Çünkü Türklük, Farslık ve Araplık ne kendi adına savaşabiliyor ne de kendi adına barışabilecek iradeyi gösterebiliyorlar. Halk olarak devlet olarak hiç bir zaman kendi öz iradeleriyle hareket etme becerisini gösteremiyorlar.
Örnek mahiyetin de Türkiye’ye bakarsak, Cumhurbaşkanı Arap, Başbakanı Arnavut ve Genelkurmayı ise Yahudi’dir. Durum bu ise, onlar için binlerce gencin ölmesi, vatanın viran olması, satılığa çıkarılması ve ekonomin çökmesi ile halkın aç kalması önemli değildir. Çünkü kendilerine ait bir şey yoktur. Yine onlar için yüzyıllar boyunca yaşamış halkların birbirini boğazlaması da önemli değildir. Yeter ki efendilerinin çıkarları korunsun, kapitalistler karlarına kar katsın.
Kürt Özgürlük Hareketi Önder Apo öncülüğünde, kalıcı bir çözüm ve kanın durması için ’93 yılından bu yana her türlü adımı attı, her türlü fedakarlığı yaptı ve halen de yapmaya devam ediyor. O zamanda da kan politikası güden ve emperyalizm güdümlü Ergenekon-JÎTEM benzeri oluşumlar, sürece engel oldular. ’99 yılında Önder Apo’nun bunca çaba ve fedakarlığına rağmen, bütün gerilla güçlerimizi sınırların dışına çekmemize rağmen, anlaşıldı ki süreç bir oyundan ibaretmiş ve özgür Kürtlüğü yok etmekten başka amaçlarının olmadığı açığa çıktı. Bugün de Kürt Özgürlük Hareketi tarafından bedel verilmesi göze alınarak, çözüm için ısrarla adımlar atılıyor.
PKK, Kürt ve Kürdistan’ın özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadeleye başlarken, Kürtlük adına hiç bir şey yoktu. Ne isim, ne kimlik, ne dil, ne vatan, ne onur... Her değer ayrı ayrı ayaklar altında çiğnemiş ve bu çiğnenenin de üstü betonlaşmıştı. Bunları bir tarafa bırakalım, Kürtler insan olarak sayılmazdı.
Ama 30 yıllık mücadeleden sonra, az çok herkes Kürtlerin soykırımlarla, asimilasyon politikalarıyla, sürgün ve tehcirlerle bitirilemeyeceğini görmüş ve anlamıştır.
Şimdi yeni ve farklı bir süreç başlamış durumda. Alışık olmadığımız açıklamalar devletin sözde tepesinden yapılıyor. Tabi bu sürece kolay gelinmedi. Öyle kendiliğinden olan bir süreç de olmadı. 2008 yılında işgalci Türk sisteminin elinde tek bir koz kalmıştı. Medya Savunma Alanlarına saldırıp bu işi bitireceğiz diyorlardı. O da denendi ve bir gerekçe daha denenmiş oldu. İşgalci TC sistemi arkasına hemen hemen dünyanın tüm siyasi ve askeri gücünü elinde bulunduran ABD, İran ve İsrail gibi güçleri alarak, hep o övmekle bitiremediği Mehmedok ordusuyla Zap’a girmeye çalıştı, ikinci gün nasıl kendimi kurtarırım telaşına kapıldı ve ancak bir haftada kendini kurtarabildi. Sonrasında Kuzey Kürdistan’daki yerel seçimler de bu durumu daha pekiştirdi. Bir de halkın sürekli serhildan hali, bugünleri yarattı. Yok sayılan bir halk ve bir dil, bir şekilde sistem tarafından amaçları ne olursa olsun kullanmaya mecbur bırakıldı.
Bu süreç nasıl anlaşılmalı ya da nasıl yaklaşmalıyız.
Apocu hareketin, felsefesi ve ideolojisinde kanın dökülmesi yoktur. Eğer 30 yıldır on binlerce asker öldürülmüşse ve buna karşın on binlerce şehit vermişsek, bu mecbur bırakıldığımız içindir. Onun için kanın dökülmemesi için ne gerekiyorsa, hareketimiz tarafından yapılır. Her türlü fedakarlık yapılır ve yapıyoruz. Düşmanın her türlü olumlu açıklama ve girişimlerine değer veririz. Çünkü bizim için önemli olan kanın durmasıdır.
Ama bazı akıllı geçinen aydın ve yazarlar, her şeyi bizden bekliyor. Aylardır çatışmaya girmemek için onlarca şehit veriyoruz, bunu yeterli görmeyip, “silah bırakmazsanız olmaz, sınırların dışına çekilmeniz lazım vb.” tasfiyeci ve hiç de iyi niyetli olmayan çağrılarda bulunuyorlar.
Biz de sistemin öyle kendiliğinden değişeceğini beklemiyoruz. Dokuz adım atmamız gerekiyor ki, sisteme bir adım attıralım. Yalnız kimse kusura bakmasın, ne teslim oluruz, ne onurumuz olan ve halkımızı savunduğumuz silahlarımızı bırakırız. Ha eğer Türk, İran ve Suriye orduları silahlarını bıraksalar ve Kürdistan’daki işgale son vereceklerse, o ayrı bir konu. O da olamayacağı için, bir kere içinde silah bırakma, dağları terk etme vb. ne olursa çözümsüzlüktür. 30 yıl savaştık, bir 30 yıl daha savaşırız. Tabi o zamanda, öyle gelin beraber yaşayalım ya da birbirimizi affedelim de demeyiz. O zaman da beraber yaşama ve karşılıklı affetme de kalmaz.
Kimse bu süreçte, “Acaba gerilla ne yapacak, silah bıraksalar olmaz, bu düşmana güvenilmez öyle bir şey yapmayın vb” kaygıları olmasına gerek yok. Çözüm için iğne ucu kadar bir adımı değerlendiririz, ama İlker Başbuğ’un açıklamasında dediği gibi; bulup imha ederiz filan bêvan sözlere de karnımız tok. Zaten yıllardır yapılanda bu.
Gerilla güçleri olarak, her zamandan daha güçlü ve birlik halindeyiz. Halkımız her zamandan daha güçlü kendini savunuyor. Askeri açıdan teknik ve taktik olarak, sistem ordularını bozguna uğratacak güçteyiz. Katılımlar kesintisiz devam ediyor. Ve biz bu dağlara emziklerle ve gözyaşlarıyla savaşa sürülen Mehmedciklere av olmak için de çıkmamışız.
Onun için, halkımız kaygılanmasın, her baharın bir sonbaharı vardır, her Temmuz’un bir Ağustos’u vardır. Barış için konumlanırız, ama kendimizi koruyup, gerektiğinde bizi yok etmek isteyenleri de yok ederiz. Halkımızın bundan hiç şüphesi olmasın.
- Ayrıntılar
Barışa giden yol her zaman çetrefillidir. Bin yıllardır insanoğlu barıştan ziyade savaşla uğraşır hale getirilmiştir. Komünal yaşama karşı saldırıya geçerek egemenliği eline geçiren eril zihniyet, ortakçı yaşamdan uzaklaşarak aşırı bencil bir yaşam geleneği yaratmıştır. Bu ise çatışkının esas olduğu bir zihniyet yapısını yaratmıştır. Doğru olan uyum iken uyum oportünistlik olarak ele alınmış, uyumsuzluk yani çatışkı ve savaş ise olması gereken olarak puan toplamıştır. Başka bir deyimle güç her şey olmuştur. Gücü elinde bulunduran iktidar olmuş, iktidarı elinde bulunduran ise kendini hükmettirerek düşündüğünü kendi çıkarları temelinde uygulatmıştır ya da uygulatmaya çalışmıştır. Yukarıda dile getirdiğimiz mevcut durum esasen bir sapmayı ifade ediyor. Sapma, bir doğru olarak hatta tek geçerli yöntem olarak bugün benimsenir olmuştur.
Kürt özgürlük mücadelesi bu sapmayı düzeltmek için uzun yıllardır en sert mücadeleye göğüs germeyi göze almıştır. Bu uğurda en seçkin Kürt evlatlarını uyumun yaratılmasının bedeli olarak kaybetmiştir. En zor olan yaşama dağların doruklarında yıllardır tahammül etmektedir. Adeta etini dişine takarak bir yaşam direnci göstererek sapma olanı düzeltmeye çabalıyor. Bu çabasını sürdürmeye devam da edecektir.
Sapılmışlığı düzeltmek dediğimiz gibi ciddi bedel ödemeyi gerektirir. Ve bunun bedeli çok ağır da olsa verilmiştir. Varılması gereken yere ağırlıklı olarak varılmıştır. Sapmanın nerede başladığını herkese göstermiştir. Ve doğru olanın ne olması gerektiğini de herkese göstermiştir. Kürt gerillasının silaha sarılma gerekçesi geçmişte de siyasaldı bugün de siyasaldır. Silah bir siyasal araç olarak rolünü yeterince oynamıştır. Artık silahın yani şiddetin yapacağı çok az şey vardır. Zorunlu olmadıkça silaha başvurulmayacağı da açığa çıkmıştır. Kaldı ki TC’nin tüm baskı, ezme, yok etme girişimleri hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Kürdistan coğrafyasında Kürt gerillasını alt etmek mümkün değildir. Bugün PKK’dir, bu başka bir güç de olsa biraz doğru gerillacılık yaparsa bu yine böyle olacaktır. Kürdistan coğrafyasında her türlü gerilla çalışması yenilmezdir.
Bu altın değerinde sonuca ulaşılmışsa yapılması gereken hızla uyumu yaratacak olan adımları atılmasına geçmektir. Uyum için ne kadar bedel gerekiyorsa o bedelde verilmelidir. Kürt özgürlük hareketi uyumu yaratabilmek için tek taraflı olarak çatışkıyı durdurmuştur. Çatışmasızlık kararı alarak silahları pasif konuma getirmiştir. Ve silahların çok devreye girmemesi için çağrı üzerine çağrılar yapmaktadır. Türk ordusu kışlalarından çıkmadıkça silahlar konuşmayacaktır, Türk ordusu gerillaya saldırmadıkça gerilla saldırmayacaktır.
Şunu hemen belirtelim; Kürt gerillası uyumu yaratma çalışmasında üzerine düşeni yapacaktır. Ancak uyumu sağlayacak tek güç gerilla değildir. Gerilla kendi cephesinde aktif rol oynayabilir. Bir katalizör olabilir. Ancak katalizörler doğru materyal olmadıkça bir yere kadar rol oynayabilir, ilerisine götüremeyebilir. Örneğin benzin de çok aşırı kurşun varsa bunu arındırmak katalizör için çok zor olabilir. İşte o zaman yapılması gerekenin eğer kurşunsuz benzin kullanmak istiyorsak ona uygun maddenin olması gerekir.
Bugün Türkiye’de uyumu yaratmak için her türden maddenin olduğunu söylemek zordur. Çok değerli aydınlar görüş sunuyorlar. Yol gösteriyorlar. Kimisi bizi eleştiriyor, belki kimisi haklıdır da. Kimisi haksız da olabilir. Bunlar kıyamet sorunlar değildir. Yeter ki uyumu yaratacak beyin çalışması yapılsın. Tarihi fırsat deniliyor. O zaman tarihi fırsatlara denk bir çalışma içerisinde olmak insanım diyen herkesin görevi olmalıdır. Ve kaldı ki böylesine süreçleri aşmak için hazır reçeteler yoktur. Çok sayıda düşünce, öneri, görüş her zaman olacaktır. Bazıları ayrıksı da olabilir. Benimsenmeyebilir de. Ancak her konuyu enine boyuna tartışmaya açık olmak böylesine zorlu süreçleri aşmaya destek sunacaktır.
Gerilla cephesi bunu yapıyor. Belki daha fazlasını da yapacaktır. Ancak temel bazı hususlarda hassasiyetini koruyor ve koruyacaktır. Gerilla olmak siyasal bir tercih olarak seçilen bir yoldu. Ve bu yolun halen gerekçeleri vardır. Öyle kızarak dağa çıkan, daralmış, yol bulamamış ve kandırılmış gibi havalara kapılarak yorumlara gitmek sadece ve sadece rencide edecektir ki bu hiçbir zaman tarihi fırsata destek sunmayacaktır. Diğer önemli bir hassasiyet adeta dikkate almayan, tanımayan, yokmuş gibi yaklaşan durumlar olacaktır. Bugün gerilla Kürt halkının bağrına yerleşmiş en kutsal yapılanmadır. Siz Kürdistan’da gerilla olmuşsanız bu halkın yüreğinin-evinizdeki değeriniz ne olursa olsun-derinliklerine direk nüfus etmiş olursunuz. Bu gerillaya katılan bireylerle bağlantılı bir durum değildir. Bu gerillanın Kürdistan’da yarattığı Kürt ulusal dirilişi ile bağlantılı bir durumdur. Gerilla yeni bir kültür yaratmıştır. O da kimseye boyun eğmeyerek kendine güvenme kültürüdür. Bugün bu kültür 5 yaşındaki Kürt çocuklarına dahi aşılanmıştır. Pısırık olandan korkusuz bir yapılanma yaratılmıştır. Ve bu güzel de olmuştur. İşte bunun için gerilla demek Kürt halkın ruhu demektir. Bu ruhu görmeden yaklaşım göstermek ciddi yanılgılara götürür.
Sonuç olarak; gerilla sürece katkılarını sunmaya devam edecektir. Kendi yanlışlarını tartışmaya da açık olacaktır. Uyumu yakalamak için birçok kırmızıçizgisini de aşabilecektir. Ancak tarihi bir sürecin sadece bir tarafın yürütebileceğini sanmak çok büyük bir gaflet olacaktır. Bunun içinde bu sürece gelmeyen güçleri bu uyum sürecine çağırmak herkesin görevi olmalıdır. Sadece çağırmak değil sürece katmak temel bir hedef olmalıdır.
- Ayrıntılar