Çokça sarf edilen bir söz vardır: “bağcıyı mı dövmek yoksa üzümü mü yemek” diye.
İnsanoğlu eğer normal ölçülere göre yaşıyor ise yani toplumsal bir varlık olarak refleks gösteriyor ise yapacağı iş üzüm yemek olacaktır. Yani bağcıyı dövmeyi hedef olarak belirlemek toplumsallığımızın dışında bir yaklaşım olmaktadır.
Sözü çok uzatmadan doğrudan meseleye girelim. CHP tamamıyla bekçiyi ve bağcıyı dövmeye dönük endekslenmiş özel bir devlet partisidir. Öyle ki toplumsal ilişkilenmeleri normalleştirecek en küçük adımları bile her zaman bloke eden gerici bir güç olmaktan bir türlü kendisini kurtaramamıştır.
CHP’nin tarihsel köklerini inmeyeceğiz sadece yıllar yılı CHP’nin; basiretsiz, çapsız ve de eskilerde bir yoldaşımızın deyimiyle kabız yani tıkanmış kişiliği olan Deniz Baykal ile ne kadar da çok zaman fuzuli harcandığını hep birlikte yaşadık. En küçük gelişmeye sert refleksler veren, sosyal demokrat olması gereken bir CHP’yi ne kadar MHP’ye yaklaştırdığını ya da yakınlaştırdığını da hep birlikte görmüştük. Adeta bir NSDAP’ye dönüşen CHP bunun için uluslar arası zeminlerde artık sosyal demokrat görülmek yerine milliyetçi hatta ırkçı bir parti olarak algılanmaya başlanmıştı.
Ancak o dönemlerde CHP’nin belki de en negatif durumu sorunlara çözüm üretmekten ziyade sorunları derinleştiren, sorunların çoğalmasına ve büyümesine yol açan ve tahrik eden bir unsur olmasıydı.
CHP el değiştirdi, kimine göre artık bu gerilim siyasetini terk edecekti. Ne de olsa başına hem alevi hem Kürt hem de Dersimli birisi getirilmişti. En azından alevi, Kürt ve Dersim sorununa bir pozitif yaklaşım sergileyecekleri beklendi.
Ne var ki ilginç bir şekilde Dersim katliamı için “eğer literatürde böyle bir özür dileme varsa özür diliyorum” diyen Akepe oldu. Hem de Sünni, muhafazakar dindar ve hem de tekçi bir zihniyete sahip olan bir Akepe’nin başındaki şahıs.
En son Hüseyin Aygün’ün 1930’larda Dersim’de halkın doğal lideri olarak öne çıkan, 7 arkadaşı ile birlikte asılan, üstelikte o dönem TC devlet ile görüşerek sorunu bitirmeye dönük gittiği Erzincan yolunda güya “yakalanarak” daha sonra idam edilen Seyit Rıza’nın itibarının geri iadesine dönük bir öneri sunmuş. Bu öneri CHP’den geçse meclise gelecek. Mecliste ise büyük bir ihtimalle yaşanan gergin ortamın yumuşatılmasını için kabul edilecek ve belki de Kürtlerle TC devletinin yaşadığı sorunlar biraz da olsa gerilim dozajını düşürecek.
Ama CHP toplantısında bu önerinin ret edildiğini öğreniyoruz. Sadece ret edildiğini öğrenmiyoruz aynı zamanda birçok CHP’linin ekranların başına geçerek bu alınan utanılası kararı savundukları ve hatta çok pişkince “CHP yani partiyi de düşünmemiz” gerekir diye tarihte olup biten faşizan uygulamaları harfiyen savunduklarını görüyoruz.
İlginçtir ancak CHP’nin başında yenilikçilik, sorunların çözümü için projeler üreteceğini söyleyerek gelen bir alevi, bir Kürt ve bir Dersim’li var iken bunlar olup bitiyor.
Başka bir durum ise Kürtçe’nin anadilde eğitim dili olmasına dönük CHP’nin gösterdiği yaklaşımdır. CHP’nin başındaki kişi “bunun çok erken olduğunu, alt yapı hazırlıklarının eksik olduğunu” gerekçe göstererek karşı çıkıyor.
Tekçi bir parti olan Akepe oy kapmak içinde olsa en azında 2023 vizyon kitapçığına bu yolu açmış gibi yapmışken sözde sosyal demokrat, sözde yenilikçi ve sözde “bu sorunun çözülmesi için herkes elini taşın altına koysun” diyen bir CHP bunu bile yapmıyor. Bunun çok çok gerisinde tamamen bir nasyonalist çizginin dışına bile çıkmıyor.
Sözü çok uzatmadan artık özelde aleviler ancak genel olarakta Kürtler ve tabii ki Dersimliler bu CHP’yi görmeleri gerekiyor. Kılıçdaroğlu’nun sadece ve sadece bir kılıç artığı olduğunu artık görerek CHP’yi Dersim’de çıkarmaları gerekiyor. Artık CHP Dersim’e girmemelidir.
Hatırlayan bilir hem de geçen yıl sözde alevi, sözde Kürt ve sözde Dersimli olan bir Kamber Genç kendilerinin öz be öz Türk olduklarını söylemişti.
Şimdi işte bu öz be öz Türkler egemen Türklerin işini yapmaya devam ediyorlar; ancak bu kez bir alevi olarak, bu kez bir Kürt olarak, bu kez bir Dersimli olarak bu kirli siyaseti uyguluyorlar.
Artık bu durumun görülmesi ve bu yeni faşizan Kemalist yaklaşımlara karşı tüm Alevilerin, tüm Kürtlerin ve de tüm Dersimlilerin ortak cephe alması gerektiği açıktır.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
PKK resmen kuruluşunun otuz beşinci yılına giriyor. Beş yıl da öncesindeki Önderliksel doğuş süreci var. Bu boyutuyla da Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin kırkıncı yılı yaşanıyor. PKK’nin otuz dördüncü kuruluş yıldönümü her alanda coşkuyla kutlanıyor. Kutlamalara yaşanan topyekûn direniş seferberliği damgasını vuruyor. Önderlik direniyor, halk direniyor, tutsaklar direniyor, demokratik siyaset direniyor, gerilla direniyor. “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük ve Kürdistan’a Statü” direnişinin otuz beşinci parti yılında da seferberlik düzeyinde devam edeceği anlaşılıyor.
PKK’nin otuz dördüncü yıl direnişinin en ilgi çeken yönünün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın duruşu olduğunu şimdi herkes daha iyi anlıyor. Gerektiğinde geri çekilip adeta kendini kaybettirmek, siyasal mücadelede pek sık görülen bir tarz olmuyor. Bir daha geri dönmeme riskini içinde taşıyor çünkü. Önder Abdullah Öcalan otuz dördüncü yılda işte böyle çok riskli bir siyasal mücadele tarzını uygulamış bulunuyor. Sonuçta kazananın Kürt Halk Önderi olduğunu şimdi herkes kabul ediyor. Otuz dördüncü yılın riskli mücadelesini Önder Abdullah Öcalan kazanmış bulunuyor.
PKK’nin otuz dördüncü yıl mücadelesine gerilla direnişinin damga vurmuş olduğunu herkes açıkça görüyor. Birçok çevrenin aksini düşünmesine ve “Silahlı mücadele dönemi geçti” demesine rağmen, 2012 yılındaki gerilla direnişinin PKK’yi Kürdistan ve Ortadoğu’nun en etkili siyasal aktörü haline getirdiğini şimdi herkes kabul ediyor. Tabi bu sonuç kolay ve bedelsiz elde edilmemiştir. Tüm bu özgürlükçü kazanımların yaratıcısı sayıları yüzleri bulan kahraman şehitlerdir. Kürdistan Özgürlük Hareketi ve halkı en büyük ve zorlu mücadele yıllarından birini yaşamıştır.
PKK’nin otuz dördüncü yıldönümüne damgasını vuran ise zindanlardaki özgürlük tutsaklarının yeni bir ideolojik zafer kazanan açlık grevi direnişleri ve bu direnişlerde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rol olmaktadır. Şimdi herkes bu büyük sonucu ve ortaya çıkan yeni durumu tartışmakta ve anlamaya çalışmaktadır.
AKP faşizmi tarafından zindanlara doldurulmuş olan Kürt tutsakların 12 Eylül günü başlatıp atmış sekiz gün sürdürdükleri açlık grevi direnişi, kelimenin tam anlamıyla mevcut gidişata etkili bir müdahale olmuştur. Arkasına gerilla ve halk direnişinin yarattığı büyük birikimi alan son zindan direnişi, AKP faşizminin maskesini iyice düşürerek Kürt halkının özgürlük taleplerini dost-düşman herkese duyurmuştur. Son derece haklı ve meşru zeminde geliştiği için de, bir avuç faşist-soykırımcı dışında hiç kimse tarafından reddedilememiştir.
1980’den beri PKK’li tutsakların geliştirdiği üçüncü büyük zindan direniş dalgası olan bu son direniş de, önceki ikisi gibi tam bir zafer kazanmıştır. “Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın Özgürlüğü için son nefese kadar direneceği” bir kez daha herkese gösterilmiştir. Kürt direnişinin temel karakteri olan bu irade ve kararlılığın ortaya konabilmesi, zindan direnişinin büyük zaferini ifade etmektedir. Bu temelde “Önder Abdullah Öcalan’ın ve Kürdistan’ın Özgürlüğü” artık garantiye bağlanmış olmaktadır. Gerisi kazanılmış ideolojik zafer temelinde gereken siyasal ve askeri başarıları elde etmek olacaktır.
Zindanlardaki açlık grevi direnişinin sona erdirilmesinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın oynadığı rol, herkes için çok önemli bir siyaset dersi olması yanında, Kürt halkının özgürlük iradesinin ortaya konulması bakımından da çok büyük bir anlam ifade etmiştir. Kürt halkının ondört yıldır söylediği “Barışın elçisi İmralı’da” sözünün boş olmadığı bir kez daha görülmüştür. PKK ve Önder Apo üzerine psikolojik savaş güçleri tarafından geliştirilen bütün spekülasyonlar boşa çıkmıştır. Önder Abdullah Öcalan, PKK ve halk olarak Kürt tarafının tam bir birlik ve bütünlük içinde olduğu herkese gösterilmiştir.
Artık hiç kimse Kürtlerin birliği üzerine spekülasyon yapamaz. “Kürtler ne istiyor belli değil”, “Muhatap belli değil” vesaire diyemez. Bu anlamda Kürt tarafı bir kez daha süreci netleştirmiş, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün imkânlarını yaratmıştır. Ama bunun Türkiye tarafından ne kadar değerlendirileceği pek belli değildir. AKP yönetimi “Silahı bırakıp üçüncü ülkelere gitsinler” gibi bildik ve anlamsız sözleri tekrarlamaktan öteye gidememektedir. Hükümet dışı bir demokratik iradenin sürece el koyması gibi bir gelişmede pek ortada gözükmemektedir.
Dolaysıyla PKK’nin otuz beşinci yılının da çok yönlü ve kapsamlı bir mücadele yılı olacağı daha şimdiden anlaşılmaktadır. Bu nedenle hiç kimse yanlış hesap yapmamalıdır. Özellikle Kürtler psikolojik savaşın yalanlarına aldanmamalı, mücadeleci konumdan geriye asla düşmemelidir. Hatta topyekûn direnişi seferberlik düzeyinde yürütülen bir mücadele haline getirmeyi bilmelidir.
Otuz beşinci PKK yılı, içinde ciddi çözüm imkânları taşımakla birlikte, büyük tehlikeleri de taşımaktadır. Bu tehlike özellikle Türkiye açısından ciddidir. Suriye savaşının derinleşme ve yayılma olasılığı gittikçe güçlenmektedir. Son İsrail-Filistin çatışması bunu göstermektedir. Irak’taki gerginlik buna bağlı gelişmektedir. Eğer Suriye’ye dış müdahale olur ve savaş derinleşirse, bunun Irak, İran ve Türkiye’yi içine alan bir bölgesel savaş haline geleceği tartışmasızdır. Kuşkusuz böyle bir savaşın merkezinde de Kürdistan yer alacaktır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Birincisi, savaş herkesi yakacak. İkincisi, Kürt sorunuyla herkes daha fazla oynayacak. Peki böyle bir durumda Kürt sorununu çözememiş, Kürtlerle savaşan Türkiye ne yapacak? Belliki başta yönetenler olmak üzere Türkiye’de yaşayan herkesin aklını başına toplaması lazım. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, “Sıra bize de gelecek” diye bağırmanın hiçbir faydası olmaz. Elbette değişmeyen, statükocu, diktatöryal güçlere tek tek sıra gelecek ve hepsi de devrilecek.
Durum Kürtler açısından da pek parlak değil. Kürdistan’ın Kuzey ve Batı parçasında savaş var. Güney parçasında da eli kulağında. Doğu Kürdistan zaten ince bir çizgide duruyor. Yani dört parça da savaş içinde. Hiçbir parça sorunu çözememiş ve gelecek güvencesine sahip değil. Peki bir bölgesel savaşta bu Kürt duruşu ne kadar etkili olabilir? Fazla etkili olamayacağı, hatta tehlikeleri bile bertaraf edemeyeceği açık. Bazı gelişmeler olsa da, parçalarda ve genelde “Kürt demokratik birliği” yaratılabilmiş değil. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK, Kürdistan Ulusal Kongresinin toplanması için o kadar çaba harcadı. Hepsi de işte bugünleri güçlü karşılamak içindi. Fakat başta Güney Kürdistan Yönetimi olmak üzere bazı çevreler bunu engelledi. Şimdi herkesin bunu görüp engelleri aşar konuma gelmesi gerekiyor.
Halâ zaman tamamen bitmiş değil. Kürdistan Ulusal Kongresi toplanabilir. Kürdistan için ortak bir strateji, her parçaya göre bir tutum belirlenebilir. Kürt silahlı güçlerinin tümü ortak bir komutanlıkta birleştirilebilir. Böylece yaratılan Kürt birliği, Kürtleri sürece güçlü ve etkin katılır hale getirir. Bu da her cephede başarılı olmanın önünü açar ve sonuç yaratır.
Otuz beşinci PKK yılına böyle yaklaşılırsa başarılı olunur ve tehlikeler aşılır. Yoksa tehlike büyük ve ciddidir. Tüm Kürt güçlerini bu bilinçle sürece olumlu yaklaşmaya davet ediyor, özgürlük mücadelesi şehitlerimizin anılarının otuz beşinci yılın tarihi zaferinde yaşanmasını diliyorum!..
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
PKK sadece özgür yaşayanların partisi değil aynı zamanda özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin de partisidir. Boşuna HPG komutanlarından olan Kemal Garzan “PKK özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin partisidir” dememiş.
PKK’yi tanımak istiyorsak, istiyorsanız öncelikli olarak PKK’yle özgürlüğün bağını iyi kuracaksınız aksi taktirde hiçbir şeyi PKK’ye dönük sağlıklı ve isabetli değerlendiremezsiniz.
Kim ne derse desin bu davaya yüreğini yatıranlar kesinlikle zırnık geri adım atmadan yürümesini bilenlerdir. Ve bu yüreği de PKK’nin ideolojisinden ve tabii ki onun önderliğinden aldıkları kesindir. Ve birde bu ideolojinin ve de önderliğin en iyi temsilcileri olan, bu çizgiyi cisimleştiren şehitlerinden almışlardır bu kocaman bükülmez yüreği.
İşte böyle yüreklere sahip olanlar, “Şehitlerimiz kendileri için hiçbir şey istemediler, kişisel taleplerde bulunmayı kendilerine layık görmediler” tarzında aramızda ayrılmadan da böyle yaşayanlardır.
Açıkça belirtelim, dünyanın belki de en yumuşak, en esnek, en uzlaşmaya ve tartışmaya açık, sorunlar ne kadar ağır olursa olsun bunları çözmeye yatkın, kin beslemekten en uzak, aşiretçi ve kan davası gütmekten en fazla nefret eden bu bağlamda da insan yaşamının onurluca sürdürülmesi için en fazla barışa yatkın insanları kesinlikle PKK’lilerdir.
Öyle kimilerinin bellediği gibi yakıp yıkan hiç değildirler. Sekterlik buralarda en fazla ayıplanan ve eleştirilendir. Yine kan davası gütmek buralarda sadece eleştiri konusu edilmez aynı zamanda horlanır, ilkellik olarak görülür. Buralarda bağcı dövmek yoktur buralarda üzüm yemek için mücadele edilir.
Evet, ister inanın ister inanmayın PKK dünyada en fazla konuşmaya, tartışmaya, konsensüs sağlamaya açık olan partidir. Ve PKK’lilerde en rahat ve aklıselim temelinde tartışılacak insanlardır.
Dediğimiz gibi öyle söylendiği gibi “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyenler hiç değildirler. Gidin nerede bir PKK’li ya da PKK’ye yakın duran bir birey varsa orada kesinlikle siz sivri bir dil bulamazsınız. Çünkü sivrilik PKK’de zayıflığın bir işareti olarak ele alınır, sivrilik kendisine karşı özgüvensizlik olarak ele alınır. Ve gerçekten de açın bakın nerede sivri bir dil varsa, nerede sekter bir yaklaşım varsa orada kesinlikle bir özgüvensizlik söz konusudur. Başka bir cümle ile ifade edecek olur isek, sivriliğin diğer yönü liberalizmdir yani ilkesiz uzlaşmacılıktır. Bunun da adı özgüvensizliktir.
Evet, PKK’liler dünyanın en konuşmaya, tartışmaya yatkın insanlarıdır. Ve dediğimiz gibi dünyanın en fazla uzlaşmaya yatkın insanlarıdır.
Ancak PKK’lilerin birde hiç kimseye ama hiç kimseye boyun eğmeyen bir özelikleri vardır. Dünyanın topu da gelse bir PKK’li bildiğinden tek bir adım bile geri adım atmaz. Çünkü PKK’liler özgür yaşam dışında tek bir dayatmayı kabul etmezler. Yani “PKK özgürlüğe tutkulu beyinlerin ve yüreklerin partisidir.”
Açın tarihi bakın ne kadar çok PKK’li özgürlüğü için canını ortaya koymuştur. “Yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek” ancak ve ancak özgürlüğe tutku düzeyinde bağlı olmakla sergilenebilecek bir tutum ve davranış olabilir.
Bu bağlamda bağımsız bir kişiliği kendisine esas almıştır. PKK, bağımsızlık ilkesinden asla ama asla yaşamın tüm sahalarında bir milim bile geri adım atmayan bir harekettir. “Bağımsızlığı bir ruhsal, düşünsel duruş, bir tutum, yaşam tarzı olarak ele almış, bir irade olarak görmüştür.”
PKK önderliğinin bağımsızlık ilkesi ve anlayışında: “Özgürlük, özgür yaşam biçimi çok içerilmiş” bir durumdadır.
Ve işte bunun için diyoruz ki PKK Özgür Yaşayanların Partisidir.
Özcesi, Özgürce yaşamak isteyenler bir saniye bile gecikmeden bu özgürleşme zeminleriyle buluşmaya gelin.
Engin Sincer
- Ayrıntılar
“Başarmak dışında başka bir alternatifimiz yok”tur diyor bir HPG komutanı. Ve doğrusu bizde bu HPG komutanına en içten duygularımızla katılıyoruz.
Bugünlerde PKK’nin yeni bir doğum gününü kutluyoruz. Ve doğaldır ki böyle günlerde biraz da olsa bu gerçeklik üzerine konuşulması ve yazılması gerekiyor. Hele birde bu gerçeklik gerçekten de herkesi etkiliyor ise…
“Önder Apo, 27 Kasım’da sadece yenilmez bir parti kurmadı. Yeni bir halk, yeni bir gençlik ve yenilmez bir ordu yarattı.”
Bu yenilmezliğin temel bir nedeni hiç şüphe yoktur ki ortaya çıkardığı inanç değerleriyle bağlantılıdır. Ancak bu inanç değerlerini yaratabilmek içinde başarıyı getirecek olan şartları yaratmaktır. Başka bir deyimle, “başarmak dışında başka bir alternatif bırakmamaktır.”
Bunun elbette belirli yolları vardır.
“Bir; düzenden kopacaksın, düzen yaşamından ilişkilerinden kopacaksın.”
Ve bu düzenden kopma işi sadece dağda yaşamakla olmuyor. PKK’liler dağa çıktıkları için düzenden kopmamışlardır. PKK’liler ilk kopuşlarını halen şehirlerde yaşarlarken sergilemişlerdi.
“Şehirdeyken de PKK düzenden kopmuştu… Şehirde değil, nerede olursa olsun, zindanda da olursun her yerde de kopuş kopuştur. Ayrı düzen, ayrı düzendir, ayrı yaşam sistemi ayrı yaşam sistemidir. PKK bu kopuşu bu sistemi baştan oluşturdu.”
Yine bu kopuş yeter mi elbette yetmez. Bunun içinde eğer başarmanın dışında başka yol bırakılmayacaksa o zaman PKK’liler gibi olacaksın. Yani, “24 saat çalışacak, PKK düşüncelerini propaganda edecektin. Propaganda edecek kadar da bilecektin! Bir aracı değil, tümüyle militanı olacaktın.”
Bu şu demektir, PKK’nin düşüncelerini sadece almayacaksın, bunları içleştireceksin, kendine yedireceksin, sadece söz düzeyinde bağlanmayacaksın, kabul ettiğin andan itibaren bu düşünceler senin yaşamının birer parçası olarak yaşayacak.
Aksi taktirde düzenden kopuş sağlanmış olmayacaktır. Fedakarlık yapmış olacaksın, eziyet çekmiş olacaksın, belki de büyük bedellerde vermiş olacaksın ancak düzenden kopmadığın için, PKK’yi de tümden kendinden oturtamadığın için her zaman sistem içileşmeye açık olacaksın. Bu ise “başarmak dışında başka bir alternatifiz yoktur” olmayacaktır. Çünkü sistemin içinde kaldıkça sistemin sınırları ve bakışıyla değerlendireceksin ki bu da başarısızlık demek olacaktır.
Ve başarmanın belki ikinci önemli hususu eğitimdir.
“Kendini eğitmektir. PKK düşüncelerini propaganda etmekle görevli olan, onu öğrenmek zorunda, öğrenebilmek için de kendisini eğitmek zorundaydı. Dolayısıyla PKK’ye katılımın önemli bir ölçütü de PKK’nin teorik-ideolojik çizgisini öğrenmek, özümsemek ve propaganda edecek, propaganda ajite edecek güç, nitelik kazanmaktı. Böyle olmazsa PKK çalışmasında yer alamazsın. Bir şey yapamaz hale gelirdiniz” demek olacaktır.
Özcesi yeni bir 27 Kasım’a doğru giderken PKK’ye ve onun özgürlük gerillasına gönül vermiş olan tüm gençler öncelikli olarak düzenle ilişkilerini sorgulayacaklar, “ne kadar sistemden kopmuşum, ne kadar sistemle iç içeyim(?) sorularını iyi soracaklar.
Ve tabii birde sistemin bireyi tutsak aldığı üç güdüye hakim olacaklar. Yani “yaşamı uğruna ölecek kadar sevmek“ ilkesine göre yaşayacaklardır. Yine çoğalmayı kendilerine dert etmeyeceklerdir. Yine yaşayabilmek için gerekli olandan fazlasına ne göz koyacak ne de peşinde koşacaklardır.
Bunlar olur ise o zaman sistemin dışına çıkılmış olacaklardır. Birde işte bu sistemin dışına çıkılmanın bilincine varmak için kendilerini her ortamda eğiterek, yeniden bir özgür kimlik için kendilerine yüklenirlerse orada artık “başarmak dışında başka bir alternatif yoktur” gerçeğiyle yüz yüze gelinecektir.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Çatışma iklimi yoğunlaşıyor, siyasi arena da ise son sürat bir hız söz konusu! Tabiri caizse mevsim normallerinin çok üstünde bir sıcaklık siyasetin merkezinde yer edinmiş bulunmaktadır.
Özellikle açlık grevleri, İsrail-Hamas savaşı, Suriye krizi ve bununla bağlantılı olarak da Kobanê ve Serekanî’deki kirli oyunlar baş döndürücü gelişmeler olmaktadır. Tüm bunların yanında gündemin gölgesinde kalan iki önemli gelişme daha var. Kimyasal Necdet’in Suudi krallığına yaptığı ziyaret ve askeri okullarda müfredata alınan seçmeli “Kur’an Dersi”.
Geçtiğimiz hafta tayyip erdoğan’ın da katıldığı bir törenle tüm kamuoyuna yerli tankın tanıtımının ardından, özel’in gerçekleştirdiği bu Arabistan ziyareti ilk elden insanın aklına acaba “beş yüz milyon dolarlık” bütçeye sahip bu projenin kaynak temini için mi gitti diye bir soruyu getiriyor.
Bunun yanında yine bu ziyaret eksenli olarak suriye genelinde ve özellikle kuzeyinde savaştırılan çeşitli taşeron yapılar için kaynak mı gerekiyor diye farklı bir soruyu daha getiriyor insanın aklına. Her ne nedenle olursa olsun, özel’in gerçekleştirdiği bu açılım gerçekten de ilginç olmaktadır.
Arabistan’a yaklaşık yirmi yıldır bu sıfatla herhangi bir Türk yetkilinin gitmediğini-temaslarda bulunmadığını da ayrıca not etmek gerekiyor.
***
Bunun yanında gündemin gölgesinde kalan ikinci önemli husus ise mevcut askeri okullardaki yeni eğitim müfredatı! Burada askeri öğrencilere verilen, seçmeli dersler! Oldukça dikkat çekici bu gelişmeleri cemaat ve malum çevrelerden bağımsız düşünmek, gereğinden fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır.
Geçtiğimiz yıllarda belki hatırlardadır halen; Balyoz davasında askerin camileri bombalaması gibi kurguların-darbe planlarının kamuoyunda oluşturduğu etki üzerine; dönemin genelkurmay başkanı yaptığı basın açıklamasında ilginç notlarda bulunmuştu.
“Allah Allah, nidaları ile taarruza geçen askerler, nasıl olur da camilerin bombalanmasını ister” diye, etkileyici tarzlarda sorularda bulunmuştu. Hatta bu ithamların yalan ve basit bir medya oyunu olduğu yönünde verilen brifingler fazla işe yaramadı.
Neden mi?
Düşman mevzilerine “Allah, Allah” nidalarıyla saldıran ordunun genel sorumlusu ve kurmay heyetinin başkanı; itham olarak yansıtmaya çalıştığı balyoz davasından dolayı cezaevine sokuldu! Yani Genelkurmay başkanı örgüt lideri olduğu iddiasıyla tutuklandı, demek ki ordu da herkes “Allah allah” nidalarına sahip değilmiş!
Fiili gelişmelere göre bazıları bu nidalarla düşman üzerine giderken, diğer bazıları da karargahlarda oturup-kafa kafaya vermişler ve camileri nasıl vuracaklarını, nasıl halkı galeyana getirecekleri üzerine çeşitli planlar/kurgular yapmış.
***
Bunun neticesinde ise;
Cemaat ve hükümet olaya el attı. Askerlerin din bilgisi ve kur’an hakkında bilgileri yetersiz görüldü büyük ihtimalle! Yoksa dünyanın hiçbir ordusunda bulunmayan bu inanç eğitiminin ne savaş sanatında, ne de askerlik erbabında yeri olmadığını herkes iyi bilmektedir.
Hatta bu konuda yaşanan bu ilk’e kimsenin şaşmaması ve bilvesile daha da memnun olunmasını da başka türlü açıklamak pek mümkün değildir.
Kimyasal Özel’in iş başı yaptığı anda aslında ordu’ya bir müdahale yapılmıştı. Geçtiğimiz dönemde gerçekleşmiş bu hamlenin neticelerini bolca gördük. Aslında Kimyasal Özel ile Tayyip Erdoğan arasındaki bu ilişkinin de harcını oluşturan bu müdahale; geçmişin Genelkurmay başkanının kendi dönemi hakkında söylediği “başbakan tak diye söylüyordu, biz de şak diye yapıyorduk” betimlemesinden farksız olmakta.
Günümüzde bölgenin ve iç siyasetin yaşadığı bu hareketli mevsimde ordunun ve askerlerin de yaşadığı bu olağanüstü değişimin şifrelerini anlayabilmekteyiz. Fakat gündemde hak ettiği yeri bulamamasının nedenleri üzerine düşündüğümüzde, fazla izah edilecek-elle tutulacak bir yeri olmadığını görebilmekteyiz.
Askeri liselerde müfredat değişimi ve genelkurmay başkanı suudi sermayesinin peşinde iken, gelen son bilgilere göre Şemzinan kırsalında 38 asker yaşamını yitirmiş… İşte normal akılın anlamada zorlandığı bohem nokta burası olmakta!
Askerlerin eğitim sistemindeki değişim ya da elde edilecek yeni kaynaklar; malumatınız bazı gerçekleri değiştirmeye yetmiyor.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Denilecek ki Türk gençleri Kürtlere karşı askerlik yapmayın çağrısının bir anlamı olabilir mi? Soru haklı olabilir ancak çıkmayan candan umut kesilmez diye de bu topraklarda bir atasözü vardır. Bizde halen canın çıkmadığına inandığımız için Türk gençlerinin Kürdistan’a gelip askerlik yapmamaları için çağrıda bulunuyoruz.
Günlük olarak ne kadar Türk gencinin öldüğünü hepimiz günlük olarak izliyoruz. Türkiye’de gelip Kürdistan’da askerlik yapmak kelimenin tam manasıyla akılsızlıktır.
Akılsızlık dediğimiz için kimisi bizi eleştirecek ve hatta hakaret yağdıracaktır. Aklı biz: “Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us” olarak ele alacaksak o zaman akılsızlığı yukarıda söylediklerimizin tersi olarak almamız gerekir. Yani düşüncesizlik, anlamamak, kavramamak dememiz gerekiyor.
Haksız bir savaşın aleti olmak ne kadar akıllılıktır? Başka bir halkın ülkesine gelip o ülkenin öz evlatlarına karşı dünyanın en haksız savaşının bir askeri olmak ne kadar ahlakidir? Sizin olmayan bir ülkeye gelip, dağına taşına “ne mutlu türküm diyene” diye bağırmak ne kadar vicdanı bir durumdur?
Evet, Türkiye gençlerine soracağımız binlerce soru vardır. Ve bunun için diyoruz ki Kürdistan’a gelip askerlik yapmayın.
Her gün televizyon ekranlarında onlarca hikaye öğreniyoruz. Nefes filminde dile geldiği gibi size dönük yapılan toplam haber 45 saniyedir. Ondan sonrada unutulup gidiliyorsunuz. Acı çeken ananız, babanız, kardeşleriniz. Varsa bir yavuklunuz, yavuklunuz; evliyseniz varsa bir eşiniz, eşiniz; varsa çocuklarınız, çocuklarınız. Başka da dediğimiz gibi unutuluyorsunuz. Başkasının toprağında toprağa düştüğünüzde vatan sağ olsunun da ahlaki bir anlamı yoktur.
Yeniden söylüyoruz gaza gelip ülkemize askerlik yapmaya gelmeyin. Hele birilerinin özel olarak belirttiği “düşürseniz şehit olursunuz” hikayesi külliyen yalandır. Çünkü siz bizim topraklarda toprağa düşerseniz bir şehit olmazsınız. Şehit hiç sayılmasınız. Diğer dünyaya inanıyorsanız eğer, orada işgal ettiğiniz toprakların halkı sizden mahşer günü işgal bir ordunun askeri olduğu için mutlaka hesap soracaklardır. Bakmayın düştüğünüzde arkanızda söylenen “helal olsun” sözlerine. Helal etme eğer siz bir işgal ordusunun askeri iseniz boştur.
Ne zamandan beri Müslümanları öldüren bir Müslüman şehit kabul edilmiş?
Ne zamandan beri bir avuç oligark için gidip suçsuz insanları öldürenler kahraman olmuşlardır?
Ne zamandan beri başkasının toprağına göz dikenler yani o toprağa tecavüz edenler destan olmuşlardır?
K. Nurhak arkadaşımızın birkaç ay önce yazdığı gibi: “Türkiye halklarının işgal süreçlerinde düşmanlara karşı gösterdikleri direnişlerde canlarını ortaya koymaları ve bu amaç uğrunda ölmelerini şehitlik olarak ele alınmış ve kutsanmışlardır. Ve İslamiyet’e göre işgal sürecinde toprakları için direnen insanlara eğer bu uğurda canlarını vermişler ise şehit sayılırlar, eğer yaralanmışlar ise gazi unvanını verilir. Sonuç itibariyle insanlar işgale karşı direnişmişler ve bu uğurda ya canlarını vermişlerdir ya da canlarının bir parçasını vermişlerdir. Ve dediğimiz gibi bunun için İslam dini bu durumu önemsemiş ve ödüllendirmiştir.”
En genel ve sözün tam manasıyla şehitlik: ““Allah yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen Müslüman”dır.
Peki, Türkiye’de Kürt gerillalarına karşı savaşa giden kaç tane Türk ya da Türkiyeli canını verdiğinde gerçekten şehit kategorisine girer?
Bir kere Kürdistan’da ölenler öncelikli olarak Allah yolunda ölmüş değildirler. Nedeni ise eski tarihlerde denildiği gibi “kafirlere” karşı sürdükleri bir savaş yoktur. Kürtler Müslüman’dır.
Dinini müdafaa meselesi de bu manada boşa düşer. İslam’a saldıran ve onu tehdit eden bir özgürlük hareketi yoktur.”
Evet, katletmeye gittikleriniz ne dinsizdir ne de İslam değerlere saldıran insanlardır. Ne de gelipte Türkiye topraklarını işgal eden güçlerdir.
Yani askerlik yaptığınız Türkiye devleti sizi mayın tarlasına sürülen eşek gibi kullanmaktadır. Bunun için diyoruz ki bu duruma alet olmayan. Bunun için diyoruz ki Kürdistan’a gelip Kürt gerillasına karşı savaşmayın. Ve bunun için diyoruz ki haksız bir savaşın içine girip ailenizi ve sizi sevenleri acıya boğmayın.
Ve bunun için diyoruz ki Türk ve Türkiye gençleri lütfen ama lütfen Kürdistan’a askerlik yapmaya gelmeyin.
Derler ki “Ölümün kapısını herkes yanlış çalar.” Ama biz diyoruz ki ölümün kapısını Kürdistan’a gelerek hiç çalmayın. Ailenizle sevdiklerinizle birlikte huzurlu ve mutlu bir şekilde uzun yaşayın.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Tuhaftır ama Türkiye’de savaşı sevmeye başlayanlar öyle görülüyor ki çoğalıyor. Dünyanın her yerinde savaş karşıtlığı yükselişe geçerken, Türkiye’de bu trend tersinedir. Savaş taraftarlığı İnn’dir.
Bu durum incelenseydi çarpıcı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Toplumun ruhsal durumunu anlamak açısından da böyle bir araştırma iyi olabilirdi.
Örneğin, Türkiye toplumunda giderek gerilmelerin kendisini fazladan baş gösterdiğini insan çok rahatlıkla görebilir. En küçük bir eleştiriye bel altı sözlerle bu toplumun sözde en ileri olanları veriyor. Tahammülsüzlük had safhada. Birbirini vurmalar, hırsızlıklar, tacizler, tecavüzler, hoşgörüsüzlük, trafik cinayetleri, kadın katliamları, cinnetler, sataşmalar derken gerçekten de toplum giderek zıvanada çıkıyor.
Şimdi denilecek ki bizim toplumumuzda yukarıda saydıklarınız hiç eksilmedi ki!
Elbette bizim toplumlarda şöyle ya da böyle yukarıda söylediklerimiz her zaman az çok var olageldi. Nedeni açıktır, iktidar erkinin baskı unsuru olarak bulunduğu her yerde, yine devletli toplulukların var oldukları tüm zamanlarda ve tabii birde nerede ata erk sistemler varsa oralarda dediğimiz gibi böyle barışı, huzuru kaçıran durumlar hep yaşanmıştır.
Ancak Ortadoğu gibi dini değerlerin çok yüksek olduğu, yine neolitik değerler diye bildiğimiz toplumsallığın her zaman kabul gördüğü bir mekanda bu yaşam bozukluklarını frenleyen toplumsal bir mekanizmada hep var olagelmiştir. Buna biz politik ahlaki toplum diyoruz. Yani toplumunun kendisini böyle gerilmelere karşı savunduğu bir mekanizma.
Biraz bu toplumu bilenler bilir ki, eskilerde iki komşu arasında bir husumet çıktığında o mekanın büyükleri, ruh spileri yani ak yüzlüleri araya girer ve bu negatif durumları aştırırlardı. Bu ise toplumumuzun ya da toplumlarımızın sürekli bir dengede –anti toplumsal iktidar erklerine rağmen-ayakta kalmasını sağlarlardı.
Ancak bu denge bir müddettir tamamen bozulmuştur. Bu bozulmayı en fazla tetikleyen güç pragmatizmi ileri düzeyde kendisine esas alan iktidar odakları sağlıyor. Eskilerde bir kavram vardı, gemisini kurtaran kaptandır diye, bugünlerde bu felsefe tamamen topluma sirayet ettirilmiştir. Öyle ki “doldur cebini nasıl doldurursan doldur” misali.
Evet, çok aşırı derece de bir pragmatist siyasetin sonucu olarak toplum tamamen çıkarcı hale getirilmiştir. Çıkarların ya da çıkarcıkların olduğu mekanlarda kesinlikle iki yüzlülükler hatta yüz yüzlükler yaşanır. Yani ahlaki değerler ayakaltına alınır. Böyle yerlerde herkes başının çaresine bakar. Gemisini kurtaran gerçekten de kaptan olur. Ya da her koyun kendi bacağından asılır. Yani bacağından asılmamak için bir an önce diğer koyunların bacaklarını asılacak yere götürerek kendini kurtarmak esas olan olur.
Evet, şimdi Türkiye’de tamamen var olan ahlaki durum budur. Bu ise bir çöküştür. Bu ise bir bitiştir. Bu ise insanlıktan kopuştur. Bu ise ölümlere davetiye çıkarmadır. Bu ise başkasının ölümünde hiç mi hiç rahatsız olmamadır. Bu ise kendisinin açılım alanı için başkalarını yok saymadır. Bu ise gerçekten de maymunlaşmadır.
Hani diyorlar ya: “Görmedim, Duymadım, Söylemedim” yani üç maymunu oynama, tamamen böyle bir duruma gelmek demektir.
Bir yerde “Görmedim, Duymadım, Söylemedim” haline gelinmiş ise orada artık toplumun kendisini yenilemenin mekanizması bitirilmiştir. Yani burada toplumu ayakta tutan toplumsal ahlak dokusu ayaklar altına alınmıştır.
Türkiye’de böyle bir durumun yaşandığını görmek için sadece ama sadece akşam haberlerinde birkaç dakika ana haber bültenlerine bakmak yeterlidir de artar da. Hatta imkanınız varsa Salı günleri mecliste düzen partilerinin yaptığı toplantılara bakmanız da yeter. Hem haberlerde, hem bu parti toplantılarda gösterilenler, sergilenen diller bir toplumun nasıl bitirilişe götürüldüğünü açıkça gözler önüne serer.
Evet, dünyanın her yerinde savaş karşıtlıkları gelişirken buralarda savaş kışkırtkanlığının böyle popüler olmasının bir nedeni, belki de en önemli nedeni bugün Türkiye’de iktidar erki görevini icra eden pragmatizmin yani her şeyi mubah gören ve her şeyi satarak kendisine gelecek açmak isteyenlerin politikalarının ta kendisidir.
Bu durumu durdurabilmek için, bir an evvel, ertelemeden hızla ahlaki politik değerlerin oluşması için hepimizin harekete geçmesi gerekir aksi taktirde yarın çok geç kalmış olabiliriz.
Şiho Dirlik
- Ayrıntılar
Son zamanlardaki siyasi gündemin temel noktası cezaevinde binlerce tutsak tarafından geliştirilen açlık grevleri! Ülkenin her tarafında ve bütün kesimlerinde son derece gergin bir şekilde takip edilen bu sürecin nasıl bir ivmeye bürüneceği ise henüz meçhul.
Gündemin açlık grevi etrafında şekillenmesi ve bir kemanın yayı kadar toplumu germesi başta siyasi iktidar olmak üzere, malum çevreleri son derece zorlamakta. Bundan dolayı da bazen birbirinden ilginç çıkışlar ve açıklamalarda bulunuyorlar.
Özellikle bu konuda Erdoğan’ın yaptığı her konuşma ve verdiği her beyanat tutarsızlıkta ve samimiyetsizlikte sınır tanımıyor. Özellikle geçtiğimiz günlerde yaptığı grup toplantısı son derece dikkat çekici açıklamalarıyla; izan etmeye çalıştığımız tutarsızlık ve samimiyetsizlik noktasında yine uç noktadaydı.
Buradaki konuşmasında özetle “robota” bağlanmış, ölme-öldürmenin dışında herhangi bir fonksiyonu bulunmayan PKK’lilere yine kendince çağrıda bulunmaya çalıştı. Neydi bu çağrının özü?
Hatırlatmak gerekirse; Erdoğan yine PKK’ye ve onun militanlarına “silah bırakın” demeye getirdi…
Hatta kendi mücadelesini de bir nevi bu “robota” bağlamış örgüt yapısının ıslah edilmesine adadığını da ilan etmeye çalıştı.
Tüm bunların arasına bir de “askerin alicenaplığı”nı ekledi!
Geçtiğimiz haftalarda askerin üstün yeteneklerini ve hatta “sınırın derinliklerinde” bordo bereliler tarafından geliştirilen operasyonlara, yine burada etkisiz hale getirilen örgüt mensuplarına ilişkin açıklamalar yapılırken, heyhat işte bu hafta askerin insani meziyetleri üzerine açıklamalarda bulunulmaya başlandı.
Özellikle Siirt kırsalında “elim bir kaza” sonucu düşen helikopterin ardından bu hafta yapılan konuşmalarda askerin bu meziyetlerine değinilmesi ise düşündürücü bir nokta olmakta.
Özcesi Erdoğan’ın bu tuhaf açıklamalarından şöylesi bir sonuç çıkarmak mümkün pekala;
Kendi deyimiyle insanı yaradandan ötürü sevme anlayışını askere enjekte etmiş ve onun da insani ve ihsanı yaklaşımı Kürdistan dağlarında gösterilmekte.
Yine Cudi kırsalında yaşanan manzaralar karşısında da bölge halkının evlatlarına sahiplenmesi üzerine de benzeri manipülasyonlar bu minvalde gündeme servis edilmeye çalışıldı.
Erdoğan askerci siyasetini ve siyasi çizgisini; karşısındaki direnen güçlere yönelik her fırsatta savunmaya devam ediyor! Özellikle önümüzdeki dönemde bu alandaki projelerine benzeri eksenler üzerinden devam edecektir.
Konunun grift olduğu husus ise “robota” bağlamış örgüt yapısına gelmekte. Özellikle bordo berelilerin geçtiğimiz hafta ortaya çıkan tablo da, sözün anlamsızlığı ve eylem ile söylem arasındaki uçurumun derinliğini bütün kesimlere gösterdi.
Erdoğan’ın 10 yıllık iktidarında bu dönem kadar zorlandığı başka bir süreç olmamıştır. Elbette kendinden öncekiler gibi o da süreci ve bu siyasi baskıyı “askere” dayalı bir pozisyonla aşmaya çalışmaktadır. Bundan dolayı da idam gibi tartışmalarla zevahirini kurtarmaya çalışıyor.
Bundan dolayı da bazı kesimler bu duruma ilişkin palavra ve sopa siyaseti gibi betimlemelerde bulunuyor.
Tüm bunların yanında Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı ve askere dayalı meziyetler arasındaki söylem salatasının esas amacı ise; kendi askerinin alicenaplığı (!) yanında, basit bir alicengizlik olmaktadır.
Erdoğan geçtiğimiz dönemlerde kendince pragmatik sonuçlara ulaştığı bu alicengizliklerle, bu süreci de atlatmaya çalışıyor. Ondan dolayı da bütün çevrelerin her gün daha da yükselen sesleriyle yaklaşmakta olan tehlikeyi işaret etmesine rağmen, o güvendiği bu basiretsiz siyasi anlayışıyla durumu kurtaracağını sanmakta.
Belki de 10 yıllık iktidarlığında yaşadığı bu büyük krizi böyle basit bir alicengizlikle aşacağına inanması ise talihsizliğin de ötesinde olmaktadır. Askere dayalı ve envanter siyaseti; sözü edilen ve etraflıca tartışılan gündemlerin hiçbirinde çözümün gücü olamaz.
Ondan dolayı da bütün çevrelerin sözünü ettiği tehlike; doğal olarak daha da yaklaşmakta! Ortaya çıkacak topyekun direniş, başta Erdoğan’ı ve etrafındaki diğer alicengizleri vuracaktır.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Sokak serserileri bilinir. Günü birlik yaşarlar. Onları insanlık çokta ilgilendirmez. Onlar için önemli olan yaşadıkları an’dır. O an neyse odur. Bunun için yaptıkların büyük muhakemesini yapmazlar. Anlık çıkar neyi gerektiriyorsa onu yaparlar.
Halbuki biz biliyoruz ki insanlığa büyük miras bırakanlar bize: “3000 yıllık insanlık tarihini ele alıp değerlendirmeyen, yaşamayan günübirliktir” diyor. Yani sadece içinde bulunduğumuz çağı değil bu çağın da çok ötesine geçerek düşünmek, dersler çıkarmak hatta aynı temellerde geleceği de böyle ele alarak değerlendirmek normal insan aklının kabul ettiği hakikattir.
İnsanın normal aklı bize bunu söyler. Toplumsal olaylarda en hassas olması gerekenler elbette siyasetle uğraşan insanlardır. Siyaset insan yaşamını, toplum yaşamını birebir ilgilendiriyor. Birebir etkiliyor. Herhalde birde siyasetçi olarak söz söyleyecek, karar verecek pozisyondaysanız, bizim gibi katılımcı mekanizmaların çok gelişkin olmadığı toplumlarda siyasetçilerin çok daha ileri düzeyde duyarlı olmaları gerektiği açıktır. Goethe’nin belirttiği gibi adeta “3000 yıllık tarihi bilerek” yaşamalıdır.
Ne demiş büyük şair:
“Yüzyıllar üzerine uzun uzun düşünen
Her şeyi öze ait temiz ışıkta inceler… ”
Şimdi Türkiye’de siyasetçiler böyle yüzyılları düşünerek mi konuşuyorlar yoksa gerçekten de sokak serserileri ve kabadayıları gibi bir üslup mu tercih ediyorlar?
Serseriliği eğer bizler :”Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş kimse, kabadayı, hayta, holigan. Tutarsız, beğenilmeyen davranışları olan. Belli bir hedefi olmayan, belli bir hedefe atılmamış olan, rastlantıyla gelen” diye ele alacak olur isek, kabadayılığı ise: Korkusuz, iyi dövüşen, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse, Babayiğit, koçak” mı diyeceğiz.
Ya da Türkiye’de özelde iktidardaki baş bakanın genelde de Türkiye siyasetini yürütenleri magandalar olarak mı ele alacağız?
Magandayı en yalın haliyle herhalde: “Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse” diye tanımlamışken.
Gerçekten de Türkiye siyasetçileri giderek süflîleşiyorlar. Türkiye baş bakanını anlatmaya gerek bile yoktur. Yukarıdaki tariflere göre magandaya bire bir uyuyor. Sokak serserisine hiç yabancı durmuyor. Hele bir MHP’nin Vural diye bir sözcüleri var, Recep İvedik tiplemesi bu kişinin yanında sınıfta kalır. İnsan bu kadar da bir kültürsüz, günü birlik, vizyonsuz olabilir mi? Yine bir Kılıçdaroğlu var sanki görevi bir magandaya ya da sokak serserisine ... yarıştırmaktır.
Özcesi Türkiye siyasetsinde giderek bir dil kirliliği, ahlak kirliliği, saygı kirliliği ileri düzeyde yaşanmaktadır.
Bunun içindir ki onca sorun sadece sorun olarak ortada durmaktadır. Sanıyorlar ki “tabakhaneye … yetiştirir misali” birilerine bel altı laf yetiştirmek siyasettir. Sorun çözmektir. Zan ediliyor ki, toplumun duygularına hitap ederek coşturmak sorun çözmektir. Ve zan ediliyor ki, ne kadar büyük konuşulursa o kadar büyük olunuyor. Halbuki bunların hepsi de yanlıştır.
Örneğin en son dün Türkiye’nin baş bakanı “açlık grevi şantajdır, blöftür, şovdur” diyerek yine aklını ekmek peynirle yemiştir.
Bir yazarın belirttiği gibi: “Acaba Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olduğunu mu unutmuş, yoksa Türkiye'nin dünyada olduğunu mu?” diye haklı olarak sormuş.
Evet dediğimiz gibi benzer bir soruyu Kılıçdaroğlu’na da, Vural’a da, Bahçeli’yede sormak gerekir. Siz Türkiye’nin dünyada olduğunu unutunuz mu?
Artık bırakın … yarıştırmayı da var olan kocaman Kürt sorununu çözmeye dönük biraz kafa yorun. Aksi durumda yarın bu ülke bölündüğünde kimse Kürtlerin bu ülkeyi böldüğünü diline alamaz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Kemal Burkay nihayet HAK-PAR genel başkanı oldu. Böylece de onbeş aydır oynanan bir oyunun sonuna gelindi. Neden mi? Zaten HAK-PAR’ın esas genel başkanı ve ideoloğu Kemal Burkay’dı. Fakat bir süre açıktan değil, gizliden ve geriden partiyi yönetmeyi tercih etti. Elbet bunun da bir amacı vardı. Bayram Bozyel ise fukara bir emanetçiydi. Emanetçi başkanlar hiçbir yerde partiyi geliştiremediler. Bayram Bozyel de bu akıbeti yaşamaktan kurtulamadı.
İşin ilginç tarafı, bir dönem HAK-PAR içinde dışa vuran Kemal Burkay karşıtlığıydı. Bazı kişi ve çevreler Kemal Burkay’a yönelik söylemedik söz bırakmıyorlardı. Hatta HAK-PAR yönetimi bile Kemal Burkay ile mesafeli görünmeye çalışıyordu. HAK-PAR ile Kemal Burkay’ın hiçbir ilişkisinin olmadığını söylüyorlardı. Özellikle 12 Haziran 2011 seçimi öncesi görüntü böyleydi. Demekki hepsi yalan ve bir oyun gereğiymiş! HAK-PAR’dan ayrılan bazı kişiler dışındakilerin durumu böyleymiş.
Elbette bu oyunun iki boyutu var: Bir AKP boyutu, bir de HAK-PAR boyutu. Bilindiği gibi, Kemal Burkay otuzbir yıl boyunca sözde sürgün yaşadığı Avrupa’dan 2011 yılının Ağustos ayı başında Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye girerken İstanbul’da vali karşıladı. Birkaç gün sonra AKP’nin bakan ve milletvekilleri ziyarette bulundu. Dahası AKP yanlısı medya günlerce ve aylarca neredeyse Kemal Burkay özel yayını yaptı. TV kanalları arasında stüdyo stüdyo dolaştırıldı.
Tabi laf gelimi Kemal Burkay’a birçok konu soruluyordu. Fakat can alıcı olan ve işin püf noktasını oluşturan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK üzerine olanlardı. Kürt Halk Önderi’ni ve PKK’yi yeren yalan yanlış bir cümle koparabilmek için medya her şeyi yapıyordu. Özellikle PKK’den ayrıldığı hususları belirtmesi, PKK için “Terörist” demesi ve “Silahlı mücadelenin zamanının geçtiğini” söylemesi için, deyim yerindeyse kırk dereden su getiriyordu. Kemal Burkay istenenleri yapınca da program amacına ulaşıyor ve programcılar adeta mest oluyorlardı.
Haftalar ve aylar adeta bir Hacivat-Karagöz oyunu gibi böyle geçti. Kuşkusuz AKP bu oyunu boşuna oynatmıyordu. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Kürt sorunun demokratik-siyasal çözüm zemini kalmamıştır” diyerek geri çekilmişti. PKK, “Kürt sorununun demokratik özerklik çözümünü devrimci halk savaşıyla gerçekleştireceğim” diyerek yeni bir direniş süreci başlatmıştı. Bunlara karşı AKP, topyekûn özel savaş konseptiyle saldırı yürütüyordu.
İşte bu topyekûn özel savaş saldırısı için AKP’ye yeni yeni figüranlar gerekiyordu. Bunlardan birincisi ve en çok umut bağlananı Kemal Burkay oldu. Nitekim Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la avukat görüşünün sona erdiği hafta Kemal Burkay Türkiye’ye getirildi. AKP yandaşı medya tarafından “Yeni Kürt Lider” diye Türk ve Kürt kamuoyuna sunuldu. Böylece Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a rakip bir Kürt lider bulunmuştu! Kürt Halk Önderi’ni ve PKK’yi kötüleyerek AKP’nin topyekûn özel savaş değirmenine su taşıyacaktı.
Kemal Burkay’ın bir siyasal parti lideri olarak değil de, bağımsız bir aydın kimliğiyle hareket etmesi, AKP’nin PKK’ye karşı yürüttüğü özel savaş politikalarına daha uygun düşüyordu. Bu kimlikle daha inandırıcı olur, PKK tabanını etkileyebilirdi! Fazla siyasal söylemi öne çıkarmaz, böylece Türk faşist-sömürgeciliğini rahatsız etmezdi. Bütün bunlar da PKK ve Önder Abdullah Öcalan’a karşı “Yeni Kürt Lider” imajına daha uygun düşerdi!
Özetlersek, demekki Kemal Burkay AKP’nin PKK’ye ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı yürüttüğü topyekûn özel savaş planının bir parçası olarak Türkiye’ye getirildi. Verilen bu görevde “Daha etkili ve başarılı olabilsin” diye onbeş ay gibi bir süre “Bağımsız Kürt aydını” kimliği içinde tutuldu. Bu süre boyunca AKP’nin yürüttüğü topyekûn özel savaş konseptinin bir parçası oldu ve ona hizmet etti. Bu bir oyundu, AKP’nin özel savaş oyunu.
Şimdi Kemal Burkay’ın HAK-PAR genel başkanı olmasıyla bu oyunun sonuna gelinmiş oldu. Nitekim Kemal Burkay artık bir parti başkanıdır, yani aktif siyasetçidir. Siyasal partileşmede ayrı bir taraftır. Başkanı olduğu parti PKK ve Önder Abdullah Öcalan karşıtıdır. Dolayısıyla artık Kemal Burkay’ın sözü HAK-PAR’ın inandırıcılığı kadardır. O da Kemal Burkay adı ve etkisinin yok olması demektir.
Peki AKP, Kemal Burkay kozunu neden elden bırakmıştır? Kozun bir etkisi ve değeri kalmamıştır da ondan. PKK’nin ve Kürt halkının geliştirdiği özgürlük mücadelesi ve aktif direniş, zaten fazla bir gücü olmayan Kemal Burkay’ı tümden bitirerek adeta posasını çıkartmıştır. Zindanda ve dağda direnişin bu kadar boyutlandığı bir ortamda, Kemal Burkay’ın “Direnmeyin, teslim olun” sözlerini kim dinler? Tam kırk yıldır “Silahlı mücadele zamanı değildir, bırakın silahları” biçimindeki tekerlemesine kim inanır?
Bu nedenledir ki AKP artık yakasını bırakmış, “Ne işin varsa gör” demiştir. Yani artık AKP’ye fayda sağlamaz, özel savaş politikalarına hizmet edemez hale gelmiştir. Her sömürgeci ve emperyalist gibi AKP de işi biteni bir köşeye atmıştır. Kürt direnişi hem AKP’nin özel savaş politikasını, hem de Kemal Burkay’ın kendini farklı kimlikle sunan oyununu boşa çıkartmıştır.
Kemal Burkay oyununun HAK-PAR boyutuna gelince, burada yaşanan da pek farklı değildir. Kemal Burkay’ın HAK-PAR’a genel başkan olması bu oyunu da sona erdirmiştir. Bu sonuç açıkça göstermiştir ki, baştan itibaren HAK-PAR’ın esas başkanı aslında Kemal Burkay’dır. Kemal Burkay’ın Türkiye’ye gelişi, baştan itibaren HAK-PAR’a genel başkan olmaya endekslidir.
Peki madem böyleyse, o halde onbeş aydır neden genel başkan olmamıştır? İşte bir oyun da zaten burada. Baştan itibaren Kemal Burkay HAK-PAR başkanı olsaydı, o zaman etkinliği HAK-PAR’la özdeşleşirdi, ayrı bir etkinliği kalmazdı. Onbeş aydır “Bağımsız aydın” kimliğiyle kalarak sözde kişisel etkinlik oluşturmaya çalıştı.
Oyunun şöyle olduğu anlaşılıyor: Kemal Burkay HAK-PAR ile ilişkili olsa da ayrı duracak ve bu temelde “tanınan bir aydın” olarak farklı birçok çevre üzerinde etkinlik geliştirecek! Özellikle İmralı görüşmelerinin yaptırılmadığı ortamda PKK’nin kitle tabanını ve çevresini etkilemeye çalışacak! Yani Kemal Burkay etrafında bir çevre oluşacak. Benzer biçimde emanet başkanlı HAK-PAR da PKK çevreleriyle ilişkilenerek mümkün olduğu kadar etkinlik geliştirecek! Sonuçta oluşan iki güç birleştirilerek belli gücü olan bir siyasal hareket ortaya çıkartılacak!
İşte bir oyun da bu ve böyle bir oyun temelinde hareket edildiği anlaşılıyor. Hem Kemal Burkay’ın, hem de HAK-PAR’ın son iki yılda tamamen bu temelde hareket ettiği görülüyor. Aslında iki tarafta rolünü oynamak için çok çalışmış bulunuyor. Fakat sonuç tam bir başarısızlıktır. PKK’nin ve Kürt halkının direnişi bu oyunu da bozmuştur. Nitekim Kemal Burkay’ın katılımı HAK-PAR’a hiçbir şey katmamış, eklememiştir.
Bu biçimde artık oyunun sonuna gelinmiştir. Kürt özgürlük mücadelesi yeni bir özel savaş oyununu bu biçimde bozmuştur. Çünkü oyun sırasında başarılı olamayanlar, şimdi maskelerinin düştüğü ortamda özgürlük mücadelesine karşı ciddi hiçbir şey yapamayacaklardır.
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜRPOLİTİKA
- Ayrıntılar