26 Nisan 1986 yılında o zamanın Sovyet’i bugünün Ukrayna’sı olarak bildiğimiz Çernobil kentinde bir nükleer santral kazası yaşanmıştı. Hatırlayanlar bilirler ki o zaman Rus yetkililer Çernobil santralının etrafa saçtığı radyasyonu gizlemişlerdi. Halbuki biz biliyoruz ki, bu kazadan dolayı ortaya çıkan radyoaktif serpinti 350.000 kişinin olay bölgesinden uzaklaştırılmasına neden olmuştu. Uzun bir süre sonra ortaya çıktı ki değil etrafına radyasyon yaymayı neredeyse binlerce kilometre ötelere bile bu zehirleyici radyoaktif serpinti, bünyeyi tahrip edici, kanser üretici ve de öldürücü etkide bulunmuş. Karadeniz kıyılarını ne kadar etkilediğini de yaşayanlar bilir. Yine çok sonraları öğreniyoruz ki Çernobil etrafında halen yeşillik yetişmiyor, halen orada ya da yakınında doğan çocuklarda büyük oranda kanser vakalarına rastlanıyor, halen ve de binlerce insan 1986 yılından bu yana hayatını kaybetmiş.
Kürt halk önderliği Çernobil nükleer reaktörünün patlayarak Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasından 200 kere daha büyük etkide bulunan bu patlamayı siyasi sahaya çekerek birçok değerlendirmede bulunmuştu.
Örneğin etrafını sürekli rahatsız eden, oraya buraya çeken, didiştiren, çekiştiren, ne söylediğini bilmeden kirlilik saçan, ortamı tahrik ederek dağıtan kişilik tiplemelerine Çernobil kişiliği demiştir.
PKK tarihinde böyle sürekli adeta Çernobil gibi radyasyon yayarak “öldüren” kişilikler çıkmıştır. Böylesi tipler elbette uzun süre PKK içerisinde kalamamışlardır. Ancak nükleer patlamaların dışarıya sızdırdı radyoaktif serpintiler gibi ciddi öldürücü roller oynamışlardır.
Bir yoldaşımız bu durumu yaşayan bir tipi anlatırken, “O zaman 1986’da Rusya’da bir nükleer tesis patlamıştı, Çernobil nükleer tesisi etrafa radyasyon yayıp herkesi öldürüyordu. Atom bombası atılmış gibi bir durumu vardı. Ona benzetiyordu. Örgütsel olarak çevresinde ne varsa her şeyi öldüren olarak değerlendiriyordu. Gerçekten de öyleydi. Tam bir hastalıklı, psikolojik duruşu vardı. Dedikoducu, bildiği şeyleri çevresine söylemezse duramazdı. Durduk yerde dedikodu yayıyordu. Öyle ki bir karıştırıcıya gerek yoktu. Zaten karıştırıyordu. Önderlik, örgüt bozucu olarak değerlendirdi” demektedir.
Şimdi gelelim Türkiye’nin bir numaralı Çernobil vakasına. Ya da süper Çernobil kişiliğine. Ya da süper Çernobil faciasına.
Dikkat edilirse Türkiye başbakanı etrafına sadece ve sadece öldürücü radyasyon yayıyor. Açlık grevciler için "Açlık grevi diye bir şey yok, tamamen şov yapılıyor" diyor, açlık grevlerinden çok çok önceleri BDP’li bir gurup milletvekillinin bir yemek sofrası için “kuzu kebap yerken, açlıktan ölün diyorlar" diyerek alakaya maydanoz seriyor. Hızını alamıyor sızıntıya devam ediyor: “Ben bakanımı bizzat cezaevine gönderdim, bunları gitti yerlerinde de izledi. Şu anda zaten yarıdan fazlası dilekçe vermek suretiyle bu işi de bırakmış vaziyetteler. Böyle bir şey de söz konusu değil" diyor ancak üzerinde bir hafta geçmesine rağmen açlık grevleri daha da büyüyerek devam ediyor.
Ve tabii Çernobillik öyle bir günlük hikaye ve karakter yapısı değildir. Oluşmuş ve yerleşmiş bir kişilik yapısı olduğu için her davranışta sızıntı, radyasyon- radyoaktif serpinti yayma halidir. Kürtlerin en temel doğuşta hakkı olan anadilde eğitim için, “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” sözünü Kürtler için kullanırken, Almanya’da yaşayan Türkler için Alman devletini asimilasyonlist yaklaşımlarından dolayı eleştirerek Türklere anadilde eğitim hakkı istemektedir. Halbuki burnunun dibindeki ve buranın en eski ve temel halklarından olan Kürtlerin temel bir hakkı olan anadilde eğitim için, “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” diyebiliyor.
Biz bu Çernobil faciasının daha önce söylediklerini de iyi biliyoruz.
Basın ve sanatçılar için, “Despot aydınların bize nasıl akıl vermeye kalktığını görüyor ve kusura bakmasınlar, belki biraz ağır olacak ama o zavallılara acıyoruz... Soruyorum, yahu siz kimsiniz? Bu ülkede tiyatro sizin tekelinizde mi?... Geçti o günler....” diye biliyor.
Roborski’de katledilen 34 Kürt genci için: “Konunun takipçisi olduklarını Genelkurmay Başkanımdan tekrar duydum, dinledim. Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum” diyerek katilleri alenen, resmen dünyanın gözü önünde kutluya biliyor.
“Ananı al da git”den başlayıp geçen yıllarda “ucube”ye, “tıksırıncaya kadar için”e, Hopa’da bir protestocudan söz ederken kullandığı “kadın mıdır, kız mıdır bilemem”e, muhalefeti hedef alan “burnunu sürtmek” ya da “tükürdüklerini yalayacaklar” türünden veciz sözlere ve nihayet Meclis’te başörtüsü serbestisi önergesi veren BDP’li milletvekillerini hedef alan “Dini Zerdüşt olanın ne ilgisi var bu işlerle” diyene kadar etrafa ve gerçekten de sadece kendi etrafına da değil tüm Türkiye’ye hatta tüm Ortadoğu’ya radyoaktif serpinti yani radyasyon yayarak ortamı kirleten, ortamı yaşanamaz kılan bir kişilik yapısına sahiptir bu Çernobil vakası.
Zamanında Çernobil nükleer santralının radyoaktif serpinti yaymaması ya da bu yayımı durdurmak için binlerce tonluk duvar beton örerek bu öldürücü radyasyon sızıntısının önünü almaya çalışmışlardır.
Şimdi Türkiye’de tüm sağduyulu insanlar bir an önce bu Çernobil vakasının etrafına betondan duvar örerek daha fazla toplumu zehirletmesine izin vermemek hepimizin nükleer karşıtı kişiliklerin görevidir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Bazen insan şöyle bir durup bakıyor her şeye; yaşananlara/konuşulanlara, yüzlere ve gözlere! Böylesi anlarda ne duyulan sesin, ne de içine bakılan gözün bulunduğu yer ile bakıldığı yer arasındaki mesafe kendiliğinden ortadan kalkmıyor. Aslında durulan yer ile bakılan yer arasındaki mesafe; ahlak ile vicdanın musahabesinden damıtılması oluyor.
İnsan böylesi anlarda baktığı kişiye, yere ya da duyduğu en ufak bir tınıya dahi gerçeğin kendisini veriyor! Aslında gerçek bu geri çekilme anında ve backround bakışlarda kendini gösteriyor.
Şu anda da Türkiye’nin durumu ve bu duruma dair yapılan söylemlerin hepsi; gizli bir gerçeği açığa çıkarıyor. Ülkenin durumu hiç de iyi değil! Bunun altını ise farklı yaşam alanlarında, mecralarında ve platformlarında dolduranlar var.
Nasıl iyi olacak diye pek fazla soran yok! Belki de bu kötü gidişatın analizini yapanlar, kendiliğinden çözümün de formülasyonuna ulaştığını sanıyorlar. Bundan dolayı da nasıl iyiye gidilir diye bir soru yüksek sesle sorulmuyor, kimse bu kötü gidişatın tersi istikametin gerekliliğini/gerektirdiklerini masaya yatıramıyor.
İşte böyle bakıldığında ülkenin haline geçenlerde bir askerin gerçekleştirdiği itiraflar; neredeyse nutkun tutulmasına neden oluyor! Mesele onun anlattıkları değil, burada ifade edilenler ve edilemeyenlerin hepsini ve daha fazlasını biliyoruz. Geçmişte olmuştu, günümüzde dahi oluyor! Nutkun tutulmasını sağlayan ve insanlığımızdan utanmamıza neden olan ise; yapılan bu itiraflar karşısında yerin yerinden oynaması bir yana, bir yaprağın dahi kımıldamamasınadır!
Ne diyor asker;
“…22 Ekim 2011 tarihinde Kazan Vadisinde çıkan çatışma da, devletin uçakları 29 askerin ölümüne neden oluyor”
Yani Akp güdümü ve kontrolündeki devlet-asker çeteciliği, Roboski’den önce kendi askerlerini de toplu bir şekilde öldürüyor! Savaş uçaklarıyla 29 askerin ölümüne ve 57 askerin de yaralanmasına neden oluyor!
Hadi gerillayı, Kürtleri anladık da, insan bu kadar askerin bu şekilde öldürüldüğünü bir askerin anlatımıyla öğrendiğinde Türkiye halkına gerçektende de şaşırıyor! Bu kadar tepkisiz, bu kadar sahipsiz ve bu kadar yarınsız olunmaz.
İsmini vermeyen askerin rutbeli olduğunu öğreniyoruz ve yaptığı itiraflara bakmaya devam ediyoruz;
“…olayın ardından Türk Genelkurmay’ının resmi internet sitesinde, İHA’ların tespit ettiği hedeflerin savaş uçakları ile vurulduğu ve olayda 49 HPG’linin yaşamını yitirdiği açıklanmıştı. Ancak daha sonra bölgeye giden sivil toplum örgütleri ve yurttaşlar ile günler sonra netleşen haberlerin ardından bölgedeki çatışmalarda toplam 36 HPG’linin yaşamını yitirdiği ortaya çıkmıştı”
Yapılan resmi açıklama ile mevcut sayı arasındaki fark 13’tür. Yani 16 askerin dışında kalan ve öldürülen askerler ile HPG’liler yapılan resmi açıklamada birbirinden ayrı görülmemiştir. Ya hepsini bir arada öldürmüşlerdir, ya da ilk başlarda yapılan bombalamaların sonucunda tüm ölülerin HPG’li olduğu yönünde topluma mesajlar verilmek istenmiştir.
Askerin itirafları gerçekten de dikkat çekici. Özellikle Hakkari’ye yönelik askerlerin düşündükleri;
“…Hakkari halkının tamamını yok etmek isteyenler var. Bizlere izin verseler de kentin altından girip/üstünden çıkıncaya kadar bebeği, yaşlıyı, imamı, kadını hepsini öldürsek diye bekleyen ve arzu eden bir grup var aramızda. Bize yetki verseler de, tanklarla kente girip hepsini yok etsek diyenler var”
Askerler içerisinde böyle düşünenler var! Hakkari kentini içindekilerle yok etmek isteyenler, tanklarla kentin altını üstüne getirmek isteyen askerler…
Dünya da bir başka örneğini göstermek mümkün değildir. Ama toplumun dikkatini çekmiyor, hatta kimse böylesi önemli açıklamaların ardından yetkililerin harekete geçmesi yönünde herhangi bir girişimde bulunmuyor. Daha çok Acun diye bir hıyar’ın şaklabanlığı, şovmen Erdoğan’ın şirazesinden çıkmış halleri ulusal kanalları boy boy kaplıyor!
Toplumun tepkisizliği, sahipsizliği ve yarınsızlığı o kadar derin ki, askerin söyledikleri/itirafları karşısında olağan bir yaklaşımın dışında bir şey olmuyor. Ne toplumdan, ne aydın kesimden, ne de yazan-çizen tayfasından!
Bu kesimlerin öteden beri belledikleri nakarat aynıdır; direnen bütün Kürtlerin direnişlerine yönelik gizliden ya da açıktan saldırmak. Gizliden ve açıktan Akp’nin savaşçı politikalarına maske olmak!
Askerler “Hakkari”yi yerle bir etmek istiyorlar, tanklarla şehre dalalım diyorlar, bunların hiçbirinde en ufak bir tepki yok.
Askerin bu söylemlerinin üzerinden birkaç gün geçiyor!
Ve ulusal kanallarda sessiz bir haber daha geçiyor; “Hakkari’nin Berçelan alanında Özel tim’in kontrol noktasına yakın bir yerde meydana gelen patlamada bir çocuk yaralandı” diye…
Hayatın gerçekleri kendisini sahiplendiriyor sessiz olsa da, yaşayanların da ise halen herhangi bir tepki yok…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Geçenlerde ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey Kürt özgürlük hareketine karşı yapılmak istedikleri planları anlatırken ” Orası Erdoğan’ın ülkesi… “ diye söze başlamıştı.
Batılar içerisinde herhalde en pragmatist olanlar Amerikalılardır. Belki bu pragmatizm Amerika’nın oluşumuyla bağlantılı bir şeydir. Zamanında Avrupa’da varlıklı ailelerin topraklarını oğulları arasında böle böle bir şey kalmayacağını anladıklarında en iyi yol olarak tüm topraklarının evin en büyük oğluna bırakılmasında bulmuşlardı. Bu durumda varlıklı ailelerden gelipte hiç bir şeyleri neredeyse olmayanların gidecekleri bir yerleri yoktu. Yine o yıllarda gelişen birçok radikal harekete karşı Avrupa monarşilerinin sert yönelimleri de yaşanmaktaydı. Hele birde işsiz olanlar, ortada kalanlarda az değildi. Ve tabii birde maceraperestler de vardı. Dünyayı gezmek isteyenler, yeni kıtaları ve yeni sahaları keşfetmek isteyenler. İşte tamda böyle bir süreç ve ortamda Amerika’ya gidişler vardı. Yeni bir koloni vardı. İngilizler hakim olmuşlardı. Bu yeni koloniye yukarıda dile getirdiğimiz tüm kesimler ağırlıklı olarak gönüllü gitseler de sürülenler de az değildiler.
Sonuç itibariyle Amerika’ya gidenlerin birçoğu “aç gözlüydü.” Doyuma ulaşmamışlardı. Aşağılanmışlardı. İtilmiş ve kakılmışlardı. Bu ise esasta yeni bir yaşam kurarlarken büyük bir hırsla yönelmelere götürdüğü gibi müthiş enerjiler açığa çıkarıyordu. İşte bu açığa çıkan enerjiyi buraya gidenler gidiş şartlarından kaynaklı pragmatizme yani kendi çıkarlarını iyi kollayan, gözeten bir yaşam biçimine götürdü. Bu onların dillerine de yansıdı. Pragmatist olanlar çokta özenli olamazlar. Çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre bir dil ve davranış içerisinde olurlar. Örneğin Obama’nin Erdoğan ile konuşurken elinde Baseball sopasının bulunması bu doğrudan yaklaşımla olan bir yaklaşımdır.
Evet, Amerikalılar tüm batılılarda en pragmatist olanlardır. Bunun için söyleyeceklerini çoğu zaman süsleyemezler. Doğrudan girerler. Ve tabii birde pragmatizmlerinden dolayı olmalıdır ki bugün dünyanın en hegemonik gücüdürler. Bu ise ayrıca bu özensizliğe bir kabalık eklemektedir.
Ancak bu özensizliğin birde avantajlı yönü vardır. Birey Amerikalıları iyi izlerse, iyi dinlerse, iyi takip ederse ne demek istediklerini iyi anlar. İngilizlerin o centilmenlik siyaseti altındaki hilelerini anlamak gerçekten çok zordur. Size gülerlerken bakmışsınız kuyunuzu kazıyorlardır. Yine Fransız nezaketi deyip geçmeyin, nezaketlidirler ancak çıkarlarını korumak için yılanın zehrinden daha tehlikeli olan zehirlerini size karşı kullanmakta çekinmezler. Almanlarda böyledir. İtalyanlarda. Ve tabii dünyanın başka emperyal ve sömürgeci güçleri de böyledir. Saman altında su yürütme diye tabir ettikleri siyasetleri ezilen halkları ya da aslında tüm insanlığı hep kandırmaya götürebilecek düzeydedir.
Ancak Amerikalılar öyle değildir. Amerikalılar daha dobradır. Daha kestirmecidirler. Bunun için bir Bush Irak saldırısında Yeni Haçlı Seferi diye bilmiştir. Çünkü ABD’nin bölgeye müdahalesi gerçekten de yeni bir Haçlı Seferiydi. Halbuki bu Haçlı Seferini en çok isteyenler İngilizler ve Fransızlar olmasına rağmen sanki havalarında değilmiş gibi birçok yaklaşım sergilemişlerdi.
İşte en son olarak ABD genelkurmay başkanı olan Dempsey” Orası Erdoğan’ın ülkesi…” derken gerçekten de Türkiye’yi Erdoğan’ın ülkesi gördükleri için bu cümleyi sarf etmiştir. Yani söylediklerinde hile ve hurda yoktur. Ne düşünüyorsa harbiyen söylemiştir.
Dünyanın en süper gücü olan ABD’nin genelkurmay başkanı bunu söylüyorsa Türkiye’nin tümü bu durumu iyi düşünmelidir. Türkiye gerçekten de artık Erdoğan’ın ülkesi olmaya doğru hızla ilerliyor.
Düşünebiliyor musunuz Türkiye’de Erdoğan’ın onayı olmadan artık bir şeyler yapılabilsin. Türkiye tümden Erdoğan’ın kafasındaki proje neyse ona göre şekil almaya doğru gidiyor. Neredeyse yaşamın en kritik kararları Erdoğan’ın iki dudak arasında çıkan sözlere endekslenmiştir.
Şimdi sormak gerekir dünyanın en büyük diktatörü olarak bilinen Adolf Hitler bu kadar yetkiye ve etkiye sahip miydi? Yani Almanya’nın tümü Adolf Hitler’in kafasındaki projelere göre mi gidiyordu? Sanki tam öyle değildi. Öyle olmadığı için ancak Hitler dediklerinin yerine getirilmesi için binlerce insanı katletmişti.
Erdoğan ise Hitler’den çok daha fazla yetkilerle donatılmıştır. Neredeyse hem hakim, hem savcı hem de infazcıdır. Yani tam bir diktatördür. Total diktatör mü diyelim?
Evet, “Orası Erdoğan’ın ülkesi” olmaya gerçekten de hızla adımlarla ilerlemeye doğru gidiyor. Korkarız bu gidişe hızla dur denilmezse yarın Almanların başına gelenler tüm Türkiye’nin başına gelecektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Herhalde devrimciliği tarif etmek gerekirse en iyi tarif onları “ölümle dans eden, ölüme kafa tutan, kelle koltukta yürüyenler” diye tanımlamak ya da tarif etmek yanlış olmayacaktır.
Dünyanın her yerinde adaletsizliğe, eşitsizliğe, baskıya, sömürüye kafa tutanların bir özelliğidir devrimcilik. Devrimciliği eskiyi, var olanı, verili olanı aşarak yerine köklü değişiklik getirmek olarak ele alacak olur isek o zaman neden dünyanın her yerinde devrimciliğin gerçekten de ölümle dans etmek olduğunu anlayabiliriz.
İçerisine doğduğumuz dünya toplumsallıktan kopan daha doğrusu sapan bir dünyadır. Öyle bazıların söylediği gibi “insan insanın kurdudur” sözü hikayedir. Belki de bir şeylerin hem de çok kötü şeylerin üstünü örtmek için kullanılmak istenen bir söylemdir bu.
İnsanlık öyle sanıldığı gibi ilk toplumsallaşma aşamasında sonra yani kendi benliğinin ve de toplumsallığının bilincine vardıktan sonra birbirinin kurdu olmamıştır. Tersine bir arada, ortaklaşa, paylaşımcı hatta eşitlikçi ve özgürlükçü özellikleri çok daha fazla önde olmuştur. Bu durum tarihinin neredeyse şafak vaktinde insanlığın büyük buluşlar yapmasına yol açmıştır. Neolitik devrim dedikleri ve buluşları itibariyle ancak 16. yüz yılda bu duruşa yaklaşan insanlık gibi bir gelişmeye yol açan temel neden işte insanlığın yukarıda ifade edilen komünal değerleri olmuştur.
Ne zaman bu komünal değerlerden sapma yaşanmıştır sorusuna verilecek cevap; ilk iktidarlaşma yani ilk bireysel biriktirmeyle diye cevap verilebilir. Henüz devlet denilen canavar yapılanma oluşumdan önce üçlü kurnaz ittifak; şaman yani rahip, askeri şef ve tecrübe edinmiş olan erkek’in iktidara adım adım el koyarak hem insanlığın ortak kullanım için biriktirdiği değerlere el koymuş hem de komünal yaşamı örgütleyen kadın üzerinde baskı oluşturarak giderek bu köklü insanlık karşıtı sapmaya yol açmışlardır.
Peşinde geleni ise herkes bilmektedir. Devletler, diktalar, imparatorluklar, şefler derken bugünün ulus devletine kadar gelinmiştir.
Devletler, diktalar, imparatorluklar ve şeflerin ve de ulus devletlerin ortak noktaları iktidarı tek elden toplayarak toplumun çok ama çok küçük zümresi dışında tümünü baskılamalarıdır. Sömürmeleridir. Ezmeleridir. Başka bir deyimle iradelerini yok sayarak nesne haline getirmeleridir.
Özcesi insan insanın kurdu değildir. İktidar ve devlet yapıları insanın hem kurdudur hem de insanı kurt haline getirendir.
İşte tüm devrimcilerin ortak bir özelliği bu kurt haline getirilişe karşı duruşlarıdır. Sapmayı aşarak yeniden orijinal haline getirmek istemeleridir. Kimi devrimci bu durumu ileri düzeyde felsefik ve ideolojik tanımlamalara kadar götürerek gerçekten de köklü paradigmasal yaklaşımlar göstermektedir. Ancak bazıları bu düzeyde ele alamadıkları için var olanı yıktıktan sonra bu yıkılan iktidar odakları yerine bu kez kendi iktidarını kurdukları için yine eski olana rengi farklı olsa da benzeşmeleridir. Bu şekilde de iktidar ve kirli olan devlet yapısı adeta kendisini vazgeçilmez kılarak süreklileşe bilmektedir.
Ancak ideolojik ve felsefik olarak kendilerini ikna etmiş ve bu sapma durumunu bilincine çıkaran iktidar odaklarının insanlığı teslim alan temel üç yöntemine karşı çıkarak iktidar odaklarını çıldırır haline getirebilmektedir.
Birinci yöntem olarak İktidar odaklarının edindikleri bolca tecrübeden sonra en önemli yöntemleri insanı ölümle tehdit ederek teslim alma girişimleridir.
İkinci bir yöntem ise kadını erkekle erkeği de kadınla teslim almalarıdır.
Üçüncü bir yöntemleri ise özel mülkiyetle bunu yapmalarıdır. Yani insanları parayla, maddi değerlerle satın alma ya da tehdit ederek yanlarına çekmeleri ya da tarafsız hale getirerek pasifize etmeleridir.
İşte dünyanın farklı yerlerindeki devrimcilerinin kimileri iktidar güçlerinin üç silahını da elinde alarak mücadelelerine devam ederlerken kimisi iki silahını kimisi ise bir silahını almaktadırlar.
Dünyanın her yerinde iktidar odaklarına karşı devrimcilerin iktidar güçlerinin ellerinde ilk aldıkları silah “ölüm silahı”dır. İktidarlar insanlığı ölümle tehdit ederken iktidar odaklarına karşı en etkili mücadele silahı olarak ölümle dans etmek, ölümle alay etmek, kelle koltukta yollara düşmek, ölüme kafa tutmak iktidar odaklarını çıldırtmaktadırlar.
Devrimciler ölüm silahını iktidar odaklarının elinde aldıkça iktidar odaklarına yamananlar yaşamın kutsallığına, yaşamın hiçbir şeyle değiştirilemezliğine, yaşamın sadece bireylere ait olduğunu söyleyerek iktidar odaklarının yardımına koşarlar.
Halbuki iktidar odakları özelde zindanlarda tutsak aldıkları devrimcilere karşı uyguladıkları en büyük silahları ve kozları onları ölümle, özgürlüklerini kısıtlamakla, onların yaşamlarının ellerinde almakla tehdit etmeleridir.
O zaman iktidar odaklarına karşı verilecek en etkili mücadele bu silahı onların elinde almaktır. Boşuna Mazlum Doğan 21 Mart 1982 yılında faşist TC devletinin elinde kendi yaşamını sonlandırarak direniş fitilini çakmamıştır. Yine 14 Temmuz 1982 ölüm orucu direnişçilerinin “yaşamı uğruna ölecek kadar seviyoruz” diyerek faşizmi zindanlarda dize getirmemişlerdir.
Evet, iktidar güçlerini, baskıcıları, sömürücüleri, faşistleri ve faşist devlet yapılarını karşı en etkili direniş tutsak aldıkları bedenlerimiz üstünde istediklerini yapmaya fırsat vermeyerek her yerde her ortamda kelle koltukta, ölümle dans ederek direnişimizi süreklileştirmemizdir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Mangurtluk üzerine onlarca makale yazdık ancak öyle görülüyor ki faşist Türk devletinin mangurtlaştırma politikaları devam ettikçe mangurtları, mangurtlaştırılanları ve mangurtlaştıranları yazmaya devam edeceğiz.
En son Akepe borazanlığını aleni bir şekilde yapan bir isim Abdulkadir Selvi de mangurtluğa ilişkin bir yazı yazdı. Ancak ilginç olan ise mangurtluğun nasıl geliştiğini doğru yazsa da mangurtluğu tersine mangurtluğu geliştirenlerin lehine çevirerek özenle yazmaya çalışmış.
Mangurtluğu:
“Orta Asya'da yaşayan Juan Juan adlı barbar kabile tutsaklara uygularmış bu yöntemi.
Saçları kazıtılan tutsakların, saç kökleri tek tek çıkartılıp, yeni kesilen devenin boynundan kesilen deri parçası, kanlar içindeki başına sımsıkı sarılırmış.
Taze deri tutsağın başını mengene gibi sıkarken, deri iyice kurusun, başını iyice sıksın, acıdan kafasını yerlere çalmasın diye bir kütüğe bağlanır, kızgın güneşin altında bırakılırmış.
Kazınan saçlar dışarıya çıkmaya başlayınca, içe doğru döner ve uzadıkça da tutsağı çıldırtırmış. Dört beş gün sonunda çoğu tutsak ölür, sağ kalanlar ise hafızalarını yitirmiş bir şekilde, Juan-Juanların, sadık köleleri olurmuş.
Ölünceye kadar geçmişlerini bilmeyen, bilinçlerini yitirmiş, verilen emirleri yerine getiren, sorgulama gibi bir yetenekleri olmayan, 'Mangurtlar' olarak yaşarlarmış.”
Bu Akepe’nin borazanlığını yapan kişi mangurtluğun bu yanlarını yazdıktan sonra bu meseleyi Zindan direnişçilerin geliştirdikleri açlık ve ölüm oruçlarına getirerek PKK’nin zindan direnişçilerini ölüm oruçlarına yatırarak bireylerin hafızalarını silerek mangurtlaştığını yazıyor.
Bir kere zindanda ölüm orucuna yatan direnişçilerinin yaptıkları mangurtlaşmayı özenle geliştiren faşist devlete karşı olan bir açık tavırdır. Mangurtlara ve mangurtlaştıranlara karşı geliştirilen bir direniştir.
İkincisi birileri zoraki faşist TC devleti gibi insanların hafızalarını silmiyor. Dillerini yasaklamıyor. Okullara alarak beyinlerini silmiyor. Hafızalarını boşaltarak kendi hafızasını yerleştirmiyor.
Üçüncü olarak birilerinin kimliğini inkar ederek kendi kimliğini yedirmiyor.
Ve dördüncü olarakta mangurtları yaratarak kendi halkına karşı savaşır hale getirmiyor. Düşmanlaştırmıyor. Kendi iç bünyesine karşı düşmanca tavır almaya yönlendirmiyor.
Bu söylediklerimizin tümünü TC devleti yapıyor. En son olarakta daha ileri bir düzey ve dozajda da Akepe yapıyor. Hatta Akepe sadece ve sadece mangurtlaşmış Kürtleri seviyor. Mangurt olmuş Kürtleri öne veriyor. Hatta tüm diğer Kürtleri kabul etmiyor. Kabul etmediği gibi saldırıyor. Zindanlara dolduruyor. İşkencelerden geçiriyor. Polisleriyle gazlıyor. Biberliyor.
Özcesi mangurtluğu madem yeni öğrenmişsiniz o zaman biraz doğru öğrenin. Haydi, anladık Akepe’nin borazanlığını yapıyorsunuz. Ancak bu onursuz işi yaparken biraz dürüstçe yapın.
Son bir söz olarak açıkça belirtiyoruz; öncelikli olarak mangurtlaştıran tüm politikalarınızı teşhir edeceğiz. Tecrit edeceğiz. Ve bu politikalarınızın sonuç almaması için inadına direnişimizi yükselteceğiz. Yine mangurtlaştırdığınız ve içimize birer hançer olarak yerleştirmeye çalıştığınız mangurtlara karşı da halk olarak karşı duruşumuzu daha güçlü koyacağız.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
TTP harflerini okuyunca, hemen aklınıza; koyu gri renkte ve girişinde “Türkçe Konuş, Çok Konuş” yazılı bir pankartın asılı durduğu devlet dairesi gelmesin!
TTP yani; Tactics Techniscs Procedures’muş!!! Bu TTP’yi Türkçeye çevirirsek, daha doğrusu Türkçeleştirilmiş İngilizcesiyle okumaya çalışırsak; Taktik Teknik Prosedürler oluyor…
Hazır yazının girişinde Türkçe konuş çok konuş noktasına değinmişken, bu TTP sayesinde Türkçenin çokluğundaki İngilizceye de ince bir nümayiş de bulunmuş olduk…
Peki, halen bu TTP’nin ne olduğunu anlamaya çalışanlar vardır muhakkak! Biz onlara daha orijinal bir nitelemeyle açıklamaya çalışalım. Bu TTP var ya; kelimenin tam anlamıyla zurnanın son deliği, anasının gözü!
Aslında bazıları abd’li büyükelçinin yaptığı bu açıklama ve ardından Erdoğan tarafından verilen yanıtta kullanılan kelimeler üzerine yeni bir tartışmanın ve hatta yeni bir sürecin başladığını düşünüyor olabilir.
Zaten bu tipler bu düşüncelerle ve benzeri söylemlerle sürekli kendi dünyalarında bir nütasyon halindedirler de, neyse! (bu biraz farklı bir konunun yazısı oluyor, biz tekrar kendi konumuza dönelim)
Abd’li büyükelçi ne demek istedi? Yani gerçekten de bu söylemlerin aslı astarı var mı?
Belki bu yönde girişimlerde bulunulabilir, belki bu yönde çeşitli görüşmeler devam ediyor olabilir, belki bu yönde çeşitli hazırlıklar ve çeşitli kuvvetler hazır kıt’a bekletiliyor olabilir.
Bunların hepsi belki ile başlayan ve şu an itibariyle varsayımların dışında herhangi bir gerçekliği olmayan tartışmalardır. Ondan dolayı elçinin sözlerini bu yöne çekmek ve bunlar üzerinden bir psikolojik ortam hazırlamaya çalışmak;
Kesinlikle PKK’ye yönelik etki de bulunmaz! “-hatta devletler bu tür hazırlıklarını hiçbir şekilde dışarı sızdırmazlar”
O zaman geriye kalan neyse onun üzerinden konuya yaklaşmak daha makuldür.
Geriye ne kaldı diye sorulabilir bu aşamada!
Geriye bizim demeye çalıştığımız gibi zurnanın son deliği kaldı!
Elçinin söylemeye çalıştığı bu; “…. Her türlü istihbarat paylaşımında bulunduk, hatta ladin tarzı bir formülü de masaya yatırdık” demesi aslında verilen bir destekten ziyade, diplomatik olarak elçinin Türkiye’ye duyduğu illallah’lık ruh halini yansıtıyor.
Özcesi abd’li elçi; her şeyi yaptık, ne dediyseniz yaptık hatta daha fazlasını vermeye çalıştık, ama size yaranamadık. Halen daha fazlasını istiyor ve bizim politikalarımızda sürekli bunu ön plana çıkarıyor, dosyanın ilk gündemine bunu alıyor ve masaya bunu sürüyorsunuz demeye çalışıyor.
Yoksa gerçekten de işin ciddiyetine yönelik bir yaklaşımı olsa; sözünü ettiği konuların muhatapları kesinlikle gazetelerin Ankara temsilcileri değildir.
Daha farklı ambiyanslarda ve muhataplarıyla bu konuları konuşurdu elçi! Demek ki, arada inceden de olsa bir serzeniş ve yaşanan tıkanmanın dışavurumu var!
Hatta elçinin gazetecilerle yaptığı bu konuşma; üstü kapalı bir şekilde şikâyettir.
Abd’li elçi bu açıklamasıyla;
Devlete sunulan imkanlara rağmen, Türkiye’nin başarısız olduğunu,
Abd’den de daha fazla bir şey istemelerinin anlamsız olduğunu,
İlan etmiş oldu!
Bu mesajı en iyi anlayan ise; Erdoğan oldu!
Konuya ilişkin yaptığı açıklamaya; “… metni ve elçinin açıklamalarını okudum” diyerek başlamıştı. Herhangi bir aktarım ya da ileti yok! Direk okuma ve karşılaşma söz konusu, belki bundan dolayı da iyi anlamış olacak ki; “ladin evde, bizimkiler dağda, mağaralarda” demeye getirdi!
Yani ikisi arasında arazinin beşeri yapısındaki farklılıkları dile getirdi ve bunların göz önünde bulundurulmasına vurgu yaptı.
Ondan dolayı da ikisinin birbirinden farklı olduğunu vurguladı Erdoğan! Abd’li elçinin gazetecilerle yaptığı söyleyişi ve Erdoğan’ın verdiği cevap bize; Abd ile Türk devleti arasında yaşanan hafif gerginliği de gösterir nitelikte!
Geçtiğimiz dönemde abd’ye daha güçlü keşif uçakları ve tam donanımlı pradetör’ler konusunda serzenişte bulunan türkiye’ye, elçiliği üzerinden abd’nin verdiği cevap da bu oluyor; size her şeyi verdik daha ne istiyorsunuz?
Türkiye yönetimi ve malum çevreler bu gerçeği görerek ne istediğine bir daha mı bakacak, yoksa TTP ile tartışmalara Türkçeleştirilmiş İngilizcesiyle katılarak nütasyonlarına devam mı edecekler?
Önemli olan bu, gerisi ise bazılarının da fark ettiği gibi gerçekten de “boş sözler!!!”
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Uzmanlar, analizciler, araştırma merkezleri, mit’i, emniyeti, ordusu ve artık ne kadar böyle kendince kendini akılı sanan devletin özel güvenlik birimleri varsa hepsinin ortak ‘tespiti’: PKK eylemleri kışında sürecek.
Bu tespiti yapanlar ne kadar da büyük araştırmalar ve incelemeler içerisinde olduğunu bir bilseniz. Ne kadar da yoruluyorlar. Ne kadar da istihbari bilgiyi irdeledikten sonra bu sonuçlara ulaştığını bir bilseniz. Muazzam yorucu bir çalışma, muazzam emek yoğunluk bir iş ve tabii birde muazzam bir beyin emeği…
Ekranlarda, gazetelerde, internet sayfalarında okuduğunuzda bu yukarıda sıraladıklarımızın tümü adeta bu “uzmanların” tümü böyle bir görüntü veriyorlar. Ne kadar da “büyük şifreler” çözdüklerini yansıtmaya çalışıyorlar. Böylelikle kendilerine birer ekmek kapısı bulmuş oluyorlar. Hem de uzman olarak, hem de bilirkişi, hem de stratejist, hem de araştırmacı, hem de ne kadar böyle sıfat varsa bunların tümünü hanesine yazdırarak bunları yapıyorlar.
Açıkça söyleyelim, böyle tellallara ihtiyaç yoktur. Hele hele halkların paralarıyla geçinen şehit Dr. Baran yoldaşımızın deyimiyle “Sünepelere” gerçekten de hiç ihtiyaç yoktur.
Özgürlük hareketi olarak yaptıklarımızı alenen belirtiyoruz. Yapacaklarımızı da açıkça hiçbir gizliliğe başvurmadan söylüyoruz. Doğru ya da yanlış ama böyle öğrendik ve böyle yapmaya da devam edeceğiz. Belki de özüyle sözü bir olmanın gereğidir.
Bunun için diyoruz ki sizin o çok para harcadığınız stratejistlere, uzmanlara, tellallara, araştırmacılara ve bilirkişilere ihtiyacınız yoktur. Alın özgürlük hareketinin görüşlerini dile getiren yayınları, ya da kısmen de olsa özgürlük hareketinin söylediklerini dile getiren medyayı orada bu tüm insanların ölümü üzerine para kazananların hiçte büyük araştırmacı olmadıklarını göreceksiniz.
Nedeni basittir. Araştırılacak bir şey yoktur. Derinlerde seyreden hiç bir şey gerçekten de yoktur. Her şey apaçıktır. TC devleti faşizmi doludizgin yürütüyor. Yaklaşık 10 bin Kürt siyasetçisi, sivil toplumcusu, sanatçısı, avukatı, gazetecisi, sağlıkçısı, sendikacısı, kadın aktivisti derken ne kadar duyarlı Kürt varsa hepsini yargısız bir şekilde zindanlara tıkamıştır. Kürt analarına, kadınlara ve gençlere faşizanca yönelmektedir. Seçilmişlerine o kadar hakaret edilmektedir. Kürdistan’ın coğrafyası adeta değiştirilmektedir. Doğası tahrip edilmektedir. Ormanları yakılmaktadır. Dili yasaklanmakta hatta hakaretlere maruz kalmaktadır. Derken gerillasına kimyasal gaz kullanmakta. Ve birde Kürtlerin kültürel soykırımını hızlandırmak için ellerinde ne kadar imkan varsa hepsini devreye koymaktadırlar. Ve tabii bir de bu halkın önderliğiyle bir yıldan çok aşkın bir süredir hiçbir görüşme yaptırılmadığı gibi dünyanın en büyük linçini ona karşı yürütmektedirler.
Tüm bu nedenler ortada dururken herhalde bu halk için yola çıktığını iddia eden bir gerilla hareketi artık kış değil, zemheri de olsa bu kadar faşizanca yönelimi kırmak için ve var olan durumu tersine çevirmek için kesintisiz direniş içerisinde olacaktır. Bu durum bu kadar açıktır.
Ve tabii birde bu halkın gerillası artık sadece gerilla hamlesini Kürdistan’la sınırlı tutmayacak ve tüm Türkiye sathına yayacaktır. Bu durum da bu kadar açıktır.
Evet, durum bu kadar açık iken, uzman geçinen tellallara ihtiyaç gerçekten de yoktur. En iyisi bizi bizden dinleyin ve öğrenin.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Kürtlerin birinci paylaşım savaşından bu yana ilk kez kendileri için bu denli müsait bir konjonktür yakaladıklarını yüreği ve aklı sağlam atan her sosyal bilimci ve analizci dile getiriyor.
Birinci dünya savaşı sonrası param parça edilen Kürtler, giderek bu parçalı duruşu aşacak ortamı yakalıyorlar. Sadece parçalı duruşu aşma da değil, Sykes-Picotla adeta Ortadoğu’yu dizayn eden emperyal projeyi tersine çevirerek bu kez yok sayılmayı aşarak hem emperyal projelere geri adım attıracak hem de kendi özgürlüğünün yolunu açacak adımlarla ilerliyorlar.
Arap baharı diye dile getirilen Arap Devriminin esas esin kaynağı aralıksız olarak Kürdistan’da Kürt halkının 22 yıldır sürdürdüğü direnişten aldığını Ortadoğu’yu bilen her bilimci dile getiriyor. Arap Devrimi ise esasta yukarıda dile getirdiğimiz Sykes-Picot anlaşmasıyla Arapların param parça edilmesine karşı ilk kez gösterilen ciddi karşı duruşu ifade ediyor. Bu ise sözün tam manasıyla bir devrimdir. Başka emperyal odaklar istedikleri kadar bu devrim dalgasını tersine çevirmeye çalışsınlar, istedikleri kadar kendi lehlerine çevirmek istesinler, bir kere tarih Ortadoğu halklarına yürü ya kulum demiştir.
Bu yürüyüş artık sıradan bir yürüyüş olmayacaktır. Bu yürüyüş artık halaylı zılgıtlı bir yürüyüş olduğu kesindir. Bir bir despotik rejimler aşılmaktadır. Kalanlar da aşılacaktır. İsterse dediğimiz gibi Libya örneğinde olduğu gibi emperyalistler kendi sistemlerini oturtmak için iradesi sıfır olan işbirlikçileri öne versinler, halklar bir kere ayaklanmışlarsa ve yürüyüşe geçmişlerse onların önünü tutacak herhangi bir bent olmayacaktır. Olamayacaktır.
Araplar kendi yolunu adım adım çizeceklerdir. Araplar yirminin üzerinde devlete parçalanarak tarumar edildiler. Kürtlerin yurdu ise 4 sömürgeci devletin arasında paylaşılarak, işgal edilerek tarumar edildi. Araplar bu parçalanmaya son diyor. Kürtler ise bu parçalanmaya 30 yıldır son demişlerdir. Ne var ki 30 yıldır büyük bedeller vererek mücadele eden Kürtler her zaman uluslar arası konjonktürden dolayı hep ötelendiler. Hep itildiler ve dıştalandılar.
Ancak artık öyle tarihi bir an’a gelinmiştir ki, geri dönüş yoktur. Ya Kürtler özgürleşecek ya da yüz yıl daha köle olarak yaşayacaklardır.
Kürtler yüz yıl daha kölece ve köle olarak yaşamamak için Kürt özgürlük hareketi öncülüğünde yeni bir direniş dalgası başlatmışlardır. “Özgürlük Hareketi olarak dördüncü stratejik mücadele döneminde devrimci halk savaşı temelinde yürüttüğümüz çok yönlü mücadelemizin en kritik dönemindeyiz. Ya Önderliğimizin ve halkımızın özgürlüğüne dayalı Kürt sorununun demokratik çözümünü gerçekleştireceğiz ya da belki de yüzyılda bir yıl yakalanabilen bir devrim fırsatını kaçıracağız. Bu kader tayin edici süreçte bölgesel, ulusal açıdan oluşan koşulların da açığa çıkardığı tarihi sonuçları doğru değerlendirirsek halkımız yıllardır özlemini çektiği siyasi statüsünü kazanabilecektir” diyor PKK.
Kürt halk önderliğinin dile getirdiği gibi: “‘Üçüncü Dünya Savaşı’ diyebileceğimiz bu süreç, PKK’yi tıpkı uygarlık tarihinin şafak vaktinde Zagros-Toros eteklerinde Proto Kürtlerin oynadığı rolün bir benzerini bu sefer sınıfsız, devletsiz, ekolojik kent, kârsız ekonomi ve demokratik toplum doğrultusunda yeni uygarlık ve demokratik modernite lehine oynamaya aday kılmaktadır. PKK kendini baştan beri bu tarihsel role uygun olarak tanımladı. Birçok eksiği ve yanlışı olsa da, fırtınalı geçen son otuz yılı bu rolünü oynayabileceğini kanıtlamıştır. Seslendiği Kürdistan halkı kendisine olumlu yanıt vermiştir. Kürdistan artık eski mezar sessizliğinde değildir. Önümüzdeki süreç ister barış ister savaşla kazanılsın, sonuç demokratik ulusların inşa çağı olacaktır. Böylece binlerce yıldır süren sınıflı, kentli ve devletli uygarlık oyunlarının kan deryasına çevirdiği, kabilelerin, dinlerin, mezheplerin ve ulusların birbirini boğazladığı Ortadoğu uygarlık kültüründe, demokratik ulusların bütünlüğü üzerinde yükselen demokratik modernite çağı olacaktır.
…Otuz yılı aşkın bir tecrübeye sahip olan PKK’nin ideolojik ve politik kılavuzluğu, halkın devrimci savaşımla denenmiş güçlü desteği, öz savunmayı her alanda yapabilecek askeri gücü, geniş iç ve dış ilişki ağları KCK’nin demokratik ulusu inşa etmesine, yönetmesine ve korumasına imkân vermektedir. Bu yol bir daha eskiden yaşanan tıkanmaya uğramayacaktır. Devlet ulusçuluğunu değil demokratik ulusu hedeflediğinden, her zaman çözüm ve barış yanlısı, ulus-devlet güçleriyle diyalog ve müzakereye açık olduğu gibi, bunda başarılı olmazsa kendi asli yolunda öz güçleriyle demokratik ulusu başarıyla inşa etmeyi sürdürecek, yönetmesini ve korumasını bilecektir.”
Bir Türkiyeli aydının dile getirdiği gibi:
“Ve “ütopya” gerçeğin zaman ötesine geçişidir. Kürt halkı, “Ortak Ortadoğu Evi’nin eşit haklı üyesi olmak istiyor. Bu “kapitalist moderniteye” karşı “emeğin birliği” ile kapitalist sömürgeci paylaşım savaşlarına karşı “halkların birliğini” temsil ediyor. Kürt halkının böyle bir hayali var.
Bu büyük hayal tek bir halkın hayali olduğu zaman “hayal” olmaya mahkumdur. Ondandır ki, bu “hayalin” Türk, Arap, Fars, Ermeni, Yahudi, Rum, Gürcü, Çerkez, Laz diğer sahiplerinin ortaya çıkması gerekiyor. Ortadoğu’nun tam merkezindeki “çok parçalı” Kürdistan’da başlayan devrimci süreç, adım adım, işte bu “hayali”, ya da “ütopyayı” gerçeklik dünyasına doğru taşıyor.”
Evet, bu yüzyıl Kürtlerin Ortadoğu halklarıyla hayallerini gerçekleştirecekleri bir yüzyıl olacaktır. Konjonktür buna çok mu ama çok uygundur. Sömürgeciler ilk kez bu kadar parçalıdırlar. Yine ilk kez Türkiye’de bu kadar dibe vurmuş bir iktidar söz konusudur. Ve tabii ilk kez Kürtler Türk ve bölge halklarıyla bu kadar güçlü bir konumu yaşıyorlar.
Ancak tehlikeler yok mu? Hem de çok fazla vardır. Bu tehlikelerin aşılmasının iki temel ayağı ve yine bu ayakları güçlendirecek maddeleri vardır.
İki temel ayakların biri Kürtlerin kendi aralarındaki birliktelikleridir. İkinci ayak ise yaşadıkları ülkelerde o ülkelerdeki halklarla ortaklaşmayı yakalamalarıdır. Örneğin söz konusu Türkiye ise, Türkiye halklarıyla mutlaka ama mutlaka güçlü demokratik örgütlerle bir araya gelmeleridir.
Kürt halk önderliği Kürtler arası ayak için: “Dolayısıyla Kürtler arasında bütünsel bir diplomasiyi geliştirmek temel ulusal görevlerdendir. Bunun için Demokratik Ulusal Kongre’yi gerçekleştirmek Kürt diplomasisinin en hayati görevidir. Demokratik Ulusal Kongre hem tüm Kürt örgütleri ve şahsiyetlerinin temel hedefi olmalı, hem de Kongre’nin bir an önce gerçekleştirilmesiyle ona dayalı tek ağızdan konuşan, tek politikası olan, kurumlaşmış bir Kürt diplomasisi gerçekleştirilmelidir” diyor.
Evet, tehlikelere karşı halkların demokratik ulus temelinde birliktelikleri şarttır. Ve bu şartın gerekleri yerine getirilirse gerçekten de bu yüzyıl Kürtlerin yüzyılı olacaktır.
Evet, “yüzyılda bir yıl yakalanabilen bir devrim fırsatını” kaçırmamak için ve hayallerin gerçek olması için tüm Kürdistanlı ve duyarlı Ortadoğu gençlerini Kürdistan dağlarına davet ediyoruz.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Son tahlilde devrim bir yargılama olayıdır.
Kürdistan'da ise devrim, baştan aşağı bir yargılama olayıdır:
Sömürgeci düşünceyi yargılamadır!
Sömürgeci uygulamayı yargılamadır!
Sömürgeci ahlakı, felsefeyi, siyaseti ve yaşamı yargılamadır!
Bunları yargılamayanlar, özgür yaşamdan bahsedemez!”
Kürdistan’da sömürgecilik kesinlikle gayri meşrudur. Bir halkın doğuştan gelen haklarını yok sayarak adeta dünyanın en ağır kültürel soykırımını uyguluyor. Beyinleri felç ediyor. Yüreklere zift bağlıyor. Ve bir halkın topyekun hastalıklı olması için elinde ne geliyorsa yapıyor.
Kürdistan’da sömürgecilik sadece gayri meşru değildir, sömürgecilik aynı zamanda suçludur. Çünkü aynen bir suç makinesi gibi suç işliyor. Değil günlük saniyelik olarak sürekli sistematik olarak suç üretiyor. Bir halkın topraklarını işgal edeceksin, yer altı yer üstü zenginliklerini talan edeceksin, insanlarının ürettiklerine vergi adına çalıp çırpacaksın, dilini yasaklayacaksın, sonra da “anadilde eğitim de bir şey yok” diye dört dörtlük bir faşizmi uygulayacaksın, çocuklarının belleklerini silmek ve kendine benzeştirmek için asimilasyonu köklü olarak uygulayacaksın sonra da dönüp birileri bu gidişata dur dedi mi de ”vay bu terörizmdir” diyerek dünyayı ayağa kaldıracaksın.
Geçti Borun pazarımıydı, yoksa sür eşeğini Niğde’ye miydi?
Her halükarda artık Kürdistan’da sömürgeciliğin ne kadar kurumları varsa hepsi sorgulanarak yargıya götürülecektir.
Eğitim sistemini yargılayacağız.
Güvenlik sistemini yargılayacağız.
İdari sistemini yargılayacağız.
Ekonomik sistemini yargılayacağız.
Kültürel sistemini yargılayacağız.
Sömürgeci ulaşım sistemini felç edeceğiz.
Kürdistan coğrafyasını tahrip edenleri yargılayacağız.
Özcesi: “Asimilasyon Latince kökenli assimilatio kelimesinden gelir ve anlamı ‘benzer hale getirmek’tir” olanı çok daha fazla sert yargılayacağız.
Türk sömürgeciliğinin Kürdistan’da “benzer hale getirmek” uygulamalarının tümünü artık yargılayacağız.
“Son tahlilde devrim bir yargılama olayıdır.
Kürdistan'da ise devrim, baştan aşağı bir yargılama olayıdır:
Sömürgeci düşünceyi yargılamadır!
Sömürgeci uygulamayı yargılamadır!
Sömürgeci ahlakı, felsefeyi, siyaseti ve yaşamı yargılamadır!
Bunları yargılamayanlar, özgür yaşamdan bahsedemez!”
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Anadil için: Kuran’da şöyle der: “Sizin dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın ayetlerindendir.”
Başka bir deyişle herkesin anadili başka anadiller kadar hak ve kutsaldır. Bunun için dünyanın hiçbir yerinde kimse anadilinde konuşmayı, eğitim yapmayı tartışma konusu yapamaz. Pazarlık hiç yapamaz. Siyaset bir uzlaşma sanatı olduğu söylenir. Ancak insanın temel hak ve özgürlükleri tartışma ve uzlaşma konusu yapılamaz. Müzakere ederek de böyle sorunlar çözümlenemez. Çünkü doğuştan haklar hiçbir yerde hiç kimse tarafından pazarlık konusu yani müzakere meselesi yapılamaz.
Kürtlerin dilleri yıllarca yasak haldeydi. Alay konusu edildi. Hatta bir dil olarak görülmeyip “kart-kurt” hikayeleriyle kocaman bir toplum yok sayılırken, Aziz Nesin’in deyimini kullanacak olursak başka kocaman bir Türkiye toplumu aptal yerine konularak bu kart-kurt hikayesi yedirildi.
21 yüz yılda yaşıyoruz. Ancak 21 yüz yılda yaşadığımız hem de atom çağı diye tanımlanan bu çağda Türkiye devletinin başbakanı kalkıp “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” diye biliyor. Bu çağda böyle bir zihniyet dünyanın en ileri düzeyinde bir faşizmi temsil ettiği açıktır.
Halbuki: “Bilimsel araştırmalar bize eğitimin, çocuğun en iyi bildiği dil üstüne inşa edilmesi gerektiğini söylüyor. Dilbilimde ‘diller arası aktarım ilkesi’ diye tabir edilen bir ilke vardır; şu anlama gelir: Çocuk en iyi bildiği dilde okuryazarlık becerisi edindikten sonra, edindiği becerilerden ikinci bir dil öğrenirken faydalanır ve böylelikle ikinci, hatta üçüncü, dördüncü dilleri öğrenmesi kolaylaşır. Bu, çift taraflı işleyen bir ilkedir: Yani çocuk ikinci dilde edindiği becerilerden birinci dilini daha da çok geliştirmek üzere de faydalanabilir” diye bir çok bilimsel tespitler vardır.
Peki, niye “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” gibi oldukça faşizm kokan bir yaklaşım ısrarla sürdürülür? Çünkü bir toplumu belleksizleştirmek istiyorsanız önce o toplumun diliyle oynayacaksınız. Önce o toplumu diliyle vuracaksınız. Önce o toplumun insanlarının işe yaramadığının hissini yaratacaksınız. Yani o toplumun insanlarında önce küçüklük kompleksi yaratacaksınız. Yani “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” mantığını uyguladığınız toplumu içten içe ikirciklikli ve hastalıklı kılacaksınız ki o toplum içten içe bitirilsin. Hele birde Türkiye ortamında Kürtçe ismini taşısa da dili Türkçe olsun ki bu çelişki yumağı içinde o çocuk bir daha kendisine gelemezsin.
Evet, işte: “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” un temel mantığı budur.
Bu mantık ise: “Anadilinde eğitim olmadan dile ilişkin diğer “hakların” boşlukta kalacağı gerçeğinin inkârıdır… Kürtlere neyi, ne zaman, ne kadar “tanıyacağını” belirleme hakkını kendinde gören her yaklaşım, hâkim millet kibrine gelir dayanır… Kürtleri eşit görmeyen ve görmeye de hiç istekli olmayan “hâkim millet” zihniyetidir.”
Bu “hakim millet” zihniyeti ise tek kelimeyle faşizmdir.
Tuhaf ama bu faşizan sistemini savunan Hüseyin Gülerce gibi kişilikler örneğin Yunanistan’da yaşayan Türklere uyguladıklarına karşı ne kadar da rahatsız. 200 binlik bir nüfusa karşı ne kadar da duyarlı. Onun için: “En büyük problem ise Türk kimliğinin inkârı. Yunanistan hükümeti, bölgede adında Türk geçen hiçbir kuruma izin vermiyor. İkinci büyük sıkıntı ise eğitim sorunu. Türk azınlık kendi ilköğretim kurumlarını kurmuş ancak orta ve lise imkânları yok denecek kadar az.”
Gerçekten tuhaf değil mi? Kürtlere -hem de yaklaşık 20 milyonluk bir halkın-anadil eğitimini ret edenler, Yunanistan’da yaşayan 200 binlik Türk nüfusu için, “Türk azınlık kendi ilköğretim kurumlarını kurmuş ancak orta ve lise imkânları yok denecek kadar az” diye utanmadan yazabiliyorlar. Biz Yunanistan’da yaşayan Türklerin haklarını hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyoruz. Herkes gibi onlarında kendi dillerinde eğitim görme hakları vardır. Bizim dile getirmek istediğimiz Kürtlerin olunca bu kadar faşistleşenlerin söz konusu Türkler olduğunda ne kadar da demokrat kesilmeleridir.
Bırakalım Kürtlerin ilköğretim kurumlarını kurmasını, “Anadilde eğitim diye bir şey yoktur” diye Kürtlere hakaret eden bir faşiste en çok destek sunan bu cümleleri sarf eden Fettullahçılardır.
Yeniden belirtelim, bundan böyle hiç kimseyle anadilimizde eğitim yapmayı pazarlık etmeyeceğiz. Biz bu sözümüzün arkasında kesinlikle duracağız.
Ancak aynı faşizan partinin bir milletvekili olan“Bu insanın doğuştan elde ettiği bir haktır. Kürtler bunu hiçbir şekilde pazarlık meselesi yapmayacaktır” diyen zat Galip Ensarioğlu acaba ne yapacaktır? Bakıp göreceğiz.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar