Yalan olur da bu kadar da olur mu(?) diye insan yeniden yeniden kendisine sormak zorunda kalıyor. Hadi diyelim biriler ısrarla yalan söylüyor, yalan üreten bir makine gibi çalışıyor, özenle bu yalanları hazırlayarak piyasaya sunuyor, bunun için adam ayarlıyor. Birileri bu işi bir plan ve program dahilinde yapmaya yapıyor da peki birileri de neden ısrarla bu yalanlara kulaklarını sonuna kadar açıyor, dinliyor. Haydi dinlemeye dinliyor anladık peki neden inanıyor?
Şemdinli’de devlet yoktur dedi bir siyasetçi. Peşinden gelişen ise bir linç kampanyası oldu.
23 Temmuz 2012 günü Şemdinli’de gerillalarımız bir devrimci hareket başlattılar. İsmini de Şehit Rubar Mardin ve Şehit Rozerin Mardin (Piran) harekatı koydular. Şehit Rubar Mardin ve Şehit Rozerin Mardin yoldaşlarımız geçen yıl hava saldırılarında vahşice katledilen iki komutan yoldaşımızdı.
Devrimci harekatlarımızın amacı işgal TC ordusuna ve işgalci TC devletine karşı bir operasyondur. Ülkemizi işgal etmişinizdir o zaman bizim sizlere karşı geliştireceğimiz mücadele, bir direniştir. Ve biz bu direnişimizi bir adım daha ileriye götürerek alan hakimiyetin kurma direnişi diyoruz. Bu operasyonların ya da harekatların temel nedeni bir türlü bizim varlığımızı kabul etmeyen, inkar ve imha siyasetini farklı adlar altında ısrarla sürdüren soykırımcı bir rejimin, var olan sorunları siyaset kanalıyla çözme girişim ve çabalarımızı ret ederek, yok etme siyasetinde ısrar etmesinin sonucudur. Daha dün televizyonlarda “Kürt meselesi diye bir mesele yoktur, artık bu aşılmıştır” sözü esasta faşizmin ta kendisidir. Ve bu sözleri sarf eden kişi hem de dünya barış günü diye adlandırılan bir 1 Eylül gününde söylemiştir.
Evet devrimci halk savaşının asıl nedeni bu faşizan zihniyete, soykırımcı zihniyete, alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete zihniyetine karşı bir duruştur.
Şimdi Şemdinli ve dediğimiz gibi birçok başka sahada giderek artan bir devrimci duruş içerisindeyiz. Karakollarınız olabilir, yoğun bir askeri gücünüz de olabilir. Ancak kalacağınız yer ancak ve ancak o karakollardır. O kendinizi sakladığınız üslerinizdir. Alan hakimiyeti diye tabir ettiğimiz gerçeklik zaten budur. Siz orada olabilirsiniz ancak karakollarınızda olabilir ve kalabilirsiniz. Dışarıya çıkamazsınız. Çıktığınızda her an sizi vuracak gerilla güçleri etrafınızda hazırdır. Bunu bileceksiniz. Nitekim her gün birkaç kez hemen Şemdinli’nin yanı başında yol kontrolü yapılıyor. Dediğimiz gibi hemen Şemdinli’nin yanı başında bu yapılıyor. Hakkari şehir merkezinin hemen dibinde istediğimiz zaman istediğimiz kişiyi alabilir ve istediğimiz askeri gücünü vururuz.
Evet, alan hakimiyeti dediğimiz durum budur. Bugün bu dağdayız. Yarın diğer dağdayız. Ancak siz gelemeyeceksiniz. Gelseniz de ancak Diyarbakır ve Malatya’da kalkan uçaklarınızla gelebileceksiniz. Birde saklandığınız üslerinizde top ve obüs kullanabilirsiniz. Başka da yapabileceğiniz bir şey yoktur. İşte arazi hakimiyeti budur.
1 Eylül günü RTE’nin “400 kilometre PKK'nın kontrolü altındadır” diyor. “Bir defa bu tespit bu ifade çok çok büyük bir yalan” diyor. Bu söylenenlerin yalan olup olmadığını gelip kendin görebilirsin. Hem de İlker Başbuğ’la çıktığın tepeye yeniden çıkabilirsin. Bir arkadaşın belirttiği gibi “Şam uzak Şemzinan’da mı uzaktır?” Yalansa gelip görürsün sonra da açıklamanı yaparsın.
Ancak o kadar yalan üreten bir makine haline gelmişler ki, söyleyeni kendilerince söylenenleri unutturmak için “Yalanın ötesinde sen kimden yanasın? Teröristten veya terörden yana mısın? Yoksa bu ülkede terörü yok etmek isteyenlerden yana mısın?” diyerek karşısındakileri o eskiden “hırpo” diye tabir ettikleri Kürt sanıyorlar. Hırpoluk 30 yıl öncesinde kalan –her ne kadar sömürgecilerin kullandıkları hakaret içeren bir yakıştırma da olsa-bir Kürt karakteridir. Sömürgecinin karşısında hep hazırda duran, pısırık, cesareti kırılmış, kendisi olamamış ve öz güvensiz kişinin karakteriydi. Artık hiçbir Kürt hem de en zayıf bildiğiniz, en beceriksiz sandığınız, en ürkek bildiğiniz önünüzde diz çökmez. Bunu bileceksiniz.
Evet, Şemdinli Gerçeği işte biraz da budur. Artık hiçbir kürdün önünüzde dize ve hizaya gelmeyeceği bir gerçekliktir. Bu gerçekliği 30 ağustos zafer bayramını Şemdinli’de kutlanma biçimine bakarak görebilirsiniz.
Devlet yanlısı bir gazete güya 30 ağustos zafer bayramını haber yapmıştır. Ve birde başlık atmışlar: “Şemdinli'de bir bayram sabahı.”
“30 Ağustos Zafer Bayramı, İlçedeki devlet protokolünün tam kadro katıldığı tören, saat 09.00'da Cumhuriyet Meydanı'ndaki Atatürk Anıtı'na çelenk konulmasıyla başladı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın ardından törene katılan devlet erkanı arasında bayram kutlaması yapıldı. Şemdinli'deki zafer kutlaması yaklaşık 10 dakikada tamamlandı. …Önceki yıllarda bayrak asmaya zorlanan ancak bu yıl herhangi bir zorlamayla karşılaşmayan Şemdinli esnafının bayrak asmaması dikkat çekti. …vatandaşın ilgi göstermediği gözlendi.”
“Şemdinli'deki zafer kutlaması yaklaşık 10 dakikada tamamlandı” diyen devletin gazetesidir. Törene katılan sadece ve sadece devlet erkanıdır başka da katılan yoktur. Bu haberi yapan gazete muhabirinin söylediği gibi: “vatandaşın ilgi göstermediği gözlendi” alan hakimiyeti diye tanımlanan gerçeğin kendisi zaten budur.
İşte Şemdinli gerçeği budur.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
TC devleti yatıp kalkıyor “biz doğu Anadolu’yu kalkındırmak istiyoruz ancak terör örgütü buna izin vermiyor ve üstelik hepsini tahrip etmeye çalışıyorlar” diyorlar.
Bizler TC devletinin Kürdistan’da yaptığı yatırımlarının çoğu-istisnalar kaideyi bozmaz derler- -ülkemizi kalkındırmak için değildir. Bilakis ülkemize yatırım olarak yapılanlar tüm projeler askeri amaçlıdır. Örneğin yaklaşık yapılması planlanan 1000 tane süper karakoldan bahsediliyor. Bilmem ne kadar askeri havaalanında söz edilmektedir. Karakollara ya da askeri üs olarak kullanılacak sahalara götürülen yollardır. Ve bir de tabii barajlardır.
Biz bu yazıda sadece barajlara ilişkin birkaç şey belirtmek istiyoruz. Güya TC devleti Kürdistan’a barajları arazilerin sulaması ve de bölgeye elektrik verilmesi için yapıyormuş. Ve tabii bunu yaparken de bölgeyi kalkındırıyormuş. Bunun için RTE: ”Barajlara konulan ad ne biliyor musunuz? Terör barajı. Adı böyle koyuyorlar. Barajdan ne çıkacak, su ve elektrik enerjisi vesaire gidecek. Bunun yanında buralarda çok ciddi istihdam olacak. Bu istihdamda da o bölgenin insanı, benim Kürt kökenli kardeşim istihdam edilecek” diyor. Hem de söylenenleri tüm bir Türkiye halkının önünde dile getiriyor. İzleyenlerde oluşan: “bak bu devlet Kürtler için her şeyi yapıyor ama bu teröristler hiçbir şeye izin vermedikleri gibi tahripkar rol oynuyorlar” kanısıdır.
Sözü uzatmayacağız sadece ve sadece kendi yandaş basınlarında çıkan bir haberi buraya alarak Kürdistan’da yapılan barajların ne amaçla yapılmak istendiğini dile getireceğiz. Biz Kürdistan genelinde coğrafyamızı tahrip eden, kültürel mirasımızı ve tarihi zenginliklerimizİ yok eden faşizanca amaçlara değinmeyeceğiz bile.
Dha’nın haber başlığı aynen şöyledir: “PKK'nın geçiş yoluna baraj kuruldu!”
Normalinde bu başlığı buraya aldıktan sonra yazıyı geniş tutmanın belki de bir anlamı yoktur. Nedeni ise zaten TC devletinin yaptığı barajların ne amaçla yapıldıklarını netçe söylenmiştir. Dediğimiz gibi belki de denilecek ki bu başlığın dışında söze gerek yoktur.
Evet, gerçekten de söze gerek yoktur. Yukarıdaki başlık bile tek başına RTE’nin ne kadar büyük yalan söylediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Neden Kürdistan’da inşa edilen barajların gerçekten de tam birer terör barajı oldukları, tam birer soykırım projeleri olduklarını inanmayanlar için biraz da açmamız gerekir.
Haberin devamında:
“Hakkari-Şırnak güzergahının, Kuzey Irak sınırı sıfır noktasında Devlet Su İşleri tarafından yaptırılan ve PKK'lıların Türkiye'ye sızmalarını önlemede büyük ölçüde etkili olacak 11 barajdan tamamlanan 3'ünde su tutma işlemlerine başlandı.
Hakkari sınırları içerisinde 4, Şırnak sınırları içerisinde 7 olmak üzere DSİ tarafından 2008 yılında yapımına başlanan barajlardan, Şırnak ve Silopi ile Aslandağı Barajları tamamlandı. Şırnak ve Silopi ile Hakkari sınırları içerisinde yer alan Aslandağı Barajları’nda su tutma işlemine de başlandı. Uludere Barajı’nın kazıları ise devam ediyor. Heyelan riski bulunan Ballı Barajı için yeni bir yer seçildi ve temel kazısı için proje hazırlandı. Kavşaktepe Barajı temel kazıları ve inşaatı devam ederken, Musatepe Barajı için Şırnak-Hakkari Karayolu’nun tamamlanması bekleniyor. Temel kazısında sorun çıkan Çetintepe Barajı’nda ise çalışmalar devam ediyor.
Kuzey Irak sınırına sıfır noktada bulunan barajların su toplamaya başlaması ile PKK’lıların geçişleri de büyük ölçüde zorlaşacak. PKK’lıların Katır üzerinde ağır silah, mühimmat ve gıda maddelerinden oluşan lojistik desteğin önü de kesilmiş olacak. Birçok mağaranın da sular altında kalacak olması PKK’nın harekat alanını daraltacak.
Barajların yakınlarındaki hakim tepelere yapılan beton ve her türlü saldırıya dayanıklı mevzilerden oluşan kulelerde ise 24 saat gözetleme yapılacak, tespit edilen hareketli noktalara anında müdahale edilecek. Arazi yapısı nedeniyle kanlı eylemlerden sonra derin vadi, mağaralar ve ağaçlık alanlardan gizlenerek kaçmayı başaran PKK’lıların, barajların tamamlanması ve su toplamasıyla birlikte artık eskisi gibi büyük gruplar halinde eylem yapması da ortadan kalkacak.”
Yukarıda barajlar neden yapılıyormuş gözler önündedir. Sınıra sıfır noktasında yapılan barajlar herhalde arazi sulamak için ya da elektrik sağlamak için yapılmıyor. Ve birde yukarıda dile getirilen birkaç barajdır. Toplamında Hakkari ve Şırnak bölgesinde yapılan, yapılması planlanan tam 90 adet baraj vardır. Yani Kürdistan coğrafyasını su altında bırakma projesi demek daha doğru olur.
Geçmiş yıllarda Ecevit bir ara Şırnak ve Hakkari için tampon bölge oluşturmada söz etmişti. Yani bir nevi buraları boşaltarak insansız birer tampon bölge oluşturmayı önermişti. O zaman bu düşüncelere karşı büyük tepkiler oluşmuştu. Şimdi aynı proje bu kez daha tehlikeli ve sinsice Akepe hükümeti devreye koymuştur. Bu barajları Kürdistan’ın o coğrafyasında inşa etmeyi başarırlarsa bu binlerce Kürdistanlı insanın sürülmesi anlamına gelecektir. Nasıl ki 90’larda köy yakarak, yıkarak 4000 köyümüzü boşaltmışlar ise bu kez güya birde yaptırım yaptıklarını söyleyerek ikinci bir göçertme dalgasını başlatacaklardır. Biz ülkemizin coğrafyasının erozyona uğratılmasından, iklimsel bozukluklara yol açmasından söz bile etmiyoruz. Yine gerillanın yollarını kendilerince kapatmasından da söz etmiyoruz. Bu barajlar oluşturulursa burada yaşayan tüm insanlarımızı göç ettirmek zorunda bırakacaklardır. Bu coğrafya da verimli ve işlenen araziler vadilerdir. Zaten yükseltileri genelde sert arazi ve yaylalıktır. Hayvancılık yasaklandığına göre geri sadece ve sadece vadilere az bir şey ziraattır. Bunu da bu barajlarla yok ederek ülkemizi boşaltacaklardır.
Yıllar önce Mao Zedung “denizi kurutarak balıkları yakalama” demişti. TC devletinin yeni hükümranları olan Akepeliler gerçekten tam bu mana da topraklarımızı “deniz” altında bırakarak yaşamsız bırakmayı hedefliyorlar.
Plan açıkça bu olmasına rağmen hiç sıkılmadan, utanmadan halkın karşısına birde başbakan sıfatını taşıyan RTE: “Bunlar o bölgenin kalkınmasını da istemiyorlar” diyerek en büyük yalanı söylüyor.
Evet, yeniden belirtelim; Kürdistan’da barajlar kesinlikle ekonomik amaçlı yapılmıyor. Hele hele halkımıza elektrik götürmek için hiç yapılmıyor. İstihdam dedikleri birkaç haini zenginleştirerek Kürt özgürlük hareketine karşı kullanmaktır. Başka da kesinlikle hiçbir ekonomik yatırımı yoktur.
Tekrardan dile getirelim: Kürdistan’da barajlar coğrafyamızın yapısıyla oynayarak halkımızın göçertilmesini hedefleyen sinsi bir faşizan planın hayata adım adım geçirilişidir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Ünlü anarşist Bakunin; “Devlet bütün kötülüklerin anasıdır” der…
Hem tarihsel süreç içerisinde, hem de günümüzde Bakunin’in bu sözünü haklı çıkartacak onlarca örnek var!
İnsanlığın acılı tarihinde devletin kötülüklerini yazmaya çalışmak ve bunların üzerine araştırma yapmak neredeyse imkansıza yakın bir konu olmaktadır.
Neden mi?
Çünkü dünyadaki bütün devlet mekanizmaları; kendini gizlemeye çalışır. Kötülüklerinin ortaya çıkmaması için elinden geleni yapar. Dezenformasyondan tutun da, yasal-hukuki kılıflara kadar bunların gizlenmesi ve gizli kalması için elindeki bütün gücü ve enstrümanları kullanır.
Devletin kötülüklerine ve acımasızlıklarına en ilginç örneklerinden bir tanesini günümüzde Türkiye devleti sergilemekte!
Geçtiğimiz günlerde Malatya Adli Tıp Kurumunda çalışan biri; “çatışmalarda yaşamlarını yitiren gerillaların organları devlet yetkilileri tarafından gizlice çalınmaktadır” diye bir açıklama da bulundu.
Böylesi bir durum; devlet dediğimiz o çalkantılı düzlemde ve özellikle de Türkiye devleti nezdinde acımasızlığın/alçaklığın sınırsızlığını da gözler önüne sermektedir. Savaş halinde bulunan ve kendisine düşman olarak belirlediği güçlere yönelik bu yaklaşımı geliştirmesinin mantıklı ve insani hiçbir açıklaması yoktur!
Devletin bu yaklaşımlarının ve yaptıklarının açıklama ihtiyacı hissettirmemesi başlı başına garabet bir durumdur. Fakat bundan daha önemlisi ve acınası ise; basın adına çalışanların-yazanların, STK olarak geçinen toplulukların sessizliği olmaktadır…
Ortada gerçekten de hatırı sayılır bir çifte standartlık var!
Nasıl mı?
Örneğin şimdi bu yazının konusu; devletin gerilla cenazelerinden çaldığı organlar değil de, PKK’ye ve Kürtlerin değerlerine yönelik hakaretvari açıklama da bulunan herhangi birine yönelik, onun anladığı dilden üslubu benimseyen bir yazı olsaydı ne olurdu?
Ortalıkta müthiş bir fırtına kopar ve her yerden açıklama üstüne açıklama gelirdi; “PKK sivilleri tehdit ediyor” diye. “Farklı sesleri susturmak için elinden geleni yapıyorlar” diye. Bu yönde sözde insan haklarına saygılı, sözde demokrasinin gereği (!) olarak bir sürü ıvır-zıvır ortalığı kaplardı. Hatta bazıları “albayraklı” kravatları takarak açıklamalarda bulunurdu. İmza kampanyaları-kınama açıklamaları havada uçuşurdu…
Durumun ciddiyeti ortada… Bu savaşa dair yazanların-çizenlerin ve STK olarak açıklamalarda bulunanların, bu dönemde takınacakları tavır oldukça önemli olacaktır. Burada tavır olarak kastettiğimiz; Erdoğan’ın dediği gibi “herkes tarafını belirlesin” mantığında değil.
Bu kesimlerin gösterecekleri tavır; kendi kimliklerine yönelik bir samimiyet olacaktır! Kendi aydın ve duyarlı gerçeklikleriyle, kamunun vicdani olma yolundaki iddiaları hakkında, bu süreçteki tutumları bir kilometre taşı olarak belirleyici konumuyla tarihteki yerini alacaktır…
Dünyanın herhangi bir ülkesinde böylesi bir durum ortaya çıksaydı gerçekten de yer yerinden oynardı. Günlerce bu konuya dair yazılı/görsel medya konunun üzerine gider ve insan olmanın gerektirdiği yaklaşımı sergilerdi…
Ama elbette bu normal olan bir ülke de geçerli olabilir. Burası gibi bir yerde devlet organ mafyacılığına soyunduğunda, basının susması/STK’ların dut yemiş bülbül olması çok da acayip değildir.
Peki bu durum değişir mi? Zor, hem de çok zor…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Anam zamanında “elin ağzı torba değil ki kapatasın” derdi de, anlamazdım. Anlamayı da bırakalım bir insan neden bu kadar çok başkası hakkında onca doğru olmayan şey söylere de şaşıp kalırdım. Bu durumları anama aktardığımda ise anam bana yukarıda yazdığım deyimi hep söylerdi.
Anam söylediğini şimdi daha iyi anlamaya başladık ancak yine de bu kadar yalana, bu kadar dolana, bu kadar insan gözlerinin içine baka baka kızarmadan, bozarmadan yalanın sunturlusuna doğrusu halen alışamadım. Sanırım bu özgürlük dağlarında bu alışamamayı tüm özgürlük savaşçıları yaşıyorlar. Nedeni basittir; özgürlük savaşçıları geldikleri toplumun negatif yönlerini değiştirmek için çıkmışlar dağlara. Bunun için harbi olmayı severler. Hele birde özgürlük hareketini oluşturan Başkan Apo’nun “her şey açık olmalı, gerçekler çıplak olmayı sever” ilkesine denk bir eğitim aldıktan sonra yapılan sadece ve sadece aleni yaşamaktır.
Bakın direk konuyla bağı yok ama yine de yazalım. Özgürlük savaşçılarının dağlarda özel bir şeyleri yoktur. Çantaları, defterleri, rüyaları, hayalleri, özlemleri herkese açıktır. Öyle ki özgürlük dağlarında açık olmayan bireyler garipsenir. Kapitalist kültür taşımacılığıyla yani bireycilikle eleştirilirler. Yine feodal toplumun o insanı dar kılan, dar, bölgeci, biriktirmeci, mahalli gibi özelikleri de hep garipsenir. Büyük işler herkes için dururken, benim olsun da isterse küçük olsunu kimse ama kimse kabul etmez. Özgürlük savaşçılarında ilke, büyük olsun ama hepimizin olsundur. Hatta tüm dünya insanlığının olsundur.
İşte böyle katılan, böyle yetişen özgürlük savaşçılarının en garipsedikleri hususların başında kesinlikle yalan gelir. Olmayanı olmuş gibi gösterme gelir. Kürtçede biz buna “vır” diyoruz.
TC devleti ne kadar da çok meğerse “vır” haber yayıyor.
Sıralarsak şimdi en moda vırları:
a-Gençleri daha doğrusu çocukları zoraki dağlara katmaymış.
b-Gençleri parayla dağlara almakmış
c-Şemzinan’ı ele geçirmek istemiş de gerilla halk katılmadığı için bundan vazgeçmiş.
d-Gerilla halkı serhildana kaldıracakmış ancak Kürdistan halkı serhildana kalkmadığı için bu kadar şiddetli bir mücadeleye girişmiş.
e-Kürt halkı Türkiye’de ayrılmak istemiyormuş. Ancak gerillalar Türkiye’yi bölmek istiyorlarmış.
f-PKK son eylemlilikleriyle en zayıf olduğu sürecini yaşıyormuş.
g-PKK intihar etmiş.
h-PKK başka devletlerin istedikleri eylemleri yapıyormuş.
I-Kürt halkı, eğer gerillanın silahı olmasaymış tek destekleyeni olmazmış.
i-Uluslar arası devletler PKK’ye her türlü yardımı yapıyormuş.
j-PKK dağılıyormuş.
Evet, TC devletinin söylediği onlarca yalanı daha fazla sıralayarak yazabiliriz. Adamlar sadece yalan söylemiyor, yalanların en kuyruklu olanlarını söylüyorlar.
Bir iki şey söyleyelim:
Askere gençleri zoraki, hem de gitmediklerinde büyük para cezaları kesen, zindanlara atan kimdir?
Şam uzak mişarda mı uzak? Gidin Şemzinan halkının kiminle olduğunu kendisiniz görün, kendiniz sorun.
Türkiye’de Kürtlerin doğuştan haklarını vermeyen kim? Dillerine hakaret eden kim? Her gün topraklarını bombalayan kim? Başka bir deyimle bölen kim, bölücü kim?
PKK’nin en zayıf mı tarihinin en güçlü aşamasını mı yaşıyor (?) gidin Şemzinan’a, gidin Çele’ye ve tabii birde gidin Çolemerg’e o zaman görürsünüz, kimin zayıfladığını kimin intihar ettiğini.
Dünyanın tüm ülkelerine af buyurun ama dilenci gibi dolaşıp yardım isteyen kim? ABD’nin dostluğuyla övünen kim?
Birde gerillanın silahı olmasaymış hikayesi. Biz açıkça bir şey söyleyelim; Askerlerinizi, polislerinizi ülkemizde çekin bakalım Kürt halkından kaç oy alacaksınız? Dahası bakalım Kürt halkı sizinle birlikte yaşamak ister mi yoksa kuyruğunuza teneke mi takar?
Kendi cephemizde siz polislerinizi ve askerleriniz ülkemizde çekin yani ülkemizde çekilin, bizde başka ülkelere gidelim. Görelim bakalım bu halk kimi isteyecektir? Sizin o güvenliksiz dolaşamayan ihanetçi ve işbirlikçi bakan ve mebuslarınızı mı yoksa halkın kendi seçtiklerini mi bağrına basacak?
Özcesi artık bıktık sizin o asılsız, mesnetsiz, kızarmadan yalan ve atmasyonlarınızdan. Gerçekten yeter artık. Çok fazla ama çok fazla sıkıyorsunuz.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Olmaz olmaz. Tecelli ya da teselli değil. “Olmayacak ne var ki” demek de sadece işin en kolayı. Olmazı olur kılacak yürek, beyin; inanç, irade, liyakat, azim ve bitimi olmayan çaba gerek.
Olmazların olurlara döndüğü yerlerde kolay yoktur. Silik bir kimlik sahibidir o sadece; sesi çıkmaz ve ne fazla tanıyan ne de fazla bilen olur. Ağızdan kolay çıkan her söz düşüncesizce söylendiği için nasıl hafifse; kolay iş yapmak da öyledir. Kolayların olduğu yerde zorluklar Kaf Dağı kadar uzakta mekan tutar, zaman belirler kendine. Kolaylıkların olduğu yerde zorluklar bilinmez o yüzden. Düşten ve hayalden ibaret sanılır sadece.
Olmazı yaşamak belki de özgürlüğün en kadim sırrı. Sır ise baştan sona yalnızlık kokar. Bu burcu burcu kokunun içinde hakikati çekersin içine. Hakikat kendinle paylaşa bildiğin kendin. Ve kendin olduğunda geriye bir tek kendin kalıyorsun. Ezeli bir yolculuktur bu; tanıktır birçok erkan sahibi, yol insanı buna.
Ve, ve kendin olduğunda işte o zaman herkesten bir parça olabiliyorsun. Kendin olmanın türküsü tıkladığında gönül kapını nedense olmazlar ile ilgisi yüksek olan korkular açar kapıyı bizlere. Korku bazen kendinden kaçmanın adı olur. Bazen kendini kendine anlatamamanın diğer bir yüzü.
Ama bilirsen kendini ve kendini kendin yapanı, içine salacağın korku yoktur aslında. Engelin yoktur kendine, olmaz yoktur senin için. Yani o zaman korkuların bir gün bir şekilde burkabileceği bir bilek güreşçisi yoktur ortalıkta. Kendin olarak kaldığın sürece.
Herkes gelebilir üstüne ama yeter ki kendindeki tüm parçaları topla kendine; olmaz olmaz o zaman. Kim bilir, kimler nasıl gelecek üstünüze kim bilir kaç beklenti teknen batacak? Ve boğulmak üzere bulacaksın kendini derin sularda. Ama yine de tutunacak bir kendin olmalı ki kıyıya varmaya gücün yetsin, ruhun seni kıyının kendisi olarak görsün evvela. Mutlaka ulaşılacaktır ve ulaşma yolunda tükenecektir son nefes. Ve bu da ulaşmanın bir biçimi oluyor zaten.
Bilmeyendir, anlamayandır, hükmedendir korku salan; kendini erbap sanıp da olmayanın bulaştırdığı bir hastalıktır korku. Hep kendinde kalan, karşıya geçemeyenin ince hastalığıdır. Karşıya geçmek için köprü sahibi olmak gerek. Kendi yüreğin kadar başkalarının da yüreğini anlamak için başka yüreklerle kurabileceğin bir köprü olmalı ekseriyetle.
Kendi kendine kalmak, kendi halinde kalmak en başta kendini anlamamaktır ya da yarınsız bir kendin kalmıştır elde, avuçta. Daha fazlası yüktür sana. Lüzumu yoktur bir kişi daha anlamanın. Biraz daha ileriye gitsen korkunun çanları çalar, dur işareti verir ya da geri çekil; pes en değerli hazinendir dercesine. Korkarsın biraz daha ilerisi için.
Oysa Önderlik denince hep diyalog gelir akla. Karşılıklı ilişkilenebilme yeteneği, lakin bu korkmadan toprağa atılan tohumların filizlenmesinden kaynaklıdır. Korkusuzluk ise kendin olmanın cesaretini taşıyabilmenin ta kendisi. Bir halkın hepsiyle; kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk herkes ile kurulan köprünün sahibi insan.
Ve bu köprüden geçerken kendini yük hissetmiyorsun, günahsız bir çocuk gibi masumluklarla doluyorsun. Ya da en masum yanlarına, en güzel olana, iyiye doğru yürüyor olarak görüyorsun kendini. Kalbin delice atıyor Önder Apo için. O’ nun yüreğindeki yerine koşuyorsun adeta.
Neden hep zorlandığımız anlar da, korkularımız yüreğimizi titrettiği zaman da, O içimizdekini ararız. O içimizdeki, yani Önderlik. Çünkü bir şeyleri anlama çabası insanı O içindekinin peşinden koşmaya götürtüyor. O’nu buldukça korkusuzlaşıyorsun. Korkmamak için gerekli olan anlam gücünü buluyorsun.
Bir hasret ayrılan için ne anlama gelirse, bahar da açan çiçekler insan ruhunda nasıl bir titreşim ise öyle bir şeydir anlamak bir şeyleri . Hele bu bir de kendi içiniz ise o zaman tanrısallık yakın komşunuz olur. Her başınız derde düştüğünde tıkladığınız kapı bir bakıma.
Yakın oldukça O’na korkusuzum. Anladıkça, çözdükçe, ben oldukça korkusuzum. Olmaz olmazı öğrendikçe korkusuzluğum bir o kadar büyüyor içimde.
Oysa zalimlik ile gaddarlıkla en çok hangi ürünler elde edildi; korku, büzülmüşlük, sinmişlik. Yani taşıyamadığın bir kalbin sana ait olması. Belki ait olması bile fuzuli bir kavram oldu. Taşımakta zorlandığın için angaje olarak sana emanet edilmiş titrek, kırılgan, ürkek, sağır-dilsiz, elsiz-ayaksız bir yürek. Böylesi bir yüreğin yanında bahsedilecek bir beyinden, kafadan her halde hiç bahsedilemez.
İnanmak korkuya karşı kullanılan en yaygın aspirin bir bakıma. Reçetelerin en başındaki derman. İnanarak yapmak, inandığını yapmak ise reçetesiz ve aspirinsiz olabilmek demek yani hastalanmamayı becerebilmek.
İnanmak yani olmasının kesin gerekli olduğunu bildiğin, hissettiğin ve bir o kadar da uyguladığın şey. Bütün benliğin ile yaşam sorumlulukların karşısında verebildiğin bir karar bazen. İnanç soyut olduğunu düşündüğümüz ama bir o kadar en somutlaşan yanlarımız oluyor. Her somutluğun içinde bir de kendini nebze nebze işlemiş, motiflemiş inanç vardır.
İnançsız insan korku bakışlıdır, kaygı yürüyüşlüdür. Suçlar örneğin, kendisi suçlu olduğu için. O yüzden Önderliğe inanmak bizi korkusuz kılıyor. Yüreğimize hiç bir korku zelzelesinin yıkamayacağı köklülük iniyor. Ve bu kök daha bir derinleşiyor. Hem de hiç durmadan.
Ve bu günlerde Şemzinan’a, Çele’ye ve yaygın gerilla eylemliklerimize her baktıkça korkmadan yürümenin ışıltısı çarpıyor yüzüme. Ve ışıltının arkasındaki asıl ışık kaynağımız Önder Apo’ya dönük olan yüreğimizin ve beynimizin korkmadan yürüyüşü. Yani inancı, bağlılığı ve O’nun bizimle kurduğu köprüye varıp O’na yürüyoruz.
Yine de O bizi anlıyor; çünkü biz bir tek O’nda anlam buluyoruz, O’nun bize kattığı anlam değer oluyor ve yüceliklere kanat çırpıyoruz.
Usul usul birikiyor cesaret, anlam olma dorukları, inancın ördüğü zafer.
Korkmadan…
Ve usul yerini buluyor. Olmaz olmaz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
Roboski’de bir araç şarampole yuvarlandı ve 9 asker ile bir korucu hayatını kaybetti. Roboski halkı birkaç ay önce yaşadığı tüm acılarını bir köşeye bırakarak yaralı askerleri kurtarmak için seferber oldu. Yardım elini uzattı ve muhtemelen birçok askerin yaşamını da kurtardılar.
TC basını Roboski insanımızın bu olağanüstü insani yaklaşımlarından yola çıkarak 28 Aralık 2011 katledilen 34 gencin devletçe alçakça katledişinin nedenlerini, kimlerin yaptığını haklı olarak bu duygu selinden dolayı sorması gerekirken, devleti ve iktidar kliğinden hesap sorması gerekirken; “Kürt Türk halkı kardeştir, kimse bu kardeşliği bozamaz, PKK istediğini yapamayacaktır” gibi oldukça provokatif ve insani değerlerden uzak değerlendirmelerde bulunmayı utanmadan girişmiştir.
Şunu peşinen söyleyelim: Kürt halkı mazlum bir halktır. En zor şartlarda da olsa, darda da olsa, o halk birileri zor durumda ise yardım elini mutlaka uzatır. Bu el uzatmayı en son Roboski’de siz görmüş olabilirsiniz. Ancak dediğimiz gibi hiçbir komplekse girişmeden açıkça belirtiyoruz, bu halk misafir perwerdir, insan severdir, yardım severdir. Çoğu zaman kendisinden önce komşusunu düşünen bir halktır.
Ve bu halk sadece Roboski’de bunu yapmamıştır. Bu halk TC faşizmi komşu halklarımız olan Ermeni ve Asurî kıyımı yaparken de mümkün mertebe yardım elini uzatmıştır. Onlarcasını saklayarak yaşamalarına olanak sunmuştur. TC’nin tüm kışkırtıcılığına rağmen, dini değerleri istismar ederek, halkları birbirine kışkırtma girişimlerine rağmen yine de fırsat buldukça yardım elini başka halklara kendilerinin ölümü pahasına uzatmıştır.
Denilecek ki onca Ermeni ve Asurî’nin katledişinde Kürtlerin de eli vardır. Doğru ancak bu Kürtler sizin gördüğünüz Roboski’deki Kürtler değildir. O Kürtler sizin o meşhur ya aşiret mekteplerinde yetiştirdiklerinizdi ya da Hamidiye alaylarında yer alanlardı ya da Osmanlının çizgisinde bilinçli ya da bilinçsizce yer alanlardı. Başka bir deyimle o Kürtler sizin Hüseyin Çelik türünden, Mehdi Eker türünden ya da Mehmet Şimşek türünden yamanmalardı. Bu da böyle bilinsin.
Buranın halkı ya da halkları ezelden beri Ortadoğu’da halkların kardeşliğini esas alarak yaşayan halklarının en kadimidir. Buralar neolitik değerlerin oluştuğu diyarlar olduğu için, buranın insanları çok sertte görülseler, her zaman insani duygularını korumuşlardır. Buranın halkları çok farklı din ve mezheplere sahip olsalar da sağlıklı kardeşçe ilişkilerini korumuşlardır. Ve bu kardeşlik duyguları Roboski olayında söylendiği gibi Osmanlıda kalan bir miras değildir. Tam tersine Osmanlı halkları birbirine kırdırtan bir siyasal yapı olarak halen Kürtlerin belleklerinde yerini almaktadır. Boşuna Osmanlıda oyun çoktur denmemektedir. Yine Rumi geliyor derken Kürt ve buranın halkları Rumları kastetmemektedirler. Buranın halkları Rumi derken o meşhur Osmanlının vahşetinden söz etmektedirler. 18 öz kardeşini bir gecede öldüren ya da katleden bir sisteme herhalde bu dünya da ender rastlanır.
Özcesi bura halklarının kardeşliği Osmanlı öncesi olan bir kardeşliktir. Düşmanlık yaparlarken bile mertçe yapmışlardır. Mertçe düşmanlık yaptıkları için kısa bir süre sonra her zaman yeniden bir araya gelmişlerdir.
Peki, halklar ne zaman birbirine düşman ettirilmişlerdir sorusuna verilecek iki cevap vardır. Bir, Osmanlının halkları birbirine kırdırma politikaları. İki ise, kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya milliyetçilik zehrini akıtmasıyla bu düşmanlıklar oluşturulabilmişlerdir. Saf, politik stratejiden yoksun bura halkları Osmanlının ve de kapitalist modernitenin tuzağına düştüklerinde birbirine düşman ettirilebilmişlerdir. Aksi taktirde bura insanı kardeş kavgasına karşıdır.
Yeniden Roborski’ye dönersek, burada yaralı askerlere yapılan yardım insani ve Kürt halkına yakışan bir davranış biçimidir. Kürtlerin yerinde Asurîler olsalardı da bunu yapacaklardı. Ermeniler olsalardı da bunu yapacaklardı. O sizin her gün hakaret eden başbakanınızın Zerdüştü dedikleri Yezidiler olsaydı da bunu yapacaklardı. Yine sizin o ibadet hanelerini kabul etmediğiniz ve zoraki kendi mezhebiniz içerisinde eritmek istediğiniz aleviler var ya onlar orada olsaydılar onlar da yaralı askerlere yardım ederlerdi.
Ve şunu da bilin orada özgürlük hareketinin mensupları olsaydı onlarda yaralı askerleri o araçlarda çıkararak bizatihi kendileri tedavi ederlerdi.
Bu insani davranışının tek bir nedeni vardır -onu da siz milliyetçilik kiriyle bezenmiş olanlar ne kadar anlar bilemiyoruz ancak yine de söyleyelim-bura insanları milliyetçi değildir, halklara düşman hiç değildir. Halk çocuklarına kolay kolay el kaldırmazlar. Bura halkları sadece ve sadece egemenlere, sömürgecilere, zalimlere, işgalcilere, iktidar odaklarına ve cümle cemaat başka halkları küçümseyen ırkçı zihniyete karşı sert tavır alırlar.
Başka da bir gerekçe, başka bir hikaye uydurupta kendi kendinizi lütfen kandırmayın.
Ancak elini askerlerin ölmemesi için uzatanlar daha birkaç önce katledilen Roboskiler olduğu için biraz vicdan diyerek, vur talimatını kim verdi(?) katledin talimatını kim verdi (?) sorusunu biraz daha gür sormanız gerekmez mi?
K. Nuda
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce kuzey Kürdistan’ın en büyük şehri olan Antep yani Dilok merkezde, sivillerin bulunduğu bir alana haince bir bomba patlatıldı. Bomba çok sayıda insanın katledilişine yol açtı. Onlarcasını da yaraladı.
Olayın üstünde birkaç dakika geçmeden suçlanan ardından da darağacına çekilerek yargısız bir infaza tabi tutulan ise özgürlük hareketi oldu. PKK oldu. HPG oldu. Yani Kürt gerillası oldu. Hiçbir veri yokken bunlar söylendi.
Televizyonu izlerken patlamanın ardından birkaç muhabirden bilgiler alınıyordu. Kimisi bilgi vermeye çalışırken kimisi ise adeta halkları birbirine bırakmak için provokatif söylemlerle kışkırtmalarda bulunuyordu. Yine “terör” örgütü gibi hakaret edici bir sürü söz sarf edildi. Halbuki olayın oluşu üzerinde henüz 10 ya da 15 dakika geçmişti. Yani kimse neyin ne olduğunu henüz normalinde “bilmemesi” gerekirdi. Ancak senaryo ya da senaryolar hazırdı. İlk senaryo Hatay’da okuyan güya özgürlük hareketine yakın bir Suruçlu üniversiteliydi. 15 gün öncesinden aranıyor muşmuş. Araba çalmışmış. Ve de çalıntı araba da aranıyor muşmuş.
Özcesi henüz somut bir veri yokken öncelikli olarak medyaya felaket haberleri empoze edildi. İlk elden vali ve onun yanına bölgenin milletvekilleri devreye konuldular. Açıklamayı öncelikli olarak Fatma Şahin ismindeki bakana yaptırdılar. Ve gerisi biliniyor. Törende tüm devlet erkanı-Kimyasal Necdet hariç-hazırdı. Hepsi ağız birliğiyle özgürlük hareketine küfürlerini ederken, özgürlük hareketini destekleyen ne kadar legal siyasi ve sivil toplum kuruluşları varsa iyicene tehdit edildiler. Ve ardından da BDP binalarına saldırı başlatıldı.
Antep olayını özgürlük hareketi yapmadığına ilişkin birkaç kez üst üste açıklamalarda bulundu. Nedenlerini de saydı. Öncelikli olarak şehirlere bomba yerleştirmeme kararımız var dedi. Yine şeker bayramında eylem yapmama kararımız var dedi. Yine sivillerin bulundukları yerlere kesinlikle eylem yapmama kararımız var dedi. Çünkü geçmişte şehir merkezlerinde asker ve polise karşı yerleştirilen tuzaklar yer yer sivillere zarar verdiği için hem kamuoyunda özür dilemiş hem de bir daha böylesine eylemleri şehirlerde yapmayacağına dönük karar almıştır.
Evet, bunlar özgürlük hareketi cephesinde alınan kararlardı. Birde Antep’te ortaya çıkan vahşetin kime yaradığı(?) sorusu vardır.
Ancak kime yaradı bu katliam sorusuna cevap vermeden önce bir iki aydınlatmada bulunmamız gerekir.
a-özgürlük hareketi belki de tarihinde hiç olmadığı kadar TC devletini askeri sahada zorlamaktadır. Öyle ki yaklaşık bir ayı aşkındır devasa bir sahayı kontrol etmektedir. Yani alan hakimiyetini bir alanda iyice oluşturmuştur. Bunu yaparken de hiç gizliden yapmamaktadır. Başbakan olan RTE’nin tüm yalanlarını açığa çıkarmak ve teşhir etmek için inadına her gün Şemzinan’da yol kesmekte, eylem yapmakta ve de askeri güçlere rahat vermemektedir.
b-Batı Kürdistan yani Suriye’de Kürtler giderek kendi öz yönetimlerini Kürtlerin bulundukları tüm yerlere yaymaktadırlar. Birde bunu yaparlarken bir araya geliyor Kürtler. Birleşiyorlar Kürtler. Yani ulusal birlik temelinde ortaklaşıyorlar.
c-TC’nin tüm Suriye politikası Kürtlerin bu stratejik hamlelerinden dolayı suya düşmüştür. Sert kayaya çarparak fos çıkmıştır. O yeni dönemin meşhur Enverci paşası da gerçektende tam rezil u kepaze olmuştur.
d-İran giderek Türkiye’ye kafa tutmakta ve TC devletinin ABD taşeronluğunu daha iyi görerek pozisyon almaktadır.
e-Irak daha doğrusu merkezi Irak devleti ya da hükümeti Türkiye’nin tüm parçalayıcı ve bölücü siyasetini artık görmüştür. Bunun için onlarda artık TC’ye kafa tutmaktadırlar.
f-Ortadoğu’da bir Arap baharı yaşanıyor. Biz buna halkların baharı diyelim. Yani rüzgar artık ezilen halkların lehine esiyor. Ve Kürtler Ortadoğu’da en mazlum halkların başında gelmektedir. Öyle ki neredeyse 40 milyonluk nüfusuyla devlet olmayan en büyük halk unvanını negatif manada taşıyor. Kürtler bu negatif unvanı taşımaktan artık bıkmışlardır. Bu negatif unvanı söküp atmak için gerçekten de uluslar arası konjonktür özelde de Ortadoğu konjonktür çok mu ama çok uygundur.
g-Artık tüm dünya giderek tiranlaşarak megolamanlaşan bir Erdoğan’ı da gördükçe TC’yle olan ilişkilerini de gözden geçirmektedir.
Yukarıda sıralanan yedi şıkı daha da artıracak faktörler elbette vardır. Ancak meramızı anlatacak kadar yeterli verilerdir bunlar. Yukarıda sıralanan verilerde çıkarılacak sonuç giderek sıkışan ve daralan bir Türkiye’dir. Daha doğrusu kredisini tüketmiş bir Akepe’dir. Taşeronluğun artık para etmediği, giderek değersizleştiği gerçeğidir. Bunun içindir ki son süreçte tüm Akepeliler saldırgan oldular. Ruh sağlıkları bozuldu. Kimisi bu duruma kimyası bozuldu dedi.
Evet, Akepe ve Akepe’nin başındaki zatın ve ona akıl veren danışman ekibinin Ortadoğu’da, Kürdistan’da ve Türkiye’de olup bitenlerden dolayı kimyası bozulmuştur. Özelde Şemzinan, Çele ve Oramar Şitaza’daki operasyonlar ardından bu ruh bozukluğu daha da arttı. Öyle ki giderek Türkiye’de bu savaş kliği ekibe karşı duruşlar arttı. Boşuna İNŞ’e Antep katliamından sonra bile bir askerin cenazesi kaldırılırken pet şişesi atılmamıştır.
Bunların tümü bir gelişmeye işaret ediyordu. İşte Antep olayı komple ele alınırsa nedenleri daha iyi anlaşılır. Çünkü Antep katliamı sadece ve sadece Akepe’ye yaramıştır. Rüyalarında bulamadığı bir hamle olarak Antep olayı özenle bu savaş kliği tarafından hazırlanmıştır. Hem katliamı yapacaksın hem İran’ı suçlayacaksın. Hem katliamı yapacaksın hem Suriye’yi suçlayacaksın. Hem katliamı yapacaksın hem özgürlük hareketini suçlayacaksın. Burada suçlanmada payını almayan bir Irak kalmıştır. Onlarda unutulduğu için isimleri dile getirilmemiştir.
Dikkat edilirse bir vahşet senaryosuyla ne kadar düşmanı varsa Akepe suçlama fırsatı yakalamıştır. Sıkışıklığını aşmak için müthiş bir hamle yapmıştır. Bir yoldaşımızın yazdığı gibi tam bir Huruçlama stratejisi ve hamlesidir Akepe’nin yaptığı. Bir nevi bir hayat öpücüğü olmuştur Akepe için Antep katliamı.
Evet, büyük tabloya bakıldığında Antep katliamının sadece ve sadece bir faili kalıyor; o da Akepe’dir. O da başbakan Tayiptir. O da Akepe’nin Nazi artığı Yalçın Akdoğan’dır. O da marangoz hatası sonucu oluşmuş SS’lerin komutanı İNŞ’dir. O da derin devletin bir numaralı buz gibi adamı olan Atalaydır.
Başka da hiçbir yerde Antep’in faillerini aramaya gerek yoktur.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Devlet denilen aygıt en gelişmiş toplum organizasyonu olarak tanımlanır. En gelişmiş toplum organizasyonu olduğundan toplumun ahlaki değerler sistemini ve ulaştığı bilimsel düzeyi yansıtması gerekir. Ahlaki örgüye bağlılığı gelenek ve kültürle bağı korumak, bilimsel düzeyi ise bu gelenek ve kültürü dünya standartlarıyla bağdaştırması açısından önem arz eder. Tüm siyaset bilimi kitaplarında devlet böyle tanımlanır.
Ne yazık ki Türk devleti ahlaktan nasibini almadığı gibi sözde temsil ettiği ülke halkının bilinç düzeyine denk bir pratik sergileyememektedir.
Ahlaklı olmanın en önemli göstergelerinden biri yalanla olan ilişkidir. Çoğu insan tarafından ahlaklı insan tanımı “yalan”la olan ilişkisine göre belirlenir. Devletin bu anlamıyla yalanla çok içli dışlı olmasından kaynaklı ahlaksız bir devlet olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bu yetmiyormuş gibi bu ahlaksızlığını kabul ettirebilmenin yollarını toplumun aklıyla oynayarak bulmaya çalışıyor. En önemli konulardaki gerekçeleri bile oldukça bilim dışı, niyetsel olunca başka türlü yorumlamak da imkansızlaşıyor.
Örneğin Antep olayı ertesindeki devlet tutumunda bunu rahatlıkla görmek mümkün.
Ne diyordu devletin birinci adamı; “Onların sicilleri çok kabarık, bizim hiçbir tereddüdümüz yok.”
Kime ve neye hizmet ettiği çok açık olan; AKP iktidarını yaşadığı sıkışmışlıktan kurtarmaya ve Kürt kırımını hızlandırmaya yarayacak bu olayı güçlerimizin üzerine yıkmaya çalışırken dayandığı argüman buydu. Sicilleri kabarık. Yani geçmişte yaşanmış olaylara dayanarak bugünkü olayın faillerini bulmaya çalışıyorlar.
HPG olarak neredeyse her olay için günlük açıklamalar yapıyoruz. Gizlemeden, açıkça neyi görüyor ve yaşıyorsak halkımızı bu konuda bilgilendiriyoruz. Faşist devletin, işgalci ordunun kirli yüzünü her gün gözler önüne seriyoruz.
Buna karşın kendi eksikliklerimizin, hatalarımızın, yanlışlarımızın da açıklamalarını yapıyoruz. Savaş koşulları ve bilgilerin netleştirilmesinin zaman alması gerekçeleri dışında mümkün mertebe anı anına açıklamalarla olayları anlatıyoruz. Bu anlamıyla gerilla güçlerimizin gölgede kalan, şüphelenilen ve açıklanmayan herhangi bir pratiği yoktur. Halkımız ve duyarlı kamuoyu da bunun tamamen farkındadır.
Fakat buna karşın devletin ve onun işgalci ordusunun, kirli çetelerinin perdelenmiş, açıklamaya muhtaç yüzlerce olayı vardır.
Kaç tane mayının askerlerde patlatılarak PKK yaptı denildiğini bileniniz var mı? Kontralar tarafından yapılan ve gerillalar yaptı denilen kaç olay okuduğunuzu hatırlıyorsunuz? Kaç gazetecinin böylesi olayları “PKK’ye yıkmak için kaç kez yalan haber yaptık” dediğini okudunuz? Kaç generalin bu tür olaylar hakkındaki itiraflarını internet sitelerindeki ses kayıtlarından dinlediniz?
Bu denli kirli ve muğlak örnek ortada duruyorken sicili kabarık olanın kim olduğunu bir kez daha düşünmek gerekmez mi?
Bir de açık olarak yapılan ama nedenleri ısrarla çarpıtılarak gizlenmeye çalışılan olaylar var ki, bu konuda da devlet sicili oldukça kabarık.
Roboski, en yakın örnektir. Hemen gerisinde Kortek katliamı. Daha gerilerde ve günümüzde de neredeyse her demokratik gösteride yaşanan çocuk katliamı var. Her gün bir çocuk çeşitli gerekçelerle sokak ortalarında kurşunlanarak, bombalanarak katlediliyor. Üniversite öğrencileri, gençler gah “farklı görüşe sahip grupların çatışması”nda gah “polise mukavemet” kargaşasında, gah “nereden geldiği belli olmayan” kurşunlarla katlediliyor.
Gözaltında, zindanlarda insanlar ölüyor. Kendi ordusuna hizmet için aldığı gençleri intihar, kaza gerekçeleriyle tek tek öldürüyor. Yarattığı sistemle, örgütlediği kişilerle kadına karşı katliamı, kadın cinayetlerini örgütlüyor.
Daha geriye gittiğimizde de değişen bir şey yok.
Türkiye’de yaşayan dindarlara, solculara, Kürtlere yönelik kaç tane katliam ve şüpheli olay olduğunu araştırdınız mı hiç? İttihat ve Terakki’den başlayarak tüm TC tarihini bir inceleyin ve bu muğlak olayları nedenleriyle birlikte bir kez daha gözden geçirin.
Karadeniz’in soğuk sularına gömülen solcuları mı istersiniz, Bahçelievler’de katledilen solcu gençleri mi? Dersim’i, Ağrı’yı, Lice’yi mi istersiniz? İskan kanunları, tehcir harekatlarıyla yerinden yurdundan edilen Kürtlerin vebali de halen sömürgeci Türk devletinin boynundadır.
Kürtlere karşı devletin işlediği suçlar halen açıklanmayı, netleştirilmeyi bekliyor. Bu anlamıyla devletin sicili oldukça kabarık.
Tabii ülkenin içi yetmiyor, komşulara da dadanıyor.
Kaç Türk’ün Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta savaştığı biliniyor mu? Bunların kaçının devlet tarafından örgütlendiği biliniyor mu? En son Hatay’daki kamplarda kimin ne için eğitildiği biliniyor mu? Hayır.
Anlayacağınız devletin her alanda ve tüm zamanlarda oldukça kabarık bir sicili var. Ne için ne yaptığı belli olmayan oldukça gizli, adeta Hollywood ajan filmlerindeki karanlık oda gibi işleyen bir ülke ve devlet söz konusu. Her anı bir komplo, her anı bir provokasyon.
Ve evet, kesinlikle bizim de hiçbir tereddüdümüz yok.
Antep katliamını devlet yaptı…
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Okuyucunun da yakından bildiği gibi bu soru bize ait değil. Kürdistan’daki savaş nedeniyle çıkmaz ve yenilgi yaşayan Başbakan Tayyip Erdoğan’a ait. Basın önünde açıkça “Ya bizden yanasınız, ya da onlardan” dedi. Bu ikilemi medya dahil herkesin önüne koydu. Açıkça Türkiye’nin ikiye bölünmüşlüğünü ilan etmiş oldu. Kürtlere “Bölücü” derken, esas bölücünün kim olduğu böylece açığa çıktı.
Burada “Nereden nereye!” demeden insan geçemiyor. Lafta da olsa “Birleştirici ve bütünleştirici” kavramlarıyla yola çıkmış olan AKP’nin nereye gelmiş olduğu açıkça görülüyor. Kürt sorunu insanı böyle yapar işte! Ne demişti bir aydın? Ya AKP Kürt sorununu çözer, ya da bu olmazsa Kürt sorunu AKP’yi çözer. Kürt sorununu çözemeyen AKP, şimdi Kürdistan Özgürlük Mücadelesi karşısında ilmik ilmik çözülüyor!
Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği “Onlar”, belliki Kürtler oluyor. Her ne kadar Tayyip Erdoğan ile AKP sözcüleri “Kürtler ayrı, PKK ayrı” deseler de, bu söze artık kargalar bile gülüyor. AKP hükümetinin uykuda bile sayıkladığı “PKK” veya “Terör örgütü” kavramları Kürtleri ifade ediyor. AKP de artık kendinden önceki tüm cumhuriyet hükümetleri gibi, Kürtler için “Onlar” diyen noktaya gelmiş bulunuyor. Böylece “Benim Kürt kökenli vatandaşlarım” kavramı tarihe karışmış oluyor.
Tabi “Biz ve Onlar” diye somut ayrım yapmak, “Kimden yanasın?” diye sormak önemlidir. Bu durum her savaşta yaşanan ve ulaşılan noktayı ifade etmektedir. 11 Eylül 2001’deki İkizkule saldırısı ardından “Haçlı seferleri” çağrısı yaparken ABD Başkanı Bush’da böyle söylemişti. “Ya bizden yanasınız, ya da onlardan” demişti. Şimdi Kürt savaşı karşısında AKP hükümetinin de aynı noktaya geldiği görülüyor. Böylece Tayyip Erdoğan Kürtlere karşı yürüttüğü örtülü kirli savaşı açık etmiş oluyor.
Tayyip Erdoğan’ın “Ya ben, ya o” diyecek noktaya gelmiş olması, Kürt özgürlük direnişi karşısında ne kadar çok zorlandığını gösteriyor. Bundan daha önemlisi, Kürtler için “Onlar” demesi oluyor. Kürtlere “Onlar” diyerek ayırır noktaya gelmenin hem hayırlı, hem de tehlikeli yüzü vardır. Hayırlı yüzü, “Onları” ayrı bir olgu olarak görüp ona göre davranmayı ve politika üretmeyi gündeme getirebilir. Böylece AKP, “Kürtlerin temsilcisi de biziz”, “Kürtler hak alacaksa onu da biz sağlarız” biçimindeki Kemalist zihniyet ve politikadan vazgeçebilir. Dahası “Onları” vurarak bu sorundan kurtulmak mümkün olmadığına göre, “Haklarını vererek” bu sorundan kurtulma tutumu ortaya çıkabilir.
Tehlikeli yüzüne gelince, “Onlar” demenin açıkça baskı ve katliamla tehdit etmek gibi bir boyutu vardır. Bu sözle Tayyip Erdoğan, açıkça savaş ilanı yapmakta ve Kürtleri tehdit etmektedir. Başlattığı ve derinleştirdiği savaşı daha da kapsamlı hale getirmenin işaretini vermektedir. Peki ya Kürtler de kendilerini “Onlar” görerek, bu temelde bir tutum ve direniş içine girerse ne olacaktır? Belliki çok sıkışmış, adeta siyasi-askeri baskı altında sağduyusunu yitirmiş olan Tayyip Erdoğan, işin bu boyutunu hesap edememektedir.
Ortadoğu ve Kürdistan’da yaşanan gelişmelerin Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticilerini çok, ama çok sıkıştırdığı açıkça görülmektedir. Bu, herkesin gördüğü bir durum ve sonuçtur. Peki ama bu sonuç neden ve nasıl ortaya çıkmıştır? İşte bu sorunun cevabı bazıları tarafından halâ çarpıtılmaya çalışılmaktadır. AKP yöneticileri ve yardakçılarına göre, bu durumdan dolayı kendileri dışında herkes sorumlu ve suçludur. Kimi CHP’yi, kimi MHP’yi, kimi medyayı, kimi de sivil toplumu baş suçlu olarak görmektedir. Hepsi birdense, “En büyük suçlunun PKK, BDP ve Kürtler olduğunda” birleşmektedir.
Hâlbuki sorumlu ve suçlu kendileridir, izledikleri ABD işbirlikçisi ve uşağı politikalardır. Boylarını aşacak düzeyde Arap âleminde yaşanan gelişmelere karışmalarıdır. Kaddafi yönetimine karşı NATO savaşının karargâhı haline gelmeleridir. Esat yönetimine karşı savaşın bayraktarlığını yapmalarıdır.
Elbette böyle işbirlikçi ve komşularına karşı savaş yanlısı politika izlemeleri nedensiz değildir. Kürtlere karşı izledikleri inceltilmiş inkâr ve imha politikası bunlara yol açmaktadır. Kısaca AKP’yi bugünkü duruma düşüren izlediği “Kürt karşıtı” politikasıdır. Kürt politikasında AKP’nin CHP, MHP ve Ergenekon ile özünde bir farkı yoktur. Hepsi de Kürt karşıtıdır, Kürt inkârı ve imhasını amaçlamaktadır, şoven Türk milliyetçiliğinin birer versiyonu durumundadır. Aralarındaki fark sadece biçimseldir, sözdedir. Kürt düşmanı bu tutumu ve politikayı CHP, MHP ve Ergenekon kaba ve açık Kürt düşmanı biçiminde yürütürken, AKP ise daha ince, maskeli, sözde Kürt varlığını kabul eden ama gerçekte ise Kürt soykırımını daha etkin yürüten bir politikanın sahibidir.
İşte bu anlayış, tutum ve politika AKP’nin Kürt sorununu çözmesini engellemekte, AKP’yi Kürtlerle savaşır hale getirmektedir. Kürtlerle savaş AKP’yi faşist, militarist ve despotik kılarak Türkiye’de demokratikleşmeyi geliştirmesini engellemekte, Ortadoğu’da ise savaş politikası izlemek, daha doğrusu ABD’nin kuyruğuna takılmak zorunda bırakmaktadır. Yani her şeyin merkezinde izlenen Kürt politikası vardır. AKP’nin Kürtleri inkâr eden ve soykırım uygulayan gerçeği vardır.
Hâlbuki AKP yöneticileri bu konuda Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK yöneticileri tarafından defalarca uyarılmıştır. Kürt sorununu çözmeyen politikaların AKP’yi ve Türkiye’yi çıkmaza ve tehlikeli bir sürece sokacağı açıkça belirtilmiştir. Bugün yaşadıkları bu durumların sorumlusu olarak kendi izledikleri Kürt soykırımı politikalarını göreceklerine, bir de Kürtleri ve PKK’yi sorumlu tutmaları anlaşılır değildir. Öyle ki, elleri kanasa neredeyse bundan PKK’yi ve Kürtleri sorumlu görür noktaya gelmişlerdir.
Bugün Türkiye’nin yaşadığı çıkmaz ve tehlikeyi görenler, bunu yaratan AKP politikalarını da iyi tanımalıdırlar. Öyle Bahçeli kabadayılığı ile, yani faşist saldırganlıkla işin içinden çıkılamaz. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın da ifade ettiği gibi, Kürtler de meşru savunmaya geçerse ne olacaktır? Hiç kimse artık Kürtleri kurbanlık koyun sanmamalıdır. “Onlar” diyerek Kürtleri ürküteceğini sananlar yanılırlar.
AKP’nin mevcut Kürt karşıtı politikadaki ısrarı hem AKP’yi hem de Türkiye’yi daha büyük felâketler ve parçalanma-tükeniş içine götürür. Bu gerçeği herkes görmek ve doğru anlamak durumundadır. Özellikle de AKP’liler ve Tayyip Erdoğan bu gerçeği doğru anlamalıdır. Dolayısıyla “Onlar” diyerek İkinci Bahçeli olmaya çalışmak yerine, politik gerçekleri görerek Kürt sorununun demokratik özerklik çözümünü gerçekleştirmeye yönelmelidir. AKP için başka bir yol kalmayacak gibidir.
Demokratik güçlere gelince, Kürtler için ifade edilen “Onlar” kavramının içine kendilerini de koyarak, AKP iktidarının gerçek bir alternatifini yaratmayı mutlaka başarmalılar. Sıkışan AKP, önü açılan demokrasi hareketi demektir. AKP’nin yaşadığı krizden demokrasi hareketinin başarıyla çıkışını mutlaka başarmak gerekir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgür Politika
- Ayrıntılar
Siyaset dediğimiz şey; sözle başlar, eyleme dönüşür. Bu işleyişi esnasında izlediği temel rota ise etki-tepki olmaktadır…
Siyaseti bunlardan bağımsız ya da farklı anlamaya çalışmak, yine onu farklı şekilde anlatmaya çalışmak; ya siyasetten anlamamaktır, ya da siyaseten aymazlık içinde olmaktır.
Son günlerde yaşananlar karşısında birçok çevrenin “ne oluyor” gibi sorular sorması, yaşananlara bu kadar yabancı kalması; bu ülkenin siyasi iklimini ve eylemlerini sorgulamadan kaçışının farklı bir ifadesi oluyor.
Hergün her yerde yaşanan saldırılar, alan hakimiyetleri karşısında hep bir suçlu aramak! Belki bir yere kadar kabul edilebilir, ama bu arama esnasında ortaya çıkan gerçekleri ters yüz etmeye çalışmak, işin ne kadar acılı olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir…
İşte bu durumun içine girenler/düşenler, aslında basit bir pandomim oyuncusundan farksız olmaktadır. Bu şahsiyetlere siyasetçi demek güç olduğu gibi bunların siyasetten anladığı tezini savunmak, ülkenin iktidarını bunlara teslim etmek ise başlı başına kamusal bir pandomim oyunun dışında farklı bir anlamı taşımıyor…
Olay bu kadar basittir!
Alan hakimiyetini günden güne arttıran, farklı eylem tarzlarıyla sürekli bir şekilde orta yoğunluklu çatışma içerisinde yer alan HPG hattında durumun netliği ve anlaşılırlığı gayet açıktır…
Karşı tarafta ise; birlik ve bütünlük adı altında, bizim dediğimizin dışında bir şey sormayın, yazmayın ve çizmeyin yaklaşımlarıyla, tüm ülkeyi tesiri altında tutarak, bastırarak-korkutarak mücadele ettiğini sanan ve “usta”lık dönemini bu şekilde ifşa eden bir hükümet!
HPG’nin süreç karşısındaki netliği ve tavizsizliği ne kadar net ise, siyasi iktidarın yaklaşımı ve mücadele mantığı da o kadar saçma, o kadar acınası ve o kadar ahmakça!
Son dönemde yaşananlarda her iki taraf arasındaki yaklaşımı ve mücadelenin parametresini bunların dışında görmek/yorumlamaya çalışmak mümkün değildir…
Siyasi iktidarın; bölge siyasetlerindeki söz-eylem sarmalını da bu süreç içerisinde değerlendirmeye çalıştığımız da, bölge ve uluslar arası siyasette başarısızlığın/belki de dib’e vurmanın dışında herhangi bir sonucu olmadığını bugün itibariyle herkes daha iyi görebilmektedir.
Tekrar başa dönmek gerekirse;
Siyasetin söz ile başladığını ve beraberinde eyleme dönüştüğünü son on yıl içerisinde bir kere daha genel hatlarıyla analiz etmek gerekiyor;
Siyasi iktidar; ilk başlarda çözeceğim dedi, benim sorunum dedi! Birçok çevrede ilgiyle karşılandı, takip edildi. Birçok platformda bütün çevreler sözle başlayan bu siyasetin eyleme dönüşmesini bekledi.
Siyasi iktidar; açılım yapacağım, tabuları yıkacağım dedi. Yine her yerde bir heyecan dalgası uyandı, herkes otuz yıllık kanın duracağını sandı. Dağdakilerin “bizim çocuklarımız” olduğunu söyledi, herkesin gözleri nemlendi, bundan sonra “anaların ağlamayacağına” herkes inanmaya başladı.
Siyasi iktidar; sanatçısı-sporcusu ve hatta simitçisiyle toplantılar yaptı. Ortak akıl oluşturmaya çalıştığını söyledi, dağdan gelenlerin topluma dahil edileceğini söyledi. Siyasi iklime katkıda bulunmaya çalışanları dinliyormuş gibi göründü, uygulama da kendi bildiğinden ödün vermedi.
Siyasi iktidar; söz ile eylem arasındaki tutarsızlığını pervasızca arttırmaya başladı. Konuyu çözümden ziyade, silah bırakma sevdasına dönüştürdü.
HPG ise; her fırsatta çözüme ve barışa katkı sunmak istedi. Siyasi irade olarak gösterilen Öcalan üzerinden sorunun sağlıklı bir şekilde çözülebileceğini söyledi. Ancak bu şekilde söylenen sözlerin, eylemsel bütünlük içinde sonuca gideceğini, aksi halde savaşın çok şiddetleneceğini söyledi…
İşte şu anda yaşananlar bunların dışında başka bir şey değil. Olay bu kadar basit! Hani “neler oluyor” diye soruluyor ya, biraz da buradan bakmak lazım. Siyaset dediğimiz şey ve usta’lık dönemi olarak atfedilen bu süreçte Türkiye’nin yaşadıklarının bunların dışında herhangi bir açıklaması yoktur.
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar