“Huruç’lama tarihte çokça karşılaşılan bir durum ve olgudur. Kimisi baş belalarını üzerinde atmak için yapar, kimisi aç olanları dindirmek ve susturmak amaçlı, kimisi yeni cennetler göstererek kamuflajını kendi içinde istikrar yaratmak için, kimisi de yaşanan bir sorunu başkasının üzerine atmak yada şaşırtmak için yapar. Hepsinin birleştiği yol yöntem ise huruçlamayı savaşla yapmasıdır.
Derler ki İskender’in ordusu esasta Yunan adasında kraliyete tehlike oluşturduğu için bir nevi kibarca yurttan atılanlardan oluşur. Ve bundandır ki çok gözü kara bir sefere kalkışırlar. Çünkü kayıp edecekleri bir şeyleri yoktur da ondan.
Haçlı seferlerine girişilirken seçtikleri askerler esasta açlık içinde kıvranan kesimlerden oluşuyordu. Aç-susuzlar Roma kilisesi için çok ciddi tehlikeyi oluşturuyordu. Açların isyanı çok sürmeyecekti ve saldıracakları ilk kurum kilisenin çiftlikleri olacaktı. Bunun için bu kesime karnını doyuracak bir yer göstererek bir tasla iki kuş ya da birkaç kuş vurulacaktı. Ki vuruldu da. Açlar, isyancılar Avrupa’da kibarca atıldılar, Avrupa’nın iç huzura düzeldi, yani kilisenin. Ortadoğu’ya saldırılarak Ortadoğu’yu haraba zara çevirdiler ve o gün bugün Ortadoğu belini düzeltemez oldu.
Daha da sıralayabiliriz. Ancak yukarıda verilen örnekler, Huruçlama yönteminin en iyilerinden sayılırlar.”
Türkiye özelde 19 Haziran 2012 günü başlayan, 23 Temmuz Şemdinli ile devam eden, 4 ağustos Rındeke karakol baskınıyla zirveleştirilen devrimci operasyonlarla son yılların en ciddi ve zorlu sürecine girmiş bulunuyor. Devrimci operasyon ve harekatlara birde iflas eden Suriye siyaseti birlikte ile tüm komşularla “sıfır sorun”dan tam sorunlu olan bir politikayı eklersek, Türkiye gerçekten son yılların en zorlu sınavlarından bir tanesinden geçtiğini herkes görecektir.
Türkiye’nin başındaki iktidar kliği uzun yılların vermiş olduğu hakimiyet, toplumdan aldığı oyların verdiği rahatlık, uluslar arası güçlerden aldığı açık çekler nedeniyle son derece kendine güvenli ve emin bir yapıya sahipti. Nede olsa dünyanın süper gücü ile adeta yatıp kalkan bir iktidar söz konusuydu. Desteklerden adeta destek beğen dercesine, emperyal gücün kendince tam bir taşeronu olmanın verdiği güvenle herkese kafa tutan, kimseyi takmayan, herkesi küçümseyen, otoriter, zorbacı ve de tam totaliter bir zihniyet ve pratikle kendini kaybetmişti. Bunun içindir ki dediğim dedik çaldığım düdük misali herkese kendisini dayatabiliyordu.
Ancak 19 Haziran 2012 günü ile birlikte Türkiye’de yeni bir süreç başlatılmıştır. Devrimci dalga yani Devrimci Halk Savaşı stratejisi daha ciddi bir şekilde pratiğe geçirilince, uluslar arası konjonktürün verdiği avantajlarda eklenince Türkiye’nin o kendisinden memnun, kendisini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan iktidar kliği tam bir panik havasına girmiştir. Hele birde Şemzinan’da gerillanın kurduğu alan hakimiyetini kabullenerek geri çekilen bir ordu gerçekliği de ortaya çıkınca tam bir ruhsal çöküşe geçtiler.
Dikkat edilirse “o yazıları senin ağzına tıkarım” sözleri, yine “bu söylenenleri, yazılanları bir yere not ediyorum” yanına birde “Siz hangi kanı taşıyorsunuz?” diyen başka faşizan diller esasta ruhsal çöküşün tüm boyutlarını gözler önüne seriyor.
Yeşil Türkçüler dediğimiz gibi ilk kez bu denli zorlu bir süreci yaşar oldular. Tüm cephelerde yaşadıkları bir fiyaskodur. Gerillaya karşı tümden yenilen bir ordu ve giderek Kürdistan’da denetimini kaybeden bir iktidar kliği. Suriye’de Sünni İslamcılara yatırım yaparlarken Kürtler demokratik özerkliklerini adım adım inşa etmenin de ötesinde ilanını yapıyorlar. Yani tümden iflas eden bir Suriye siyaseti söz konusudur. Ve birde daha da önemli olan bir gelişme ise düne kadar kanka oldukları İran devletinin TC’ye karşı aldığı tavırdır. Irak zaten TC devletine karşı tavır almıştır.
TC devletinin elinde kala kala düne kadar onlarca hakaret yağdırdıkları Barzani ve Talabani kalmıştır. Barzani ve Talabani Kürtler arasında ilk kez bu denli gelişen ulusal birlik çalışmalarına –isteseler bile- ters düşemeyecekleri için şimdilik bu kozda iflas etmişe benziyor.
Lafı uzatmadan Türkiye’yi yöneten klik tam bir sıkışıklığı ve tıkanmayı yaşıyor. Tıkanmanın yolunu açacak çeşitli yol yöntemler vardır. Bunların başında Türkiye’nin gerçekten demokratik değerlere saygılı bir şekilde öncelikli olarak Kürt halkının tüm haklarını geri iade etmesidir. Ve de Türkiye’de ne kadar anti demokratik uygulama varsa, kurum ve kuruluş varsa terk edip demokrasi önündeki engelleri aşmasıdır. Bu en çözümleyici yöntem olacaktır.
İkinci bir yöntem ise bu sıkışık ortamı çok ciddi bir milliyetçi dalgayla, büyük bir saldırıya dönüştürerek Kürt özgürlük hareketine, onun siyasetine, onun tüm kurum ve kuruluşlarına saldırmaktır. Yine Suriye’ye müdahaleyi hızlandırmaktır. İran ve Irak’a karşı da uluslar arası emperyal güçlerin yanında saldırıya geçmektir.
Öyle görülüyor ki Türkiye’yi yürüten ve yöneten güç ikinci yönteme başvurmaya başlamıştır. İçeride ciddi zorlanan, giderek ret edilen, pet şişelerle karşılanan, şehir merkezlerinde kuyruklarına teneke takılarak dışarıya atılan bu iktidar kliği, kendisini yeniden toparlaya bilmek için bir can simidine ihtiyacı vardır. Bu can simidi ise var olan ortamda milliyetçilikle, duyguları daha da kabartarak halkları birbirine düşman hale getirmektir. Milliyetçilik ve saldırganlıkla yeniden kaybettiği imaj bozukluğunu düzeltmektir. Bu saldırganlık hem içeride körüklenecektir hem de dışa dönük saldırılarla tetiklenecektir.
Yani hem kendisini düze çıkaracak, hem kendisine düşman bildiklerini etkisiz hale getirerek pasifleştirecek ve hem de ne kadar muhalif güç varsa yanına alarak hedeflediklerine saldıracaktır.
İşte tarihte bu tür kirli ve hile dolu yönteme Huruç’lama diyorlar. İç sorunlarını başkalarının üzerine yığarak kendini düze çıkarma sanatıdır huruçlama.
Yukarıda dile getirdiklerimiz ışığında yeniden ele alacak olursak; Antep’te karakol önünde patlatılan bomba, ertesi gün kaldırılacak bir asker cenazesi töreni tam da gövde gösterisine dönüştürülebilecek olan bir fırsat olacaktır. Hem kendi güçlerini mobilize edeceksin, hem karşı cepheyi hedef tahtasına koyacaksın, hem de herkesi etkisiz hale getirerek çökmüş ruh halini düzeltmeye kalkışacaksın.
Evet, tipik bir Huruçlamadır bu. Bunun için eğer Antep’te kimin bu bombayı koyup çok sayıda sivil insanı öldürdüğüne bakmak istiyorsanız önce bu bombalı saldırından kazançlı çıkanların kimler olduğuna iyi bakmak gerekir.
Antep saldırısı sadece ve sadece Akepe ve iktidar kliğine yaramıştır. Ancak gerçekler çıplak olmayı sever derler, er ya da geç en kısa zamanda bu bombanın kimler tarafından oraya bırakıldığı açığa çıkacaktır. Ve bu lanetli bombanın Yeşil Ergenekon tarafından yani Akepe tarafından yerleştirildiği ortaya çıkarsa kimse de şaşırmamalıdır.
Şaşırmamalıdır çünkü Antep Akepe’nin can simidi yapılması için her şey yapılmaya çalışılıyor. Yoksa henüz bir şey netleşmemiş iken, ortada veriler yok iken nereden çıktı, “15 gündür arıyoruz”, “PKK yaptı, Suriye ile danışıklı dövüş temelinde Kürtler yaptı” sözleri. Hele birde elbirliği ile cumhur reisi, ruh hastası başbakanı, marangoz hatası sonucu oluşan iç işler bakanı ve cümle cemaat bu yeşil Türkçülerin tüm psikolojik savaş medyası.
Evet yarın bu vahşeti Yeşil Ergenekon yaptığı ortaya çıkarsa şaşırmamak gerekir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Birkaç gün önce Hakkari şehir merkezine Türkiye devleti içerisinde adeta Kürt düşmanlığının en uç ve marangoz hatası sonucu dünyaya gelmiş olan “ucube” tipi İ. N. Şahin geldi. Kürt düşmanı olan bu tipin kuyruğuna teneke takmak için halkımız harekete geçti. Halkımızın bu hareketini TC devletinin medyası genişçe yer verdi. Devasa bir özel tim ordusuyla nasıl bir dükkana daha sonra da apar topar Hakkari Dağ Tugayına kaçırıldığını da izledik. Ve öyle görülüyor ki bundan böyle bu tür manzaraları daha fazla izleyeceğiz.
Kürt halkına herkes bundan böyle istediği gibi hakaret edemeyecektir. Kürt özgürlük hareketine herkes artık her istediğini söyleyemeyecektir. Ne Kürt halkına, ne de özgürlük hareketine bunca hakarete artık izin verilmeyecektir. Artık Kürdistan’da ya da Kürdistan’ın dışında Kürt halkına ve onun özgürlük hareketine yapılacak her türlü hakarete misliyle halkımız cevap verecektir. Bazılarının kuyruğuna teneke takıp ülkemizin şehirlerinde, kasabalarında, beldelerinde, köylerinde, mezralarında hakaret edenleri dolaştıracağız. Bunu öncelikli olarak Kürt düşmanlığı yapan herkes iyi bilerek yapmalıdır.
Yıllardır Kürt halkının kendi yolunu çizeceğini cayır cayır haykırıyoruz. Her yerde ama her yerde bunu alenen söyledik ve söylemeye devam da ediyoruz. Artık sizin bu faşizan uygulamalarınızla yaşamak zorunda değiliz. “Kürt sorunu dedikleri sorunu aradım bulamadım, varsa birisi bana da göstersin” diyerek Kürt halkının tüm değerleriyle alay eden, Kürt düşmanlığını adeta içselleştirerek tam bir faşist Gestapo’cu gibi halkımıza saldıran, dediğimiz gibi halkımızın aklıyla, duygularıyla, değerleriyle alay edenlere bizim bundan vereceğimiz cevaplar daha net olacaktır.
Hakkâri sadece bir başlangıçtır. Artık her yer bir Hakkari olacaktır. Her yer bir Şemzinan olacaktır. Her yer bir Gever olacaktır. Marangoz hatası sonucu oluşmuş ucube tipi ve tipleri ülkemizin hiçbir yerine bırakmayacağımızı öncelikli olarak tüm Türk emniyet mensupları bilmelidir.
Ve artık sadece bu ucube tipe değil bu tipten ucube kişiliklere izin verilmeyecektir. Batman’a gelip halkımıza ve özgürlük hareketine dil uzatmayacaksınız. Amed’e gelip, kendini Amedli bilip keklik takımı gibi “Kandil’i bombalayın” diyemeyeceksiniz. Ya da Bingöl’e gelip özgürlük hareketine ve değerlerine dil uzatamayacaksınız. Aynısı Dersim içinde geçerlidir. “Asıl Türk biziz, biz Kürt değiliz, bunlar terörist” de diyemeyeceksiniz. Çünkü ülkemizin her yerinde TC devletine işbirlikçilik yapanları, keklik takımı gibi hainlik yapanları, fiziki ve kültürel soykırımın meşru ve resmi temsilcisi olan Akepe’nin yandaşlığını, yine fiziki soykırımın halen savunuculuğunu yapan CHP’sini bizler ülkemizde KADİMA tipi partiler olarak ele alıyor ve öyle de yaklaşıyoruz. Ülkemizde Kadima partilerine izin verilmeyeceğini herkes iyi bilmelidir.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, bir halkın soykırımını savunan, bu soykırım için uğraşanlar insanlık suçu işliyorlardır. Uluslar arası sözleşmeler halkların soykırımını savunanları insanlık suçu işlemekle eleştiriyor ve bunlar ileri düzeye vardığında Lahey’de yargılıyor.
Kürtlerin fiziki ve kültürel soykırımının önünü açan uluslar arası sistemin kendisi olduğu için Kürt halkına karşı işlenen insanlık suçlarını yargılamıyor. Çünkü insanlık suçlarını Kürdistan’da yargılasa öncelikli olarak uluslar arası sistem kendisini yargılamak zorunda kalacaktır. Bunun için bunu yapmaktan kaçınmaktadır.
Evet, Kürt özgürlük hareketi olarak bundan böyle kendi yolumuzu sadece demokratik özerklik sistemini kurmakla belirlemeyeceğiz. Aynı zamanda Kürt halkına karşı işlenmiş olan, işlenen, işlenmeye devam eden insanlık suçlarını da yargılamaya başlıyoruz.
Evet, bu yeni bir süreçtir. Kürt halkının kendisini savunmaya geçtiği yeni bir süreçtir.
Evet, Kürt halkının ve özgürlük hareketinin Kürdistan’da faşizme hizmet eden, faşizmin yöneticiliğini yapan, faşizme destek sunanları yargılamaya başladığı tarihi bir süreçtir.
Bu tarihi sürece özelde Kürt gençlerini aktif katılmaya ve çalışmaya davet ederek, artık ülkemizde halk düşmanlığını yapanlara yol vermemeye, herkesi ama herkesi davet ediyoruz.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Faşizmin en iyi tanımı herhalde ırkçılıkla özdeşleştirilenidir. Yani ırkçı yaklaşımların gideceği yerin faşizm olduğudur.
Akepe gerçekliği her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor. Sıkışıklığın insanın tüm gerçeklerini gözler önüne serdiği söylenir. Yani normal koşullarda insanlar kendilerini iyi kamufle edebilir diyor ruh bilimi. Ruhsal sıkışıklığın yok ise, ciddi bir baskı altında değilsen, duygu selini kontrol edebilecek bir pozisyondaysan oto kontrolü kaybetmiyor insan.
İnsan ne zaman ki duygusal bir atmosferin etkisine girmiş ise, ne zaman ki onu köşeye sıkıştırmış iseniz o zaman o insanın tüm özelikleri bir bir açığa çıkar. Bunun için deniliyor ki; insanın en net açığa çıktığı saha zor koşullardır. Zor koşullarda bireyci mi yoksa gerçekten toplumcu olduğunuz net ortaya çıkar. Çünkü bireycilik sizin güdülerinizi konuşturturken, toplumsalcılık ahlaki değerlerinizi kamçılar. Bu durumda kişi olarak neyseniz böyle ortamlarda çok net bir şekilde ortaya renginiz çıkar. Yani zorluklar bir nevi turnusol kağıdı gibidir. Asit mi yoksa baz mı olduğunuz hemen anlaşılır ve siz kendinizi saklayamazsınız.
Buğun Kürdistan’da çok ciddi bir mücadele sürüyor. Öyle ki özelde 19 Haziran Oramar ve Şitazan hareketi, ardından 23 Temmuz 2012 Şemdinli harekatı ve en sonda 4 Ağustos 2012 Çele harekatı. Ve tabii Amanoslardan Serhat’a, Dersim’den Garzan’a ve Botan’ın farklı yerlerindeki gelişmelerinden hiç söz bile etmiyoruz.
Öyle ki TC devleti ve onun gerçekten yeşil Türkçü yapısı Suriye’ye dönük tamda planlamalar yaparken: bir Suriye’deki Kürtlerin destansı özgürlük direnişleri ve demokratik özerkliğe doğru yürüyüşleri ve birde buna denk bu kez Hakkari coğrafyasında gerillanın alan hakimiyetini sağlamaya başlaması tüm bu planları alt üst etmiş bulunmaktadır. Bu ise sıkışıklık demektir. Sıkışlık ise çoğu zaman duygularını kontrol edememek demektir. Böyle anlarda ani refleksler, yalanlar, kendini savunmalar derken bireyin oto kontrolünü kaybettiği anlardır.
İşte tamda böylesi anlarda bireyler neyse kendi renklerini dışarıya vururlar. Niyetlerini açığa vururlar. Kim olduklarını, ne düşündüklerini bir bir dile getirirler. Sizin ve bizim o bildiğimiz nezaket dolu yaklaşımları artık böyle ortamlarda gerçekleri açığa çıkmış kişilerde göremezsiniz. Çünkü bir kere bu tip kişiler raydan çıkmıştır. Kontrolsüzdür. Frensizdir. Ve bunun için aklına ilk geleni söylemeye başlarlar.
Böyle anlar “gerçekler çıplak olmayı sevdiği” anlardır. Bu bilinçli bir çıplak olma olayı elbette değildir. Ancak insanın renk verdiği, kendisini ele verdiği anlardır. Kendine Müslüman, kendine demokrat olan böylesine bir hükümetin yetkilileri nasıl da meğer saldırganlarmış? Meğerse ne kadar da ırkçı ve faşistlermiş?
Örneğin marangoz hatası: “Bunu kimsenin karıştırmaya ve benim sözlerimi oraya püskürtmeye yeltenmesin, hakkı yoktur, ağzına tıkarım o yazıları senin” diye biliyor.
Marangozun koruma meleği olan: “Herkes net olacak. Kimden yana olduğunu söyleyecek. Sen PKK terör örgütünden yana mısın yoksa bu milletten yana mısın?” hatırlayanlar bilir daha önce de sıkıştığında: “Ananı al da git” “ucube”, “tıksırıncaya kadar için”, “kadın mıdır, kız mıdır bilemem”, “burnunu sürtmek” ,“tükürdüklerini yalayacaklar”, “Dini Zerdüşt olanın ne ilgisi var bu işlerle” ve tabii bir de “bunları not ediyorum” diyecek kadar megolamanlığı açıkça ifade eden bir ruh hastası. Başka da Alevilerin cem evlerine “ucube” kelimesini kullanmasını hangi hastalıkla izah edebilir ki insan?
Ve birde tabii sözde hep mendille dolaşan kendince diğerlerine göre hümanist geçinen bir vampir var. “Siz hangi kanı taşıyorsunuz? Nasıl bunu yapabilirsiniz? Uzaydan mı geldiniz?” diye kendince Kürt siyasetçilerine yükleniyor. Aynı zatı birkaç ay önce Kürtlerin dili içinde çok renkli şeyler söylemişti:
“Şartlar elverirse Kürtçe sadece seçmeli ders olabilir. Yoksa ilköğretimden üniversiteye kadar Kürtçe bir eğitim yapılması mümkün değildir. Kürtçe anadilde eğitimin önünde anayasal engel var. İkincisi, anayasal bir engel olmasa, Kürtçe bir eğitimin kaliteli bir eğitim olabileceğine inanıyor musunuz? Bir medeniyet dili midir Kürtçe? Böyle anadilde eğitimi düşünmüyoruz. Anadilde eğitimin Türkçe olması hem beraberlik sağlıyor hem de Türkçe bir medeniyet dilidir.” Bu kadar faşizanca kelimeler kullanan bir ruh hastası: "Bu dinamik kıtanın, bu gayretli, çalışkan insanların geçmiş yakın tarihte yaşadıkları acılı, sıkıntılı günleri bildiğimiz için böyleyiz. Çünkü Türk milleti olarak biz sömürgeciliğe karşıyız. Tarihimizin hiçbir döneminde sömürgeci olmadık. İkincisi, ayrımcılığa karşıyız. Ne renklerinden ne inançlarından ne de kıyafetlerinden dolayı bir insanın bir diğerinden daha üstün değildir” diyerekte oldukça demagoji de yapabiliyor.
Tekrar marangoz hatası sonucu oluşmuş kişiliğe dönecek olursak:
“Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.”
Evet, işte sıkışmışlık bireylerin rengini hiçbir perdeye yer vermeden açığa çıkartacak güçtedir. Özgürlük hareketi bu ruh hastası iktidar gücünü daha da sıkıştıracaktır. Sıkıştırdıkça gerçek kimlikleri gün yüzüne daha fazla açığa çıkacaktır. Hele birde sözde kürt geçinen hain, işbirlikçi keklik takımı yok mu? Bunları da açığa çıkaracaktır. Yine sözde kendilerini geçmişin demokratı bilenlerin o özündeki faşizanlıkları da açığa çıkaracaktır.
Evet, mücadele özgürleştiricidir. İnsanı tüm takıntılarından kurtarıcıdır. Bizleri yani özgürlük savaşçılarını tüm engelleyici bentlerinden kurtarırken, böyle içi ile dışı bir olmayanları da açığa çıkartmada tam bir çözümleyicidir.
Şimdiden faşizmin ve de böylesine faşist yapıların açığa çıkartılması halklar için bizim yapacağımız ve yaptığımız en hayırlı iş olduğunu da unutmadan ekleyelim.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Şemzinan’a bir general atanmış. Ama atanan general atandığı yere gelmemiş. Türk ordusunun büyük başarı elde ettiği, gerillaları silip süpürdüğü, güvenlik sorununun olmadığı bir yere gelmektense emekli olup evinde oturmayı yeğlemiş.
Bir asker, hele hele bir general emir komuta zincirinde aldığı bir talimatı yerine getirmiyorsa;
Ya bu göreve inancı yoktur
Ya bu görevi başaracağına inancı yoktur
Ya bu görevi verenlere inancı yoktur.
Birincisi görevi gerekli hale getiren siyasi, askeri ortam ve koşulların yanlışlığında ikna olmuş birinin göstereceği tutumdur.
İkincisi siyasi ve askeri ortam ve koşulların böylesi bir görevi gerekli kıldığına inansa da kendisinin bu görevi başaracağına dair inancı yoktur.
Üçüncüsü ise kısacası “sıkıysa siz kendiniz gidin” şeklinde özetlenebilecek bir tavırla birlikte görev yaptığı ve üstleri olan komutanlara duyduğu inanç kaybının ortaya çıkaracağı bir tavırdır.
Ama tabii ki daha önemli olanı o alandaki gerilla hakimiyetini kıramayacağını, bunun da bir yenilgi olduğunu çok iyi bilmesi ve son dönemlerine gelen bir general olarak ordu sicilini böylesi bir yenilgiyle kapatmama istemi.
O da çok iyi biliyor ki başarısızlığa uğrayan tüm silah arkadaşları şimdi çeşitli dava ve iddianameler nedeniyle Silivri’de, çeşitli cezaevlerinde başarısızlıklarının bedelini ödüyor. Yıllarca gerillaya karşı savaşmış, envai çeşitte katliam uygulamış, kendini askeri deha ilan etmiş, ordunun birinci adamı olmuş İlker Başbuğ bile gerillaya karşı başarı elde edememesi nedeniyle hesaba çekilmişse kendisinden hayli hayli hesap sorulacağını biliyor.
Tabii Şemzinan gerçeğini de unutmamak lazım.
Bir ayı bulan gerilla kuşatması karşısında devletin tüm imkanları, ordunun tüm askeri, teknolojik harekatlarının başarısızlığa uğradığı bir yer Şemzinan. Operasyon üstüne operasyon, hava saldırısı üstüne hava saldırısı, bombardıman üzerine bombardıman yapılmasına rağmen gerillaların elinden alamadılar o alanları.
“bitirdik”, “büyük zayiatlar verdiler”, “çok sayıda terörist öldürüldü” propagandalarıyla başarı ilanı yapanların operasyon yapılan alanlarda halen gerillanın yol kontrolü yaptığı, bunu rutinleştirdiği gerçeğini nasıl açıklayacakları ise muğlak.
Bu başarısızlığı yıkacak yer bulunamıyor. Siyaseti mi, orduyu mu, askerleri mi, istihbarat eksikliğini mi, teknoloji azlığını mı gerekçe yapacakları belli değil.
Geçmiş pratiklerine baktığımızda ordunun en temel gerekçesi bir komutanın başarısızlığıdır. Ya emirleri tam uygulamamış, ya hazırlıkları tam yapmamış ya da yanlış inisiyatif kullanmıştır. Ordu ve onun emirlerini veren siyaset suçlanamayacağına göre bu, en doğru yol olur.
E, tabii onca sene bu ordunun içinde yer alan bir komutanın tüm bunları görebileceğini de varsaymamak olmaz. Adam eceline susamamış. Birkaç senelik ayrıcalıklı yaşamı elinin tersiyle itebilmiş olması onun objektif bir değerlendirme yaptığını gözler önüne seriyor.
Tabii bu diğer komutanlara da bir emsal teşkil etmeli. Gerillayla karşılaşmak zorunda kalan tüm komuta ve asker gücü şimdiden hesap vermek üzere inceleniyor. Şimdiden bu kirli ve aşağılık savaşın başarısızlığının yükünü kaldıracak insanlar tespit edilip onlar hakkında araştırmalar yapılıyor. Eğer gerçekten de kendini, ülkesini, mesleğini düşünenler varsa sakın ha gerillayla karşılaşmaya kalkmasın. Sonu bu emsallerden daha kötü olacaktır.
Diğeri de tabii ki askerlerin sorunudur. “vatan hizmeti” yalanıyla kışkırtılan aile ve çocukları da artık şöyle bir silkelenip kendine gelmeli. Ortada vatan savunması diye bir şey yok. Bir işgal ordusunun öne sürülmek için hazırlanan zavallı askerleri söz konusu. Sizin çocuklarınız başka bir ülke olan Kürdistan’ı işgal etmek isteyen bir ülke yönetiminin ve ordusunun emrindeki piyonlardan başka bir anlama gelmiyor.
Bakın ve görün, komutanları dahi artık Kürdistan’da savaşmaktansa evinde oturmayı yeğliyorsa siz neden kendi çocuklarınızı bu savaşa gönderiyorsunuz? Bu kadar mı nefret ediyorsunuz çocuklarınızdan, bu denli bıktınız mı yaşamlarından?
Pir Kemal
- Ayrıntılar
Kim demiş ölüm var diye bize?
Biz ölüme ölümle meydan okumuş, ölümde yaşamı yaratmış olanların hikâyelerine tanıklık ettik tarih boyu. Çünkü biz dirilişlerini direnişlerle yaratan bir halkın çocuğuyduk. Nasıl diyordu Apê Musa? “Direnmek yakışırdı Kürde, yaşamanın bir diğer adı direnmektir…” Evet, bizde yaşamanın diğer adı direnmektir. Direnmenin diğer adı yaşamak değildir. Yani yaşamak için direnmezsin, direndiğin için yaşarsın. Tıpkı şimdi bizlerin yaşadığı gibi, Kürt halkının yaşadıkları gibi…
14 Temmuz direnişinin bir yıldönümünü daha geride bıraktık. Kürt halkı bu yıl da bu tarihi günü adına yakışır görkemlilikle karşılandı. Amed meydanlarında Kürt halkı T.C’nin baskı ve zulmünü yine direnerek karşıladı. “ Biz size tarihinizi hatırlama fırsatı vermeyiz, alanlara çıkmanıza izin vermeyiz” diyen, her yıl Kürt halkının onurunu kıramaya çalışarak onu teslim alamaya çalışan devlet, halktan bir kez daha cevabını aldı. Çünkü halk biliyordu, bu yalnızca mitinge verilmemiş bir izin değildi. Bu tarihin Kürtler aleyhine akmasına izin vermemekti. Çünkü Kürt halkı bundan bir yıl önce bu izin vermemelere “ ey devlet sen bizim irademiz değilsin, bizim irademiz Önder APO’ dur” demiş ve bu temelde Demokratik Özerkliğini ilan etmiştir. Aynı şeylerin olacağını bilen ve bundan korkan devlet halkı baskıyla, şiddetle, sopayla yola getirebileceğini düşünmüştür. Oysa karşısındaki Kürt halkının artık korkmadan, iradesini beyan eden bir halk olduğunu nasıl olmuşsa unutuvermiştir. Yine bundan birkaç ay önce cezaevindeki çocuk – özgür- tutsaklar küçücük bedenleri ile dayatılan onursuzluğa cevap oldular. Kendi bedenlerini ateşte tutuşturarak, direniş geleneğinin küçük neferleri olduklarını tüm dünyaya duyurdular. Bilir misiniz düşmanı en çok ne korkutur?
Özgür yarınlar!
Çünkü özgür yarınlar, özgür insanlar onların sonu demektir. Kendi sonlarını Kürt çocuklarının yüreklerinde, beyinlerinde gördükleri için hiçbir insanlık dışı durumdan çekinmeden sizlere saldırmayı kendileri için, gelecek karanlık günleri için en iyi yöntem olarak bilir ve uygularlar. Hem de en çirkin olan uygulamaları. Aslında barbarların insanlık dışı birçok yaklaşımını bilirdik ama bu gün T.C devletinin, özelde AKP faşist hükümetinin Kürt çocuklarına yaptıkları uygulamaları, tacizi, tecavüzü, işkenceyi barbarlıkla tanımlamak çok yetersiz olacaktır. Dünyanın hiçbir ülkesinde çocuklar Kürdistan’da olduğu kadar acı çekmemiştir. Şimdi soruyorum, “hangi ülkenin çocukları annesinin konuştuğu dili öğrenmek istediği için, oyunlarına sarı, kırmızı, yeşil renkler kattığı için, barış, özgürlük istediği için tutuklanır, tutuklanmakla kalmaz işkenceye, tecavüze maruz kalır?”
Tüm bu gerçeklikler tek bir şeyi kanıtlıyor; koskoca devlet, Kürt çocuklarının küçücük bedenlerinden korkuyor. Çocuklarımızdan korkuyor. Çünkü zaferin onlarda gizli olduğunu biliyor. Onlar yaşı küçük, yürekleri, dünyaları büyük çocuklar. Sadece kendi sorumluluklarını yüklenmemiş, bir ülkenin, bir halkın ve insanlığın sorumluluğunu da yüklenmişler. Devrim yaratmak isteyenler genelde, “bizler geleceğimiz olan çocuklara daha özgür yarınlar bırakmak için bu amansız savaşa koyulduk” der. Ama Kürdistan gerçekliğinde bu daha farklıdır. Bu amansız savaşı verenler yalnızca büyükler, kadınlar, erkekler değildir. Bu savaşı bir komutan edasıyla veren yüzlerce, binlerce çocuk vardır. Kürdistan’ın her bir çocuğu kendi özgürlük savaşını kendisi verir, kendi yarınlarını kendisi yaratır. Bu yakıcı gerçeklik, bizleri büyük yürekli çocuklar karşısında mahcup kılmakta, görev ve sorumluluklarımızın bir kez daha farkına vardırmaktadır. Bu yıl da Kürt çocukları düşmana “oh!” dedirtmediler. Kemal Pir’e, M. Hayri Durmuş’a, Akif Yılmaz’a ve Kızıl yıldızlara ardıl oldular ve Kürt halkında direnmenin yaşama nasıl dönüştüğünü gösterdiler.
14 Temmuz’da tarih bir hiçbir zaman yok sayamayacağı bir hakikatin gerçekleşmesine tanıklık etti. Yok, sayılan değerler bu tarihi günde direnişe geçti ve 15 Ağustos’taki dirilişe doğru yol aldı. Yani bir direniş, bir dirilişi yarattı.
Hem de öyle bir diriliş ki, yalnız bir halkı değil bir dünyayı, bir tarihi karanlık uykulardan uyandırdı. Bu birbirine yakın tarihlerin anlam ve önemi de bir o kadar birbirine yakın. Biri direniş, bir diğeri diriliş tarihidir. Hem de her gün bir deniz gibi daha derin anlamlar kazanan ve büyüyen bir diriliş…
Tarihin insanlık adına yarattığı tüm olumlu gelişmeler, insanlık düşmanı sistem tarafından görmezlikten geliniyor ve ters yüz ediliyordu. İnsanlık için direnişe geçenler cayır cayır yakılıyor, idam ediliyor, kıyımlardan geçiriliyordu. Bundan da en büyük nasibi istisnasız Kürt halkı alıyordu. Sen hem insanlığın var olmasını sağlayacak, toplumsallaşmayı yaratacaksın hem de tarihte yok sayılacaksın. Hangi yürek, vicdan ve beyin kabul görebilir ki böylesi bir gerçek-siz-liği? Bunlar karşısında bir tek seçenek kalıyordu Kürt halkına, o da direnmek. Demirci Kawa ile başladı direniş öyküsü, bir akın oldu, aktı binlerce yıl Çağdaş Kawa’ya uzandı. Artık umutlar tükenmiş, Kürt olmak ya da insan olmak diye bir şey kalmamıştı. Her şey toprak altı yapılmış ve bu halk toprak ile bütünleşmesin, özünü, özgürlüğünü bir daha bu özgür topraklarda bulmasın diye, tüm benliği ve varlığı betonlarla örtülmüştür. Yazılan yalan tarihler donabilir, o yalanları yazanlar da gerçek tarih içinde yok olabilir ama insanlık ve insanlığa yol açanlar asla tarih içinde yok olmazlar. Çünkü onların kökleri asırlık çınarlar gibidir. Bir şekilde kendisini yaşatacak, yaratacak bir yol bulur ve yeniden kök salarlar. Tıpkı bir akarsu gibi, önüne ne kadar engel bent konulursa konulsun bir yerlerden sızar ve yatağını bulur.
İşte Kürt halkı için de böyle bir gerçeklik yaşanmaktaydı. Ölümle yaşam arasında ince bir çizgi ya direniş yaratılarak yaşam gerçekleştirilecek ya da ölüme mahkûm olunacaktı. PKK böylesi bir gerçeklik içinde çıkış yaparak Kürt halkında uyanışı gerçekleştirdi. Bu uyanış 14 Temmuz’da direnişe geçti. Büyük bedellerle yaratılan bu direniş 15 Ağustos tarihinde kahraman komutanımız Ağit yoldaş öncülüğünde bir dirilişe geçti. Bu gerçekliği hazmedemeyen düşman kendisini ve diğer gerici güçleri ikna edebilmek için pervasızca “birkaç çapulcu dağa çıkmış hallederiz, bize kafa tutmak ne demek onlara gösteririz” diyorlardı. Öyle olmadığı anlaşılınca birkaç yüz eşkıya, sonra dünyanın başına bela olan birkaç bin terörist olduk. İlk günden itibaren “bitirdik, bitiriyoruz, ‘ya bitecek, ya bitecek” denildi. Her zaman olduğu gibi başı boş bir isyan gözü ile bakıldı ama kısa bir süre içinde öyle olmadığı anlaşılınca bütün hesapları alt üst oldu. Çünkü artık Önderliğiyle, şehitleriyle, halkıyla, Özgürlük hareketiyle ve gerillasıyla bu büyük bir hakikat olarak tüm dünyayı ve insanlığı kasıp kavuruyordu. Hakikat düşmanları için kaçınılmaz gerçeklik 15 Ağustos Dirilişi ile başlamıştı. Orada sıkılan kurşun kesinlikle salt T.C devletine ve askerine sıkılmamıştır. Orada sıkılan kurşun tüm geriliğe, ahlaki politik toplumun yarattığı milyonlarca değerlere düşmanlık yapan herkese, her kesime sıkılan bir kurşundu. En fazla da Kürt halkına eziyet çektiren onun tarihsel değerleriyle oynama ve bununla kendisini yaşatma cüretini gösterenlere sıkılan bir kurşundu. Bugün hala bu kurşunun intikamı alınmak istenmektedir ama bu bir türlü gerçekleşmemektedir. Arttık Kürt halkı her alanı kendisine serhildan alanı yapmakta, serhildanlarla da yetinmemekte, her alanda demokratik örgütlenmesini yaratmaktadır. Önderliğimizin savunmaları ekseninde “ Demokratik Özerkliği” ilan etmiş, irade beyanında bulunmuştur. Sokakları, caddeleri, camileri kısacası tüm yaşam alanlarını ahlaki politik toplum gereklerine göre örgütlemeye çalışmaktadır. Hem de her gün binlerce kadrosu tutuklanırken bunları gerçekleştirmektedir. Çünkü artık bu derya olup akan akıntının önüne almak mümkün değildir. Herkes bunu farkında olmasına rağmen, bir tek gözünü karanlık bürümüş, kendisine yalanı, aldatmacayı esas almış, faşist AKP hükümeti görmemektedir. AKP –faşist- hükümeti gözlerini açarsa hangi yenilmez gerçekliklerle karşılaşacağını biliyor. Bu yüzden gözlerini her gün büyüyen Kürt hakikatine kapatmış, kulaklarını Kürtlerin özgürlük çığlığına karşı tıkatmıştır. Kürt halkı gibi gerilla da tüm alanları kendisi için savaş ve intikam alanı yapmakta, 15 Ağustos tarihinde Agit yoldaş öncülüğünde gerçekleşen dirilişe ardıl olmaktadır. Tıpkı Ronahi, Andok ve Eriş yoldaşlar gibi. Bu kahraman yoldaşlar bugün bile Agit yoldaşın mücadele ruhunun asla yok olmadığını kanıtlarcasına düşman üzerine gittiler, düşmana kâbus oldular. “ Bitti, bitecek” denildikçe, bizler bin olduk, çoğaldık. Her Agit bir Ronahi, her Ronahi bir Eriş, her Eriş bir Andok ve her Andok bir JÎN oldu. JÎN Kürt halkına kendi bedeninde, adı gibi yaşam sundu. Bu arkadaşlar IV. Stratejik hamlenin öncülük bayrağını kaldırarak zafere yol aldılar.
Artık büyüyen, gelişen bu hakikat deryası yok sayılamaz, bu mümkün değildir. Dün nasıl Kemaller Amed zindanında direniş yarattılarsa, Agit yoldaş Gabar’da gerçekleştirdiği gerillacılıkla dirilişi yarattıysa, bugün de Kürdistan’ın çocukları zindanlarında yeni bir 14 Temmuz yaratmakta ve Erişler, Jînler düşmana 15 Ağustos’un tarihi anlamını bir kez daha hatırlatmaktadırlar…
Bizlere düşen, bu eşsiz değerlere sahip çıkmak ve diriliş ruhunu yükselterek dört bir yana yaymaktır. “Ya bitecek ya bitecek” diyenlere her gün yeni bir zaferle cevap olmaktır…
Derşin MİRZA
- Ayrıntılar
Düşman gerçeği üzerinde çok durulmuştur. Hemen bütün planlama çalışmalarına bir doğru düşman değerlendirmesiyle giriş yapılmıştır. Yine yaparız, yapacağız da. Düşmanın tarihini, güncel olarak dayandığı ulusal düzeyi; ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi, hatta askeri durumu; bununla birlikte uluslararası ilişki ve çelişkileri hususlarında değerlendirmeler fazlasıyla yapılmıştır.
Temelde savaştığımız baş çelişki Türk sömürgeciliğidir. Sömürgecilikten de öteye, ulusal imha siyasetidir ve onun tarih boyunca her türlü uygulamasıdır. Baş çelişki budur. Düşman bu çelişkiye her dönemde belli bir içerik ve biçimle gerçeklik kazandırmış ve üzerimize kusturmuştur. Büyük Türk egemen boylarının Kürdistan’a ve Anadolu’ya vuruş biçimlerinden tutalım en son 12 Eylül rejiminin ve onun günümüzdeki uzantılarının vuruş biçimlerine kadar hepsini az çok anlattım. Bu düşman nedir, kimdir? Nereden geldi, amacı nedir? Bütün bunlar gösterilmiştir. Partinin en kapsamlı çözümlemeleri bu konularla ilgilidir.
Türk egemenlik sisteminin ekonomik, sosyal, ulusal içeriği, ahlaki yanı kadar, yine onun sahipleri nasıl biçimlenmiş, nasıl bir vuruş tarzına sahip, bütün bunlar gösterilmiştir. Tarih boyunca barbarca yaklaşımlarının, uygulamalarının nasıl olduğu gösterilmiştir. İslamiyet ile bağlantısından tutalım bugün emperyalizm ile bağlantısına kadar veya kapitalist-emperyalist sistemle bağlantısından tutalım insan görünümlü emperyalistliğine kadar değinilmiştir. Bunlar Manifestomuzdan tutalım en son çözümlemelerimize kadar hepsinde yer almıştır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur. Daha yakın günlerde incelediğimiz cumhuriyetin kuruluşu, dönemeçleri de değerlendirilmiştir. Yine 12 Eylül de çok kapsamlı değerlendirilmiştir.
Mevcut duruma, güncel duruma bir-iki değinmede bulunursak ne belirtilebilir? İkinci cumhuriyetten bahsediyorlar. Bu ikinci cumhuriyet 27 Mayıs ile mi başladı, 12 Mart ile mi, 12 Eylül ile mi başladı belli değil. Belli olan nedir? Cumhuriyetin tıkanması gerçeğini dile getiriyorlar. Gerçekten cumhuriyetin politik sistemi bütün alt yapısıyla, üst yapısıyla toplumu tıkamış, bunalıma sevk etmiştir. Bunalım derindir, ancak özel savaş yöntemleriyle ayakta durabilmektedir. Ekonomik konularda da tam bir vurgun, soygun politikası takip edilmektedir. Enflasyon en üst boyuttadır. Yine onun doğal bir sonucu olarak sosyal bunalım, ahlaki bunalım içinden çıkılamaz, tarihte eşine rastlanmaz bir durumdadır. Uluslararası alandaki büyük alt üst oluşu anlamaktan uzaktır. Bundan etkilenmemek için en çağ dışı politikalara dayanmıştır.
Şunu her zaman belirttik; gerek iki sistem arasındaki dengeyi kollayarak TC’yi şekillendirmeler, gerekse bu sistemin günümüzde aşılmasıyla içine girdiği statüko ancak çok ileri düzeyde bir şovenizm ile mümkündür. Türk şovenizminin hiçbir ulusta görülemeyecek kadar topluma egemen kılınmak istenmesiyle mümkündür. Bu da bir aşiret şovenizminden daha şovence oluyor. Bunun çağdaş ulusçulukla hiçbir ilgisi yok. Fakat halen eski dengeleri kullanarak, özellikle Sovyet çözülüşünden sonra “Türki” söylemini geliştirerek, Avrupa’nın, Amerika’nın nezdinde puan toplamak istiyor. Ne kadar olmayacak bir dua, gerçekleşmeyecek bir amaçsa da, bununla oyalamaya çalışıyor. Buna pragmatik politika diyorlar, fakat günü birliktir ve günü ne kadar kurtaracağı da belli değildir. Hükümetler dış güçlere yamandıkça yamanıyorlar. Bu anlamda çok açıkça belirtebiliriz ki, bu hükümetler tipik özel savaş hükümetleridir. Bu politikalarla şekillenen hükümetler, ancak özel savaş hükümetleri olabilir. Kesinlikle yarını kurtarma diye bir sorunu yoktur. Hatta geçmişi gözden geçirme diye bir sorunları da yoktur. Mevcut hükümetin başı olan Demirel’e bakalım; bütün hüneri birkaç ayı, o da olmadıysa, birkaç günü kurtarmaktır. Bir “beş yüz gün” sözünü ağzına almıştır. Bırakalım bu beş yüz günü kurtarmayı; muhalefetin bile söylediği gibi, daha da fazla batırmaktan öteye gidememiştir.
Gerek 12 Eylül’ün bütün hükümetleri olsun, gerekse onunla biraz çelişerek başa gelen Demirel-İnönü hükümeti olsun, önlerine koydukları temel hedef; “terörü” birinci plana alıp ezme hedefiydi. Yani ulusal kurtuluş mücadelesini ezmeyi hedefliyorlardı. Ana hedef bu olunca, hükümetin bütün olanakları buna göre seferber edildi. Bu ne anlama gelir? Kendileri buna Olağanüstü Hal Yönetimi dediler, sıkıyönetim dediler, Özel Savaş Dairesi’nin işe karışması dediler. Eyleme de özel savaş dediler.
Özel savaş hükümetlerini, normal hükümetlerden ayırt etmek gerekir. Kapsamlı politik ve ekonomik hedefleri olmaz. Lafı çok iyi bilir, ebediyete kadar yaşarız denir, ama tersi söz konusudur. Günü kurtardıysa ne mutlu ona. Bir de geçmişle çok övünür. Fakat geçmişi kendisine bela olmuştur. Ağır bir yük teşkil eden tek bir konumuna bile gerçekçi yaklaşamaz. Aslında geçmişi de, geleceği de tükenmiş bir anı ifade ediyorlar. Özel savaşımın dayandığı siyasi durum, geçmişten de, gelecekten de umudu kesmiş; günü kurtarmayla uğraşan bir durumdur. Bu, her şeyin savaşla belirlenmesi anlamına gelir. Bu özel savaşı kazanmadan, hiçbir şeye el atamayız derler. Nitekim bakanlarının da her gün söyledikleri budur. Örneğin, Sağlık Bakanı, daha dün, “Terör kesilmezse, sağlık sorununa hiçbir çözüm getiremeyiz” dedi. Sanayicisi de, tarımcısı da bunu söyler ki, bunlar anlaşılır sözlerdir. Başbakanı da gelir, “Terörü önleyin, devletinize sahip çıkın, size daha sonra ilgi gösteririz” der. Dikkat edilirse, bu yaklaşımla da her şeyi mevcut özel savaş hedefine bağlama var. Özel savaşı başarma istemi var. Eğer başarmazlarsa, bu hükümet kısa bir dönem içinde yıkılır.
Mevcut hükümetlerin yıkılış mantığına bakalım. Evren-Özal direniyor. Çünkü bunlar halen özel savaşın yönetimini devretmiş değiller. 1980’lerden itibaren ağırlıklı olarak bunlar yönetiyor. Özal’ı indirmeyi istediler. İndirmek şurada kalsın, tehdit etmesini dahi bilmiyorlar. Evren gerçek bir cumhurbaşkanı gibi perde arkasındadır. Emekli generaller, ordunun doğal sahipleri gibiler. Günümüzde bu daha çok böyledir. Çünkü özel savaşın ağırlıklı sorumluluğu bunlardadır. Hatta Demirel-İnönü’yü de özel savaş kullanıyor. Bunlar biraz popülist; birisi sosyal demokrat görünerek, diğeri de köylü kasaba üslubunu kullanarak, ANAP’tan, 12 Eylül’den soğumuş halk kitlelerini özel savaşın dayanağı haline getirmek istiyorlar. Nitekim sözümona “teröristlere” karşı eylem yapın dediklerinde, “En Büyük Türkiye, Kahrolsun PKK! Kahrolsun APO, Yaşasın Polis, Yaşasın Atatürk!” diye slogan attırıyorlar. Aslında kimse bu sözcüklere anlam vermiyor.
Türkiye’deki özel savaşı biraz yakından inceleyenler görecekler ki, Demirel ve İnönü’den beklenen, mevcut kitleyi özel savaşın emrine sokmaktır. Nitekim onlar da hükümeti bu temelde kullanıyorlar. Özel savaşın verdiği görevlerin gereklerini yerine getiriyorlar. Demirel-İnönü hükümetinin bir tanımı yapılacaksa, şu belirtilebilir; generallerin, ANAP-Özal sivil klik öğesinin yetmezliğe düştüğü yerde, artık götüremiyorum dediği, kitlelerin de artık meşru kabul edemeyiz dediği yerde, devreye sokulan hükümettir. DYP ve SHP’den meydana gelen bu oluşuma da koalisyon deniliyor. Daha çok da kitlenin devletten kopuşmaya doğru gittiği, özel savaşın karşısında dikilmeye başladığı anda, yasaklı olmalarına rağmen yasakları da kaldırıldı. Çünkü kullanılmak durumundadırlar. Gelin hükümet kurun dediler. Kitleyi ne kadar aldatırlarsa veya özel savaşa ne kadar gerekli olurlarsa o kadar tutacaklar. Nitekim bunu Demirel de, İnönü de çok iyi görüyor ve bunu benimsiyorlar. Demokrasi maskesi altında “terörü yeneceğiz, terörü ezeceğiz” diyorlar.
Piyasaya verdikleri para da az değildir. Bununla köylüleri, işçileri aldatıyorlar. Uluslararası politikada yaptıkları da şovenizmi körüklemektir; Kıbrıs sorunuyla, Bosna-Hersek, Türki Cumhuriyetler sorunlarıyla tümüyle şovenizmi körüklemektir. Burada da özel savaşa hizmet esastır. İçerde halkın ağzına bir parmak bal çalmak esastır. Ertesi gün halk yine zorlanacak, fakat bir parça bal daha verirler. Fakat toplum da çok iyi bilir ki, yarını bile güvence altında değildir.
Esas itibarıyla iktidarı yöneten kuvvet askeri güçlerdir, onun özel bölümleridir, istihbaratıdır. Asker ve sivil emniyet güçleridir ve bunun birçok başka özel savaş kolları var. Korucular, aşiretler, Hizbullah vb. çeşitli kolları sürekli geliştirirler. Ne bulabilirlerse onu devreye sokarlar. Ve her zaman “terör zayıflıyor, önlendi, bitmek üzere” laflarını ağızlarından düşürmüyorlar. Temel beklentileri budur. Bu da bu hükümetin “büyük” ufkunu gösteriyor ya da kendisine biçimlenen rolün ne olduğunu gösteriyor. Bunun propagandasını yapacaklar; bunun kitleleri aldatma rolünü oynayacaklar, diplomasi yönünü oynayacaklar; ekonomik ihtiyaçlarını giderecekler. Hükümetten beklenen budur. Gerisi özel savaşın vurucu aygıtlarının işidir. Komploculuktan tutalım uşaklarına kadar, katliamından tutalım sahte sol, reformist işbirlikçi Kürtçü yaratmaya kadar özel savaşın işidir. Hükümetler sadece birer figürandır.
Somuta baktığımızda Türkiye’de gerçekleşen budur. Kürdistan’da gerçekleşen özel savaşın bir biçimidir. Bir diğer yönünü daha iyi anlamak gerekir. Özel savaş, mantığı gereği kısa sürede sonuç almakla, ancak ayakta tutunabilecektir. Süresi uzadı mı, bu onun için yenilgi demektir. Bir özel savaşa verilecek en iyi karşılık, onu uzun vadede gittikçe yıpratan bir tarzda ele almaktır. Özel savaş eğer yıpratılmaz, biraz başarı kazanırsa çok tehlikeli bir durum alır. Fakat durakladı, gelişim kaydetmedi mi bilin ki o özel savaş çürür. Ve karşı taraf, devrimci cephe, devrimci savaş eğer gerçekten zafer çizgisinde yürüyorsa başarısı kaçınılmazdır.
Bizim karşımızdaki savaş, herhangi bir savaş değil, özel savaştır. Veya çerçevesi belli, biçimlenişi belli bir savaştır. Diğer biçimlerle, Vietnam ile, Çin ile karıştırmamak gerekir, Latin Amerika ile, Afrika ile karıştırmamak gerekir. Kendine özgü yanları var. Bu özel savaş başlangıçta gizliydi. Türk sisteminin her zaman bir özel savaş yanı vardır ve her zaman gizli bir yanı vardır. Ama bu, günümüzde oldukça açığa çıkarıldı. Açığa çıkartılması, savaşımızın gelişim düzeyinin bir ifadesidir.
Mevcut haliyle özel savaş, hükümetin de, meclisin de, muhalefetin de emrinde olduğu, işbirlikçi Kürtlerin, Barzani-Talabanilerin de emrinde olduğu bir savaştır. Bu çok önemlidir. Yani sivil hükümet emrinde, sivil muhalefet emrinde, işbirlikçi Kürtçü emrinde, önemli oranda tasfiye olmuş sol emrinde... Özel savaşın mantığı gereği, işbirlikçi Kürtçünün, solcunun her zaman devletin emrine girmesine gerek yoktur. Ama özel savaş döneminde irtibatları gelişir. Nitekim TKP geldi, emirlerine girdi; Barzani-Talabani geldi, onlar da emirlerine girdiler. Bunlar değişik politikalardır. Ancak özel savaşla izah edilebilir.
Özel savaş sık sık yöntem değiştiriyor, ilişki değiştiriyor, şantaj yapıyor, taviz veriyor. Diplomasiye bakın; yalnız Suriye sahasına uygulanan diplomasiye bakın. “Sana su veririm, para veririm, sen de PKK’ye şöyle tavır al” diyor. Hatta Dışişleri Bakanı bunu söylerken, belki de bu gerçeği fark etmeden söylüyor. Karşı taraf da “Bizim sahamızda PKK’yi, APO’yu böyle değerlendirmeniz anormal bir durum. Bizim sahamızı böyle değerlendirmeniz gerçekçi değildir” diyor. Doğru da. Karşı tarafın özel savaşı yaşadığını dahi idrak edemiyor, normal bir hükümet sanıyor. Karşısındakinin özel savaşın Dışişleri Bakanı olduğunu kavrayamamıştır.
Bütün bunların yanı sıra şovenizmi körüklemek isteyen TC, Bosna-Hersek’e sarılacak. Kıbrıs artık işine gelmiyor, yeni bir kahramanlık biçimi gerek. Bosna-Hersek, Azerbaycan kahramanlığına ihtiyacı var. Bütün bunlar özel savaş politikalarının göstergeleridir. Ekonomi de öyledir, tipik bir ekonomik yönetim var. Her gün skandal üstüne skandal yaşanıyor. Hepsi de skandal yaratmış; eskileri de, yenileri de. Birbirlerinin skandallarını, birbirlerine karşı koz olarak kullanıyorlar. Yaşamdaki diğer bütün uygulamalar da böyledir.
Demek ki fazla geleceği olmayan, tarihe en gerici bir tarzda yaklaşan ve günü kurtarmak için yapmadığı demagoji, baskı, satılmadık yanı kalmayan bir hükümet biçimiyle karşı karşıyayız. Veya hükümet biçimi de demeyelim, bir özel savaş gerçeğiyle karşı karşıyayız. Meclise de özel savaş meclisi; hükümete de özel savaş hükümeti diyeceğiz. Doğru değerlendirme budur. Niteliklerini sıralarken, değindiğimiz bir konu da şuydu; bu tip savaşım hükümetlerinin veya savaşım güçlerinin kısa sürede başarılı olmaması halinde, tersi sonuçlara yol açmaları söz konusudur. Bu tip yönelimlerini, politikalarını kısa sürede başarıya götüremezlerse, başarısızlığa uğrarlar. Her ne kadar bu özel savaş hükümeti veya özel savaş rejimi tam başarısızlığa uğramamışsa da, tam başarılı değilse de, tam başarısızlığa uğradığını da belirtemeyiz. Başarılı değil, fakat başarıdan umudu kesmiş de değil.
Özel savaş halen başarılı olacağına dair inatçıdır. Özellikle generaller çok inatçıdır. Çünkü generaller şunu iyi biliyorlar; özel savaşın başarısız olması, bin yıllık egemenliklerinin yerle bir olması demektir. O anlı şanlı generaller, paşalar edebiyatının bir daha dirilmemecesine sönmesi demektir. Mevcut siyasi parti sisteminin felç olması demektir. Bu hükümetlerin dayandığı bütün parti sistemleri, anayasası yok olur gider. Onun holdingcileri, tekelcileri var. Onların da iktidarlarının, çıkarlarının yerle bir olması demektir. Yine Kürt işbirlikçileri var; onların da tarihin en lanetli kesimleri olarak her şeyini en acı bir biçimde kaybetmeleri demektir. Bu nedenle hepsi birleşiyor. Hem birbirleriyle dalaşıyorlar, hem birleşiyorlar. Savaşı kaybetmenin, herkesin kaybetmesi olduğunu söylüyorlar. Bir özel savaş yetkilisi şunu söyledi; “Birbirimize girmemize hiç gerek yok. Bu gemi batarsa hepimiz yerin dibine gideriz.” Bu doğru bir değerlendirmeydi. Onun için kimse kimseyle fazla dalaşmadı. Sözümona gemiyi kıyıya sağlam vardırmak istiyorlar. Dolayısıyla özel savaşın kendisini çok iyi korumak isteyeceği anlaşılırdır. Tam başarılı olmasa da, başarıdan umut kesmediği anlaşılmalıdır. Fakat kendini rahatlıkla yürütebilecek, götürebilecek bir rejim olmadığı da kavranılmalıdır. Çok çelişkili, çöküş emareleri taşıyan, kitlelerin aldatılmasına ve bastırılmasına dayanan, hatta müttefiklerinin bile aldatılmasına dayanan, demagoji yönü büyük, saptırma yönü gelişkin tersyüz etme bu nedenledir. Rüşveti, torpili çoktur. Toplumsal ahlakla sonuna kadar oynanması bu nedenledir. Ve bu şekilde götürülmek isteniyor.
Reber APO
6 Ağustos 1992
- Ayrıntılar
Tarih disiplininde bazı günler ve dönemler; tarihin seyrinde kalıcı etkileriyle sürekli yaşamsal olur. Özellikle sömürülen ve baskı altında tutulan bir halkın nezdinde, tarihin seyrine etkide bulunan bu dönemlerin kalıcılığı ve yaşamsallığı daha anlamlı ve derin olur…
Kabul etmek gerekir ki; Kürt halkının son otuz yılına damgasını vuran ve tarihin seyrini her yönüyle değiştiren bir tarih olarak 15 Ağustos’un anlamı ve yaşamsallığı bu minvalde hayli önemli olmaktadır.
Kürtler açısından ve Kürt özgürlük hareketi adına her yıl kendini güçlendiren ve bu yönüyle de yaşamsallığını daha da anlamlı bir hale getiren; 15 Ağustos’u kritik etmek ve bugünlerde yaşanan tartışmaları değerlendirmek gerekmektedir.
Yıl 1984 ve Siirt’in Eruh ilçesi ile Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde gerçekleşen ilk eylemler ile birlikte tarihin seyrinde önemli etki de bulunan ve gelişimini oluşturan 15 Ağustos atılımı gerçekleşir.
Dönemin başbakanı Turgut Özal, Muğla'nın Bodrum ilçesinde tatildedir…
Konu kendisine aktarıldığında verdiği tepki ve yaptığı ilk açıklama; “birkaç eşkıyanın işidir, yirmi dört saate kalmaz, devlet konuyu çözer!” şeklinde olur…
Aynı dönemde Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren ise benzeri bir tepkiyi Marmaris’te verir…
Kimse gelişen bu saldırının bugünlere ulaşacağını ve böylesi kitlesel bir güce dönüşeceğini öngöremez…
Devam eden yıllarda, gerçekleşen saldırılar ve eylemlerle konunun Başbakan Özal’ın öngörmeye çalıştığı gibi kolay olmadığı ve kazın ayağının gerçekten de çok farklı olduğunu ortaya çıkardı.
86/89 yılları arasında artan eylemler ve bölgede yaşanan alan hakimiyetinin ardından devlet aklı konuya ehemmiyet verir. Yine aynı dönemde Özal; “suyun kurutulması” denilen projesini hayata geçirmeye çalışır. Bunun sonucunda Köy boşaltmaları ve koruculuk sistemi geliştirilmeye çalışılır ve bu şekilde sorunun içinden çıkılacağı yönünde bir görüş devlet aklı olarak uygulanmaya konulur.
Ortaya konulmak istenen bu yaklaşımlar; 90 yılların mayası olmuştur.
91 yılında ilk Irak müdahalesi olunca, Özal “bir koyup üç alacağız” dedi… Devletin aklı; ne yaptı/neyi aldı diye yıllarca tartışıldı. Sonuç ise fiili olarak parçalanan bir Irak ortaya çıktı.
92 yıllarında özellikle Botan alanında yaşanan çatışmalar ve ortaya çıkan mevcut tablo devlet aklının, bir yerlerde hata yaptığını ve karşısındaki gücün artık bir halk hareketine dönüştüğünü net bir şekilde görmeye başladı.
Bunun üzerine de hem Nusaybin’de, hem Şırnak/Cizre’de ve hem de Kars’ın Digor ilçelerinde hedef gözeterek halk tarandı ve kitlenin bu şekilde sindirileceği ve PKK’nin halk tabanından yoksun kalacağı öngörüldü… Onlarca insan katledildiği gibi aynı dönemde insan hakları savunucuları ve bağımsız bölge siyasetçileri de hedef seçildi…
Yine aynı dönemde NATO'nun desteğiyle Kuzey Irak’a büyük operasyonlar düzenlendi… Kürtlerin gerici güçlerinden yararlanılarak, NATO'nun tüm desteğini arkasına alan devletin aklı bu şekilde de istediğini tam olarak elde edememişti.
Devam eden süreçte ise bölgede devlet odaklı yapılanmalar ile halk arasında korkutma/sindirme amaçlı saldırıları sokak ortasında işlerken, yine devletin resmi makamları tarafından kurulan çetevari yapılanmalarla faili meçhuller geliştirildi…
Binlerce Kürt insanı devletin dolaylı ya da direkt müdahalesi sonucunda yaşamını yitirdi… Devletin aklının bu dönemde ortaya koyduğu siyasi mantık; en yüksek seviyede güvenlikçi yaklaşımlar ve uluslar arası güçlerin desteğiyle daha da önemli hamleleri geliştirebileceğini sandı…
93 yılında ise dönemin Cumhurbaşkanı-Jandarma Genel Komutanı sorunun çözümüne dönük projeler üzerinde çalışmaya başladılar… PKK ile devlet arasında çeşitli düzeylerde görüşmeler yapılarak, sorunun siyasal zeminde çözümüne fırsat verilmek istendi…
Bu gelişmelerin ardından hem Cumhurbaşkanı, hem de jandarma genel komutanı ve diğer birçok üst düzey yetkili, şaibeli şekilde öldürüldü… Bu dönem devlet aklının esip/gürlediği ve karanlık güçlerin bir çok sorunda ortaya çıktığı net bir şekilde görüldü…
Dönemin Genelkurmay başkanı Güreş, sorunun çözümünden ziyade batılı güçlerin politik çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başladı. Aynı dönemde üç kez darbeyle gönderilen ve dört kez de göreve gelen dönemin başbakanı Demirel, Çankaya köşküne çıktı.
ABD’den ithal edilen Tansu Çiller de başbakan oldu… “Kimseye bir çakıl taşı vermeyiz” diyerek, bu soruna yaklaşımını net bir şekilde ortaya koydu. Daha sonra “liste cebimde” diyerek, Kürt sermayesine ve iş adamlarına yönelik operasyonların işaret fişeğini ateşledi… Katledilme sırası Kürt iş adamlarına geldi…
90’lı yılların ortasında yaşanan bu karanlık tablonun ardından Refah-Yol hükümetinin dönemi başladı. 97 yılında tekrardan sorunun siyasi çözümü için girişimlerde bulunuldu… Ama yine sorunun silah gölgesinde kalmasını ve daha çok kanın akıtılması gerektiğine inanıldığından, meşhur 28 şubat süreci ortaya çıktı.
Sorunun uluslar arası alanda çözümü için yaşanan süreçte ise başta ABD ve İsrail olmak üzere Avrupalı güçlerin de etkisiyle 99’un Şubat ayında 15 Şubat komplosu ortaya çıktı. Türkiye adına pimi çekilmiş bir bomba gibi gelişen bu süreçte dönemin başbakanı “bize niye verdiler anlamadım” diyerek, siyaseten ne kadar aciz olduğunu beyan etti. Ve yaşananları anlamaya ahir ömrü yetmedi!
Kürt halk önderinin sürece gösterdiği sağduyulu yaklaşımı sonucunda siyasi çözüme yönelik bir şans daha verildi. Yaklaşık 5 yıl boyunca tek taraflı ateşkes ilan edildi…
2002 yılında yaşanan seçimlerde AKP dönemi başladı…
Yakın siyasi geçmişte AKP’nin şeceresi ise malumun ilanı olmaktadır.
Bugün 15 Ağustos’un 29. yılına girerken yaşananların, yapılan değerlendirmelerin ve ortaya konulan görüşlerin ciddi manada değiştiğini söylemek güç… Özellikle devletin aklı kaldığı yerden devam etmeye çalışıyor ve gün geçtikçe daha çok batmaktan kurtulamıyor…
15 Ağustos’un seyrindeki derinlik ve anlam zenginliği ise daha da güçlenerek, kitleselleşerek devam ediyor…
Devletin aklı uygulamaya çalıştığı güvenlik politikalarıyla kendi kendine basit bir ötenazi yapıyor, bize de “Nice 15 Ağustos’lara” demekten başka bir şey kalmıyor…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Korku nasıl bir şey diye düşünmeden edemiyor insan, gerillanın yükseltiği çıta karşısında ne konuşacağını bilmeyen kanyiyici devlet ve onun uzantılarını gördükçe. Korku yükselen çıtaya kendini katarak, kendilerini yükselen çıtanın kendisi yaparak, fedaice ve onurluca şehit düşen yoldaşların onurlu gerçeği karşısında yaşanmakta.
Şehadete giden her özgür ruhlu can, yükselen çıtanın kendisi olmakta. Bu denli büyük ve ulaşılamaz ayrıca tarifi zor olan feda oluşun kendisi olan şehit yoldaşlar; kendilerini Önderliğin yükselttiği çıtanın kendisi haline getirmekte.
Korku bu çıtaya karşı yaşanıyor. Korku bu çıtanın kendisi olan insanlık güzeli fedai yoldaşlarımızın vuruşları karşısında yaşanmakta. Kim ne derse desin asıl iman sahibi, asıl doğru duruşun sahibi onlar. Bu Önderlik bizim ve biz de onun militanlarıyız diyenlerin en katıksız bir şekilde onu savunma biçimini uyguladılar. Korku bu katıksız sevgiye karşı yaşanmakta; korku bu katıksız sevginin sahiplerinin vuruşu karşısında cayır cayır yaşanmaktadır.
Kirlenen, tücarlaşan, alım-satım haline getirilen ramazana, oruça dair her şey, her üsulde bu görkemli yürüyüşler karşısında aslında temizlenip tekrar kendi özüne dönüyor. Bu kadar yalan, işkence, Önderliğimiz tecrit altındayken en temel varolma hakkına işlerlik kazandırıyorlar. Bu kadar kanın üzerinde tutulacak orucun bu fedaice duruş olduğunu herkesi titretircesine söylüyorlar.
Devrimci operasyonda her bir şehadet unutulmaz bir cığlık ve böyle düşen her bir yoldaş zalimi titretiyor, konuşamaz hale getiriyor ki bu yüzden ancak yazılı açıklamalar yapabiliyorlar. Zaten doğruluk hakkına konuşacak hiç bir şeyleri de kalmamıştı. O yüzden yoldaşlarımız yaptıkları devrimci operasyon ile onların elinden bunu da aldılar. Bu onları ne kadar yüreklerinden vurduğunun ispatı, bu ise göze görüneni sadece.
Asıl korku ölen asker sayısı, bombalanan mevzinin sayısı da değil. Vuranların vuruş tarzı, baskın yapanların amansızca kendi değerlerini savunmadaki amansız, heybetli, olağanüstü cesaretleridir. Korkuyu salan bu eyleme giden yoldaşların Önderliğine ve şehitlerine karşı olan bağlılığının doğan bir güneş kadar net bir şekilde görülmesidir.
Öyle vuruyorlar ki öyle giriyolar ki içine içine düşmanın Apocu kişilik biziz biziz, bizi yenemezsiniz. Bu yüreği yenemezsiniz. Bu yüreğe ulaşamazsınız çünkü hiç bir çıkara bulaşmamış yürek sahibidir onlar. Çünkü gözlerini Önderliğinden bir an bile ayırmamış, gözlerini şehit yoldaşların ardılı olmaktan bir an bile ayırmamış dürüst yürek sahibidir onlar. Onlar ki şehadet çizgisine en onurluca sahip çıkmaya adanmış akıl ve düş sahibiydiler.
Korkuyorlar ve korkularında en kazançlı çıkan da yalanın kendisi oluyor. Ve yalanlarına biraz içerik katmak için bu yalanları teorileştiriyorlar ama ne iş ki yüzleri bile kızarmıyor bu mübarek ramazanda. Oysa ki Apocu yaşamda korkaklık ve yalan yenilmek zorundadır. Ve Apocu yaşam kendini aşan insanın kendini adamaya hazır insanın öyküsüdür. Asıl teoriler kendini gerçekleştirerek söylenir. Ve böyle gerçekleşene doğru yürümek teorinin özü olmaktadır. Ve her zaman yaşam klavuzumuz en somut haliyle ONLAR olmaktadır. Çünkü bu güçlerini en yalın en sade bir biçimde Önderlik Gerçeğinden alırlar.
O yüzden “biz bağlıyız”, “Önder Aposuz asla” dedik ve “böyleyiz” diyenin ve böyle yaşayanın kendisini ifade etmesidir tepede yapılan fedai eylem. Fedailik yalansızlıktır çünkü. Bu yalansızlıktandır düşmanın asıl korkuları, bu yalansızlık dehşet saçıyor tüm adiliklere Önderliğimizin üstüne gitmeye çalışanlara.
Korku öyle bir psikoloji ki düştüğü yeri için için yer, bunun azabı sonucu başlayan şaşkınlık, paniklik, benizin atması, soluğun kesilmesi, ağız kenarlarının kuruması ve çürümüşlük de çabası. Korkunun olduğu yerde herşey konuşulur da lakin doğru konuşulamaz. Ramazanın bile kutsallığı yetmez onu aştırmaya çünkü doğası gereği yalancı olmak, inkarcı olmak ve saldırmak zorundadır.
Kendi insan olma, kadın olma, özgür bir halk olma savaşımımızı, yenileyerek verdiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemin yaratılması bu günlerin daha onurlu bir şekilde verilmesi ancak ve ancak şehit düşen arkadaşlarımız sayesinde oldu. Ve bu yolda amansız başarı temelinde çalışan militan gerçeklik karşısında oldu. Bu şehit yoldaşlarımız her yerde halkımızın onurlu ve görkemli karşılamasıyla toprağa verildi. Bu yoldaşlarımız herşeyimiz ve her anımız olarak bizler ile var oldular.
Bizler Önderlik gerçeğinin kendisinden de pek yaman bir şekilde biliyoruz ki şehit toprağa gömülmez, yüreğe gömülmez; şehide başarı temelinde büyük devrimci pratiklerle sahip çıkılır.
İçinden geçtiğimiz bu ağustos ayı da böylesi bir ay olmaktadır. Ağustos denince Agit akla gelir. Ve Önderlik büyük önderliksel yürüyüşü ile binlerce Agit yarattı bu topraklarda. Agit’in ardılları olarak büyük Botan Komutanı Erdallar, Dersim yolunda Beşiri ovasında şehit düşen Nucanlar, Dersim’de Agitçe desta yazan özverili Komutan Medeniler, Dersim’in özgün ve nadide Komutanı Tekoşinler, Garzan yolculuğunda 11 yoldaşı ile destan yazan Komutan Rozalar; sesi ile içimizdeki büyü olan Delilalar ve daha adını sayamayacağımız kadar çok olan biiinlerce onurlu yoldaşlar da bu ayın şehididir. Değişmeyen bir gerçek olarak bir Agit binlerce Agit olarak bu topraklarda yeşerdi. Ve halen yeşermeye devam ediyor.
Ve bizler de Ş. Arjin Garzan ve de Ş.Mahir Başkale adıyla yapılan Çelê Devrimci Operasyonunda şehit düşen her bir yoldaşımızı Agitlerin ardılları olarak tüm görkemliliğiyle selamlıyoruz. Ve şehitlerin sadece toprağa ve yüreklerimize gömemeyeceğimiz bir gerçek olduğunun bilinciyle yalan karşısında korkusuz, özverili, cesurca durmak isteyen tüm genç kadınları ve erkekleri dağlara çağırıyoruz.
Şehadet gerçeğine tüm benliğiyle kendini katmak isteyen, şehide sahip çıkmayı isteyen en temelde Onu yaşamak ve yaşatmak temelinde kendini katmak isteyen tüm Kürt gençlerini özgürlük dağlarına çağırıyoruz. Şehidi ve onun çizgisini, kimliğini, kişiliğini bir bütünen her nerde olursa olsun savunmaya ve bunu bir meşru savunma hakkı olarak uygulamaya çağırıyoruz. Bu savaşın engin tecrübeleri çerçevesinde kayıp nedenlerini anlayıp aşmaya çalışarak ve kazanımlarına da binlerce kez kendimizi katarak görkemlice büyütmeye çağırıyoruz.
Nupelda ENGİN
- Ayrıntılar
TC devleti ve onun iktidar odakları artık çok sıkışıklar. Sıkışıklık her zaman iyi bir ruh hali değildir.
Biliniyor sıkışık olanların hal hareketleri çok dengesizleşir. Aklıselimi yitirirler. Böyleleri var olan duruma göre, var olan durumu kurtarmak için harekete geçerler. Bu ise aklın yerine anlık çıkarların, duyguların, tepkilerin ve reflekslerin konuşturulması anlamına gelir. Özcesi akıl geri plana itilerek toplumsal baskı, mahalle baskısı derken böyle birçok baskı gündeme gelerek bu durumu yaşayan bireyi, topluluğu ya da bunlar bir iktidar güçleri ise bu iktidar odaklarını hata üzerine hata yapmaya zorlar.
Evet, TC devleti ve iktidar odakları bayağı sıkışıklıklar. Bu sıkışıklığın onlarla olan ayağı mutlaka vardır. Ancak bu sıkışıklığı yaratan en önemli güç odağı özgürlük güçleridir. Özgürlük güçlerinin dağ ayağı, özgürlük güçlerinin şehir ayağı, özgürlük güçlerinin güney ayağı, özgürlük güçlerin gençlik, kadın derken tüm ayakları ve bileşenleri, özgürlüğe gönül vermiş tüm kesimler bir noktaya bilinçli bir şekilde atış yapıyorlar. Bir noktaya ortak atış yapmak önemli oranda bir örgütlülüğü ifade eder. Çok disipline olmuş bir yapıyı ifade eder.
Evet, özgürlük güçleri tarihin bu önemli an’ında topyekûn bir eş güdüm içerinde özgürlükleri için hareket ediyorlar. Bu ise güçlerine güç katarak sinerji yaratıyor. Kelebek etkisi dedikleri etki burada da gündeme geliyor. Özgürlükçü Kürtler bu etkinin bilinciyle tarihin bu önemli anına ortak yükleniyorlar.
Evet, özgürlük sevdalısı Kürtler ve dostları bu tarihi ana yükleniyorlar. Tarihi ana yüklenmek demek dediğimiz gibi öncelikli olarak çok güçlü bir örgütlülüğü gerektirir. Büyük özveriyi gerektirir. Ortaklaşmayı ve birliği gerektirir. Bir noktaya odaklanarak ortak hareket etmeyi gerektirir. Ve tabii ki düşmanların sayısını azaltarak dostların sayısını çoğaltmayı gerektirir.
Özgürlükçü Kürtler öncelikli olarak Kürtleri bir araya getirmeye doğru hızla ilerliyorlar. Yine Türkiye cephesindeki demokrat sosyalist çevreler başta olmakla üzere faşizme ne kadar muhalif güç varsa hepsiyle bir araya gelerek faşizme karşı güçlü bir duruş içerisine giriyorlar. Yine uluslar arası alanda katkı sunacaklara eskisinden çok ileri düzeyde ilişki içerisine girerek faşizme karşı bloklarını genişletiyorlar. Ve tabii birçok aydın, liberal, farklı çevrelerle de ilişkilenmeyi unutmadan özgürlük değerleri etrafında bir araya geliyorlar.
Tüm bunlar tarihi bir an’ın yaşandığını ve daha güçlü bir şekilde tarihe not düşüleceğinin işareti olmaktadır. Bir şehit yoldaşımızın dediği gibi: “Bir çentik de biz atmalıyız bu kayalıklara” diyerek, “Yüzyıllar, bin yıllar sonra bile sürülebilecek bir izde biz olmalıyız” felsefesiyle tarihe ve an’a yüklenilmektedir.
Ancak biz özgürlük savaşıyla uğraşanlar da biliyoruz ki iktidar odaklı güçlerin onlarca hatta yüzlerce hileyle her zaman yeniden kendilerini yenileme taktikleri bulunuyor. Bu taktiklerinin başında ilk günden bugüne kadar uygulananı özgürlükçülerin içinde ya da özgürleşmek isteyen halkın içinde keklik takımları çıkartarak bu tarihi an’ı tersine çevirme marifetleri geliyor. İhanet, işbirlikçilik esasta bu iktidar odaklarının kullandıkları en güçlü yöntemleridir. Halkları parçalamak, birbirine bırakmak, zayıf düşürmek hep ağırlıklı olarak bu keklik takımları elleriyle yapılmış ve bugün de, ileride de bunların elleriyle yapılacaktır.
Gönlünü özgürlüğe yatırmış olanlar, tarihi an’ı doğru değerlendirmek isteyenlerin yapacağı ilk iş bunun için örgütlenme, birlik yaratma, dayanışma ve sert kavga vermenin yanı sıra birde yukarıda dile gelen keklik takımlarına yönelmek ve pasifize etmek olmalıdır. Özgürlük elde edinmek isteniyorsa bugün faşizmin cephesinde yer alan tüm keklik takımlarını ülkemizde söküp atmamız gerekiyor. Böyle ihanetçi, işbirlikçi tipleri ülkemizde yaşamasına izin vermemiz gerekir. Böylelerine ülkemizde cirit atmalarına izin vermemiz gerekiyor. Böylelerini sadece teşhir etmekle yetinmeden, böylelerini ülkemizde kuyruklarına teneke takarak köy köy dolaştırılması gerekir.
İhanetçi, işbirlikçi keklik takımlarına ülkemizde at koşturmalarına izin vermemeliyiz. Gelip gitmelerine izin vermemeliyiz. Böyleleri eğer faşist cephede direk yer alıyorlarsa bunları faşist devletin resmi silahşorları bilerek gerekli yaklaşımı göstermemiz gerekiyor.
Evet, Kürdistan’da iktidar odakları yani Akepe’nin yanında duran, statükocu faşist yapılarla danışıklı dövüş temelinde halkımızın değerlerine, kendi birkaç kuruşluk kirli kazancı için saldıranlara gerekli cevabı her Kürt genci mutlaka vermelidir. Böyleleri ülkemizin sokaklarında dolaşmamalı ve böylelerine buralarda dolaşmalarına izin vermemeliyiz.
Az da olsa Kürdistan’da Kürdistan gerillası denetimi eline almıştır. Bu denetim daha da çoğalacaktır. Yollar daha fazla kontrol altına alınacaktır. Faşist devletle işbirliği yaparak milyarlarca parayı halkımızın aleyhine askeri inşaatlarda kazananlara da giderek daha sert yaklaşımlar sergilenecektir. Ve tabii birde Kürdistan’da bu faşist yapının tüm alt yapı kurumlarına karşı da bir hareketlenme yaşanacaktır.
Bunun için diyoruz ki: Kürdistan’da artık at koşturmayacaksınız. At koşturtacaksanız da o zaman yukarıda söylenenlerin bilincinde ve sorumluluğu almaya hazır bir şekilde koşturun.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Sahiden, Şemdinli’den size selam var. Hani TC devletinin “19 gün boyunca operasyon yaptık ve bitirdik” dedikleri Şemzinan’dan.
TC devleti operasyon yaptı ve “kökümüzü kazıdı,” ancak ne tuhaftır ki biz bu topraklarda yeniden fışkıranlar, her gün her gün eylem yapıyoruz. Yol kontrollerini daha sık yapıyoruz. Söyleyeceklerimizi sadece yol kontrollerinde söylemiyoruz, hayır şehirlere inerek şehir merkezlerinden de yol kontrolleri yapıyoruz.
TC devleti devasa bir operasyon yaptı ve kendi deyimleriyle “175 terörist öldürdüler.” Ve bu tespit ettikleri öldürülenlerin kanıtlardı nerde(?) diye sorulduğunda verdikleri ilk cevap: “İnsansız Hava Uçakları.” Tabii birde gerillalarının kendi aralarında yaptıkları “muhabereleri.”
1990’ların ortalarını hatırlayanlar bilir. Osman Pamukoğlu ki gerilla bu kişiye Osman Xurifioğlu diyordu. Bu kişi o zaman yüzlerce “terörist” öldürdüğünü kameralara kızarmadan-bozarmadan söylüyordu. Bir iki gazetecinin “peki bize cenazeleri gösterin” demesi ve istemlerinde dayatmalarına üzerine sinirlenerek;“ben askerlerime leş toplatmam” demiş, “saymak isteyenler gidip kendileri sayabilirler” gibi oldukça inandırıcılıktan yoksun açıklamalarda bulunmuştu.
Bir parantez açarak yıllar sonra yaptıkları bir programda Osman Xurifioğlu “Xakurk’ta 400 terörist öldürüldü diye bir haber geçmişti. Hâlbuki Xakurk’a operasyon bile yapılmamıştı” gibi özel savaşın propagandasını nasıl yürüttüğünü bizatihi onun ağzından duyuyoruz. Duyuyoruz ve de “leş toplatmam” sözlerine daha fazla anlıyoruz. Parantezi kapatıyoruz.
Biz o yıllarda Türk özel savaş sisteminin, Mehmetçik basınının ve de iktidar güçlerinin yalan söylediklerini iyi biliyorduk. Çünkü kendimiz olayların içerisinde yaşıyorduk. Ancak bu yalanları bizim medya aracılığıyla yalanlamamız mümkün değildi. Teknoloji o kadar gelişkin değildi. Dünya bugünkü kadar küçük değildi. Ve tabii sanal dünya bu kadar gelişmemişti. O yıllarda “ben attım, alan alsın” diyebilirdiniz. Gerçi Kürt halkı o zamanda yalanlarınıza inanmıyordu ancak yinede bir çevreyi manipüle etmeyi başardığınızı söylememiz gerekiyor.
Lakin çağ değişmiştir. Teknoloji o kadar gelişmiştir. Olup bitenleri anında ekranlara ya da radyolara aktarma imkanı bulunuyor. Birde özgürlük gerillasının da artık kameraları bulunuyor. Onlarda artık bir şeyleri çekip dünya kamuoyuna suna biliyor.
“19 gün sonra TC faşist devleti gerillayı süpürdü geçti. Hiçbir gerilla artık Şemzinan’da kalmamıştır. Çünkü temizlenmişlerdir.” Ancak tuhaf olan ise faşist devletin yaptıkları resmi açıklamanın hemen ertesi gününde gerillalar yol kesiyor, onlarca aracı durduruyor, kameralara alıyorlar. Hatta bu eylemlerden bir tanesinden Türk ajansları da tesadüfen hazır bulunarak çekim yapıyorlar. Ve gerilla her gün yol kesiyor. Gerilla her gün sağında solunda Şemzinan’ın düşman güçlerini vuruyor. Eylem yapıyor. Gerillalar güçlü tahkim edilmiş taburlara da ağır silahlarla dövüyorlar. Ve tabii gerillaya bu yetmeyince şehir merkezine girip halkımızın 15 ağustos ulusal ve zafer bayramını kutluyor.
Evet, Şemzinan’da size selam var dedik. Gerilla eylemiyle, vuruşlarıyla ve birde tabii yaptığı toplantılarıyla size selam gönderiyor.
Gerilla günlük olarak eylem içerisindeyken, günlük olarak alanda bulunan karakollara erzakın gitmesini hem karadan hem de havadan engellerken, TC devleti her gün değil her saat, hatta ekranlarda alt yazı olarak “teröristleri Şemdinli’de süpürdük” diye yazsınlar. Ve önce kendilerini sonra da Türkiye halklarını kandırsınlar.
Onlar bu kirli özel savaş yalanlarıyla yaşamaya devam etsinler, bizler Şemzinan’da gerillanın gönderdiği selamın karşılığını vermeye hazırlanalım. Gerillanın selamına en iyi cevabı verecek olan gençliktir. Gençliğin selamı herkesin gibi elbette olmayacaktır. Gençliğin selamı gerillanın bulunduğu mekanda ona vereceği selamdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar