Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yöneltilen 9 Ekim uluslararası komplosunun onbeşinci yılına giriliyor. Ondört yıl boyunca komploya karşı çok büyük bir mücadele geliştirilmiş ve komplo başarısız kılınmış durumda. Özellikle ondördüncü yıl mücadelesi ile, komployu temsil eden İmralı işkence sistemi tümden işlemez kılınmış bulunuyor. Onbeşinci yıl mücadelesi ile de İmralı sistemi tamamen tasfiye edilecek ve böylece komplo yenilgiye uğratılacak görülüyor.
Şöyle bir belleğimizi yenileyerek komplo gerçeğine yeniden bakalım. Zira Önder Abdullah Öcalan’a yöneltilen uluslararası komployu bilmemek demek, Kürt halkı üzerindeki soykırım rejimini bilmemek demektir. Bu nedenle özgürlük mücadelesini başarıyla yürütebilmek için komplo gerçeğini iliklerimize kadar hissetmemiz zorunludur.
Bilindiği gibi, Önder Abdullah Öcalan’a ve şahsında Kürt Özgürlük Mücadelesine, Kürt halkına yöneltilen komplo 9 Ekim 1998 günü Kürt Halk Önderi’nin Suriye’den ayrılmasıyla başladı. Tabi Önder Abdullah Öcalan Suriye’den isteyerek ayrılmadı, Suriye’den çıkartıldı. Sadece Suriye’den çıkartılıp başka bir yere gitmeye yöneltilmedi, planlı bir biçimde Suriye’den çıkartılıp Yunanistan’a götürülerek, fakat Yunanistan’a da sokulmayıp ayrılmak zorunda bırakılarak yok edilmek istendi. Hesaplanan, Kürt Halk Önderi’nin tekrar geri dönmek zorunda kalacağı ve herkesten kopartıldığı bu ortamda kim vurduya getirilerek kolaylıkla imha edileceğiydi.
Yani 9 Ekim’de başlatılan uluslararası komplo bir günlük imha planıydı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bulunduğu Suriye’den çıkartılarak planlı bir biçimde yok edilmek istenmişti. Onun imhası üzerinden PKK’nin tasfiye edilmesi ve PKK’nin tasfiyesine dayanarak da Kürt soykırımının sonuca götürülmesi hedeflenmişti. Demekki 9 Ekim uluslararası komplosu Kürt halkına dayatılan soykırım sisteminin yönelttiği bir saldırıydı.
Buradan 9 Ekim 1998 komplosunu planlayıp yürüten güçlerin kimler olduğuna geliyorum. Komplonun amacı ve dayanağı bu konuda bizi aydınlatıyor. Uluslararası komplo Kürt soykırım sistemine dayandığına ve bu sistemi parçalamak isteyen Kürt Özgürlük Hareketini tasfiyeyi ve bu hareketin liderini yok etmeyi hedeflediğine göre, o halde komployu planlayıp yürüten gücün Kürt soykırım sistemini yaratan ve yürüten güç olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Kürt soykırım sisteminin de bir bölgesel ve küresel sistem olduğu ve bu sistemi küresel kapitalist hegemonyanın yarattığı biliniyor. Yani bu sistemi yaratanlar İngiliz ve Fransız emperyalistleri olurken, günümüzde bu sistemi yürüten de ABD önderliği oluyor.
O halde 9 Ekim uluslararası komplosunu planlayıp yürüten ABD yönetimiydi. Planın pratikleştirilmesinde Mısır’daki Hüsnü Mübarek yönetimi, TC yönetimleri, Yunanistan hükümeti aktif olarak kullanıldı. Daha sonra Rusya’daki Yeltsin yönetimi ile İtalya’daki Berlisconi kişiliği de etkin kullanıldı. Hem 9 Ekim, hem de 15 Şubat komplolarında Yunanistan’a bu kadar rol verilmesi ve adeta ipi çeken cellât konumuna getirilmesindeki esas amaç Türk-Yunan ilişkilerinin düzeltilmesiydi. Böylece NATO’nun Güneydoğu kanadı güçlendirilmiş olacaktı.
Bu kadar iğrenç çıkarın iç içe geçtiği ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesini yok etmenin hedeflendiği uluslararası komploya karşı ondört yıldır çok yönlü ve amansız bir mücadele yürütülüyor. Elbette bu mücadeleyi en başta Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan yürütüyor. Yine her düzeydeki özgürlük güçleri yürütüyor. Kürt halkı, Kürt gençleri ve kadınları yürütüyor. Bu öyle bir mücadele ki, onlarca insan “Güneşimizi Karartamazsınız” sloganı temelinde kendini yakıp kavurdu. Dağda, sokakta, zindanda, dünyanın dörtbir yanında yüzlerce, hatta binlerce şehit verildi. Ondört yıldır Kürt halkı durup dinlenmeden, adeta yiyip içmeden nefes kesen bir mücadele içinde oldu.
İşte böyle bir mücadeleyle 9 Ekim Komplosunun Kürt Halk Önderi’ni yok etme planı boşa çıkartılıp başarısız kılındı. Gladio komplosunun nefes kesen takibine karşı dört ayı aşkın bir süre Avrupa zemininde direniş yürütüldü. Bu direniş ile 9 Ekim komplosunun imha planı boşa çıkartıldı, ama 15 Şubat komplosunun gerçekleşmesi önlenemedi. 15 Şubat komplosuna karşı çok yönlü mücadele ile de idam hedefi boşa çıkartıldı, fakat İmralı işkence sistemi altında mücadele yürütülmek zorunda kalındı.
Komplocu yöntemlerle ve idamla sonuç alamayan uluslararası komplo güçleri, Kürt Halk Önderi’ni imha ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye hedefini İmralı işkence sistemi altında çürütme politikası ile gerçekleştirmeyi planladı. Fiziki imhanın yerini bu sefer ideolojik-siyasi imha aldı. Bu plan önce Bülent Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetiyle, sonra da Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP hükümetleriyle hayata geçirilmeye çalışıldı. 2005’e kadar uygulanan bu plan başarısız kalınca, bu sefer yeniden topyekûn savaş konseptiyle Kürt Özgürlük Güçlerine saldırıya geçildi.
Demekki komplo kadar komploya karşı mücadele de önemli. Komployu bilmek kadar komploya karşı mücadeleyi de bilmek gerekiyor. Şimdiye kadar yürütülen ondört yıllık mücadele ile komplonun imha planı, idam planı, çürütme planı, provokatif tasfiyeci eğilimlerle bölüp parçalama planı ve topyekûn saldırı planı boşa çıkartılıp başarısız kılınmıştır. Demekki ondört yıllık mücadele boşa gitmemiş, tersine Kürtler lehine önemli başarılı sonuçlar ortaya çıkartmıştır.
Burada ondördüncü yıl mücadelesi üzerinde özenle durmak gerekiyor. Zira uluslararası komploya karşı ondördüncü yıl mücadelesi çok kapsamlı, zorlu ve amansız bir mücadele olmuştur. Gerçi komploya karşı ondört yıllık mücadelenin her yılı çok zorlu, kapsamlı ve amansız bir ölüm-kalım mücadelesidir. Kürt halkı çok cesur ve fedakâr bir direniş, gerçek bir varlık ve özgürlük mücadelesi yürütmüştür. Bu mücadelenin her yılı diğerinden amansız olmuştur. Yine de ondördüncü yıl mücadelesinin çok daha kapsamlı ve sonuç alıcı olduğunu vurgulamak gerekir.
Peki uluslararası komploya karşı ondördüncü yıl mücadelesinin temel karakteri ve ortaya çıkardığı en önemli sonuçlar nelerdir? Bu konuda, öncelikle tüm Kürdistan’da ve özellikle de Kuzey ve Batı Kürdistan parçalarında büyük bir devrimci hamlenin yaşandığını belirtmemiz gerekir. Bu hamle Kuzey Kürdistan’da yükselen bir devrimci halk savaşı olarak yaşanırken, Batı Kürdistan’da ise yüzde yetmişi aşan oranda yönetimin halkın eline geçmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Kuzey ve Batı Kürdistan’da yaşanan devrimci gelişmeler ciddi bir aydınlanma yaratmış ve zihniyet değişimine yol açmıştır. Gerçi Kürt devriminin her anı bir aydınlatma, gerçekleri açığa çıkartma hareketidir. Kürdistan devriminin geliştiği birinci alan zihniyet devrimi alanıdır. Bu gerçeklik kendini en somut ve kapsamlı bir biçimde ondördüncü yıl mücadelesinde bir kez daha ortaya koymuştur. Bu, uluslararası komplonun dost-düşman herkes üzerindeki “Kürt direnişinin artık gelişemeyeceği” biçimindeki etkili zihniyeti kırması tarzında olmuştur.
Bu konuda öncelikle AKP hükümetinin yaşadığı zihniyet kırılmasından söz etmek gerekir. Ondördüncü yıl mücadelesi açığa çıkardı ki, AKP hükümeti artık PKK’nin ve Kürtlerin savaşamayacağını sanırmış. Mücadele hem bu sanıyı açığa çıkardı, hem de bu yanılgılı zihniyeti paramparça etti. Artık AKP yönetimi Kürtlere, Kürt sorununa ve Kürt direnişine biraz daha somut ve gerçekçi yaklaşabilir.
Tabi Kürtler ve Kürt direnişi hakkındaki yanılgılı zihniyet sadece düşmanlarda değil, dostlarda ve hatta mensuplarında da bulunuyormuş. Komploya karşı ondördüncü yıl mücadelesi bu gerçeği de hem açığa çıkardı, hem de bu yanılgılı zihniyeti önemli oranda kırdı. Açığa çıktı ki, komploya karşı yetersiz mücadele bu yanılgılar nedeniyleymiş. Artık Kürt Özgürlük Güçleri ve dostları komploya karşı daha aktif ve başarılı bir mücadele yürütebilir.
Uluslararası komploya karşı onbeşinci yıl mücadelesinin bu temelde daha kapsamlı, başarılı ve sonuç alıcı olacağı, komployu temsil eden İmralı sistemi tasfiye edilerek Kürt Halk Önderi’nin özgürlüğe ulaşacağı kesindir. Şimdi tüm Kürt özgürlük güçlerinin, Kürt halkının, gençlerinin ve kadınlarının boyun borcu ve yurtseverlik görevi bu tarihi hedefi gerçekleştirmektir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Kürdistan’da bazı gençler birçok okulu yaktı. Okullar yakılırken ya da yakılmaya çalışılırken içinde öğrenciler bulunurken elbette bu tür eylem kabul edilemez. Lakin bu okullar yakılmaz yakılmamalı da denilemez.
Çok sayıda Akepeli “bakın bunlar eğitime karşı”, “bakın bunların Anadilde eğitim istemeleri hikaye”, “Bunlarda vicdan yok okullar yakılır mı?”, “Okullara dokunulmaz” gibi ne kadar da görünüşte masumane söylemlerle asıl faşizan yüzlerini örtmeye çalışıyorlar.
Bir kere bir iki şeyi netleştirelim:
1-Kimse eğitime dönük bir eylem girişiminde bulunmuyor. Yapılan TC’nin Kürt çocuklarına asimile etme eğitimine karşı eylemlerdir.
2-Bu eylemler eğitim sistemine dönük yapılmıyor. Dört dörtlük bir faşizan, birilerinin kimliğini yok etmeye dönük politikalara karşı yapılıyor.
3-Okullara dönük eylemler yapılmıyor. Düpedüz bir halkın doğuştan gelen hakkını ya da haklarını yasaklayarak kendi (sömürgeciliğin) dilini yaymaya karşı yapılıyor.
4-Aydınlanmaya karşı yapılan bir eylem yoktur. Tam tersine köreltme, kişilik olarak donuklaştırmaya, mangurtlaştırmaya, kendi kimliğinden uzaklaştırılarak başkalaştırmaya karşı yapılıyor.
5-Ve tabii birde en önemlisi olarak Kürt çocuklarına sömürgecilerin dilini öğretmeye çalışarak Kürt çocuklarını kompleksli, kendini küçük gören yaklaşımlarına karşı yapılarak, Kürt çocuklarının da dünyadaki diğer halkların çocukları gibi kendi dillerinde okula başlayarak dezavantajlı durumdan çıkartılmak için yapılıyor.
Özcesi kiminin ısrarla “bu okullar neden yakılıyor?” sorularına karşı, Kürdistan’da bu okulların ne işi var diye sorarak bu kültürel yok etme politikalarına karşı çıkılıyor.
Bunları söylerken birkaç hususu daha da açıkça ifade edelim:
Bizler sizin o dilinizi öğrenmek zorunda değiliz.
Sizin dilinizle ilkokullarda tanışmak zorunda değiliz.
Sizin diliniz sizin olsun, biz kendi dilimizden, size göre “medeniyet” dili olmasa bile eğitimimizi yapma hakkına her halk gibi sahibiz.
“Bakın neler yaptık, seçmeli ders, TRT-6” derken güya “Kürtçe açılımlar yaptık” sözleri sizin olsun. Tam 28 yıldır resmi olarak bir gerilla savaşı veriyoruz. Ve 40 yıldır Kürdistan’da Kürt halkının doğuştan var olanın haklarını yeniden iade edilmesi için binlerce şehit verdik. Bunlar “bakın neler yaptık” sözleriyle ortaya çıkan gelişmeler değildir.
Dün hanginiz bizim için kart kurt demediniz?
Hanginiz kuyruklu Kürt demediniz?
Hanginiz bize eşkıya, şaki demediniz?
Hanginiz Kürtlerin 1920’lerde 20 yıl içerisinde yüz binlercesinin katledildiğini söylediniz?
Hanginiz bu halkın da temel haklarının olduğunu söylediniz?
Bu soruları oraya buraya çekmeden hepinize soruyoruz, hem de açıkça.
Bugün: “Kürt vardır, Kürtlerin de hakları vardır, ama adım adım çözülecektir, işte realite, Kürt sorunu” gibi sözler sizin babanızın hayrına söylenmiş, kabul görmüş ve de pratikleşen meseleler değildir. Bunların olabilmesi için bu halkın en gözü pek evlatları dişe diş, dağlarda, karlarda, kışlarda, soğuklarda, açlıklarda, susuzluklarda yaşayarak ve de en ağırı olarakta canlarını ortaya koyarak yarattılar.
Evet, yine açıkça söyleyelim: Sizin diliniz sizin olsun, biz kendi dilimizde eğitimimizi sürdürmek için Kürdistan’da hiçbir asimilasyon merkezine izin vermeyeceğiz.
Beyinleri yıkanarak mangurt, yeni çeri, devşirme olmaları yerine onurlu, kendisi olan bireyler olmaları sizin devlet kapılarında memur olmalarından bin kat daha iyidir.
Evet, asimilasyon kurumlarını tümünü Kürdistan sökülmesi gerekiyor. Ancak hiçbir insanın, çocuğun, öğretmenin bir saç telline bile zarar vermeden bunlar yapılmalıdır.
Rojhat Bluzeri
- Ayrıntılar
Yalan nedir? Neden insanlar yalan söyleme ihtiyacı his ederler? Kim kime karşı yalan söyler, neden söyler, maddi zemini nedir? Yalanın manevi zemini var mı?
Yalan, doğrunun karşıtı, var olanı, olması gerekeni olduğu gibi değil de saptırarak karşıdakine aktarım olarak ta tanımlanabilir. Diğer bir değişle bir olgunun içeriğini farklı göstermedir de.
Yalanı söyleyen kendinden korkan, karşısındakinden gerçeği gizlerse kendine bir yer edinir veya varsa bir maddi kazanç elde eder. Kendine güveni olmayan yalan söyler, kendini olduğundan farklı göstererek eksik yönünü gizlemeye çalışır. Yiğit değildir yiğit olduğunu söyler, açtır tok olduğunu, bilgisizdir bilgili olduğunu göstermeye çalışır, akıllı değildir akıllılık taslar, demokrat değildir demokrat olduğunu söyler ve Türk değildir Türk olduğunu söyler. Bunlar, sömürülen halklar veya ezilenlerin psikolojisi tanımlamasına girer, birazda zorunlu alıştırılmalar, sömürgen iktidarların pedagojisinden kaynağını alır. Sömürge pedagojisinin Hedefi; Toplumda iradesizlik, kimliksizlik, tanımsızlık yaratarak sömürü, zülüm, soykırım ve kültürel kırımı yaratmayı hedefler.
İktidar hep yalan salgılar, bu yalan söylemenin temeli belki de ilk insanın avcılık sanatına başlamasıyla sürmesi büyük olasılıktır. Çünkü hedeflediği avı yakalamak için tuzak kurmak, yoldan çıkarmak, kandırmak yalancılığı gerektirir. Tolumda bir değim vardır “tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” denir. Yılanı yuvasından çıkarmak için “tatlılık” adına dil yalan söylüyor. Kurnaz adam ne kadar da akıllıdır; yalan sözünü dahi “tatlı” diye sadece hayvana karşı değil toplumlara karşıda kullanmıştır. Hayvanı yakalama da, evcilleştirmede edindiği yalan becerisini, ilk denediği alan Kadın üzerinde oluşmuştur.
Kadında, cins ve tarihsel bilinci mitolojik, teolojik ve bilimcilik boyasını da kullanarak yok hükmünde saymıştır. Kötü olan da bu durumu doğru diye kadına da kabul ettirmiştir. Kadının toplumsal ahlaki, kültür yaratımlarını da kendi zimmetine geçirerek adeta kadını kadın olmasına karşı utanan bir kırılmayı yaratarak buradan tüm topluma yaymıştır. Sömürü, iktidar ağları elinde olanlar, yalan, kurnazlığı bir alttakine uygulamıştır. Evin erkeği kadına, Efendi köleye, Beyaz Siyaha, sermayedar işçiye, şehirli köylüye, sömüren ulus sömürülen ulusa karşı v.b uygulana gelen bir yöntemdir. Tersi durum da ise iktidarlar ayakta kalamazlar.
Bu nedenle, yalan, yalan söylemeler egemenlerce daha çocuk yaşta topluma bir eğitimsel yaklaşımla öğretilir. Sanmıyoruz ki, toplumda ki her mahsum görülen yalanın egemen sistemden, onun eğitim sisteminden bağımsız olsun, sistem kendi inşası geleceği açısından bunu şart kılar. Yani yalan söylemenin insan doğasında olan, ona da bir doğal refleksmiş gibi olduğu belirtilemez. Çünkü hiçbir çocuk anadan doğarken yalanı bilemez, birçok şeyi bilmediği gibi. Bilebileceği her şey sonradan edinilir, öğrenilir, inşa edilir.
Bir çocuk ilk yalanı Devletin, iktidarın mikrosu olan aileden öğrenir. Baba zengin değil kendini zengin ve çocuğa istediği her şeyi alabileceğini söyler ama gerçekte çocuk istemine cevap veremez, veremeyince de bir sürü yalana başvurur. Çocuk okula gider başka bir dille karşılaşır, hoca ona ait olmayan bir kimlik verir ve çocuk akşam eve gelir baba- anneye hocanın verdiği kimliği söyler, hocanın dilini anlamadığını vb aktarır. Baba ve anne korku ve sürgün endişesiyle, egemene tabilikle olmayana çocuğu inandırmaya çalışır, yalan söyler.
Her yalan söylemi o bireyde geriye dönülmez kişilik kırılmaları yaratır, kendine karşı tutarsız, ret- kabul ölçülerinde aşınma nerde ne yapacağı beli olmayan, özgür kimlik edinemeyen, kendine ait düşünceleri olmayan, her söylenene inanan bir patolojik kişilik olur.
İnsanlık gelişiminde gelmiş geçmiş tüm bilgeler - peygamberler yalanı, yalan söyleyeni “ toplumsal sapkınlık” olarak tanımlamışlardır. İslamiyet yalan söyleyeni “münafık” Hıristiyanlık “günahkâr” Zerdüştilik “hakikat sapması “ olarak tanımlarlar. Marksistler “oportünizm diye sözü ile eylemi bir olmamak olarak tanımlarlar.
İngiliz özel savaş uzmanlarının “yüz yalan bireyde bir doğruya ulaşır” tanımlaması yapmışlar. Bu doğruysa ki, TC devletinin kuruluşundan sonra 1923’ten bu yana tarih, kültür, toplum tanımlamalarını yalan temeller üzerine oturmuştur. Buna göre ilkokuldan başlayarak tüm eğitim safhalarını, eğitim konularını yalan üzerine bina etmiştir. Politikalarını da bu yalanları yürütmek üzere kendini bir sistem haline getirmiştir. İş böyle olunca İngilizlerin “yüz yalan” tezi buna yetmiyor çünkü TC’nin kendini var etme ve sürdürme sistemi tümden yalan üzerine olduğundan değil yüz yalan toplumsal şekillenmenin tüm argümanları yalan saçıyor. Örneğin “bir Türk dünyaya bedeldir, Türkün Türk’ten başka dostu yok, her Türk asker doğar, Türkiye de herkes Türk’tür” v.b örnekler çoğaltılabilinir ancak sadece bu tanımlamaların yaratığı insana bakın yalan insanı ne hale getiriyor. Recep Tayip Erdoğan aslen Laz’dır, Kemal Kılıçdaroğlu Kürt’tür ikisi de en iyi Türk olduğunu belirtiyor. Bunlar tepedekiler, birde bunun toplumsal zeminini düşünün. Cellâdına sevdalanmayı yaratan bir yalancı sistem ve yalan, Anadolu halklarını hastalaştırmıştır. Değerli yazar Aziz Nesin’in “Türkiye toplumunun yüzde altmışı aptaldır” tezini kendini tanımayan, tarihsel, toplumsal bilinci parçalanmış, tarihsel kültürel belleği parçalanmış bir aptallık demek belki daha doğru olur kanısındayım. Çünkü toplumlar için en büyük felaket- kırım tarihsel-kültürel belleğinden yoksun olmaktır. Bellekten yoksun olmak köksüzlüktür. Köksüzlük, kendini bilmeme, tanımama, nereden gelip- ne olduğunu bilmemek bir hiçlik durumudur. Hiçlik durumu-duygusu ortada kalma, arada kalmayı ifade eder ve her esen rüzgara karşı toplumu ve bireyi savunmasız bırakır. Bunun diğer adı ara toplumdur. Ara toplum kendine güvensizdir, korku ile yaşar, ret kabulü olmayandır, etik değildir; kendine ait yaratımları olmayandır, hep kendi dışındakine öykünür.
Şimdi Türkiye toplumsallığına bakın; birçok halk kesimi var (Laz, Kürt, Çerkez, Pomak, Ermeni, Rum, Yahudi, Abhaz, Arap Asuri ve Türkmenler bunlara Azeri, Türkmen, Terekeme dahil edelim). Ve bunların çocukları her sabah “Türküm doğruyum, çalışkanım” diyorlar ama yalan söylüyorlar ve resmi yalandır bu. Düşünün bu çocuk akşam okuldan eve gidiyor evde resmi olmayan aile dili ile karşılaşıyor ve farklılığının ayrımına varıyor ama anne suskun, baba suskun kaçamak cevaplar verirler veya yaşananı olduğu gibi anlatırlar. Anlatırlar: Katliamları, ölümleri, ev yakmalarını, sürgünleri, inkarı, zindanları ve zorla susturulmuşluğu anlatırlar. Anlatırlar, çocuk okulda ezber olan resmiyete katılır ama içinde hiçbir zaman “Türküm” demez öğretmeni kandırır, yanında sırada olan akranını kandırır artık “Türklük” kavramını çağrıştıran her söz, her davranış onun için sorgulanması gereken ve kuşku verendir. Bunun diğer adı ise, bir birine güvenmeyen herkesin herkese kuşkuyla bakan bir patolojik toplum gerçeğidir.
Bu hastalıklı toplumsal durumu her gün devlet tüm kurumları ile Basın, eğitim, spor, din, sanat “sivil kurumlar” ve en önemlisi de siyasal partilerle toplumu kandırmayı daha da derinleştiriyorlar. Yalanları öyle pişkin söylenir ki, söyleyen de kendi yalanına inanır düzeydedir, Yani bir günlük Türk TV’lerini izleyip yukarıda adı geçen kurumların ikinci gün de ise tersini söylemeyi marifet sanırlar. Söylenen yalanı da “millet adına” söyledik diyerek toplumu kandırıp adeta kendilerini aklarlar. Basını da bir önceki söyleneni değil de, son söyleneni manşete alır ve “en doğru budur” sunumu pişkince verirler. Verirler; çünkü TV de geçen bir söz, söylemin zamanı çok kısıtlıdır, izlerken eleştirel olmak, analiz etmek çok zor, unutulmaya el verişli buda toplumu güncele kilitler, ezberci, konjonktürel düşünmeyi yaratır. Daha doğrusu düşünememeyi getirir.
Sonuç olarak ne diyelim? Yalandan kurtulmak için, sistemin yalanından arınmak için ne yapılmalıdır, nereden ve nasıl başlanmalıdır? Kuşkusuz bir reçete yazacak değiliz, yazamayız da ama bildiğimiz son dönemde TC yetkilileri ve tüm sistemin yalan üreten bileşenleri Kürt toplumunu kandırmak için 1924’ ten şimdiye kadar en yalancı, yalan ürettikleri bir dönemden geçtiğimizdir. Günlük dediklerini sıralarsak, günlük yalan üreten kitap yazmak gerekir, o nedenle kimin ne dediği değil de asıl ne demek istediklerini, söz aralarında gizledikleri önemli oluyor. Söz aralarında gizlenen tek bir gerçek vardır, oda Kürt halkına dayatılan toplumsal varlığını ortadan kaldırma politikalarına bütün yönleriyle devrede olduğudur. Batı Kürdistan da Kürt halkının kısmi kazanımlarının kalıcı olmaması için özel savaş tezkeresi alarak ve Kuzey Kürdistan da günlük siyasal soykırım politikaları devam ederken söylenen hiçbir “çözüm” ve “görüşme” sözünün anlamı yok.
Yapılan, düşman politikaları biz Kürtlere ve Türkiye halklarına karşı uygulanıyor. Biz Kürtler de bir söz var “düjmın loma nabe” yani Düşmana daralma olmaz, o kendi işini yapıyor bize düşende bir halksak, kendi rengimizle bize ait olanı yaratmaya tüm çalışmalarımızı yönlendirmeliyiz, kim ne derse desin. Kendi dilimizi konuşalım, geliştirelim, Kültürel, siyasal, ekonomik özerk kurumlarımızı oluşturalım Faşist rejimin idari, ekonomik, eğitim ve askeri tüm kurumlarını ret edelim, muhatap almayalım, işlevsiz kılalım. Sistemin her söyleminin, adımının tersinin doğru olduğunu bilerek, tümden sistemi reddi esas alalım ki aklımızın sağlığını koruyalım.
Medet Serhat
- Ayrıntılar
Günümüz dünyasında devlet ciddiyetinden uzak, siyasi bilinçten yoksun ülkeler arasında herhangi bir sıralama yapılsa Türkiye kaçıncı sırada yer alır?
Bu soruya verilecek cevap; aslında içinde bulunulan sürece ve var olan tehlikelere karşı da temel yaklaşımın ölçüsü olacaktır.
Böyle bir soruya bugün Türkiye’nin yüzde ellisi, yani yarısından fazlası olumlu cevap vermez!
Son birkaç aydır hem iç siyasette, hem de dış siyasette-diplomasi de ortaya çıkanlara baktığımızda; kelimenin tam anlamıyla bu ülke de ne devlet ciddiyeti kalmıştır, ne de siyasi bilinç hali vardır.
Bunun temel nedenleri üzerine bazı çevrelerden, belirli tespitler geliyor; kimisi kendini kaybetme diyor, kimisi ise sınırsız bir özgüven olarak durumu kotarmaya çalışıyor…
Elbette ortaya çıkan bu Türkiye tablosunun temel sorumlusu; AKP’dir!
Onun yürüttüğü siyaset ve uyguladığı pratik politika sonucunda bugün içte yaşadığı çatışmalara rağmen bölgede de ciddi bir savaşın eşiğine gelmiştir Türkiye!
Ama var olan bu durumu sadece AKP’yle ilintilendirmek, sadece onun basiretsizliği olarak açıklamaya çalışmak elbette yetersiz olacaktır.
Son birkaç gündür; Suriye konusunda yaşananlara baktığımızda bile devlet ciddiyetinin ve siyasi bilincin sadece yönetenle sınırlı olamayacağını anlıyoruz.
Akçakale denilen muamma olayın ardından bu ülke her haliyle ve tüm kesimleriyle akıl tutulması yaşamıştır.
Bu dönemi iyi götürmeye ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışan ise AKP olmuştur. Bu haliyle AKP’yi eleştirmek ve onu yermek tek başına yetersizdir.
Çünkü memleket her haliyle demokratik kanalları kullanamadığı gibi pratik politikanın gereklerine göre refleks göstermekten de oldukça uzak bir pozisyonda kalmıştır.
Mesela Suriye konusunda atış yapıldığı iddia ediliyor ve daha aydınlatılmadan bu olay; mecliste savaş kararı alınıyor!
Ondan sonra da deniliyor ki; “biz savaşmak istemiyoruz, sadece caydırmak için bu kararı aldık”…
-Oldu biz de yedik, derler adama…
Mozambik’te bile böyle bir şey olsa; böyle bir siyasi süreç başlatılmaz!
Daha derli toplu ve daha oturaklı bir devlet ve toplum yaklaşımı ortaya çıkar. Yani böyle başına buyruk ve belli bir zümrenin dışında kalanların dumurda olduğu bir tablo kesinlikle yaşanmaz.
Her şeyden önce şu gerçek var ortada; boru değil, havan topu bu… Gerçi her ne kadar benzeri tepkiyi F4 meselesinde göstermemiş olsa da Türkiye, şimdi bir karar aldı.
Bu kararın gereği nedir; savaş!
Bunun üzerine toplum ayıklama başladığında ve haklı olarak da, “nereden çıktı bu savaş rüzgarları” diye sorulmaya başlandığında;
Ya işte biz savaşmak istemiyoruz, onları korkutmak ve caydırmak için bu kararı aldık denilir mi hiç?
Böyle denilse bile buna hiç iltimas gösterilir mi?
Belirli çevreler bu durumun üzerine daha güçlü gitmedikçe ve savaşın çığırtkanlığına soyundukça, yarın öbür gün gerçekten de savaşın içine girse Türkiye bunlar ne yapacak?
Devlet ciddiyetinde ve siyasi bilincinde bir karar alınmadan önce muhakkak yukarıdaki sorulara ve onların onlarca türevine cevaplar aranır.
Hele hele konu savaş olduğunda!
Dengelere bakılır, ihtilaflara bakılır, koşulların tüm faktörleri göz önünde bulundurulur, kimin dost, kimin tost(!) olduğuna bakılır…
Ama gerçekten de konu savaş olursa.
Yoksa böyle ciddiyetsiz bir şekilde önce kararını alıp, ardından da “biz onları korkutmak, caydırmak için böyle bir karar aldık” denilirse, bu kararın ve çıkartılan tezkerenin bir devletin kararı ve tepkisi olarak algılanmasını kimse beklememeli.
Hatta böyle algılanmasını bir yana bırakın, böyle bir yaklaşımın sonucunda o devletin bağlayıcılığı ve siyasi baskısı bile oluşmaz. Bu söylemlerin sahibine ve böyle oturaksız bir siyasete insanlar sadece kıçıyla güler…
Mesele boru değil; havan topu ve savaş! Bu konuda inandırıcı ve korkutucu olabilmek için her şeyden önce evin içini temizlemek ve toparlamak gerekiyor.
Her gün askerinin ve polisinin tabutu başında histerik nöbetler geçirenlerin, bölge güçlerini kapsayacak bir savaşa adım atmasını ya da bu yönde aldığı kararı açıklamasını kim ciddiye alır ki?
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Akepe daha doğrusu Erdoğan -bir yoldaşımızın dediği gibi RTE -kongresini yaptı. Hem de olağan olmayan, olağan kongresini.
RTE iktidara geldiğinden beri hiçbir zaman bu kadar zorlanmamıştır. Söyledikleriyle yaptıkları hiç bu kadar birbirine uzak olmamıştır. Gerçi bu iktidarın daha doğrusu RTE’nin tüm becerisi söyledikleriyle uygulamalarının hiçbir zaman birbirini tutmadığıdır. Bu Akepe denilen halkların başına bela olmuş siyasi çevrenin temel karakteridir. Ancak gerçekten de bu durum son on yılda ilk kez bu denli herkes tarafından görülmektedir. Öyle ki RTE’ye hayran olanlar bile artık bu durumu kaleme dökerken aklayamıyorlar. Düze çıkaramıyorlar. Kamuflaj edemiyorlar.
Evet, Akepe ve RTE çok zor durumda. Birkaç yıl önce söyledikleriyle durduğu pozisyon tam bir zıtlığı ifade ediyor.
Örneğin; “Komşularla Sıfır Sorun” diye yola çıkan Yeni Osmanlıcılar bugün itibariyle kavgalı olmadıkları herhalde tek bir komşuları kalmamıştır. Şimdilik Bulgaristan sorun olarak durmuyor. Bakalım bu durum ne zaman değişecektir. Yoksa İran ile Suriye ile Irak ile Kıbrıs ile Ermenistan ile derken adeta bölgenin tüm devletleriyle yaka yakayıdır. Suriye ile ortak bakanlar toplantısı yapan bir RTE şimdi neredeyse dünyayı Suriye’ye saldırtmak için her şeyi yapıyor. Libya’nın eski devlet başkanından insan hakları ödülünü alan bir RTE, NATO karargahını İzmir’e alarak Libya’nın düşürülmesinde ve binlerce insanın katledilmesinde en çok rol oynayan kişi oldu.
İç politika da Kürtlere dönük kardeşlik projesi diye kimin neyi anlayacağı belli olmayan bir şeyler söylendi ancak Kürtlerin analarına, gençlerine, kızlarına meydanlarda polisleriyle saldırmada geri durmadı.
Kardeşlik dedi ancak YİBO’larda Kürtlerin genç kızlarına tecavüz eden, fuhuşa sürükleyenlere arka çıkmasının da ötesinde “dağa çıkacaklarına fuhuş yapsınlar” diyerek alenen tecavüzleri savunan valilerini savundu.
Pozantı’da açığa çıktığı gibi Kürt çocuklarını hem içeri attı hem de psikopatları özel hazırlayarak düşürülmeleri ve kişilik bozuklukları yaşamaları için tecavüz girişimlerinde bulundu.
Ve tabii birde kardeşlik diyerek Roborski’de 34 genç kürdün başına uçaklarla bomba yağdırdı. Ve arada 10 ay zaman geçmesine rağmen bir saatte tespiti yapılacak olanı halen tespit edemedikleri gibi katliamı yapanları özel kutladı. “Bu yapılan çalışmalar, gösterdikleri hassasiyet sebebiyle gerek Genelkurmay Başkanıma, gerek bölgede hizmet veren komuta kademesinin hepsine, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle de şahsım, milletim adına teşekkür ediyorum. Medyaya rağmen teşekkür ediyorum” diyerek Kürt halkıyla alay etti.
Analar ağlamasın dedi ancak “kadında olsa, çocukta olsa gerekeni güvenlik güçlerimiz yapacaktır” diyerek kısa bir süre sonra TİT’in güya üstlendiği vahşet eylemini yaparak anaların nasıl ağlaması gerektiğini herkese gösterdi.
Düşünce özgürlüğü dedi ancak gelinen aşamada: “ağzına tıkarım o yazıları senin” diyen bir noktaya geldiler. Ve tabii birde sözde özgürlükçüler“Herkes net olacak. Kimden yana olduğunu söyleyecek. Sen PKK terör örgütünden yana mısın yoksa bu milletten yana mısın?” “Ananı al da git” “ucube”, “tıksırıncaya kadar için”, “kadın mıdır, kız mıdır bilemem”, “burnunu sürtmek” ,“tükürdüklerini yalayacaklar”, “Dini Zerdüşt olanın ne ilgisi var bu işlerle” gibi insan kanını durduran sözlerin yanına birde özgürlükçü olarak, “not ediyorum” diyecek kadar hastalanmış bir duruma geldiler.
Özcesi RTE’nin ve de onun Akepe’sinin neresini mercek altına alırsanız alın çıkacak sonuçlar kesinlikle tümden söz ile eylemin birbirinden binlerce kilometre uzak duruşunu göreceksiniz. Yoksa YÖK’e karşı çıkıpta şimdi dört elle sarılmasını nasıl izah edeceğiz? 12 Eylül anayasasını anti insanı görüpte şimdi tüm güçleriyle sarılmalarını nasıl izah edeceğiz? Derken bir sürü faşizan devlet kurumunu kaldırmak isteyenlerin şimdilerde on elle sarılmalarına ne diyeceğiz?
Herhalde söyleyeceğiz tek bir şey vardır, müthiş bir takkiyecilikle faşist olan devleti ele geçirdikten sonra, şimdilerde dört başı mamur bir faşizme doğru bir diktatör olarak yol aldığını görmek için en son Akepe ve RTE’nin kongresine bakmak yeter de artar da.
K. Nurhak
- Ayrıntılar
Süreç her zamankinden daha ileri düzeyde sıcaklığını ve hassaslığını korumaktadır. Özgürlük mücadelesinin tarihinde devrimin objektif şartları olarak bilinen: Ortadoğu’daki durum, halkların durumu, özgürlük mücadelesinin devrimci direnişi ve de sömürgecilerin parçalı duruşları Kürt halkının lehinedir. Bir devrimi yapmanın ve de devrimci hamle yapmanın tüm şartları objektif olarak mevcuttur. Bu eskilerde devrim tahlilleri yapılırken, yeni durum dedikleri durumun kendisidir.
Ortadoğu’da Arap baharı diye bilinen halkların kalkışı giderek emperyalistlerin istedikleri seyrin dışına çıkmaya mehil göstermektedir. Bu ise öncelikli olarak emperyalistleri ve tabii ki bunların taşeronları olan Akepe gibi parti ve devletleri rahatsız etmektedir.
Suriye’de Kürtlerin kendi demokratik özerkliklerini ilan etmeleri herkesi şoke etmiştir. Birde Kürtleri taraf yapmak isteyen tüm oyunlara gelmeyerek kendi çizgilerini uygulamaları ise gerçekten herkesi şaşırtmıştır.
Hele birde Ortadoğu’da emperyalistlerin tüm çabalarına rağmen istedikleri kıvama getirememeleri ise tersten farklı bloklaşmanın önünü açmaktadır. Bunun içindir ki Suriye’deki sorunlar bir türlü aşılamamaktadır. Rejim gidecektir. Ancak yerine Libya’daki gibi tümden batıya teslim olmuş, iradesiz bir yapıyı oluşturarak tüm zenginlikler batıya mı verilecek, yoksa buna yol verilmeyecek mi? İşte Suriye’deki tüm gerçeklik biraz da budur. Bu durum ise birçok seçeneği kendi içinde barındırmaktadır.
Kürdistan’ı işgal eden güçler kendi aralarında uzlaşmayan bir durumu yaşıyorlar. Statükocu devletlerin başını hep TC faşizmi çekmişti. Unutulmasın 1975 yılı öncesi faşist diye bilinen Saddam’ın Kürtlerin haklarının tanımasının önünü alanlar Türklerdi. Ancak şimdi kılıç kalkan olmuşlarıdır. Dün Suriye devleti ile Türk devleti ortak bakanlar toplantılar yaparken, Kürtleri için bedeli özgürlük savaşçılarının Türkiye’ye teslim edilmeleri olmuştur. Yine İran ile ortaklaşarak gerillaya saldırırken, karşılığında İran’ın uluslar arası arenada savunulmasının karşılığı özgürlük savaşçılarının idam edilmesi olmuştur.
Şimdilik bu durum aşılmıştır. Şimdilik TC devletinin Kürtlere karşı saldırtan hale getirilen bu devletler TC devleti ile yaka paçayadır. İlk kez Kürdistan’ı işgal eden güçlerin kendi aralarında parçalanmış olmaları ise gerçek manada yeni bir durumu ifade etmektedir.
Bu durum en çok TC devletini zorlamaktadır. Ve daha da zorlayacaktır. Ortadoğu’da ABD’nin silahşoru olan bir TC devleti aynen bir hançer gibi halkların bağrına saplanırken, halklar bu durumu görmektedirler. Kimisi bu durum taşeronluk olarak tanımlamıştı. Sahiden de TC devleti tam bir taşeron haline gelmiştir.
Suriye’ye karşı teskere ilanının özü budur. Kraldan daha kralcı bir rolü Türkler üstlenmişlerdir. NATO ve benzeri kurumlarının TC devletine arka çıkmaları, Kürt halkının sıkça kullandığı; “mayın tarlasına sürülmüş eşek” rolünü oynatmak istemelerinden öteye bir şey ifade etmemektedir.
Bu ise “ABD’nin Ortadoğu’da koçbaşı rolünü üstlenmiş olan, TC devletini zorlamaktadır. Giderek iktidar, muhalefet derken tümden Türkiye toplumuna da sirayet eden bu parçalı duruş TC devletini çok ciddi bir krize doğru sürüklemektedir. Bu kadar saldırgan dil, savaş kışkırtıcılığı ve provokasyon girişimleri hep bu gerçekliklerle bağlantılı olarak yaşanmaktadır.”
Yine Akepe öncülüğünde ciddi bir sıkışlığı yaşayan TC devleti son zamanlarda sözde Kürt sorununu çözmek için politik arayışların olduğunun dile getirişi esasta bir oyalamadır. Devrimci hamlemizi zayıflatmanın, frenlemenin ve özgürlük güçlerini hem askeri hem de siyasi sahada beklentiye sokarak oyalama taktiğidir. Hareketimizin: “yeni bir taktiksel hamle” dediği gerçeklik budur.
Bölgemizde tüm bunlar olup biterken özgürlük hareketinin devrimci direnişi tam da Kürt halkının özgürlük sorununun çözümü açısından var olan tüm olumlu gelişmeleri tetiklemektedir. Devrimci direniş dost cephesini genişletirken, düşmanları ciddi olarak farklı arayışlara sürüklemektedir. Ortada duranları ise adım adım Kürt halkının özgürlük sorununu görmeye doğru götürmektedir. “Son zamanlarda Kürt sorununun artık sadece TC devletiyle çözülemeyeceğinin dile getirilmesi esasta Kürt sorununun artık uluslar arası sahaya daha güçlü bir şekilde gireceği anlamına gelmektedir.”
Ancak Kürt sorunu ne kadar uluslar arası bir sorun haline gelirse gelsin, gündemde kalmaları Kürt halkın göstereceği direnişe bağlıdır. Kürt halkının göstereceği dirence bağlıdır. Ve tabii ki Kürt halkının Türkiye halklarıyla kuracağı ortak cephelerin güçlendirilmesine bağlıdır. Ve birde gerillanın her cephede geliştireceği devrimci hamlelerine bağlıdır.
Gerilla kendi cephesinde -halen eksikleri olsa bile- yapacaklarını yapmaktadır. Eksik kalanları tamamlayarak bu devrimci dalgayı Türkiye’ye de taşırarak eksik kalan ikinci ayağını tamamlayacaktır. Ancak tarihi bir süreci yaşarken, Kürdistan’da ve Türkiye’de demokratik ve yurtsever güçlerin de yapacakları fazlasıyla vardır.
Biz bu “yapacakları fazlasıyla vardır” duruma “Devrimci Dalgayı Yükseltelim” diyoruz.
Evet, Devrimci Dalgayı Yükseltmek için tüm cephelerde tarihi bu fırsatı değerlendirmek için sahalara, direniş cephelerine diyoruz.
Bunları başarabilir isek halkımızın, halklarımızın onlarca kez hak ettikleri özgürlük sorununu çözmüş olacağız. Aksi takdirde yeniden halkımızın hiç de hak etmediği sömürge statüsünde yaşamaya devam etme işkencesi devam edeceği gibi halklarda boyunduruk altında yaşamaktan kurtulamayacaklardır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Kürdistan gerillası 30 yıllık emeği ve çabasının bir ürünü olarak bugün tarihinin en sonuç alıcı noktasına gelmiş bulunuyor. Kürdistan Özgürlük Hareketi, içinde bulunulan dönemi bir final dönemi olarak niteliyor ve sorunun çözüm noktasına geldiğini belirtiyor.
Bir heyecan tüm Kürdistan dağlarını ve sokaklarını sarıyor.
Dağlarda gerillanın yaktığı devrim ateşi, dalga dalga yayılıyor. İşçisi, emekçisi, memuru, öğrencisi, esnafı, siyasetçisi, hukukçusu, gazetecisi, ev kadını, yerel yöneticisi, zindandaki tutsakları ve tüm toplumsal kesimleriyle bir halk bu ateş etrafında toplanıyor; özgürlüğe koşuyor.
Çelê’de, Şemzînan’da, Elkî’de ve Oramar’da alan hakimiyetini kuran gerilla, halka saldıran faşist unsurlara aman vermiyor. Kavuşmuş olduğu yüksek kabiliyetle, gerilla Bingöl’de ve Kürdistan’ın hemen hemen tüm şehirlerinde devlet güçlerinin halka yaptığı saldırıya anında yanıt veriyor.
Gerillanın bu askeri performansı, kış boyunca Kürt Özgürlük Hareketi’ni Sri Lankavari yöntemlerle yok etmeyi hükümete telkin eden danışmanların yüzünü kara çalıyor.
Kuzey Kürdistan şehirlerinde Kürt halkı çocuklarını asimilasyon odağı olan Türk okullarına göndermiyor, devletle Türkçe konuşmuyor, çocuklarını askere göndermiyor, mahkemelere gitmiyor ve devletin kendisine bomba yağdırmak için zorla almış olduğu vergi adı altındaki haracı ödemiyor. Kendisine faşizmi ve ölümü reva gören zihniyete karşı, halk olmaktan doğan doğal haklarını, yani onurunu savunuyor.
Bütün bunlarla birlikte, Batı Kürdistan halkı özgürlüğünü garantileme yolunda Kuzey, Güney ve Doğu’daki kardeşlerini selamlıyor.
Yani dünyadaki, bölgedeki ve ülkemizdeki siyasi ve askeri gidişat, PKK Meclisi’nin 2012 yılı başında yapmış olduğu tespitlerin ne kadar da doğru olduğunu kanıtlamış oluyor.
Yani Kürt Özgürlük Hareketi, yalnızca kendini imha etmek isteyenlere askeri olarak yanıt vermiş olmuyor, aynı zamanda siyasi olarak da süreci daha iyi okuması sonucu en doğru adımları atarak sonuç alıyor.
*****
Önder Apo’nun etrafında kenetlenen Kürt halkı, sömürgeci Türk faşizmini temizlemeye başladı. Ruhlarda öldürülen sömürgecilik, artık yaşamın her alanında yalnızlığa terk ediliyor.
Kış sürecinde özgürlük gerillalarına ölümü dayatanlar, bugün Bingöl’de, Çelê’de, Şemzînan’da, Oramar’da ve Elkî’de olduğu gibi kışlalarından çıkamaz bir halde hesap veriyorlar.
Tek çare olarak gerçekleri halktan gizlemeyi, bu çerçevede de; Sahte operasyon haberleri vermeyi ve bu haberlerde kendi vermiş oldukları kayıpları sanki gerilla vermiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama bunu da yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar.
AKP’nin bütün kabinesinin yüz ifadesi, Ağustos ayının başında “Şemdinli’de 115 terörist öldürüldü” diyen R. T. Erdoğan’ın o anki yüz ifadesini almış durumda.
Pardon! Biri hariç.
İçişleri Bakanı İ. Naim Şahin, diğerlerinin aksine, Angelina Jolie’yi ne kadar sevdiğini göstermek için takla atarak kahkahalar inletirken memlekette neler olduğundan pek haberdar değil galiba.
****
AKP hükümetinin temsil ettiği Türk sömürgeciliği bir yıkılış sürecine girmiş bulunuyor.
Böylesi bir yıkılış sürecinde, ortaya koyduğu bütün projeleri hezeyana uğrayan, Başbakan’ın Başdanışmanı ise sırf kendini haklı çıkarabilmek için Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yönetimine dil uzatıyor.
Bir halkın özgürlüğü için tüm yaşamını feda eden, bu halkın öz evlatlarına dil uzatmak yerine, danışmanı olduğu zat’a ve kuruma aklıselim telkinlerde bulunsa en doğru davranışı yerine getirmiş olacak. Ancak halkların eşit-özgürlüğünü ve kardeşliğini değil de, ırkçı-milliyetçiliği kendisine temel ilke edinmiş faşist zihniyetli bir dalkavuktan böyle erdemli bir davranışı beklemek biraz saflık olur.
***
Bu nedenle bu yazımda kendisiyle polemik yapmak ve sayfalarca yazıyla (hem bizim zamanımız gitmesin, hem de okuyucu çok yorulmasın) ona hak yolunu anlatmak yerine, aşağıda linkini verdiğim Zagros parçasını eklemeyi daha uygun gördüm.
Âdem olan anlayacaktır.
Erdal Pîr
- Ayrıntılar
Akepe çok sıkışık. Erdoğan ve kurmayları daha da sıkışık. Sıkışlık çok iyi bir ruh hali değildir. Böyleleri ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Kime çatacakları hiç belli olmaz.
Bunun içindir ki böyleleri hep gerilidir. Gerili olan kişiliklere toplum hep mesafeli durmuştur. Böylelerine toplum çoğu zaman serseri diyor. Kürt halk önderliği böylelerine serseri mayın diyor.
Kürt toplumu “aklı başında olmayan” manasında “Serseri” kelimesi kullanılır. Türkçe’de elbette serseri sadece aklı başında olmayan anlamlarını taşımıyor. Birazda lümpence olan kişilikleri de ifade ediyor. Ancak Kürtçe’de serseri yani aklı başının üstünde, yani akılsız, ne yaptığını bilmeyen olarak kullanılır.
Gerçektende Akepe ve onun kurmayları Türklerin kullandığı manada tam serseri. Yani akılları başlarında değildir. “Belli bir işi ve yeri olmayan başıboş kimse, kabadayı, hayta, holigan” mı diyeceğiz?
Her halükarda Akepe ve onun kurmayları için bu tanımların hepsi yerini bulur. Hem sıkışık hem de aklı kafasının dışında olanların çok tehlikeli olacakları açıktır. Böyleleri aynen İspanyol boğazı gibi oraya buraya saldırmaktan kendilerini alıkoyamazlar.
Nasıl ki İspanyol boğası nerede kırmızı görüyorsa saldırıyorsa, Akepe ve onun kurmayları da nerede bir çıkar görüyorlarsa oraya aynı tarzda saldırıyorlar. Yani nerede rant varsa Akepeliler oradadır. Örneğin Libya’ya nasıl saldırdıklarını herkes gördü. Kıbrıs Akdeniz’de petrol ve gaz çıkarmaya çalışırken nasıl da savaş gemilerini gönderdiklerini gördük. Daha kötü ve kirli rant için Kürecik’e kurdukları füze kalkan sistemi ortadadır. Güya Akepeliler, İsrail karşıtıdırlar. Ama bu füze kalkanı sisteminin tüm verilerini İsrail’e gidecek.
Ve tabii birde Suriye’ye saldırmak için, Suriye’yi emperyal güçlerin işgal etmeleri için ne kadar da uğraşıyor. Onu da herkes görüyor.
Ve birde bu Akepeliler nerede bir Kürt oluşumu görüyorlarsa saldırıyorlar. Denilecek ki ama Barzani’yi kendi kongrelerine davet etmediler? Etmeye ettiler de, ancak Sayın Barzani’nin gözünün içine baka baka nasıl Kürtleri öldüreceklerini de açıkça söylediler.
Barzani’nin gözünün içine baka baka Kürtlerin doğuştan var olan haklarını bile pazarlık konusu yaptılar.
Barzani’nin gözünün içine baka baka Kürtlerin biricik evlatları olan özgürlük savaşçılarına karşı durmaya çağırdılar.
İşte Akepe’nin Barzani’yi karşılama mükafatı da bu olmuştur.
Ama yarın tarih Sayın Barzani’nin Kürt halkına en azılı düşmanlık yapan, Kürtleri alenen katleden, zindanlara tıkayan Akepe’nin politikalarını açıkça savunmasını, destek sunmasını, arka çıkmasını elbette soracaktır. 1966 yılında Talabani’nin Saddam’a verdiği destekten dolayı “66 yılının cahşı” sözü nasıl ki Kürt halkının nezdinde yerini o zaman bulmuşsa, Sayın Barzani’nin Kürt düşmanı olan bir partiyi desteklemesini de elbette tarih dediğimiz gibi bir gün yazacak ve tabii ki soracaktır da.
Örneğin İspanyol boğası Akepe bu kez Suriye’ye dönük bir teskere çıkarttı. Asıl amaçları bir Osmanlının zamanında hakim olduğu yerlerde kendilerince yeniden hakimiyetlerini kurma arzularıdır.
Yine Batı Kürdistan’da gelişecek bir oluşumun önünü almak içindir. Zaten açıkça Kürtlerin kendi özerk yönetimlerini oluşturmalarını kendileri için kırmızıçizgi diye tanımlamışlardı.
Yine birkaç gün sonra Medya Savunma Alanlarına dönük alacakları daha doğrusu yenilecekleri teskere kararı da Kürtleri katletmek içindir.
Özcesi Akepe “serseri”leri aynen yeni yetme Rus mafyacıları gibi gözü aç, nerede rant varsa oranın üstüne hemen hiçbir kural tanımadan atlayan, diğer taraftan da nerede bir Kürt oluşumu varsa orada bu oluşumu tasfiye etmek için en ileri düzeyde saldıranlardır.
Ancak bu kadar sıkışık olanları bu pervasızca saldırıları, saldırganlıkları eni sonunda bu kesimleri bumerang gibi vuracaktır. Türklerin bir sözüyle bağlayacak olursak: “Öfkeyle kalkan zararla oturur” misali, böyle aklı başında olmayanların hesapsız, kitapsız saldırganlıkları mutlaka kendilerini vuracaktır.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Başka ülkeleri işgal edenler, sömürge altında tutmak isteyen tüm güçler halklara prangalar takmak isterlerken yapacakları, yaptıkları ilk iş mutlaka ama mutlaka işgal ettikleri, sömürge altına aldıkları halkların içerisinde kesinlikle devşirmiş kişilikler oluşturma planlarıdır.
Örneğin Osmanlı tarihi bu konuda herhalde en çok tecrübelerle dolu olan bir tarihtir. Çokça halen kutsadıkları, göklere çıkardıkları Yeni Çeriler esasta devşirilmiş kişiliklerdir. Bu devşirmeleri Osmanlı devleti kadar kirli yürüten bir güce eşine az rastlanır. Başkaları da devşirme politikaları yürütürler. Kendi işgal durumlarını meşrulaştırmak için işgal ettikleri topraklarda kendilerine bağlı kişilikler, yapılar oluşturmak için öncelikli olarak çalışırlar. Güçleri yeterse işgal edilen toprakların tümünü devşirmeye çalışırlar. Bunu asimilasyonla yaparlar, bunu çeşitli farklı eritme politikalarıyla yürütürler. Eğer bunu yekser yapamazlarsa kendi kültürlerini işgal ettikleri topraklar üzerinde yerleştirmek için her türlü çalışmayı yürütürler. Özcesi işgalciler halkları kendi olmaktan çıkartabilmek için dünyanın en kirli politikalarını bir araya getirerek mutlaka sonuç almak isterler.
İşte bu kirli politikaların en kirlilerinin başında halkları topyekün Mangurt haline getirmektir. Yeniçerileştirmektir. Devşirmektir. Kendine yabancılaştırmaktır. Kendi karşıtı haline getirmektir.
TC devleti yukarıda dile gelenlerin ışığında Kürt halkını devşirmek, yeniçerileştirmek ve de devşirmek için sözün tam manasıyla yapacağı her şeyi fazlasıyla yapmışlardır. Hatta 1970’lere geldiğimizde önemli oranda bu politikasını gerçekleştirmişlerdi. Öyle ki Kürt halkının özelde okuyan kesimi kendisinde utanır hale getirilmişti. Yani özümleme diye bildiğimiz asimilasyonu aşan bir gerçeklik ve sonuç ortaya çıkmıştı. Bunun içindir ki “gitmesekte, görmesekte o köy bizim köyümüz” olmuştu.
Ne olduysa oldu Kürt halkının bu durumunda rahatsız olan insaflı, vicdanlı insanlar çıkmış ve bu gidişata hem dur demek için hem de yeniden doğal seyrine çevirmek için yola koyulmuşlardır. Hiç şüphe yoktur ki Kürt halkının tarihinde her zaman vicdanlı ve insaflı insanlar çıkmışlardır. Özümlemeye ve varlığı yok olmaya karşı güçlü direnişler sergilemiş bireyler hatta yer yer guruplar da çıkmıştır. Ancak bu kişilerin ve toplulukların sonları her zaman hüsran olmuştur. Hüsran olmanın da ötesinde üstleri betonlandıktan sonra birde: Mahmut Esat Bozkurt’un “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” diyerek birde en aşağılık hakaretleri yapmışlardır.
Kürtlere “yaparsanız katlanırsız” mesajları güçlü vermek için Kürtlerin vicdanlı ve insaflı yüreklerine darağaçlarını, işkence haneleri eksik tutmamışlardır. Bunun içindir ki böylesine vicdanlı insanlar hep susturulmuşlardır, katledilmişlerdir. Bunun içinde sarf ettikleri büyük değerler ve emekler sadece yüreklere su serpmenin ötesine geçmemiştir. Ancak bu durum ya da duruşlar, Kürt halkının yok oluşunu durduramadığı gibi birçok yerde görüldüğü gibi kölelikleri daha da derinleştirmekten kurtulamamışlardır.
Özcesi Kürtler ilk kez derli toplu bir örgütlü duruşla işgalcilerin yaptıklarına karşı bir direnişi uzun yıllara yayarak Kürt halkını ayağa kaldırırken, sömürgecileri yani işgalcilere dize getirmiştir. Artık devşirme, yeniçerilik hatta mangurtluk Kürt toplumu açısından tarihe karışmış bir gerçeklik olmuştur. Belki Kürt toplumu içerisinde halen kendisini büyük paralar ve çıkarlar karşısında satacak birkaç kişi kalmıştır. Biz bunlara zaten Mangurt kişiler diyoruz. Ancak bunun dışında artık Kürt toplumu içerisinde ve Kürt toplumunu Mangurtluk haline getirmenin dediğimiz gibi tarihe karıştığını belirtiyoruz.
Boşuna RTE hem de Akepe’nin Kongre’sinde alenen herkesin duyacağı, göreceği bir şekilde Kürt halkına yalvararak “PKK’ye Yeter Artık” desinler diyerek asimilasyoncu, inkarcı imhacı politikaların ve devletin geldiği iflas etmişliği göstermesi açısından tarihi önemdedir.
Yeniden söyleyecek olursak; Artık ceberut Türk sömürgeciliği Kürt halkı karşısında sömürgeci politikalarıyla iflas etmiştir.
30 Eylül 2012 tarihi Kürt halkı açısından tümden iflas etmiş olan sömürgeciliğin belgelenmiş günü olarak anılacaktır.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Kürtlerin gözünde devletin bütün kurumları deşifre olmuş durumda. 1800’lerin sonundan beri ittihat ve terakki zihniyetiyle oluşturulan devletin bütün uygulamalarını, katliam ve soykırım denemelerini, asimilasyon politikalarını birebir yaşıyor. Nesilden nesle aktarılan anılar, Kürtlere karşı devlet yaklaşımının ne olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor.
Kürtler, siyaset kurumunun kölelik ve tam biat dışında bir şey vaat etmediği gibi sadece birikimine, iktidarına yaradığı oranda Kürtlerle ilişki halinde olduğunu çok iyi biliyor. Ordu dediğin zaten her günü Kürdistan’ı işgalle geçiren sömürgeciliğin en tanınan uzantısı. Yargı desen, en ufak talebi bile reddeden, her türlü haksızlığı ve hakareti yapanları kayıran, Kürtleri her koşulda mahkum eden bir uydu. Bürokrasi dediğin zaten hiçbir zaman Kürt’ten yana olmamış. Sporu, medyası, sosyal alanı, sağlığı, yerel yönetimleri, ilçe ve il yönetimleri, emniyetiyle devletin tüm organları yaşanan günübirlik örneklerle Kürtlere ne sunduğu ise ortada. Bunların hepsi Kürtlerin yaşadıkları her yerde devletin politikası neyi emrediyorsa hemencecik orada uygulamaya koyan emir erleri.
Şu anda sarsılan fakat ısrarla ayakta kalmaya çalışan 2 kalesi var devletin. Biri, eğitim yuvaları, ikincisi askerlik kurumu. Hani ordu ve katliam uygulamaları tanınıyorsa o zaman nasıl ayakta kalıyor bu kurum diyenler çıkacaktır.
Birlikte yaşamanın bir eseri olan ortak düşmana karşı çatışma ve birlikte kan dökmüş olmanın o vefa duygusu arada olduğundan bir türlü keskin bir kopuş yaşanamıyor. Kürtlerin bir nevi yüreğine kazınmış bu duygunun sömürgeciliğin askerliği olduğunu kavratmak mümkün olmuyor. Bir nevi kendi celladına sevdalanmak da diyebileceğimiz bu durum günümüzde halen devrede. Ordudaki Kürt asker sayısıyla bunu ölçmek mümkün.
Hatta bazı aileler, yurtseverliğiyle tanınan kişiler, “bir oğlum gerillada, biri de askere gitsin” diyebilmekte ve kendince PKK ile devlet arasında bir denge kurmaya çalışmaktadır.
Doğru bir tarih bilincinden yoksunluğun ortaya çıkardığı bu durum yavaş yavaş aşılıyor fakat halen istenen düzeyde olduğu söylenemez. Biraz yaşamın askerlikten sonra başladığı yanılgılı tespitine biraz da bunun devlet kademelerinde yer almak, bir memur olarak devlete yamanmak için bir mecburiyet olduğu dayatmalarına karşı koyamamaktan kaynağını alan bu durum karşısında tüm Kürtlerin kendini gözden geçirmesi gerekiyor.
Kardeşini, eşini, dostunu, mahallesindeki insanını öldürmek için bir Kürt neden askere gider? Bu soruyu herkesin kendine sorması gerekiyor. Tarihini, dilini, geleneklerini, insanlarını katleden bir orduya neden hizmet etmek zorundadır Kürtler diye herkes kendine sormalıdır.
Şu net, eğer Kürtler bir yıl boyunca askere gitmez, yürütülen kirli savaşta yer almayacağını haykırırsa TC devletinin askerlik kurumu iflas eder. Sadece bir yıl askerlik yaşı gelen gençler, “ben işgalci orduya değil, gerillaya hizmet edeceğim” derse, bin yıllardır süren bu aşağılık gelenek bir daha dirilmemecesine tarihin çöp sepetine gider.
Devletin ikinci ve daha tehlikeli kalesi ise şüphesiz sözde eğitim yuvalarıdır. Daha yaşamı ve insanı tanımadan adım atılan sömürgeci Türk okulları Kürtlüğü yok etmek, silmek için didinen en güçlü kurum durumunda. Adam olmak, sisteme dahil olmak, sıradan bir işe girmek için bile bir önkoşul olarak gösterilen “okumak” tüm insanlar için köleleştirmenin zihniyet dünyasını oluşturduğu gibi Kürtlerde daha kalıcı etkiler bırakmaktadır.
Dünyada eşi görülmeyen dil yasağının daha kendi dilini dahi tam öğrenememiş bir çocuğa uygulanmasıyla nasıl bir sonuç elde edildiği ortadadır. TC’nin kuruluşunu dayadığı “Kürtleri inkar” devletin kadrolarını yetiştiren tüm eğitim kurumlarındaki tek amentüdür. Kürtleri dilsiz, tarihsiz, kimliksiz, kültürsüz bırakmak, kendine hizmet eden köle haline getirmek için örgütlenen eğitim kurumları Kürdistan’da maalesef halen rağbet görebilmektedir.
Birçok Kürt kendini “Türkleşmek” amacına adıyorlar. Birçok Kürt, Türklerin okulunda, Türklüğün öğretildiği ve övüldüğü, Türklük dışında herhangi bir insan türünün dahi kabul görmediği okullarda kendilerine gelecek yarattıkları yanılsamasını yaşıyorlar. Evet, aslını inkar ederek, varlığını Türk varlığına armağan ederek bir yaşam elde edebilir ve bir gelecek yaratabilirsin. Ama bu kölece, ama bu AKP’ce bir yaşam olur. Kendini, değerlerini, onurunu, eşini, dostunu, tarihini, dilini, kültürünü satan bir yaşam olur. Bu denli düşmüş, bu denli düşmanın olan bir yaşamın da ne kadar yaşam olabileceği çokça görünen örnekleriyle ortadadır.
Binlerce yıldır Kürtlerin olmayan, Kürtlerin içinde yer almadığı sistemlerin katliam, asimilasyon ve soykırımdan başka bir yaşam şansı tanımadığı ortada. Buna karşın tarihte ilk kez Kürtlerin öncülüğünü yaptığı alternatif bir yaşam sistemi yaratımının eşiğinde olan ve Kürtlerin büyük bir çoğunluğunu kapsayan bir hareketin varlığı söz konusu. Emperyalizmin, gerici, despot bölge devletlerinin, tüm faşistlerin bu denli saldırması da bundandır. Kürtlerin kendi sistemini yaratmasına müsaade etmemek amacıyla bu denli soykırım, asimilasyon uygulanıyor.
Kürtlerin değerlerini kullanarak, geleneklerini, kültürünü kullanarak, Kürtlüğü temsil ettiği saçmalığında ısrar eden, kendilerini efendilerine yarandırmak için her gün hareketimize, halkımıza küfür eden satılmış Kürtler, Türklüğün okullarında yetişmiş en iyi örneklerdir.
Bunlar gibi olmak isteyenler, her gördükleri yerde halkımızın yüzlerine tükürdüğü kansızlar gibi olmak isteniyorsa Türk okulları, eğitim yuvaları tercih edilsin. Ama halkımızın bu kişilere karşı alacağı her türlü tavra da hazırlıklı olsunlar.
Artık uyanma vaktidir. Türk okulları geleceği yaratmıyor, geleceği tüketiyor. Kürtlüğü yok ediyor. Eğer biraz vicdan, biraz insaf, biraz geleneklerine bağlılık kalmışsa Türklüğün okullarından vazgeçmenin mecburiyeti rahatlıkla görülebilir.
İlla okumak, gelişmek isteyenler varsa da en büyük düşünce gücünün, özgür irade ve düşüncenin oluşturulduğu Apocu okullara yönelmelidir. Tüm dünya tarafından büyük çabalar sarf edilmesine rağmen halen Önder Apo’nun düşünce sistemi ve tarzının alternatifi yaratılamadığına göre doğrunun, tercih edilmesi gerekenin bu olduğu görülmelidir. Her ev, Kürtlerin yaşadığı her ortam bir Apocu okula dönüştürülebilir. Bu konuda tek harf bilen her yurtsever Kürt, çocuklarımızı, geleceğimizi kendi dili, kültürü ve gelenekleriyle eğitebilir. Bu konuda sonsuz tecrübe mevcuttur. Yeter ki zihniyete hakim olan asimilasyondan ve düzenin kirli düşüncelerinden kendimizi arıtabilelim.
Halkımızın başlattığı Türk okullarını ret etme hamlesine 2012-2013 yılında katılmak her yurtseverin boyun borcudur. Her insan bu konuda kendini tekrar gözden geçirerek Türklüğün okullarını reddetmeli, kendi gelenek, kültür ve diline bağlılığın bir gereği olarak kendi eğitim sistemini geliştirmelidir.
Pir Kemal
- Ayrıntılar