“Kürtleri korumak için de PYD’ye karşı çıkıyoruz diyor “Komşularla Sıfır Problem” bakan.
Davutoğlu’nun bu cümlesini duyunca “Kürt sorunu o kadar önemli bir sorundur ki Kürtlere bırakılmayacak kadar önemli” diye on yıllarca sömürgeciler tarafından sarf edilen sözler aklıma geldi.
Sömürgeyi: “Bir devletin kendi ülkesinin sınırları dışında egemenlik kurarak yönettiği ekonomik veya siyasal çıkarlar sağladığı ülke, sömürülen ülke, müstemleke, koloni” olarak tanımlıyorsak, sömürgeciyi ise işgal ettiği topraklara ilişkin kendisinden her şeyi söyleme, yapma, kaldırma, yasaklama, dayatma hakkını görmek olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Sömürgecilere ilişkin yapılan birçok tahliller yapılmıştır. En belirgin olarak öne çıkan tespitleri; buyurganlık, tepeden bakma, hor görme, küçümseme, kendini beğenmişlik, otoriter, ata erk, iktidarcı, bastırmacı, dayatmacı gibi sıralamak mümkündür.
Dünyanın neresine giderseniz gidin başka halkların topraklarını işgal edenleri kullandıkları söylemler aynıdır. Hep üsttendir. Hep belirleyen konumdadırlar. Kendileri özne işgal edilmiş toprakların insanları ise nesnedirler. Siz özne olursanız, hükmünüze aldıklarınızda nesne hale getirmiş iseniz çok doğaldır ki onların kendilerine ilişkin alacakları her türlü karar geçersizdir, yok hükmündedir. Ne de olsa işgal edilenlerin düşünce yapıları kıttır. Kıt olduğu içinde kendilerine dönük karar almaları her zaman yanlış ve eksik olacaktır. Hatta böylelerinin kendilerine dönük karar almaları çok tehlikeli olur. Tehlikeli olur çünkü aldıkları kararların çoğunu başkaları belirlemişlerdir. Yani sömürge insanının karar alma hakkı değil yetisi bile yoktur. Bu kadar bilinçten ve kendisi olmaktan yoksundurlar.
Yukarıda söylediklerimiz, sıraladıklarımız tipik bir sömürgecinin görüşleridir. Sömürgecilere göre kendileri dışında başkaları karar alma hakları yoktur. Çünkü karar hakkını tanrı sadece ve sadece sömürgecilere bırakmıştır.
Türk egemen zihniyet yapısında “sosyalizm gerekiyorsa onu da biz getireceğiz” hakim olan mantık tamda budur. Dediğimiz gibi dünyanın neresine giderseniz gidin egemenler, işgalciler yani sömürgecilerin en belirgin ortak özellikleri başka halkların karar haklarının olmadığını düşünerek onların yerlerine kendilerinin karar vermeleri gerektiği düşüncesi ve inanışlarıdır.
Dikkat edelim sözde oku okumuş, sözde prof unvanı almış ve hatta güya uluslar arası arenada akademisyen kimliği ile tanınan “Komşularla Sıfır Problem” bakanı “Kürtleri korumak için de PYD’ye karşı çıkıyoruz” diye bilmektedir.
Dünyada Kürtlerle en büyük sorun yaşayan devletin Türkiye devleti olduğu ve bu büyük sorunu Kürtlere yaşatanların başında da AKP faşist yapısının geldiğini herkes biliyor iken “Kürtleri korumak için de PYD’ye karşı çıkıyoruz” demek sadece ve sadece faşist bir sömürgecinin sözleri olabilir.
Daha dün Hakkari’de “Ya Sev Ya Terk Et” faşist anlayışını Erdoğan tüm Hakkarilere ve Kürtlere söylemişken “Kürtleri korumak için” sözleri çok ciddi bir ahlaksızlık eğer değil ise çok ciddi bir ahmaklık ve aymazlıktır.
Kürtler ise bu ahmaklığa ve aymazlığa karşı kendi dilleriyle mücadele etmesini bileceklerdir.
Mehmet Guyi
- Ayrıntılar
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukat ve yakınlarıyla görüştürülmemesi süreci beşyüz günü aştı. Kürt halkının deyimiyle beşyüz gündür İmralı’da “Ağırlaştırılmış tecrit ve işkence” uyugulanıyor. Beşyüz gündür Önder Abdullah Öcalan’ın düşünememesi, düşündüklerini konuşarak veya yazarak halka ve insanlığa ulaştıramaması için her şey yapılıyor. Bunun kanun ve ahlak dışı bir zulüm uygulaması olduğu açıktır. Kürt halkı ve insanlık tarihi benzeri bulunmaz bu zulüm uygulamasını asla unutmayacaktır.
Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümet sözcüleri tarafından ifade edilmektedir ki, Kürt Halk Önderi’nin kendisi görüşmek istememektedir. Avukat görüşünü yasaklamış olsalar da, aile görüşü önünde bir engel yoktur! Görüşmek için yakınları İmralı’ya gitmemektedir! Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan hiç kimseyle görüşmek istememektedir! Mevcut koşulları ve süreci görüşme yapmak için uygun görmemektedir.
Bu ifade bir boyutuyla elbetteki doğrudur. Geri çekildiğini ve görüşmek istemediğini Kürt Halk Önderi’nin kendisi açıklamıştır. İmralı’da bu anlamda eşsiz bir duruş ve direniş vardır. Ama neden ve neye karşı? Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan durup dururken avukatları ve yakınlarıyla görüşmekten çekilmemiştir. Elbette bunun nedenleri vardır. Yoksa Kürt Halk Önderi’nin kendisi “Sorunların görüşmelerle çözülmesini istediğini” defalarca ifade etmiştir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan İmralı’daki görüşmeleri durduruşunu iki nedene bağlamıştır. Bu nedenlerden biri siyasi, diğeri ise hukukidir. Siyasi neden olarak, Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi doğrultusundaki çalışmaları mevcut İmralı koşullarında yürütmeyi artık doğru ve sonuç yaratıcı görmemektedir. “Mevcut durum devlete de PKK’ye de zarar veriyor” demiştir. Yani barış ve sorunların demokratik çözümü doğrultusunda İmralı koşullarında yapılabileceklerin azamisi yapılmıştır. Bundan ötesi ancak İmralı koşullarının değişmesiyle yapılabilir. Bu da Kürt Halk Önderi’nin “Sağlık, güvenlik ve özgür çalışma koşullarının sağlanmasını” gerektirir.
Hukukî boyut ise, İmralı’daki görüşme koşullarıyla ilgilidir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı’da avukat ve yakınlarıyla yaptığı görüşmeler kameralarla izlenmekte ve dinlenmektedir. Dahası avukat görüşme yerinde görüşmeyi izleyen ve dinleyen bir devlet görevlisi bulundurulmaktadır. Bu görevli, “Ses kayıt memuru” gibi, ses kayıt cihazını masaya bırakmakta ve tüm konuşulanları kaydetmektedir.
Böyle bir uygulamanın demokratik hukukla bağdaşmadığı açıktır. Hatta bu tarz bir uygulamanın faşist hukukta bile yeri yoktur. Bu biçimde Kürt Halk Önderi avukat ve yakınlarıyla istediği ve gerekli gördüğü hususları konuşamamaktadır. Bu tarz dinleme nedeniyle ve dinlenenler delil gösterilerek otuzdan fazla avukat tutuklanmıştır. Böylece avukatlarıyla nasıl savunma yapacağını tartışamamaktadır. Görüşlerini avukatları üzerinden ifade edememektedir. Kardeşleriyle anadili olan Kürtçe ile selamlaşamamakta, konuşamamaktadır.
Kısaca İmralı’da öyle bir görüşme ortamı yaratılmış ve avukatların tutuklanmasıyla bu durum öyle bir noktaya götürülmüştür ki, geriye kalan ağzını kapatıp birbirinin yüzüne bakmak olmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün zerresi bile bırakılmamıştır. “Avukatlarla her düşündüğünü konuşuyor ve kamuoyuna aktarıyor” denilmektedir. Peki ya ne yapacaktır? O görüşmeler konuşma ve tartışma için değil de niçin yapılmaktadır? Kürt Halk Önderi herkesi aydınlatan düşüncelerini konuşmayıp da ne yapacaktır?
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan düşünüp konuştuğu için ve buna engel olmak amacıyla kaçırılıp İmralı’ya konmuştur. Şimdi İmralı’da da düşünüp konuşması engellenmek ve tamamen susturulmak istenmektedir. Düşüncesine ve konuşmasına fırsat verilmezse, Kürt Halk Önderi daha niçin görüşme yapacaktır? Herhalde avukatları ve yakınlarını seyretmek için görüşme yapamaz. Kürt Halk Önderi kalpazanlık nedeniyle, ihaleye fesat karıştırdığı için, yolsuzluk ve evrakta sahtecilik yaptığı için, cinsel taciz nedeniyle değil, Kürt halkını özgürlük bilinciyle eğitip örgütlediği için ve Kürt düşmanı güçler tarafından kaçırılarak İmralı’ya konmuştur. Onun yaşamı ve çalışmaları tamamen bu amaç içindir.
Görülüyor ki, önce fiili olarak Kürt Halk Önderi’ne avukat ve yakınlarıyla görüşme imkânı bırakılmamış ve geriye çekilmek zorunda bırakılmış, sonra da “Kendisi görüşmek istemiyor” denerek bu hukuk dışı faşist uygulama maskelenmek istenmiştir. Bunun özünde ise, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın düşünemez kılınması ve düşündüklerini halka ulaştırmasının engellenmesi amacı vardır. Zaten kaçırılması ve İmralı’ya konması da bu nedenledir. Ondört yıllık İmralı zulmü bunun için uygulanmaktadır. Demekki Önder Abdullah Öcalan’ın düşüncelerinden korkulmaktadır. Bu düşüncelerin halka ulaşmasından duyulan korkuyla bu kadar faşist baskı ve zulüm geliştirilmektedir.
Açığa çıkıyor ki, İmralı sistemi düşünce ve ifade özgürlüğüne karşıdır. Kürt halkının özgülük bilinci edinmesine ve örgütlenip demokrasi mücadelesi yürütmesine karşıdır. İmralı sistemi ve Önder Abdullah Öcalan’a yönelik uygulamalar, Kürt halkının varlığına ve özgürlüğüne karşı uygulamalardır. Bunlar Kürt halkına yönelik soykırım uygulamalarının bir parçasıdır. Kürt kültürel soykırımını tamamlamaya dönüktür. Kürt halkına karşı faşist-sömürgeci zulüm ve insanlık dışı bir hakarettir.
Herkes çok iyi bilmeli ki, Kürtler, Önder Abdullah Öcalan’a yönelik baskı ve işkenceyi kendi varlığına ve özgürlüğüne yönelik bir saldırı ve hakaret olarak görmektedir. Kültürel soykırım rejimi tarafından özümsenmiş, teslim olmuş, ruhunu sömürgeci kapitalizme satmış, düşürülmüş bir avuç fosil Kürt dışındaki Kürt halkının yüzde doksandokuz kararı böyledir. Bu karar yeni bir Kürt varlığı, duruşu ve özgürlüğü yaratmaktadır. Özgürlüğü için direnen Kürt halkını var etmektedir.
Kürtler Önder Abdullah Öcalan ile kendileri olmayı, varlık ve özgürlük için mücadele etmeyi öğrendiler. Yeni Kürt onuru bu temelde şekillendi. Kürt halkının yeniden dirilişi bu temelde gerçekleşti. Dolayısıyla Önder Abdullah Öcalan’ın kendileri için hangi öneme sahip olduğunu iyi biliyorlar. Önder Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit ve işkencenin, baskı ve terörün kendilerine yönelik olduğunu, kendileri için onur kırıcı bir hakaret durumunu ifade ettiğini çok iyi anlıyorlar.
Bu nedenle Kürtleri korkutmak ve aldatmak artık mümkün değil. AKP hükümeti ve soykırımcı rejim belki ruhunu satmış birkaç hain ve işbirlikçiyi denetime alabilir, ama özgürlüğü için onuruyla direnen Kürt halkını asla! Kürtler Önder Abdullah Öcalan’la ulusal onuru ve özgür yaşamı öğrendiler. Korku duvarını yıkarak özgürlük için direnme cesaret ve fedakârlığını kazandılar. Onları ne baskı ve terör, ne tutuklama ve işkence, ne dokunulmazlığı kaldırma, ne de savaş asla korkutamaz ve yıldıramaz.
Kürtler beyaz Türkçü faşizmin nasıl bir soykırım rejimi olduğunu gördükleri gibi, yeşil Türkçü faşizmin de kendileri açısından nasıl daha sinsi ve tehlikeli soykırım rejimi olduğunu çok iyi görüyor ve anlıyorlar. AKP’nin faşist zulmü kendilerini korkutmadığı gibi, başta İmralı zulmü olmak üzere tüm halka yönelik uyguladığı saldırılar onları daha da çok eğitiyor, AKP gerçeğini daha iyi görmelerine yol açıyor. Bu da mücadele azimlerini biliyor, cesaret ve fedakârlıklarını artırıyor.
Bu açıdan Kürtleri korkutup aldatmak mümkün olmadığı gibi, özgürlüksüz baskı altında tutmak da artık mümkün değildir. Mücadele ne kadar uzun sürerse sürsün, ne kadar bedel isterse istesin hepsine dayanacak güce ulaşmışlardır. Sonuna kadar özgürlükte ısrar edecek, son ferdine kadar özgürlük mücadelesini sürdürecektir. Bunu herkes de böyle bilmelidir. Önder Abdullah Öcalan üzerindeki İmralı zulmü sadece Kürt halkının mücadele azim ve kararlılığını artırır, başka da etki yapamaz. Bu gerçeği herkesin doğru okumasında büyük yarar vardır.
Selahattin ERDEM
YENİ ÖZGÜRPOLİTİKA
- Ayrıntılar
Tarihi direnişlerin her zaman tarihi dönemeçlerde ortaya çıktıklarını bize tarih söylüyor. Öyle insanlar istedikleri için direnişlere kalkmıyorlar, hele hele tarih yazacak, kader belirleyecek direnişler ise hiç birilerinin keyfine ve istemine göre ortaya çıkmıyorlar. Direnişler birileri tarafından sergilenen zulme karşı halkların ya da toplulukların gösterdikleri refleks olarak ortaya çıkıyorlar. Zulüm ne kadar katmerliyse direnişte o kadar büyük ve geniş oluyor.
Direnişler vardır ki, katmerli olan zulme karşı koyuşu ifade ederler. Onurlu olmanın bir gereği olarak zulme karşı duruşu ifade ederle. Ancak tarihte birde kader anları diye tanımlanan anlarda ortaya konan, ortaya sergilenen direnişler vardır ki halklar ya da topluluklar açısından sadece bir direnme olarak kalmaz aynı zamanda direnenlerin bir daha boyunduruk altına girmeme temelinde özgürlükleri elde ettikleri direnişlerdir.
Kürtler dünyada belki de saldırılara karşı en çok direnen halkların başında gelmektedir. Hiç şüphe yoktur ki yaşadığımız dünyada böyle çok halk vardır. Ancak dediğimiz gibi herhalde en fazla direnmek zorunda kalan halkların başında birde Kürt halkının geldiği kesindir.
Tarihin şafak vakti diye bilinen anlarda bugüne bu direniş sürüp gelmektedir. Sümerlerin, Sargon’un, Asurların, Farsların, Yunanların, Partların, Romaların derken yeniden Sasaniler, Araplar, Türkler, Moğollar, Safeviler, Osmanlılar, yine Türkler ve cümle cemaat emperyalistler. En azgınları olarakta İngilizler.
Yukarıda ismi geçenlerin Kürdistan tarihinin bir döneminde Kürdistan’ı işgal ederek tarumar ettiğini bize tarih anlatıyor. Kürtlerin de bunlara karşı direnişleri anlatıyor. Bu direnişlerin birçoğu namusu kurtarmak içindir. İşgali def etmek içindir. Ancak bu tarih kesitler içinde bazı anlar vardır ki kader belirleyecek anları ifade ederler. Örneğin Safevilere karşı direnişte Osmanlının yanına geçerek, Osmanlının yanında Safevilere yönelme böyle bir kader an’ıdır. Ne var ki Kürtler bu tarihi an’ı değerlendiremedikleri için Osmanlılar 200-300 yıl sonra Kürtlere daha doğrusu beylerine yönelerek tasfiye etmişlerdir.
Başka tarihi bir an birinci dünya savaşı sonrası ortaya çıkan fırsatlardır. Dünyada herkesin şöyle ya da böyle kendisini milletler cemiyetine dahil etmeye çalışarak varlığını korumaya çalıştığı bu tarihi an’da Kürtler çok direnseler de gerekli olan öncülüğü gösteremedikleri için belki de tarihlerinin en karanlık günlerine doğru yuvarlanmışlardır. Tam 90 yıl boyunca Kürtler bu başarısız ama onurlu direnişlerinden dolayı yok sayıldılar. Kimilerine göre Allahın üvey çocukları görüldüler, kimine göre avukatsız halk olarak kabul edildiler. Ve nitekim tüm bunlardan dolayı da bir türlü özgürlüklerini elde edemediler.
Şimdi yine tarihi bir dönemeçte geçiyoruz. Bu tarihi dönemeç 2000’lerin başından beri gelen süreçtir.
Kürtler inadına direniyor. Ve bu direniş sadece bir onuru kurtarma direnişi değildir. Olmamalıdır. Bu direnişle kader değiştirilebilecek bir tarih an yakalanabilir. Tüm Ortadoğu yeniden düzenlenirken Kürtler bu kez tarihe ciddi bir not düşerek kendi özgürlükleri elde edebilirler.
Evet, tarihi anlar yaşanıyor. Ancak bu tarihi anlarda direnişler eskisi gibi dediğimiz gibi sadece onuru kurtarmak için olmamalıdır. Bunun içinde direniş çok sert olmak zorunda. Özelde de halk boyutunda direniş çok sert ve kitlesel olmak zorunda. Yanı başımızda bir Yunanistan’da ekonomik krize karşı gösterilen radikal duruşunun çok mu ama çok ötesinde daha sert bir duruş ve direniş gösterilmek zorunda. Arap komşularımızın Tahrir Meydanında 300-400 bin insanla haftalarca sürdürdükleri direnişi kat be kat aşan bir nicelik, nitelik ve yoğunlukla yüklenmekten başka artık bizlerin, Kürt halkın çaresi kalmamıştır.
Diyorlar ya; “yürü ya kulum” aynen bu slogan temelinde yürüyerek önümüzde duran tüm çitleri yıkıp aşmak için bu kez daha ileri düzeyde bir direnişin tam ortasında yerimizi almasını bilir isek, Kürtlerin yüz yıllarca hak ettikleri kader tayin edici özgürlüğü mutlaka yakalayacağımız kesindir.
Bunun için diyoruz ki; Tarihi Direniş Anları’nı yaşıyoruz. Bu direnişe nasıl katılacağımız ise biz Kürtlerin özgürlük sorunumuzu çözüp çözmeyeceğimizi gösterecektir.
Şıho Dirlik
- Ayrıntılar
Faşizan düşüncenin ne anlama geldiğini az çok hepimiz biliriz. Ve faşizan düşüncelerin temelinde ırkçı zihniyetin ya da zihniyetlerin yattığını da biliriz. Irkçılığın temel dürtüsünün ise kendi ırkının dışında başka ırkları hor görme, küçük görme hatta aşağılamanın yattığının da Hitler faşizminin Almanya’sında ve de Musolloni’nin İtalya’sında başka halklara yaşattıklarından biliyoruz.
Özcesi faşizmin kendisi dışında olanı kabul etmediği, etse bile kölelik dışında kendisinin dışındakine –artık bu her neyse-bir şey yakıştırmadığıdır.
Akepe öncülüğünde Kürdistan’da ve tabii ki Türkiye’de geliştirmiş olan zihniyettin tek kelimeyle faşizm olduğunu söyleyip dursakta, ısrarla bu söylemlerimize karşı bazı çevreler “haksızlık ettiğimizi” söyleyip durdular. Ve kimisi halen söyleyip duruyor da.
Akepe’nin öncülüğünü yapan RTE’nin yıllardır tekçi bir zihniyeti özenle geliştirmek istediğini hepimiz görüyoruz. Her fırsatta “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek, tek, tek” dediğini de herkes görüyor. Ve bu söylemlerin dünyanın neresine giderseniz gidin açılımı; faşizmdir.
Ancak tüm bu açık olan durumlara rağmen birileri ısrarla, dayatarak RTE’nin ve de partisinin sadece ve sadece 2014 yılındaki seçimlerinde milliyetçi oylara oynadığı ve esasta Kürtlere dönük açılımları ondan sonra devreye koyacağını söylemeye devam ediyor. Maalesef bu söylemleri birçok liberal ve aydın çevre de hem dillendiriyor hem de dillendirdiklerine inanıyor.
İyi izleyenler bilir ki Akepe içerisinde kimi kurmayı, RTE herhangi bir konuya ilişkin negatif bir şey dille getirdiğinde hemen devreye girerek RTE’nin söylediklerinin öyle olmadığını, yanlış yorumlanmak istediğini, çarpıtıldığını söyleyerek yeniden herkesten bir beklenti yarattıklarına dönük bir taktik izlerler.
Şimdi RTE üstüne basa basa Akepe içerisinde yerini alan Kürt milletvekillerine “KÜRT SORUNU DEMEYİN” dediğini duyuyoruz. Yani Kürtlerin bir derdinin olduğundan söz açmayacaksınız.
“Kürt Sorunu Demeyin” demek tek kelimeyle dünyanın her yerinde faşizm için yapılan “kendisi dışında başkalarını kabul etmeme” olduğu apaçık ortadadır. Kürt Sorunu denilirse bu Kürtler var demektir. Kürtler var ise Kürtlerin hakları da vardır. Kürtlerin en temel doğuştan var olan haklarından bir tanesi kendi dillerinde eğitim görme haklarıdır. Yine en temel haklarından bir tanesi de kendi kendilerini yönetme haklarıdır. Ve tabii her halk gibi kendi bayrakları, kendi marşları hatta bugün içerisinde yaşadığımız dünyada Kendi Kaderini Tayin Etme hakkı diye bilinen ve de bağımsız devlet kurmaya kadar giden haklarıdır.
İşte RTE “KÜRT SORUNU DEMEYİN” derken bir halkı tümden yok saydığı, inkar ettiği gün gibi ortadadır. Bırakalım bir halkı inkar ettiği bu söylemiyle Kürtleri birey olarak bile kabul etmediği de ortadır.
Sözü uzatmadan, RTE’nin günün birinde Kürtlerin sorunlarının çözmek için kollarını sıvayacağı, bunun için fırsat kolladığını dile getirmek, buna inanmak, tek kelimeyle safdilliktir. Tek kelimeyle faşizme teslim olmak demektir.
“KÜRT SORUN DEMEYİN” demek yukarıda ifade ettiğimiz faşizm tanımını da aşarak karşıdakini bırakalım ötekileştirmeyi, karşıdakini tümden yok saymaktır ki bu Hitler’in Ausschwitz’te yüz binlerce Yahudi’ye yaptıklarından kat be kat daha ağır ve faşizan bir uygulama olduğu kesindir. En azından Hitler faşizmi Yahudileri soykırımdan geçirirken onlara “siz aşağı ırktasınız” diyerek bunu yapıyordu. Ne var ki RTE faşizminde soykırıma tabii tutulanlara “kardeşiz” diyerek tüm dünyanın, Kürtlerin gözünün içine baka baka, aldata aldata bu soykırımı uygulamaya koymaktadır.
Artık RTE’nin sadece milliyetçi oylara oynadığı safsatasını bir köşeye bırakarak adam akıllı demokrasi isteyen herkesin ama herkesin bu dört başı mamur faşizme karşı durmasının geç olmadan tam da zamanıdır.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Geçtiğimiz günlerde AP’de gerçekleşen Kürt Konferansına katılan gazeteci A. Akel; “özür”ün normları üzerine yaptığı görüş beyanı sonrasında başına gelenleri anlatarak, Kürt sorununda ve hususunda yaşanan evrimleri ve akıl tutulmalarına değinmişti.
Yine bundan yaklaşık 1 ay önce gösterime giren; “Ağlama Anne Güzel Yerdeyim” adlı belgeselde ise belirli çevrelerce, üstü kapatılmaya çalışılan bir gerçeğe farklı bir mercekten bakmaya çalışılmış, olayın üzerine örtülen “ölü toprağı”nı biraz aralama gayretine girmişti.
Tüm bunların yanında geçtiğimiz dönemde yaşananları hatırlatmaya bile gerek yok; “…daha ne istiyorsunuz?” gibi babalanmalar, “ölmeselerdi zaten tutuklanacaklardı” gibi sallamalar!
Konuya dair en son bomba ise savcıdan gelmiş; “34 kişi ölü ele geçirildi” gibi bir ibare kullanmıştı.
Oluşturulan araştırma komisyonları, yapılan ziyaretler, dökülen gözyaşlarına rağmen geçen bir yıllık süre içinde geldiğimiz yer de, en ufak bir değişim yok.
Alınan “gizlilik” kararıyla, süreci kurtarmaya çalışanlar bile isyan etti! Açıkçası buradan iş çıkmaz manasında söylemlerle, yapabileceklerinin sınırlarını da tüm kamuoyuna belirtmişlerdi.
Hazır gündemde “enfaal”in soykırım kararı olarak tanınmasının ardından, başka bir toprak parçasında ve günümüzde yaşanan bu soykırım hakkında söylenenler, yapılanlar ve insanların başına gelenler!
Hepsi tuhaf bir oyun gibi! Hatta oynayanların-oynamak istemeyenlerin dahi zorla içinde tutulduğu bu oyun…
O kadar geniş ve o kadar tutarsız ki bu oyun; ne gazeteciler duracağı yeri kestirebiliyor, ne sivil toplumları, ne de önde gelen entelektüel aydın takımı. Roboski gerçeği ve ortalıktaki görüntüler bakıldığında insanın aklına; Johan Huizinga geliyor. 1942’de Naziler tarafından rehin alınan Huizinga; “insanların tüm etkinliklerinin temelinde oyun vardır” diyor.
Huizinga; “Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde, Oyunu, özgür-kurmaca ve olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen ama yine de oyuncuyu tamamen özümleme yeteneğine sahip bir eylem olarak tanımlamak mümkün demektedir.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız temel noktalar ve Huizinga’nın oyun hakkındaki görüşlerini yan yana getirdiğinizde nasıl bir sonuca ulaşıyorsunuz?
En basit haliyle Kürtler üzerinde sergilenen her türlü saldırıların, efendileri tarafından bir oyunun kurmaca veya hayatın akışı içinde olağanlaştırması olmuyor mu?
Hatta bu oyunun kurallarını; toplumsal bir işleve dönüştürmek için müthiş bir çaba içinde olan egemenler, eli kanlı caniler birçok farklı kesime ve kişiye de saldırgan bir tutum içinde olmaktan çekinmiyorlar.
Bu oyunun içinde hatta merkezinde duran ise doğal olarak Erdoğan oluyor.
Erdoğan konu hakkında nerede durduğunu ve nasıl yaklaştığını daha önceki dönemlerde yaptığı açıklamalarla gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Aynı Erdoğan, bugün yine ve yeni oyunların içinde bulunmakta. Roboski konusunda tüm kesimlerin getirdiği eleştirilere, reflekslere aldırmayan Erdoğan ve AKP hükümeti, olayın baş sorumlularından bir generale, üstün hizmet madalyası verdi.
Huizinga’nın söylemlerine ve yaptığı belirlemelere baktığımızda ve bunları bugünün gerçeklerine uygulamaya çalıştığımızda; her şeyin basit bir oyun kurmacası olduğuna inanmamak için hiçbir neden yok!
34 insanı hatta çoğu çocuk denilecek yaşta olanları paramparça eden bir devletin, bırakın hesap vermeyi, yapanları açıktan bu şekilde ödüllendirdiği başka bir devlet yoktur! Dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir döneminde böyle bir saçmalığa rastlamak mümkün değildir.
Soruna yaklaşımımızda; burası türkiye olur böyle şeyler dersek, makus bir talihin başımıza getireceklerini her halükarda kabul etmiş oluruz.
Eğer bu şekilde değil de; Erdoğan gibi ya da onun minyatürü olmaya çalışan İ. N. Şahin gibi düşünürsek yine konu oyuna geliyor. Çünkü oyun; sadece insanlara özgü bir şey değil! Unutmayalım; HAYVANLARDA OYNAR!
Egemenlerin oyunu ile halkların evlatlarının acımasızca katledildiği ve geçmişin gölgesinde kalmayacak şekilde soykırımı ifade etmenin dışında hiçbir yaklaşım, roboski konusunda aydınlanmaya ve suçluların deşifre edilmesine hizmet etmeyecektir.
Bunun olmadığı bir zaman da ve mekan da; böylesi acımasız oyunlar ortaya konulacak, hayvanların söylemleri/kurmacaları hayatın akışıymış gibi sunulacaktır. Bazılarına madalya verilecek, madalya verenlerin kendilerine bir tasma alabilmesi için böylesi bir mücadelenin yürütülmesi ise kaçınılmaz olacaktır.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Şehitlerimizden elinizi çekin diyoruz. Onlar bizim geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimizdir. Onlar bizi bugünlere getirenlerimizdir. Onlar kendileri için tek bir şey istemeden canlarını, inandıkları değerler uğruna ortaya koyan yegana temsilcilerimizdir.
Bunun için şehitlerimize yaklaşımız bizim en temel değerlerimizden birisine yaklaşım olduğu için bizim bir kırmızıçizgimizdir.
Evet, onlar geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimizdir. Bunun için ağzınıza lafınızı alırken şehitlerimize dönük ise bu laflarınız iyi ölçüp iyi biçim söyleyeceksiniz, aksi taktirde kim olursanız olun, ne olursanız olun faturası size ağır gelecektir.
Şehitliğin ne olduğunu az çok bilmeniz gerekir. Kendi ülke toprakları işgal altındayken, başkası tarafında zulüm görmüşken, yok sayılmışken, onca hakarete uğramışken bu duruma karşı baş koymak, karşı koymak ve direnmek için gerekirse canını vermek tek kelimeyle şehitliktir. Bunun için kutsaldır böylesine can vermeler. Çünkü birey kendisi için bir şey istemez. Kendisi için bir beklentisi yok. Kendisi için hesap kitabı yoktur. Hele birde bu kadar güç dengesizliği söz konusu iken canını dişine takarak, kelle koltukta içerisine doğduğu toplumun değerlerini korumak için canını ortaya koymak herkesçe saygı uyandıran bir eylem biçimidir. Ve bu eylemin adı şehitliktir.
Bunun için diyoruz ki şehitlerimize karşı saygılı olacaksınız. Aksi taktirde yarın başınıza bilinmeyen bir yerde bilinmeyen bir şekilde bir şey gelir ise faturası sadece ve sadece size kesilecektir.
Faşist bir devlet sadece sadizmle sınırlı kalmıyor şehitlerimize de yöneliyor. Şehitlerimizin halkımız tarafında kaldırılmasına da izin verilmiyor. Kollarının kırılması yetmiyor, gözlerinin çıkarılması yetmiyor, kulaklarının kesilmesi yetmiyor, panzerler arkasında sürüklenmeleri yetmiyor, helikopterlerde atıldıkları yetmiyor, kimyasallarla param parça edildikleri yetmiyor, bu kez kendi topraklarına gömülmeye izin verilmiyor.
Şehitlerimiz ki: “ülkelerine sevdalı, insanıyla nişanlı ve toprağa düştüğünde nikahlanan”lardır. Hiç kimse bu sevdaya, hiç kimse bu gönül vermeye, hiç kimse bu kutsanmaya gölge düşüremez.
Bu şehitlerimiz hiç mi ama hiç bir şey istemeden, tümden sadece ve sadece en büyük özveride bulunarak canlarını ortaya koyanlardır. Öyle ki canlarını ortaya koyarlarken bile “Mezar taşıma borçlu yazın” diyecek kadar da yaptıklarının bırakalım karşılığını istemeyi özeleştiride bulunanlardır. Öyle ki “keşke canımdan daha fazla verecek bir şeyim olsun” diyecek kadar davaya inadına bağlı olanlardır.
Evet, şehitlerimiz dünümüz, bugünümüz ve yarınımızdır.
Kürt halkını anlamak istiyorsanız bu halkın şehitlerine nasıl sarıldığına bakacaksınız. Bu halkı orada göreceksiniz. Ve tabii ki şehidi anlamak istiyorsanız onun bu halkın yüreğinde nasıl bir yer edindiğini görerek yaklaşacaksınız.
Bu şehitler ki başkasının toprağını işgal ederek düşmemişlerdir, bu şehitler ki canlarını verirlerken tek bir maaş dertleri olmamıştır, bu şehitler ki içlerinde zırnık bir milliyetçilik olmamıştır, bu şehitler ki inandıkları değerler uğruna hiç mi ama hiçbir istemeden canlarını vermişlerdir.
Evet, bunları iyi bileceksiniz.
Ve bir şiirde dile geldiği gibi:
“Meçhul asker
Bir heyet gidince başka bir yere
Çelenk koyar meçhul askerin anıtına
Yarın şayet
Ülkeme gelir de öyle bir heyet
Sorarsa bana
“nerde meçhul asker anıtı” diye
“beyim” derim
“beyim”,
Kıyısında her arkın
Sekisinde her caminin
Kapısı önünde
Her evin
Her kilisenin
Her mağaranın
Kayalarında her dağın
Ve ağaçlarının üzerinde her bahçenin
Kürdistan’da
Gökyüzünün altında her yerde
Her karış toprak üzerinde
Çekinme!
Eğip başını hafifçe
Koyuver çelengini.”
Bu şehitlerimizin önünde yapacağınız ancak ve ancak saygı göstererek hafiften basışınızı eğere çelenk bırakmaktır. Aksisi size çok fazla zarar verecektir.
Mehmet Guyi
- Ayrıntılar
Bugünlerde Filistin çok gündemdedir. Özelde İsrail siyonizminin yüzlerce insanı katletmesiyle gündemdeyken en son BM’de “'üye olmayan gözlemci devlet' olarak tanınması ya da kabul edilmesiyle de gündeme geldi.
1948 yılından bu yana Filistinler BM tarafından parçalandıktan sonra bugüne kadar her zaman üvey evlat muamelesi görmüşlerdir. En son alınan kararla umarız bu durum biraz hafifler.
Filistin ile Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin tarihsel ilişkilerine hiç girmek bile istemiyoruz. Bir yoldaşımızın da belirttiği gibi, İsrail faşizmine karşı Arap halklarıyla kardeşliğimizi Lübnan’da verdiğimiz şehitlerle ortaya koyduk. O yıllara öncelikli olarak FKÖ’ye genelde Filistin’e karşı olupta İsrail yanında yer alanlar bugünlerde hiç bu durumlardan söz etmiyorlar. Onlar söz etmesinler biz söyleyeceklerimizi söyleyemeye devam edeceğiz.
Dünün Filistin karşıtları bugünün Filistin dostları olmuşlardır. Mahirlerin kaçırdıkları İsrail elçiliği esasta Filistin halkına karşı gösterilen yakınlıktı. Birde unutulmamalıdır ki Türkiye sol geleneğinde gelen tüm devrimcileri öncelikli olarak Filistin’de, Filistinli devrimcilerde eğitim almışlardır.
Başka bir deyimle Filistin ya da Palastina diyenler öncelikli olarak sosyalistlerdir. İki de bir Filistin direnişini öcü gibi gösterenler ise bugün Türkiye’de iktidarda ve onların etrafında konumlamış, yuvalanmış kesimler tarafından yapılmıştır.
Ancak tarihi ironilerle doludur. Dünün Filistin düşmanları bugün Filistin dostu olmuşlar! Dünün dostları ise güya düşman gösterilmeye çalışılıyorlar! Bu kadar pervasızlık sözün tam manasıyla ahlaksızlıktan öteye bir şeyi ifade etmemelidir.
Filistin çocukları 1987 intifada’sından bu yana direniyorlar. Ne kadar Filistin çocuk katledildi acaba? Mutlaka bunun bilançosu bir gün yapılacaktır. Buna olan inancımız tamdır.
Halen hatırlıyoruz Filistinli bir çocuğun göğsünü açarak İsrail askerine “vur” demesini. Kocaman harflerle de “WHY” diye sormasını da hatırlıyoruz.
Evet, biz her zaman Filistin çocuklarının yanında olduk. Çünkü onlar küçücük bedenleriyle, ellerinde taşlarla, ellerinde sapanlarla, ellerinde çatallarla, yer yer de ellerinde araba tekeri yakmak için çakmaklarla, Molotoflarla, yüzleri poşulu, çoğu zamanda Arafat’ın o meşhur kefiyesiyle yüzleri örtülü haldeyken gördük. Her zaman onlarla biraz gururlandık. Onurlandık. Başkalarının yapamadıklarını adeta Hz. İsa gibi tüm kesimlerin günahlarını omuzlarına sırtlayarak Golgatha tepesine çıkarak çarmıha gerilmesi gibi yapmalarına gururlandık.
Evet, o çocukların hepsi içimizde çıkaramadığımız sese ses oluyorlardı, haykıramadıklarımızı haykırır oldular, adaletsizliğe baş koyarak hepimizin içinde var olan isyancı damara basarak bizi biraz biz ediyordu.
Tok ve gür bir sesle: “Yaşasın özgürlük, yaşasın adalet, yaşasın eşitlik ve yaşasın haklı direnişimiz” diyerek göğüslerini panzerlere siper ederek yüreklerimizde ölümsüz yerlerini almışlardı.
Şimdi aynısını belki de çağın gerekleri, belki de düşmanın karakterinden kaynaklı Kürdistan’da çocuklar bu kez Filistin çocuklarından devraldıklarımızın daha fazlasını, daha fazla bir cesaretle ve daha az imkanlarla Kürdistan sokaklarında Kürdistan’ın Siyonistleri olan Kemalistlerine, yeni yetme Rus tarzı mafyacı olan sahte İslamcı ve Fettulahi polislerine, askerlerine, cümle cemaat ne kadar asimilasyon kurumu varsa hepsine karşı elde taşları, sopaları, Molotofları ve de yüzlerinde poşularıyla meydanlarda, sokaklarda en ön cephede direniş içerisindedirler.
Filistin’de bizim çocuklar taşlarıyla İsrail siyonizmine karşı dururken Akepe ve Fettulahilar tarafından fedai oluyor, Kürdistan’da ise aynısını dediğimiz gibi belki de daha fazlasını kemalizme, sahte devlet Müslümanlarına ve de Fettulah polis ve askerine karşı yaptığında ise terörist ve kandırılmış çocuk oluyor.
Evet, Filistin çocukları fedai ancak Kürt çocukları terörist ve öne sürülmüş çocuk!
Engin Sincer
- Ayrıntılar
Bir insanın nasıl yaşayacağına kimse karar veremez! Yine bir insanın yakınını, eşini, dostunu kısacası değer verdiği herhangi birini kaybettiğinde, onun cenazesini nasıl kaldıracağına da kimse karar veremez! Hele hele bir cenaze törenine kimin katılacağını, kimin katılmayacağını da kimse belirleyemez!
Bu konularda ve örneklerde herhangi bir sayı ölçüsünün ya da katılım yeter sayısının olmadığını herkes çok iyi bilmektedir. İslamiyet’te ne böyle bir ayet vardır, ne de böyle bir sure! Böylesine bir konu hakkında islamiyette ve Kur’an’da en ufak bir sünnet veya farz da yoktur.
Günümüzde bu konularda daha önce dünyanın herhangi bir yerinde eşi benzeri görülmemiş bir yaklaşım kürtlere dayatılmaktadır. Bugün bazı ABD takkeli sözde Müslümanlar, gerilla cenazelerine yönelik faşizmin uç sınırlarında seyreden yaklaşımlarla, Kürtlere ve onların değerlerine alçakça bir saldırı içerisindedirler. Sözüm ona bu kesimler kendi kıt akıllarıyla hareket ederek, kürtlere yönelik islami vecibelerle izahı olmayan fetvalar vermeye çalışmakta, hatta bunu dayatmaktadır.
Demek ki; Faşist AKP devleti ve onun azılı içişleri bakanına bağlı kolluk güçleri bugünlerde Amed’de kürt halkına yönelik yeni fetvalar vermeye çalışıyorlar. Hatta bunu aldıkları talimatlar doğrultusunda kesin bir uygulamaya dönüştürmeye çalışıyorlar. Öyle görülüyor ki; Erdoğan kendini Hilafetin temsilcisi görmekte, İdris Naim’de şeyhülislam olarak!
Bunu uygulamaya çalışanlar ya yaptıklarının farkında değiller, ya da 35 yıllık PKK gerçeğini anlamış değiller.
Faşist güçler ve İdris Naim’in emir erleri; Amed halkı şahsında Kürtlere şunu söylemektedirler;
Biz istediğimiz gibi öldürürüz! Her türlü hakareti yapar, cenazeleriyle oynarız. Hatta bununla da yetinmeyiz, gerekirse onların iç organlarını da alıp satarız. Yine bunun yanında kimyasal gazlarla onları tanınmayacak hale getiririz. Tüm bunların yanında siz bunları kitlesel bir şekilde gömemezsiniz!
Durumun ciddiyeti ve tutarsızlığı ortada!
Dini kurallara-vecibelerle alakasız olan bu yaklaşım ve kürtlere açıktan söylenen bu insanlık dışı uygulamalar karşısında kürt halkı da direnmekte!
Amed-Yeniköy’deki direnişi lokal bir destekle ele almamak gerekiyor, yani burada cenazeler önünde nöbet tutan halkın takındığı bu bilinçli tutum; cenaze sahiplerinin, bölge halkının da ötesine geçmektedir.
Burada devletin yaklaşımı ile kürtlerin direnişi kıyasıya bir çatışma içindedir.
Zaten görüntülere de yansıdığı şekliyle; gösterileri engellemeye çalışan bir emniyet amiri; “siz kürtleri temsil etmiyorsunuz” diyebilecek kadar, hayal dünyasında yaşıyor. Sanki ellerinde bir turnusol kağıdı var da, kimin kürtleri temsil edip/etmediğine karar vermeye çalışıyorlar.
Nereden bakılırsa bakılsın ucube olarak görünen bu yaklaşımların ve siyasi dayatmaların da, ipucunu aynı emniyet amiri sivri zekasıyla veriyor; “devlet gücünü göstermek zorundaymış”…
Orada yakınını kaybetmiş acılı bir anne ya da uzun zamandır görmediği çocukluk arkadaşının paramparça olmuş cesedi karşısında son görevini yapmaya çalışan bir dost; bu sözlere nasıl bir anlam yükleyebilir. İzahı olmayan bu salaklığın tutar tarafını kim açıklayabilir bu insanlara?
Hatta madalyonun diğer tarafına baktığımızda; hayatını kaybetmiş bir askerin cenaze töreninde meydanları/caddeleri bayraklarla donatanlar, tekbir nidalarıyla acıdan ziyade siyaseti paylaşanlar; kendine hak gördüklerinin tam tersi bir durumu niye başkalarına müstahak etmeye çalışıyorlar?
Eğer bu tuhaf durumu ve açmazı anlayan varsa, bu yazıyı okuyarak zamanını kaybetmesin! Ve anladığını tüm insanlığa açıklasın…
Durum farklı ise o zaman bu faşizmin sinir uçlarına yönelik, insanlık adına ve Müslümanlık adına bir mücadele için herkes, başta da tüm kürtler Amed-Yeniköy’deki yaklaşıma yönelik tavrını net bir şekilde ortaya koysun.
İsyanın insanlaştırdığı bir dönemde yapılabilecek en büyük hamle; görünüşte bu çarpıklığın, özünde Kürtleri sindirme politikalarının karşısında durması kadar doğal bir şey yoktur. Kendini hilafetin temsilî sananlar ile şeyhülislam sanan diğer zevatlara verilecek bir cevaptır bu yaklaşım…
Jan Ararat
- Ayrıntılar
“Asimilasyon kavramı uygarlık toplumlarında iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal grupların üzerine uyguladıkları ve kendi eki, uzantısı durumuna indirgemek için tek taraflı ilişki ve eylemini ifade eder.”
“Asimilasyonda esas olan iktidar ve sömürü mekanizmasına en az maliyetle köle oluşturmaktır. Asimile edilen grubun öz kimliği ve direnci dağıtılıp kırılarak hakim elit içinde hizmetlerine en uygun kölelerin derlendiği konuma düşülür. Burada asimile edilen köleye düşen temel işlev efendisine mutlak benzeşme, eki, uzantısı olma uğruna her tür çabayı göstererek kendini kanıtlamak ve böylelikle sistemde kendine yer yapmaktır.”
“Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek, efendilerinin kültürüne kendini en iyi adapte etmek tek seçenek olarak sunulmuştur.”
“Hakim elit, asimilasyon toplumuna bu kimliksizliği dayatmak için iki temel silah kullanır; birincisi çıplak fiziki zor’dur. En ufak isyan ve başkaldırıda imha kılıcı başında sallanmaktadır. İkincisi açlıkla, işsizlikle karşı karşıya bırakmaktır.”
“Eğer kültürel kimliğinde ısrar eder, dilediğim gibi bir hizmetçi olmazsan başın gider, aç kalırsın!”
“Mekanizma sadece ezilen etnik topluluk ve halklar üzerinden uygulanmaz; hakim elitin mensubu olduğu ulusun farklı etnik grupları ve ezilen sınıfları da asimilasyon paylarını alırlar.”
“Kürt kişiliği ne kadar yetenekli olursa olsun hakim ulus-devletin her türlü kültür politikalarını gönüllü benimsemedikçe kişisel ve kurumsal gelişmesinin önünde tüm kapılar bir bir kapanır. Ya gönüllü teslimiyeti seçip Cumhurbaşkanı olmaya kadar kapıların kendisine açıldığını görecek ya da teslim olmayıp direnişi seçtiğinde soykırıma kadar başına gelebilecek her türlü belaya, felakete katlanmayı bilecektir.”
Yukarıda dile getirenlere itiraz eden varsa bir adım öne gelsin, yok, eğer itirazı yok ise o zaman hemen şimdi asimilasyon politikalarının tümüne karşı çıksın, karşı dursun.
Assimalasyon politikalarını savunanlar “bakın cumhurbaşkanı, bakan, milletvekili, doktor, polis, asker vb. olabiliyorsunuz, daha ne istiyorsunuz, assimalisyon bunun neresindedir” gibi veriler öne sürüyorlar.
Doğru cumhurbaşkanı olabilirsiniz ancak Özal ya da İsmet İnönü gibi o da Kürtlere karşı savaşın koordinesini yaparak Kürt olabilirsiniz.
Askerde olabilirsiniz ancak Haydar Saltuk gibi 12 Eylüllerde milyonlarca kürdü işkencelerde geçirerek.
Bakanda olabilirsiniz Hüseyin Çelik gibi en çok Kürt düşmanlığı yaparak.
Hatta CHP gibi neredeyse milliyetçi ve ırkçı bir partinin başına da getirilebilirsiniz Kılıçdaroğlu gibi ancak Aleviliğini, Kürtlüğünü ret ederek ve de CHP’nin yaptığı katliamları sahiplenerek.
Evet, Kürt olabilirsiniz ancak devletin kürdü olabilirsiniz. Kürdün kürdü olamazsınız. Kürdün kürdü olduğunuzda başınız Seyit Rızalar gibi sallanır, Şex Saitleri gibi idam sehpalarında bulursunuz kendinizi.
Asimilasyon işte bu gerçekliktir, kendi olamama gerçekliği. Ancak Kürtler artık kendileri olmak istiyor bunun için diyoruz ki tüm asimilasyon kurumlarınızı geri çekin. Başta okullarınızı geri çekin. Başta henüz yavru iken çocuklarımıza kendi dilinizi öğretmekten vazgeçin.
Dün öğretmenler günüydü bunun için özelde de küçücük Kürt çocuklarına Türkçeyi zoraki öğreterek o çocukların ruhsal sağlığın bozmada katkıları olan öğretmenler ellerini vicdanlarına vererek biraz düşünmelidir. Başka insanlara kendi dilini zoraki öğretmenin ne anlama geldiğini bir an önce düşünmelidirler.
Düşünsünler ki birileri onların çocuklarını alıyor ve başkalarının dilini zoraki öğretirlerken onun anadiliyle hakaret ediyorlar, konuşmasına izin vermeyerek henüz bir yavru iken kişilik bozukluklarına yol açıyorlar.
Evet, özelde öğretmenler bu durumu düşünmelidirler. O zaman Kürdistan’da Türkçe öğreten okulların bulunup bulunmaması gerektiğine kendileri karar versinler.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Akepe yandaş basını açısından son günlerin en önemli açıklaması: “silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözlerini söyleyen RTE’ye aittir.
Nasıl olsa toplum tamamen balık hafızalıdır, bunun için RTE ve onu takip eden tüm siyasetçi ve yandaş medyası ne derse hemen üzerine atlarlar.
“Silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" açıklamasının yeni bir müzakere, tartışma süreci olduğu, en önemlisi de iktidarın ne kadar da barışın peşinden koştuğunun sözleri olduğunu dillendiren dillendirene. Ve artık bunlara göre iktidar söylediğini söylemiştir yani top artık özgürlük mücadelesi verenlerin sahasına düşmüştür. Yani artık PKK bir şeyler söylemelidir, tabii en iyisi de “evet” diyerek bu işi sonlandırmalıdır. Ne de olsa artık iktidar daha doğrusu dünyanın en demagog iktidarı söyleyeceğini söylemiştir.
“Silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözleri güya yeni sözlerdir. Halbuki bu sözlerinin hiç yeni bir yanı yoktur. Tam tersine bu sözler esasta güvenlikçi politikalar diye bilinen ve özelde de 1990’larda Tansu Çiller ve Doğan Güreş’in Kürt halkına karşı yürüttükleri faşizan politikalardır. Başka bir deyimle Kürtler teslim olacaklardır, Kürtler pişman olacaklardır. Kürtler devletten özür dileyeceklerdir. Ve Kürtlere biz ne verirsek onunla yetineceklerdir. Temel mantık budur. Ve bugünde bu mantık aynen sürüyor.
Tansu Çiller ile Doğan Güreş’te “silahları bırakın ve TC devletinin adaletine teslim olun” diyorlardı.
TC devletinin yargısının ne kadar adaletli olduğunu en iyi RTE bilir. Bir şiir okumakla ne hale geldiğini bizatihi yaşayarak görmüştür. Yine yüzlerce, binlerce dürüst Müslüman kendi inançları için ne hale getirildiklerini ve bu yargının elinden neler çektikleri iyi bilirler. Yine kendi cumhurbaşkanını zehirle öldürecek kadar gözü dönmüş olan bir devlet olarakta ne kadarda hukuka bağlı olduğunu göstermiştir. Ordusunun generallerinin içeride yüzde 25, rektörleri içerde, akademisyeni içerde, hukukçusu içerde ve bunların tümü hukuku çiğnedikleri için içerde oldukları söyleniyor.
Gerçekler bu kadar çıplak olarak ortadayken Kürtler silah bırakacak ve gelip teslim olacaklardır.
O zaman RTE’nin sözlerini nasıl yorumlayacağız?
2012 yılında Kürdistan gerillası çok sert bir direniş gösterdi. Bu direniş sonucunda TC devleti özelde de Akepe iktidarı çok sıkıştır. Gerilla direnişinin yanında birde Kürtler Suriye’de kendi demokratik özerkliklerini inşa etmek için önemli başarılar elde ettiler. Tüm bunlar yaşanırken Ortadoğu’da Akepe’nin en derin stratejisinin derin stratejisi iflas ederek “komşularla sıfır sorun politikası”ndan “herkesle tam sorun politikası” yaşandı. Başka bir deyimle Akepe’nin tüm planları alt üst olduğu gibi uluslar arası güçlerinin neme nem bir taşeronu olduğu açığa çıktı. Buna birde zindan direnişleri de eklenince tamamen sıkışmış, daralmış, işlevsiz hale getirilmiş bir iktidar gerçekliği ortaya çıkmıştır.
İşte “silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözleri en iyi ihtimalle bu sıkışıklığı aşmanın bir çıkışıdır.
Ancak bizce bu ihtimal çok düşük bir ihtimaldir. Asıl olan ortamı yumuşatma yerine kış şartlarının da giderek kendisini hissettirmesinden dolayı yeniden savaşçı politikalara sarılmadır.
Boşuna derin devletin en derin kişisi olan Beşir Atalay:
“Silah bırakmayı hedeflemeyen bir görüşme bundan sonra verim getirmez”
“Bunların bir kısmı başka ülkelere gidebilir.”
“Esasen bu konuda bizim başlattığımız çalışmalar vardı. Şu an mevzuatımızın içinde var. ‘Eve Dönüş’le ilgili orada hükümlerimiz var. Bizzat teröre karışmamış olanların eve dönüşüyle ilgili. Bunun dışında kalanlar veya terör örgütünün ön planındaki kişilerin geleceğiyle ilgili bugüne kadar değişik değerlendirmeler” dir.
Yukarıda söylenenlerden çıkarılacak tek bir sonuç vardır, o da “ya teslim olurlar ya da savaş kliği güvenlikçi politikalarımızı sürdürürüz”dür. Başkada “silah bırakarak başka ülkeye gidebilirler" sözlerinden çıkarılacak bir sonuç yoktur.
K. NUDA
- Ayrıntılar