İlk bakışta bile insanın içinde tepki ve öfke uyandırmayı sağlayan bir kavram. İtici, nefret uyandırıcı özelliklere sahip. Samimiyet insan ve toplum yaşamında ne kadar çekici ve birleştirici bir öneme sahipse, samimiyetsizlik de o kadar uzaklaştırıcı ve parçalayıcı karakter arzediyor. Dolayısıyla yaşamda herkes samimi olmak veya samimiyetlerle karşılaşmak isterken, aynı oranda samimiyetsizlikten de kaçıyor.
Samimiyet ya da tersi olarak samimiyetsizlik son günlerde Türkiye siyasetinin kilit kavramı haline gelmiş durumda. Neredeyse herkes birbirinin samimiyetini test ediyor ve karşıtını ucuz yoldan samimiyetsizlikle suçluyor. Toplum yaşamında değerli bir kavram olduğu için, iktidarcı siyasetin de ucuz suçlama aracına dönüşüyor.
Eskiden bu kavram iktidarcı siyasetin kendi içinde toplumu kandırma ve rakibi kolay mat etme aracı olarak kullanılırdı. AKP, CHP, MHP arasında sık sık atışma aracı olurdu. Şimdi demokratik güçler de bu durumun içine çekilmeye çalışılıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, TV ekranlarından, yani milletin gözüne baka baka PKK’yi “Samimiyetsiz olmak”la suçluyor. Oslo ve İmralı görüşmelerinin “İletişimdeki samimiyetsizlik” nedeniyle kesildiğini söylüyor. Buna karşılık BDP yöneticileri, AKP’yi, “Eğer samimi ise” ortak çalışmaya çağırıyor. Siyasi güçler birbirini samimiyet üzerinden test ediyor.
Samimiyet, insan ve toplum yaşamının çok önemli ve vazgeçilmez bir kavramı. Doğruluğu, dürüstlüğü, sözüne güvenilirliği, onurluluğu temsil ediyor. Toplumu var eden temel kavramlardan biri oluyor. Temel bir politik ve ahlâki toplum karakteri olarak işlev görüyor. Bu bakımdan demokrasi ile de ilişkili. Demokratik toplum ve demokratik siyaseti var eden temel karakterlerden biri.
Bu açıdan toplum ve demokratik siyasetin iç yaşamında samimiyeti ve samimiyetsizliği kullanması doğal. İç dokusunu samimiyet üzerine kurarken, buna aykırı davranışları da “Samimiyetsizlik” olarak suçlaması anlaşılır. Fakat tepeden tırnağa çıplak çıkarın buz gibi yüzünü yansıtan iktidarcı siyasetin samimiyet kavramına sarılması ve karşıtlarını samimiyetsizlikle suçlaması anlaşılmazdır. Hele hele sonuna kadar faydacı ve pragmatist olan, her şeyi kendi çıkarına göre ayarlayan AKP’nin şimdi “Samimiyet” kavramına sarılması ve içine düştüğü çıkmazdan bu kavrama tutunarak çıkmaya çalışması hiç anlaşılmazdır. Tümüyle toplumu kandırmaya dönük ucuz bir suçlama olduğu hemen sırıtmaktadır.
Öncelikle şunu netleştirmek gerekiyor: Oslo ve İmralı görüşmelerini sonlandıran samimiyetsizlik midir? İkinci olarak buna şunu eklemek gerekiyor: Eğer böyle ise, o zaman samimiyetsiz olan kimdir?
Yukarda netçe belirttim: Samimiyet ve samimiyetsizlik insan ve toplum yaşamı ve varoluşu açısından çok önemli bir kavram. Demokratik toplum ve demokratik siyaset bunun üzerinde şekilleniyor. Fakat her şeyi çıkar olan, sömürü ve soyguna dayanan iktidarcı siyasetin, temel bir ahlâki toplum kavramı olan samimiyet üzerinde var olamayacağı açık. Samimiyetin içeriği ile iktidarcı siyasetin karakteri birbirine tamamıyla karşıt.
Bu nedenle bir arada var olamazlar. İktidarcı siyaset, doğası gereği, samimiyete değil, samimiyetsizliğe dayanır. Daha doğrusu, burada bu tür kavramlara yer yoktur. Burada çıkarcılık, sömürü, soygun, işbitirme, dolayısıyla yalan, aldatma, demagoji vardır ve bunlar birer marifettir. İktidarcı siyaset, en hafifinden bir ticarettir. Yani “Ver gülüm, al gülüm” sistemi. Gerçekte ise yalan ve hileye dayalı sömürü ve soygun esastır.
Onun için iktidarcı siyasette işler samimiyet üzerinden yapılmaz, ilişkiler samimiyet üzerinden kurulmaz. En kısa deyimle, karşılıklı çıkar ve her türlü güç üzerinden kurulur. Gücü olan istediğini yapar ve yaptırır. Gücü olmayan da buna boyun eğer. Yok eğer karşılıklı güçler varsa, o zaman da “Ver gülüm, al gülüm” olur. Yani taraflar biraz vererek biraz da almaya çalışır. Siyaset yapmak ya da müzakere denen şey bunu ifade ediyor. Burada da duyarlı ve sıkı davranmak marifet sayılıyor.
Şimdi Kürt sorunu gibi TC Devletinin inkâr ve imha siyaseti uyguladığı, yani sömürgeci ve soykırımcı olduğu bir olay da işler samimiyet üzerinden yürüyebilir mi? Belliki hayır! Samimiyet demokratik kişiliğin ve demokratik siyasetin bir karakteridir. Her şeyin faşist-sömürgeci çıplak zorla yürütüldüğü bir yerde bunların esamesi bile okunmaz. Burda her şey karşılıklı pazarlıkla yürüyebilir ancak. O da Kürtler pazarlık yapacak güce sahip olursa mümkün olur.
Geçmişi hatırlarsak, Oslo ve İmralı görüşmelerinin sonuna doğru ve görüşmeler kesildikten sonra PKK sözcülerinin sık sık “Güven” ve “Samimiyet” sözcüklerini kullandıklarını görürüz. Örneğin, PKK ateşkesleri uzatırken bazen “Güven verici adımlar atılmasını” bir şart olarak ileri sürüyordu. Basında yayınlanan belgelere göre, Oslo’da da en çok tartışılan konulardan biri “Güven sorunu” olmuş. Özellikle Kürt tarafının güvensizliği gündeme gelmiş. Görüşmeler kesilip çatışmalar başladığında da PKK tarafı, bu durumun nedeni olarak “AKP’nin hile, oyun, oyalama ve aldatma tutumu”nu, yani samimiyetsizliğini göstermiş.
PKK’nin güven ve samimiyetten söz etmesi anlaşılırdır. Çünkü bunlara dayalı siyaset yapıyor. Kendisi bunlara dayandığı için, herkesi de bunlara dayanıyor sanıyor. PKK’nin bu çocukça yaklaşımları, iktidarcı siyasetin buz gibi çıkar ilişkilerini kavramayışı, o zaman bazı çevrelerce biraz da alaya alınarak eleştirilmişti. “PKK gerçeklerden uzak” demişti. PKK’nin “Güven ve samimiyet” konusunu gündeme getirmesi anlamsız ve değersiz bulunmuştu.
Şimdi AKP yöneticileri “Samimiyetten” söz ediyor. PKK’yi “Samimiyetsizlikle” suçluyor. Görüşmelerin “Samimiyet eksikliğinden kesildiğini” söylüyor. PKK’nin geçmişte AKP için söylediklerini, şimdi AKP’liler PKK için söylüyor. Neden acaba? Başta PKK’nin sözlerini hiç duymayan AKP, ne oldu ki şimdi kendisi aynı sözleri söylüyor? Her şeyden önce bunu anlamak gerekiyor.
Oslo ve İmralı görüşmeleri kesildikten sonraki gelişmeler işte bu kadar önemli değişiklikler ortaya çıkarmış bulunuyor. Yani AKP’yi, görüşmeler kesilmesin diye çabalayan PKK’nin durumuna getirmiş oluyor. Peki bunu ne sağladı? Belliki bir yılı aşkın süredir gelişen direniş! Kürt halkının Önderliği, demokratik siyaseti ve gerillasıyla yürüttüğü ölüm-kalım direnişi! Bu direnişin ortaya çıkardığı güç! Derler ya, çelik çeliği sökermiş. AKP’nin taptığı ve her şeyini bağladığı güç, kendisine karşı olarak Kürtler tarafından ortaya çıkarılınca AKP işte bu noktaya geldi. Bunu iyi anlamak lazım.
Diğer yandan AKP’nin demagojik karakterini bilmek ve aldanmamak lazım. Oslo ve İmralı görüşmelerini AKP kesti. Zaten bunu kelimeler arasında Tayyip Erdoğan da söylüyor. Hem de Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ve PKK’nin büyük çabalarına rağmen. İnanmayanlar için belirtelim, belgeler ortada. İmralı’da yürütülen görüşmeler sonucunda hazırlanan “Protokollar”ı artık herkes biliyor. Bunları PKK kabul etti, ama AKP etmedi. 12 Haziran seçimi ardından PKK’yi şiddetle yok edebileceğini sandı.
Şimdi sonuçlar ortada: PKK’yi yok etmeyi hedefleyen AKP, şimdi kendisi çıkmaz ve çözümsüzlük içine düşmüş durumda. Bunun sonucudur ki, yeniden “Görüşme olabileceği”nden söz ediyor. Önce de samimiyetsizdi, şimdi de samimiyetsizlik yapıyor. İçine düştüğü zor durumdan, bu yolla kendini çıkarmaya çalışıyor.
Fakat Kürt halkı artık çok bilinçli ve örgütlü. AKP’nin demagojileri ve samimiyetsiz, ikiyüzlü tutumları karşısında da kendisini eğitti. O nedenle Kürtleri aldatmak artık çok zor. Eğer yeniden buna yöneliyorsa, AKP bu gerçeği iyi görsün. Kürtler AKP oyunlarını bozmaya devam edecek!..
Selahattin ERDEM
- Ayrıntılar
TC devletinin sadece ve sadece yalan üzerine kurulu olduğunu hep söyledik. Ancak TC devleti tarihinde yalanların en sunturlusunu atan ise hiç şüphe yoktur ki RTE’dir. Öyle ki yalanları kuyrukludur. Böyle olunca her söylediği yalan henüz yadsıya kadar gitmeden açığa çıkıyor.
Evet, TC devleti gerçekten de yalanlar üzerine kurulmuştur. Yalanlarının en meşhur olan Sakarya Zaferidir. Yani hep 30 ağustos günlerinde kutlanan Zafer bayramlarının tarihte karşılığı yoktur. Sanal bir zafer icat ederek sözde Türk ve Türkiye halkları işgalcilere karşı motive edilmeye çalışılmıştır. Sonuç alındığı ise arada 90 yıl geçmesine rağmen halen bu günün bir Zafer bayramı olarak kutlanmasında görüyoruz. Benzer bir yalan da Sarıkamış seferinde Enver Paşa tarafında ölüme gönderilen yaklaşık 100 bin askerin katledilişini bugünlerde bir zafer olarak kutlamalarıdır.
Evet, TC devleti böyle binlerce yalan üzerine kurulmuştur. Yalan söyleme bunun için TC devletinde siyaset yapanların da bir karakteri haline gelmiştir. Siyaset sahnesine atılan, yalanın en iyisini atması gerekir ki siyaset yapabilsin. Nitekim toplumda, siyaset derken yalan sanatını aklına getiriyor. “Palavracı” sözü en çok siyasetle uğraşanlar için söyleniyor.
Halbuki siyaset kutsal bir eylem biçimidir. Siyaset: "tartışabilmek" demektir; sorunları konuşarak çözmek, kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset "iletişim" demektir... Siyaset bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar ve yasalar çerçevesinde karşı karşıya gelmeleri "birbirlerini etkileyerek, birbirlerinden beslenerek, birbirlerini çürüterek", kararlara zemin oluşturması demektir. Siyaset, farklı kesim ve talepler arasındaki fikir alışverişinin ve ortak payda arayışının tek vasıtası olan "düşünce özgürlüğü" demektir. Tartışmanın, konuşmanın, düşünce özgürlüğünün bittiği yerde siyaset de biter, anlamını yitirir.”
“Siyaset tam da böyle bir şeydir. Ele geçen fırsatı değerlendirme sanatı. Toplumun birikmiş sorunlarına yeni dil kazandırma, yeni ufuklar ilham etme.” Yani: ““bugünkü ve gelecekteki kararlara yön verebilmek için birçok alternatif arasından seçilen belirli bir yol veya davranış tarzı” veya “genel amaçlar ve kabul edilebilir yöntemleri kapsayan uzun süreli genel bir plan.”
Şimdi siyaset bu olurken yani bir nevi kutsal bir çalışma olurken Türkiye’de özelde de son dönemin en ileri düzeyindeki Zübük kişiliği olan RTE bu sanatı tümden bir yalan üzerine kuruyor.
Hatırlayanlar bilir, birkaç gün önceydi, RTE, Cedide Abalıoğlu Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde, yaptığı bir konuşmada, “Hakkari valiliğimiz de açıkladı, sadece son 10 gün içinde 123 terörist etkisiz hale getirildi. Şubat ve Ağustos ayları arasında 373 terörist etkisiz hale getirildi. Son bir ay içinde toplamda 500 terörist etkisiz hale getirildi” demişti.
Kendilerince bu yalan sözler Türkiye toplumlarının -ki egemenlere göre balık hafızalı oldukları için –bir müddet uyutmasını bildikleri için rollerini oynamışlardır. Ne de olsa Türkiye toplumlarının hafızaları onlara göre 15 saniye sonra unutmaya yüz tutan bir hafızadır.
Evet, böyle olduğu için arada bir müddet geçtikten sonra bu kez 26 Eylül günü ekranlarda:
"2012 yılı itibari ile olay sayısı bin 926, toplam şehit ise 144, asker 107, polis 24, köy korucusu 13 şehit, ölen terörist sayısı 239”dır diyebiliyor.
Evet, insan yalan söyler de bu kadar mı söyler. “Son bir ay içinde toplamda 500 terörist etkisiz hale getirildi” nerede, “2012 yılı itibari ile 239” nerede.
Ve tabii tümden yalanlar üzerine kurulu olan bir sistemin ordusu ve genelkurmay başkanının da yapacağı sadece ve sadece yalan söylemek ve yalan üretmek olacağı da açıktır. Hatırlayanlar bilir 11 Eylül TSK’nin yaptığı açıklamaya göre Genelkurmay Başkanlığı, “son 5 ayda 373 terörist etkisiz hale getirildi” demişti.
Evet, bu kadar yalan yetmemiş olmalıdır ki: “Toplam 10 gün süren operasyon sonucunda 137 terörist öldürüldü, 1 terörist yakalandı. Bu sayının bölgedeki teröristlerin yüzde 60’ı olduğu belirtildi. Uydulardan ve hava keşif araçlarından alınan görüntülere göre Kuzey Irak’taki örgüt mezarlıklarında açılan mezar sayısında da artış tespit edildi.”
Bu kadar yalan gerçekten de fazladır. Haydi, anladık sizler toplumları balık hafızalı biliyorsunuz, ona inanıyorsunuz. Öyle de toplumlara yaklaşıyoruz. Ancak yine de attığınız yalanların bir ölçüsü olması gerekmez mi? Yalanları atarken biraz desteklere ihtiyaç duyulmaz mı? Ne bilelim hani diyorlar ya “Minareyi çalan kılıfını uydurur” misali, yalan atarken hiç mi kılıflarını hazırlamayı düşünmezsiniz?
Siyasetle uğraşıyorsunuz, toplumların sorunlarını çözmek için başa gelmişsiniz. Halk size bunun için oy vermiştir. Halkı günlük olarak haşlanan kurbağa misali derece derece suyun ısısını yükselterek bu halkın tüm reflekslerini öldürdünüz. Bu halkın yalanlarınıza inanmasına ve yalanlara karşı duyarsız olmasına götürdünüz.
Unutmayın ki halklara verdiğiniz bu zararla insanlık adına büyük bir suç işlemiş oluyorsunuz. Çünkü sizler bu yalan siyasetinizle halkların duygularıyla ve karakteriyle oynamış oluyorsunuz. Ki bu asla ama asla af edilecek bir suç olamaz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
Gündemin temel iki konusu var; biri bölgedeki mücadele-çatışmalar, diğeri de balyoz davasının sonuçları… Yargılamanın sonucunda hem tutuklu olanlar, hem de tutuksuz yargılananların aldığı ceza, birçok çevre için şok etkisi yarattı.
Konu hakkında uzun boylu değerlendirmeye ya da kılı kırk yaran detaylara girmeye gerek yok… Zaten ortalıkta bunu bol bol yapan var, konu hakkında hem sakala göre, hem de bıyığa göre değerlendirme yapanlar çoktur! Alınan cezalar ve uygulanan yargılama sürecinin karakteri ve içeriği bizim konumuzun dışında kalıyor…
Önemli olan bu konuyla dolaylı bağlantısı olan ise gündemin diğer konusu olmaktadır. Yani bölge de yaşanan çatışmalar ve ortaya çıkan stratejist bozuntuları eşliğinde, AKP’nin yeni dönem politikaları! Bazı kesimlerin dediği gibi bu çatışmayı kimin çıkardığını aramak ya da Oslo’da kimin masaya tekme attığını aramak, şu an için çatışmalarda ve yaşanan can kayıplarında herhangi bir değişikliğe neden olmayacaktır…
Bu durum anlaşıldığı kadarıyla ebed olmasa da, belli bir süre daha devam edeceğe benzemektedir…
İşte burada doğal olarak konunun önemi ve yeni hüviyeti biraz da olsa irdelenmeyi hak etmektedir…
Ulusalcıların dediği gibi askerlerin cezaevine gönderilmeleri ardından yeni dönemde, özellikle bölgedeki operasyonlarda generallerin devreye girmesi ne anlama gelmektedir? Yine bunun yanında; askerlerin ne gibi sorunu var ki, artık generaller eylemleri yürütmeye çalışmakta!
Sadece bu konu üzerinden bile anlamaktayız ki, ordu artık AKP’nin siyasi konsomatrisi olmuş durumda… Bazı emekli ve muvazzaf generallerin mahpusu boylamalarının ardından AKP’nin gözüne girme derdi içinde Kimyasal Özel ve ekibi soluğu operasyon alanlarında almaya başladı…
Tabi sadece mesele AKP’nin gözüne girmek değil!
Aynı zamanda “gariban halk çocuğu” söylemli siyasete de malzeme vermemek için generaller kendilerini göstermelik de olsa operasyon alanlarına inmeye mecburi hissediyor. Daha geçtiğimiz hafta onlarca cenaze yerden kalktığı için yüksek tansiyonu düşürme adına girişilen beyhude bir çabadır aslında bu generallerin yaptığı. Aksi halde ortada bir kabiliyet ya da üstün başarının temel bir kuralı olarak gerçekleştirilmek istenen bir durum yoktur.
Generallerin bu hareketlerinin belki de en önemlisi; askere moral vermek ve onları savaşmaya ikna etmektir. Bunun da ordunun değil, daha çok AKP’nin bir isteği olarak görmek ve okumak gerekir.
Siyasi iradenin bu konuda gözü dönmüşlüğü karşısında konsomatris konumdaki ordunun yapabileceği pek fazla da bir şey yok! Tipik bir müşteri memnuniyeti, kadeh tokuşturma işte…
Yaşanan bu durumun yeniliği veya getireceği herhangi bir siyasi sonuç olur mu diye sorulursa; aklı olan herkesin vereceği cevap elbette “hayır” olacaktır…
Belki AKP’nin kana susamışlığına, kamuoyunun yüksek tansiyonuna ve bazı çevrelerin artık gizlemedikleri rahatsızlıkları karşısında belki bir nebze de olsa bir şeyleri değiştiriyormuş gibi bir manzara ortaya çıkartabilir.
Ama özünde; daha köklü bir sorunu da beraberinde getirecektir! Bu anlamıyla da ordunun bu dönemden itibaren herhangi bir saygınlığı ve prestijinin olduğunu söylemek neredeyse imkansızdır. Çünkü yapması gerekenlerin çok dışında bir pratiğin içine girmiş ve bu durumdan önüne atılanla yetinmeyi öğrenmiştir…
Bazı liberallerin “siyasetteki vesayetinden” duyduğu rahatsızlığı kalmamıştır artık ordunun. Bunun yerine ordu siyasi vesayetin hizmetinde basit bir emir eri olmuştur…
Böyle bir ordu gerçeğinin başarılı olabileceğini düşünmek, hele hele “kandil’e bayrak dikmesini” telaffuz etmek en amiyane tabirle işgüzarlık olmaktadır.
Balyozcuları “!” mahpusa gönderen siyasi vesayetin baronları, ordunun geri kalanını da peyderpey operasyon alanına sürmektedir… Bu haliyle de; AKP’nin bugünün ordusuyla olan ilişkisini gözden geçirmek ve tartışmak durumun aciliyetini de gözler önüne sermektedir…
Sanıldığının aksine ordunun büyük bir çoğunluğu, yaşanan çatışmalara ve süre giden bu şiddet iklimine karşıdır. Zaten bundan dolayı koordineli mücadele denilen bir zırtapozluğu AKP icat etmiş ve onunla sonuç almaya çalışmıştır. Polisi, özel harekatçısı, jandarmayı, bahriyelileri de çatışmaların içine çekmekten çekinmemiştir. Her ne kadar oluşturulan bu konsepte başarısız olsa da, ordu’da AKP’nin bu gözü dönmüşlüğü karşısında ayak diretenler, müebbet cezalarla/18 yıllarla cezaevlerine atılırken, dışarıda kalan embesil takımıysa AKP’ye şirin görünmek ve onun hışmından kaçınmak için soluğu operasyon meydanında almıştır…
Anlaşılan yakın gelecekte; çatışmalarda can veren generallerin cenazeleri ile yüzleşmek kaçınılmaz olacaktır. Bu işin tabiatında bu var; içeri atılanlar oltu taşlarından hediyelik eşyalar-tespihler yapacakken, dışarıda duranların elleri armut mu toplayacak? Elbette onlar da operasyonlara çıkacak! Hem boşuna mı dedi Erdoğan; “terörle mücadele, boğazda keyif çatmaya benzemez” diye…
Toprak Cemgil
- Ayrıntılar
Türkiye devletinin askeri güçleri ve güvenlik güçleri kadar insanlığa karşı suç işleyen az güvenlik gücü vardır. Dünyanın neresine giderseniz gidin askeri güçler kendiişlerini kendileri yapar. Kendiişlerini başkalarına yaptırmazlar. Hele hele sivillere hiç yaptırmazlar. Nedeni açıktır: askerlik ciddi bir iştir.
Askerlik ciddi bir iş olduğu için bu işe siviller karıştırılmaz, bulaştırılmaz. Hele hele bir yerde savaş yaşanıyorsa orada siviller hiç mi hiç bu işe bulaştırılmaz. Bunun da nedeni açıktır: savaşa sivillerin bulaştırılması uluslar arası sözleşmelere göre suçtur.
TC devleti sıkça Kürdistan özgürlük gerillasını “kalleş” olmakla itham ediyor. Kalleşliği: “Sözünde durmayıp bir işin yüzüstü kalmasına yol açan; birine gizlice kötülük eden” manasında kullanabiliriz. Yani güya gerilla TC devletine gizlice kötülük ediyor.
Halbuki bizler bir savaşın tam ortasındayız. Savaş ise bir hile sanatı olarak biliniyor. Bunu Hz. Muhammed peygamberimiz bile söylemiştir. Yani hileyi savaş içerisinde kullana bilirsin. Hatta savaşın kendisi bir nevi kurnazlık, zekada kıvraklık ve de inisiyatif olayı olarak ele alınıyor. Savaşın kendisi budur.
Ancak Türk egemenleri tarihte Kürtleri hep istedikleri gibi kullanabildikleri, kandırabildikleri için Kürtler az bir şey kandırılma dışına çıktılar mı hemen “kalleş” oluyorlar.
Kürtler feodal bir toplum olarak biliniyorlar. Birde neolitik değerlerin yaratıcıları olarak biliniyorlar. Feodalizmde savaş meydanında “erlik” vardır. Hani “er meydanı” diyorlar ya. Ahmet Arif’in belirttiği: “Teke tek dövüştü yenilmediler” tespiti feodal çağlardaki kahramanlık gerçekliğidir. Ancak Köroğlu bu yiğitlik tarzının “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözüyle bu zamanın, yani feodal dönemdeki mertliğin geçtiğini yıllar önce söylemişti. Yani teke tek dövüşü kılıçlarla, süngülerle, hançerlerle yapabilirdin, ancak top ve tüfeğin olduğu bir yüzyılda böyle bir savaş tarzı sadece ve sadece Donkişotluk olduğu açıktır. Ve birde dediğimiz gibi Kürtler neolitik değerlerin yaratıcıları olarak hep temiz ve saf kalmışlardır. Başka bir deyimle kurnazlar, Kürtleri hep kandırmasını bilmişlerdir.
İşte şimdi Kürtler er meydanına feodal çağlardaki gibi çıkmıyor. Yine saflığını politik bilince dönüştürerek hemen kandırılmıyor. Bu durumu ise TC devleti yetkilileri ve sözde siyasetçileri “kalleşlik” olarak ele alıyorlar. Neymiş Kürtler artık savaşırken yüreğin yani o bilinen Kürtlerin meşhur bireysel yiğitliklerinin yanına birde aklı koyarak savaşı savaşın gereklerine göre, yani peygamberimizin “hile” dediği olguyu da katarak yürütüyorlar.
Özgürlük hareketi olarak uzun yıllar TC faşist devlet yapısına karşı savaşırken hep bireysel mertliği esas alarak savaştık. Her ne kadar Başkan Apo bu tarzı hep eleştirse de bizler bir nevi atalarımızda bize kültürel bir miras olarak genlerimize işleyen bu durumu uzun yıllar aşamadık. Hep bir şekilde eski Kürt kavgacılığı denilen olaya kaydık. Bu ise hep az sonuç almamıza yol açtı. Büyük fedakarlıkların karşılığı az oldu.
Kürt özgürlük hareketi uzun yıllar bu sorun üzerinde dura dura kürdü akıl ile yüreğini birleştirerek savaşır hale getirdi. Her ne kadar yine yer yer eski tarz kimi yoldaşımız tarafından yaşatılsa da, artık Kürtler savaşın nasıl yürütüldüğünü öğrendiler. Savaşın bir hile işi, gizli kapaklı yürütülen bir çalışma, sağ gösterip sol vurma, küçük bir güçle nasıl bir büyük gücü vurma, arkadan dolanma derken bu işin nasıl bir iş olduğunu öğrendiler. Hatta kilometrelerce uzakta oturarak, bir düğmeye basarak birkaç aracı havaya uçurmasını da öğrendiler. Çok uzaklara yerleşerek uzun namlulu silahlarla tek tek götürmesini de öğrendiler. Ve tabii başka şeylerde öğrendiler.
TC devleti dünyanın en pahalı silahlarını alıp Kürt özgürlük gerillasına karşı kullanır. Uçak kullanır. Top kullanır. Kobra kullanır. Kimyasal kullanır. İnsansız hava uçakları kullanır. Tank kullanır. Füze kullanır. Milyonluk ordusuyla utanmadan birkaç bin gerillanın üstüne dediğimiz gibi dünyanın en ileri tekniğiyle gelir ve “kalleş” olmaz, ancak gerilla hiç kimsenin beklemediği bir yerde, bir anda vurursa “kalleş” olur.
TC devleti kendi erzakını kendi araçlarıyla karakolluna götürmeye korkar, bunun için sivillere yaptırır, yani sivilleri hedef haline getirir. Ancak TC devleti bu marifetinden dolayı “kalleş” olmaz.
Operasyonlara gelirken korkudan kendi araçlarını kullanmaz, sivil araç kullanır. Hatta şoförlüğünü sivillere yaptırır. Yani yine sivilleri hedef yapar, ama TC devleti “kalleş” olmaz.
Şehirlerde vurulmamak için sivil araç kullanır, gerillalarda bu kalleşçe tarzı hedeflediğinde, sivilleri hedef haline getiren TC devleti “kalleş” olmaz.
Ve tabii karakol binalarını, yolları, yol güvenlikleri derken hepsini sivillerle yaptırarak sivilleri hedef haline getiren TC devleti “kalleş” olmaz.
Dahası bir yerden bir yere giderken korkudan çoğu zaman askerlerine sivil elbise giydiren bu TC devleti “kalleş” olmaz.
Ama Kürt özgürlük gerillası bir tane uzakta komandolu mayın döşediğinde ki komandosu vardır yani gerillanın kontrollünde bir eylemdir-vay “hainler, kalleşçe vurdular, vurup kaçtılar” gibi oldukça ahlaktan yoksun söylemlerle saldırmaya başlarlar.
Evet, TC devleti kalleş bir devlettir. Hem de köküne kadar kalleştir. Savaşın bir hile işi olduğunu hadi anladık. Ancak savaşlarda sivilleri hedef tahtasına koymanın bir insanlık suçu olduğunu size kimse öğretmedi mi kalleşler.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Apê Mus Apê Musa, seni vuran kanlar kusa!” Ozanlar böyle söylüyor. Kürt Bilgesi Musa Anter’in JİTEM tarafından katledilişi üzerinden yirmi yıl geçmiş bulunuyor. 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesinden bu yana devlet tarafından işlenen cinayetler aydınlatılamıyor. Hiç birinin hesabı hukuki yöntemlerle sorulamıyor. Ortada akıbeti bilinmeyen binlerce kayıp var. Aileleri her Cumartesi günü alanlarda eylem yapıyor. Analar çocuklarının akıbeti hakkında bilgi istiyor. Fakat devlet ve hükümet bunları görmezden geliyor. AKP’nin “İleri demokrasi”si bu tür olayları aydınlatma yönünde işlemiyor.
Yine ortada binlerce “Faili meçhul” denen, ama devletin çeteleri tarafından işlendiği bilinen cinayet var. “Onyedi bin” olduğu söyleniyor. Bunların çoğunun Kürdistan’da ve Kürt yurtseverlerine yönelik işlendiği biliniyor. AKP hukukunun gücü bunları aydınlatmaya yetmiyor. TC sistemi içinde Kürtlere yönelik hukuk ve adalet işlemiyor. Tıpkı şimdi “KCK” isimli davalarda olduğu gibi. Geçmişte 12 Eylül mahkemelerinde de “PKK Davaları”nda işlememişti.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı avukatları ve yakınlarıyla görüştürmeme uygulaması dörtyüzyirmi günü aşmış bulunuyor. Yani Kürtlerin “Ağırlaştırılmış tecrit” dedikleri uygulama onbeşinci ayına girmiş durumda. Yakınları ve Kürt halkı dörtyüzyirmi gündür Önder Abdullah Öcalan’dan haber alamıyor. Ne durumda olduğunu kimse bilmiyor. Sağlığı nasıl, güvenliği ne durumda, ne düşünüyor, ne yapıyor; bunlara dair hiç kimsenin ciddi bir bilgisi yok. Konu Kürtler oldu mu, TC sisteminde değil hukuk, hiçbir şey işlemiyor. Her türlü insani değer kolaylıkla ayaklar altına alınıyor.
Dahası Kürtlerin de bu durumu benimsemesi, bunlara ortak olması isteniyor. Bu durum Kürtlerde tepki ve öfke yaratıp eyleme yol açtıkça, bu sefer de “Ne oluyor? Teröristler! İsyan ediyorlar!, vs.” deniyor. “Terör eylemlerinin arttığı”ndan söz ediliyor. İşin garip tarafı, bir de dönüp “Bu niye oldu?” denerek birçok çevre suçlanıyor. Ünlü TV kanallarını açıp şöhretli tartışma programlarını dinliyorsun. Neredeyse ömrünün sonuna gelmiş bol ünvanlı ve isim yapmış kişiler, sanki olup bitenlerden hiç haberi olmayan çocuklar gibi laflar ediyor. Kimisi işin kolayına kaçıp BDP’yi suçluyor. Kimisi “Bu işi PKK başlattı” diyor. Hükümet yanlısı olanlar ise, eski özel savaş propagandacıları gibi, son olayları “Dış güçlerin oyunu” olarak tarif ediyor. Yani hepsi birden ve mehter takımı halinde PKK’yi ve Kürtleri suçluyor!
Bunlara şu hususları sormak gerekiyor: Mevcut çatışmalı süreç durup dururken mi, yoksa 12 Haziran seçimi sonrası AKP’nin izlediği politikalar nedeniyle mi gelişti? Eğer PKK ve Kürtler o kadar çatışma ve çözümsüzlük yanlısı idiyseler, o halde Oslo ve İmralı görüşmelerini niçin yürüttüler? Bu görüşmeleri kim durdurdu? İmralı’da hazırlanan protokolleri kim reddetti? 12 Haziran 2011’den sonra “Terörü bitireceğiz” diyerek savaş naralarını kim attı?
Sorular daha da çoğaltılabilir. Fakat gerçeğe kendini kapatmış mevcut Türkiye ortamında bunlara gerek yok. Farzedelim ki, dışarda PKK farklı politika izledi, savaş yanlısı oldu! Dahası onu bazı güçler buna teşvik etti! Peki İmralı’daki Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı kim etkiledi? “Ben barış ve demokratik çözüm çizgisindeyim” diyen PKK Lideri ile neden görüşmeler kesildi?
Demekki bu tür sözlerin hepsi yalan, taraf ve saptırmaya dönüktür. İmralı ve Oslo görüşmelerini “PKK’yi tasfiye amaçlı yaptığını” bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan açıklamıştır. DTP ve BDP’ye dönük siyasi soykırım operasyonları ile Oslo ve İmralı görüşmeleri AKP hükümeti tarafından aynı amaçla yürütülmüştür: Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmek ve Kürt Özgürlük Hareketini marjinal kılıp yok etmek!
Şimdi PKK ve Kürtler bu oyunu görüp direnince ve bu direniş AKP iktidarını tuz gibi eritmeye başlayınca, bu sefer geriye dönüp “Niye mücadele ediyorsunuz” diyorlar! “Ne oldu ki PKK savaşır hale geldi” diyerek söyleniyorlar! Peki daha ne olacaktı ki?! İmralı görüşmeleri ile oluşturulan protokolleri hükümet reddetti. Dahası “Görüşmeleri PKK’yi tasfiye için yaptırdığını” Başbakan söyledi. “PKK’yi yok edip kökünü kazıyacağız” diye AKP’liler söyledi. Dörtyüzyirmi günü aşkın süredir Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme olmuyor. Siyasi soykırım operasyonları devam ediyor. Neredeyse tutuklu sayısı onbine ulaşmış bulunuyor. NATO’dan alınan destekle Kürt gençleri dağda ve sokakta katlediliyor.
Bunları görmeyip de “Ne oldu?” demek, körlükten de öte bir durumu ifade ediyor. Sen Kürt Halk Önderi ile görüşmeleri kesmişsin, halk Önderinden haber alamıyor, ondan sonra da “Ne oldu, bu halk niye mücadele ediyor?” diyorsun. Bundan öte daha ne olacaktı ki! Halk boşuna “Barışın elçisi İmralı’da” demedi! Kürt Halk Önderi’ne yaklaşımın “Savaş ve barış gerekçesi olduğu” boşuna söylenmedi! Şimdi Kürt halkı bu sözlerinin gereğini yerine getiriyor.
Her zaman söyledik, binlerce kez tekrar etmenin de gerekli olduğuna inanıyoruz: Eğer bu dünyada bir Kürt-Türk barışı olacaksa, bunu sağlayacak tek kişi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dır. Kürt sorunu barışçıl, demokratik ve siyasal olarak çözülecekse, bunu ancak PKK Lideri gerçekleştirebilir. Bu gerçeği herkes çok iyi bilmelidir. Özellikle de ülke ve toplumun kaderini belirleyen AKP iktidarı bunu iyi anlamalıdır. Bu, Kürt halkının varlık ve özgürlük kararıdır. Bu kararı, Kürtleri karşı karşıya getirerek, PKK Lideri’ne karşı Kemal Burkay’ı, Mesut Barzani’yi çıkarmaya çalışarak yok etmek mümkün değildir. Bu karar en az yüzyıl sürecek bir Kürt yemini durumundadır.
Dolayısıyla AKP hükümeti, PKK Lideri ile görüşmeleri yasaklayıp da “Kürtler niye savaşıyor?” deme ahmaklığından kendini kurtarmak durumundadır. Öyle MHP Lideri’nin söylediği gibi “Sıkıyönetimler” ya da “OHAL’ler” de bir sonuç alamaz. Zaten sonuç alamadıkları geçmişte defalarca kanıtlanmıştır. Barış ve çözüm gücüyle, yani Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la görüşmeleri kesip de, ondan sonra baskı ve şiddet yöntemleriyle sonuç alabileceğini sanmak boş bir hayal ve de çabadır. Kürt halkının özgürlük tutkusu ve direnişi, bütün bu gerici baskı ve saldırıları boşa çıkaracak güçtedir.
Kürtler geçmişte bu başarıyı gösterdiler, bugün de fazlasıyla gösterecek bilince ve güce sahipler. Zaten görülmüyor mu, her tarafta “Öcalan’a Özgürlük Eylemleri” yükseliyor. Özgürlük eylemleri gün geçtikçe her alana yayılıyor. Kürt gençleri ve kadınları aylardır “Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla ayakta. Mitingler, yürüyüşler, protestolar gün geçtikçe artıyor. Seksen günü aşkın süredir “Öcalan’a Özgürlük Nöbeti” tutuluyor. “Özgürlük Otobüsleri” Avrupa’nın her yerini karış karış dolaşıyor. Eylül başından itibaren “Öcalan’a özgürlük için imza kampanyası” başladı ve büyük bir ilgiyle gelişiyor. Türkiye ve Kürdistan’daki binlerce tutsak “Öcalan’a Özgürlük için Açlık Grevi”ne başlamış bulunuyor. Tutsakların direnişi bir kez daha zindan duvarlarını parçalıyor. Başta “Anadil’de eğitim” talebi olmak üzere yaşamın her alanında Kürtler TC sistemini boykot ediyor. AKP’nin yalan, hile ve demagojisine aldanmayacağını ortaya koyuyor.
Bu eylemlerin sonuç alana kadar büyüyüp yayılarak devam edeceği anlaşılıyor. Hepsi de “Demokratik Türkiye ve Özgür Kürdistan” gerçeğini ifade ediyor. Gerçek bir Kürt-Türk barışı ve kardeşliği yaratıyor. Biz de bu yoldaki her türlü çabayı ve mücadeleyi selamlıyoruz! Şehadetinin yirminci yıldönümünde Kürt Bilgesi Musa Anter’i saygıyla anıyoruz!
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Bir müddettir Türkiye devletinin başbakanı olan RTE herkese “ya sev, ya terk” dayatmasında bulunarak toplumu gerdikçe geriyor.
Hatırlayanlar bilir, “taraf olmayan bertaraf olur” ya da “bitaraf olmayan bertaraf” olur cümlesini de aynı RTE kullanmıştı. RTE’nin kullandığı bu sözleri daha önce ABD’nin başbakanlarından Georg Bush kullanmıştı. Bush tüm dünyaya seslenerek, “ya bizimlesiniz ya da karşımızdasınız” demişti.
İdeolojik, politik hatta felsefik olarak yukarıda söylenenlerin ne anlama geldiğini, insanların belleğinde nasıl tahribatlara yol açtığına pek girmeyeceğiz. Karşıtlaştırmanın, kutuplaştırmanın hiçte insani bir özellik olmadığını az çok artık herkes biliyor. İnsan toplumunu böyle kutuplaştırarak yürütmenin ve de yönetmenin eski çağlarda kalma iktidar güçlerinin bir hilesi olduğuna kimse yabancı değildir. Ancak dediğimiz gibi konumuz bu hastalıklı dayatmanın felsefik çözümlemesini yapmak değildir. Biz çıkarılması gerekli olan bazı pratik adımlara dönük görüş sunacağız.
RTE ismindeki kişi bir dönemdir bu zıtlaştırmayı, parçalamayı sürdürmeye devam ediyor. En son “Ya meclis ya Kandil” diyerek BDP milletvekillerini baskılamayı hedefine koydu. Güya kendince hizaya getiremediklerini bu tehditle hizaya getirecek. Yukarıda Bush’un söylediklerinin hedefi de aynıydı. Büyük bir baskılama gücüyle bireyleri, toplulukları inandıkları değerlerden koparmaktır. Ne de olsa devasa bir öldürme tekniğine sahiptirler. Yine onlar için işleyen hukukları da vardır. Hatta aç bırakarak, yani bio iktidarla terbiye etme imkanları da fazladır. O zaman yapılacak en iyi yol muhalefet edebilecekleri erkenden hizaya getirerek, bildiğini pratikleştirmedir.
Ancak bu kez “Ya meclis ya Kandil” sözü fazlaya kaçmıştır. Burada sadece birilerine ya bizi seçin ya da diğer tarafı seçin seçeneği sunulmuyor. Burada birde “hodri meydan” mealinde çağrı vardır.
RTE’nin bu provokatif, tahrik edici ve biraz da hakaret vari söylemene Murat Karayılan yoldaşımızın söyledikleriyle cevap vermek gerekiyor:
“Erdoğan, Kürt parlamenterlerine “dağa çıkın” demektedir. “Ya meclis ya Kandil”, yani “ya teslim olacaksınız, ya da Kandil’e gideceksiniz” demektedir.
Ben de buradan tüm Kürt gençliğine şunu söylüyorum; Başbakan bu sözü aslında gençliğe söylemiştir; “Yüreğiniz varsa dağa çıkın” demektedir.
Kürt siyasetinin dağa gelmesine gerek yok ama Kürt gençliği Başbakan’ın bu sözlerine karşılık dağa çıkarak cevap olmalıdır. “Vekiller Değil, Gençler Kandil’e!” diyerek Başbakan’a gereken cevabı vermek gerekmektedir.
“Mademki dağa çıkılmasından çekinmiyorsun, o zaman biz çıkıyoruz” diyerek tutum almanın her yurtsever Kürt gencinin bir görevi olduğunu belirtmek istiyorum. Erdoğan’ın bu sözlerine karşılık Kürdistan gençliğini mücadeleye katılmaya, gerillaya katılmaya çağırıyorum.”
“Yüreğiniz varsa dağa çıkın”a verilecek en iyi cevap elbette tüm yüreklilerce verilecek olan dağlara çıkma kararı ve cevabı olacaktır.
Bunun için diyoruz ki tarihin bu önemli momentinde tüm Kürdistanlı gençleri dağlara.
Final günlerini yaşadığımız bu anlarda yarın, “neden bu tarihi anı yaşamadım” dememek için dağlara.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
“Beyaz” kavramını son zamanlarda bir topluma ait olmayıpta o toplum içerisinde öne çıkarılan, esasta o topluma yabancı olan, o toplumda karşılığı olmayanlar için kullanılıyor.
Beyaz Türkler kavramını bu bağlamda çokta Türk olmayıpta Türklük yapanları dile getiriyor. Başka halklarda gelipte ısrarla Türk milliyetçiliği yapanları ifade eden bir kavram olduğu için böylelerinin Türklüğü çok suni kalıyor. Başka bir anlatımla dile getirecek olursak, şişirilmiş bir Türklük oluyor.
Kendisi olamayan, başkası olan ya da başkası için olanların ciddi bir handikapları vardır. Böyleleri kişilik olarak kendilerini bulamamışlardır. Böylelerinin içleriyle dışları bir olamaz. İç dünyaları ayrı dış dünyaları ayrıdır. Bu ise doğalında bir çelişki demektir. Bir insanda kişilik parçalanması var ise o insanın sağlıklı düşünmesi çok zordur. Hatta neredeyse imkansızdır. Nedeni açıktır, basittir; bir kişiliksizlik söz konusudur.
Böyle kişilik sorunu olanların erkenden uçlara kaymaları anlaşılırdır. Kendi toplumsal değerlerinden kopmuşlardır. Yani toplumda karşılıkları yoktur. Bu esasen farklı bir şekilde de olsa izolasyon demektir. Bu durumu dengelemek için bu “beyaz” olanlar korkunç bir şekilde güçlünün yanına geçerler. Güçlü, Ortadoğu’da genelde devlet olduğu için devletçi olurlar.
Örneğin Türkiye’de beyaz Türk dedikleri kesimleri geçmişte en ileri düzeyde Kemalist olanlara deniliyordu. Bu Türklükleri bile “şüpheli” olanlar ne kadar da milliyetçi edebiyat yaptıkları ortadadır. Türkiye tarihinin o en milliyetçi, ırkçı söylemler hep bu kişiliklere aittir. Bir araştırılsın bunlar görülecektir. Türklüğü gerçekten “şüpheli” olan biri çok ileri düzeyde kendisini kabul ettirmek, kamuflaj ettirmek için en uç söylemlere sarıldığını biz bu beyaz Türklerde hep görüyoruz.
Örneğin, “Ne mutluyum türküm diyene” sözü böyle bir beyaz Türk’ün sözüdür. Bir Türk elbette belki kendi Türklüğüyle gurur duyabilir. Ancak bir Türk başka halkların aleyhine kendisini şişirerek bunu yapmaz. Ya da eskilerde yapmazlardı. Ancak beyaz Türk diye tabir edilen ırkçılık diye bileceğimiz söylemleri en çok kullanan kesimler olmuştur.
Hatırlıyorum yıl 1994’tü. Ekranlarda Türklük üzerine bir tartışma yürütülüyordu. O zaman Aziz Nesin, “benim kendi Türklüğümü anlatmama ihtiyacım yoktur. Herkes benim Türk olduğumu biliyor. Bunun için özel bununla gururlanacak ya da kendimi küçük görecek bir durumu yaşamam. Bunun için Türkçülük yapmam. Ve böyle bir Türk’te yapmaz. Ne var ki Türk olmayıpta ya da Türklüğünde şüphe duyan, başkaları tarafında Türk görülmeyecek duygularını yaşayanlar ancak milliyetçilik ve ırkçılık yapabilirler” mealinde çözümlemeler yapmıştı. Ve tabii Türkçülüğü ancak ve ancak dışarıda gelen, kendini saklama ihtiyacı duyan “Türkler” yani “beyaz Türkler” tarafından yapılacağını belirtiyordu.
Özcesi beyaz Türkçülüğü yapanlar bir şeyleri gizli olanlar yapar. Bunun için böyleleri korkunç devletçi olur. Böyleleri korkunç Kürt düşmanı olur. Ermeni düşmanı olur. Yunan düşmanı olur. Özcesi böyleleri gerçekten halkların düşmanı olurlar. Söylemleri sivridir. Keskindir. Sekterdir. Ve böyleleri ancak ve ancak devletin “Türk’ü” olabilirler. Böyle devlet Türklerine biz “beyaz Türk” diyoruz.
Şimdi bu beyaz Türklerin yanına birde beyaz Kürtler yerleştiriliyor. Beyaz Kürt ve beyaz Türklerin ortak noktaları, devletçi olmalarıdır. Eskilerde beyaz Türkler Kemalist iken yeni olan beyaz Türkler yeşilci Kemalist yani Yeşil Türkçüdürler. Eskilerde böyle beyaz Türkler Kürt düşmanlığı temelinde öne sürülürlerken bugünlerde öne sürülen beyaz Kürtler ise Kürdistan özgürlük hareketine karşı özenle seçilerek saldırır pozisyona getiriliyorlar.
Özcesi beyaz Kürtler Kürt halkına düşmanlık temelinde, Kürt özgürlük değerlerine saldırmak temelinde örgütlenerek piyasaya sürülüyorlar. Ve tabi bunlar beyaz oldukları için bir Türk’ten hatta ırkçı Türk’ten çok daha ileri düzeyde Kürtlerin özgürlük değerlerine saldırıyorlar.
Psikolojik ruhsal durumları aynı beyaz Türklerin ki gibidir. İçleriyle dışları bir değildir. Bunun için kendilerini kabul ettirmeleri için korkunç saldırıyorlar. Korkunç Kürt halkının değerlerine hakaret ediyorlar. Birer koçbaşı olarak korkunç kullanılıyor.
Ancak artık bu beyaz Türkler deşifre olmuşlardır, nasıl ki beyaz Türkler deşifre olmuşlarsa. İşte bunun için artık Kürdistan’da böyle beyazlara yer verilmeyecektir. Devletin, yeşil Türkçü devletin birer koçbaşları olarak artık yeterince açığa çıktıkları için Kürdistan’da cirit atmalarına izin verilmeyecektir.
K. Nuda
- Ayrıntılar
Kürt özgürlük direnişi tüm alanlarda gelişimini sürdürüyor. Kürt halkı imkanlar kadar zorluk ve acıları da mücadeleye dönüştürebiliyor. Özgür yaşam için her koşulda sonuna kadar direneceğini net bir biçimde ortaya koymuş bulunuyor. Yürüttüğü direnişi gittikçe daha yaygın ve derin hale getiriyor. Günümüzde sömürgeci soykırım sistemini yaşamın tüm alanlarında boykot edecek düzeye ulaşmış durumda. Bu düzeyi daha da büyüteceği netçe anlaşılıyor.
Kürtleri bu düzeyde yeniden direnişe AKP’nin çözümsüz, hilekar, inkarcı ve imhacı politikalarının ittiği biliniyor. İmralı ve Oslo görüşmelerini bu amaç doğrultusunda yürüttüklerini bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan açıkladı. AKP Hükümeti bir yandan İmralı ve Oslo görüşmelerini yürütürken, diğer yandan Kürt demokratik siyasetini tasfiye etmeyi hedefleyen “KCK Operasyonları”nı geliştirdi. 12 Haziran 2011 seçimlerinde aldığı sonuca dayanarak, bu görüşmelerde ortaya çıkan sonuçları bir yana itti. Görüşmeleri keserek, tüm gücünü “PKK’yi yok etme” mücadelesine yöneltti.
Şu gerçeği bir kez daha ifade etmekte yarar var: AKP 12 Haziran seçim sonuçlarını doğru okuyamadı. Aldığı yüzde ellilik oy oranına dayanarak Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye edebileceğini sandı. Bu temelde İmralı ve Oslo görüşmelerine son vererek “PKK’yi bitirme” saldırısına yöneldi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile avukat ve aile görüşmelerini bile yasakladı. Siyasi ve askeri operasyonları imha amacıyla yürütür hale geldi.
AKP’nin onbeş aydır devam eden bu saldırılarının çerçevesi ortadadır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile dörtyüzyirmi gündür görüşme olmamaktadır. Halk ve ailesi Kürt Halk Önderi’nden bilgi alamamakta ve doğal olarak sağlığı ve güvenliğinden kaygı duymaktadır. Bu da halkta büyük bir öfkeye ve tepkiye yol açmaktadır. Binlerce Kürt siyasetçi ve aydınının zindanlarda tutulması devam etmektedir. Dahası devam eden siyasal soykırım operasyonlarıyla yeni tutuklamalar yapılmaktadır. AKP Hükümeti polisi ve orduyu tam bir saldırı durumuna geçirmiştir. Polis ve asker operasyonları her yerde ve her gün sürmektedir. 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana geçen otuziki yıllık sürecin en sert çatışmalı yıllarından biri bu geçen yıl olmuştur.
Yeni Kürt direnişi işte bu politika ve saldırılara karşı gelişiyor. Dolayısıyla Kürtler açısından soykırım saldırılarına karşı bir varlık ve özgürlük direnişi oluyor. Onu haklı ve güçlü kılan ve her türlü saldırıya karşı yenilmez hale getiren işte bu gerçekliktir. Bu gerçeklik bilince çıkarıldığı oranda da direniş gelişmekte ve bu direnişe çeşitli çevrelerin desteği artmaktadır.
12 Haziran 2011 seçimleri ardından Kürdistan’da yoğunlaşan savaş henüz sonuçlanmamış ve tarihi sonuçlarını ortaya çıkarmamıştır. Gittikçe yaygınlaşan ve derinleşen bir savaş durumu yaşanmaktadır. Ne zaman sonuçlanacağı belli olmadığı gibi, ne tür sonuçlar vereceği de henüz net değildir. Gerçi mevcut durumuyla savaşı geliştiren AKP Hükümeti ciddi bir zorlanmayı yaşamaktadır. Dolayısıyla ya savaşı yayacak, ya da bazı yerlerden geri çekilecektir. Eğer gücü yeterse savaşı yayma eğiliminde olduğu gözlenmektedir. Fakat iç ve dış koşullar aleyhinedir, bu nedenle Kürt soykırımını yürütme gücünü tam bulamamaktadır. Tersine saldırdıkça kaybeden ve batağa saplanan olmaktadır.
Savaş sonuçlanmamış ve kalıcı sonuçlarını henüz ortaya çıkarmamış olsa da, geçen bir yıllık süre içinde Kürdistan’da yaşanan savaşın netleştirdiği önemli hususlar da vardır. Yeni Kürt direnişi mevcut düzeyi ile de büyük ölçüde aydınlatıcı ve gerçekleri ortaya çıkarıcı karakterdedir. Özellikle 2012 yazında yoğunlaşan savaş bu açıdan önemli sonuçlar ortaya çıkarmayı bilmiştir.
Bu konuda ortaya çıkardığı en önemli sonuç, Kürt sorunu etrafında yaşanan mücadeleye yaklaşımdaki aydınlatıcılığı ve netleştiriciliğidir. Son bir yıllık mücadele bize açıkça gösterdi ki, uluslararası komplo dost-düşman herkeste “Artık PKK’nin yenildiği, Kürt direnişinin sona erdiği, PKK ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini geliştirip bu uğurda savaşamayacağı” anlayışını yaratmış. Bir yıllık savaş işte bu gerçeği hem açığa çıkardı ve hem de bu zihniyeti ciddi bir biçimde kırdı. Bu sonuç, ulaşılabilecek sonuçların en önemlisi olarak görülebilir. Bir tür zihniyet devrimi diyebileceğimiz bu sonuç üzerinde her türlü siyasi ve askeri gelişme yaratılabilir, demokratik gelişme sağlanabilir.
Böyle olduğu, uluslararası komplo ardından böyle bir zihniyet oluştuğu için, başta devlet yönetimi olmak üzere tüm toplumsal kesimler tarafından PKK’nin uyarıları ve siyasi çözüm çabaları ciddiye alınmamış. Artık “Kürt mücadelesinin bittiğine” kesinlikle inanılmış. Önder Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nin çabalarına bıyık altından gülünüp geçilmiş. “PKK’nin yenilip Kürt direnişinin ezildiğine” derinden inanılmış! Tıpkı “Hayali Kürdistan Ağrı’da meftundur” diyen ve Kürt soykırımını başardıklarına inanan eski CHP yönetimleri gibi.
Bu durumu 12 Haziran seçimi ardından mücadele adım adım geliştikçe, ilk olarak bazı liberallerin yaklaşımında gördük. Bu tür çevreler, AKP saldırıları karşısında PKK’nin direnişe geçmesini anlamsız, sonuç vermeyecek çabalar olarak gördüler. Dahası şiddetlenen ortamdan PKK’yi sorumlu tutarak AKP saldırılarına destek veren konuma düştüler. Fakat süreç ilerleyip mücadele derinleştikçe ve bu temelde AKP’nin CHP ve MHP’den farklı olmayan şoven, milliyetçi, faşist yüzü açığa çıktıkça sessizce eski görüşlerini değiştirmeye yöneldiler. Şimdi belli ölçüde AKP faşizmini eleştirip karşı çıkıyorlar. Kısmi bir demokratik çizgiye ulaştılar. Bunu sağlatan, bu tür çevreleri yanlıştan kurtarıp demokratik çizgiye çeken Kürt direnişi oldu.
Bu durumu, ikinci olarak AKP Hükümetinin söz ve davranışlarında gördük. Bu çevreler de başlangıçta mücadeleyi pek ciddiye almak istemediler. “Birkaç eylemde PKK’nin gücü sona erer” hesabını yaptılar. Bu nedenle PKK’ye ve Kürtlere hakarete varan bir söylem ve tutum içine girdiler. Ancak kış oldu, bahar oldu, PKK ve Kürtlerin direniş kararlılığı ve yenilmez gücü ortaya çıkınca, AKP Hükümeti yanıldığını ve yanlış yaklaştığını gördü. Bunu en başta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Durmuyorlar, hala eylemlerine devam ediyorlar” veya “Eylemler sürdükçe operasyonlar devam edecek” sözlerinde gördük. Sanki kendisine “Mücadele etmeyeceğiz” diyen olmuş gibi. Böyle olmadığını PKK Yönetimi defalarca açıkladığına göre, o halde bu durum AKP’lilerin kendi yanılgılı zihniyeti oluyor.
Elbette ortaya çıkan bu durum, AKP politikalarının arka planını da açıklıyor. Demekki AKP yönetimi “PKK ve Kürtlerin artık savaşamayacağına” kendini iyice inandırmış. Onun için bu kadar hileli, oyalayıcı politikada ısrar etmiş. Böylece zamana yayarak PKK’yi tasfiye edeceğini ve Kürt soykırımını başaracağını sanmış. Şimdi yanıldığını gördükçe, PKK direnişi geliştikçe uykudan uyanır gibi oluyor. Faşist-milliyetçi yüzünü iyice ortaya koyuyor. Düşünelim bir kere, Kürt direnişini böyle gören bir AKP ile siyasi çözüm olabilir mi? “Siyasi çözümü kimin engellediğini” hala soran çevrelere bu durum bir şeyler öğretmiyor mu?
Yeni Kürt direnişi, Kürt halkı ve direnişi yürüten güçlerde de zihniyet devrimi yarattı. Yine Kürt dostları da Kürt halkı ve direniş gerçeğini daha yakından gördüler. Gelişmeler gösterdi ki, komplonun Kürtler ve PKK zihniyeti üzerinde de derin etkisi olmuş. “Erken iktidar hastalığı” bu durumu yansıtıyor. Bu zihniyet nedeniyledir ki, erken siyasi çözüm olacağı sanılmış, daha sert ve uzun vadeli direnişe hazırlanılmamış. Bir yıllık mücadeledeki hata ve yetersizlikler burdan kaynaklı olarak ortaya çıkıyor.
Şimdi bu zihniyet aşıldıkça, sistem ve düşman gerçeğini daha derin ve doğru anladıkça Kürtler özgürlük direnişini daha doğru ve bütünlüklü hale getiriyorlar. Mücadelelerini daha planlı ve örgütlü yürütüyorlar. Politikada daha usta, tarzda daha sonuç alıcı hale geliyorlar. Yanılgıların ve zihniyet kırılmasının aşılması Kürt gençlerini ve kadınlarını daha mücadeleci kılıyor. “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” şiarıyla gelişen ve sistemden topyekûn kopuşa ulaşan mücadele konumu bunu gösteriyor. Kürtler bu mücadelede kararlı ve ısrarlı oldukça da kazanacakları anlaşılıyor. Şimdilik direnişin sonuçları üzerine bunlar söylenebilir.
Selahattin ERDEM
Yeni Özgürpolitika
- Ayrıntılar
Çok klişe bir sözdür; Bu ülke, çok tuhaf bir ülkedir…
Ama neredeyse gün aşırı bu sözü doğrulatacak, haklılığını perçinleyecek olaylar zinciri vuku bulmakta. Ondan dolayı da insan günde üç/dört kez bu sözü tekrarlamaktan kendini kurtaramıyor.
Son günlerde bize bu sözü söylettiren nedenlerin başında elbette Erdoğan’ın yaptığı konuşmalar, kamera karşısındaki gergin hali gelmekte.
Özellikle takmış BDP’ye ve onun vekillerine…
İki de bir; “Ya Kandil, Ya Meclis” diyor. Bir tane akıllı da çıkıp demiyor; “yahu sen öyle atıp-tutuyorsun, bunun üzerine yüksek perdeden de miyavlıyorsun ama senin kaymakam adayın, senin il başkanının, senin polislerin, senin askerlerin zaten Kandil’de, bunların üzerine Meclistekileri niye oraya göndermeye çalışıyorsun?” diye.
Senin bu kadar kamu çalışanın, parti çalışanların Kandil’deyken, sen neredeyse hafta da birkaç camide cenaze namazı kılıyorsun, halen ne diye Kandil’e insan göndermek için bu kadar heveslisin Erdoğan!
Eğer amaç Kandil nüfusuna yönelik herhangi bir çalışma değilse, bu kadar yoğun bir şekilde Kandil’e insan göndermenin-bu istemi ukalaca her fırsatta dile getirmenin anlamı nedir?
Daha da utanmasız olsa; Ankara’ya gelen cenazelere de “kalkın Kandil’e gidin” diyecek neredeyse.
Türkiye’deki birçok kesimin anladığını; savaşın dilinin cenaze bilançosunu arttırmanın dışında herhangi bir etkisinin olmadığını Erdoğan anlamak istemiyor.
Belki önümüzdeki seçimler nedeniyle, Erdoğan bilinçli bir şekilde bu siyasi pozisyonunu koruyor olabilir.
Ama bu dönem, yaşanan her gelişme seçim hesabına hibe edilecek kadar niteliksiz değil…
İşte Erdoğan’ın görmediği ya da görmek istemediği kör nokta burası oluyor.
Daha şimdiden bütün planlarını önümüzdeki seçimlere göre ayarlamaya çalışan ve daha çok da benden sonrası tufan mantığıyla hareket eden Erdoğan, BDP ve Kürtleri ezmenin kendisine oy kazandıracağına koşulsuz bir şekilde biat etmiş durumda.
Kürtleri ve temsilcilerini ezebileceğini sanıyor! Hatta bu kadar yoğun psikolojik hakaretle, blöfle onlara geri adım attırabileceğini sanıyor! Hani bazı kesimler diyor ya; 90’lara mı dönüyoruz! İşte bu kesimlerin şunu görmesi gerekiyor; Erdoğan zaten 90’lı yıllarda.
Biliniyor langustik bir durumdur; insan kendisini nasıl görüyorsa, çevresini de öyle görür. Erdoğan kendisini 90’larda gördüğü için karşısındaki Kürtleri de 90’lı yıllardaki Kürtler gibi görüyor.
Buna o kadar inanmış ki; iki cenaze namazı arasında fırsat buluyor ve o anda dahi Kürtlere yönelik saldırmaya ve hakaret etmeye devam ediyor. Başbakanlığını dahi bu kadar rutin bir işleyişe dönüştüren bu sarmalı bir türlü görmek istemiyor.
Doğal olarak da; Kürtlerin her yerdeki direnişinin kodlarını doğru okuyamıyor. Günden güne artan tansiyonun, gelinen uçurumun farkına varamıyor.
Bütün kesimlere yönelik gösterdiği asabiyetin ne kadar gülünç olduğunu göremiyor.
Fırsat bulabildiği ender anlarda da; yaptığı yollardan, duble otobanlardan, çeşmelerden, Toki’lerden böbürlenenerek dem vuruyor.
Kazara da olsa sorulan bir “kürt sorunu”yla ilgiliyi sorulara da; “benim için Kürt sorunu bitmiştir” diyor.
Senin için bu sorun bu kadar kolay çözüldüyse, ne diye o cami senin-bu cami benim geziyorsun o zaman!
Aslında herkes gibi Erdoğan’da şunun farkında; bu sorunun iki güzergahı var. Onlarda ya masa, ya da cami avlusudur. Onun dışındaki her söz, her eylem teferruattan başka bir şey değildir.
Zaten şu anda yaşanılan tıkanıklık da buradan ileri gelmekte. Masa devre dışı bırakıldığı için, her gün devlet yeknesak bir şekilde cami avlularında buluşuyor. Böyle giderse yeni yasama dönemi için meclisi de cami avlularında açacaklar neredeyse. Kim bilir belki bir AKP’li vekil, bugün-yarın böyle bir öneri de bulunabilir.
Aslında ortalıktaki toz duman görüntünün aşılabilmesi için bu soruna olan yaklaşımda hangi güzergahın tercih edileceği bu sürecin belirleyeni olacaktır. Vurguladık; dönem pragmatik seçim hesaplarına indirgenemeyecek kadar hassas! Ondan dolayı da Erdoğan’ın birilerine “Ya Kandil, Ya Meclis” demesine karşılık, birilerinin de “Ya Masa Çözüm, Ya da Cami Avlusunda Cenaze Namazı” demesi gerekiyor.
Dönem o kadar hassas, o kadar ciddi ne de olsa.
Jan Ararat
- Ayrıntılar
Yok, medeniyet değil bu canavar. Ordu. Bildiğiniz TC ordusu.
Allah vere de şu ordunun halini bir gün içinde yaşayanların dilinden yazma fırsatı buluna. Kürdistan veya gerilla sendromu diye adlandırılabilecek yeni bir hastalığın keşfedilmesine katkı sunacak insanların ruh hallerini anlatan bir kitap hiç de fena olmazdı. Gerçi bir ara Memedin kitabı diye bir tane yazıldı ama o da “birazcık” ve “ufacık” bir halinden söz ediyordu bu sendromun.
Her gün bir komutanı istifa eden, askeri kaçan, görev yeri değişen, yenilgi üzerine yenilgi alan ordunun askeri olmadığım için neler yaşadıklarını bilmiyorum. O yüzden anlatmamı da beklemeyin. Ama cephemizden görünenleri anlat derseniz değil bir yazı, onlarca yazı yetmez.
Tek işi savaş olan bir örgütlenmenin kendi içinde yaşadığı sıkıntıların da savaşla ilgili olması gerektiği kesin. Yani daha iyi savaşabilmek, karşısındakini alt edebilmenin yolları ve yöntemlerini bulmak ve bunları istikrarlı ve yaratıcı yöntemlerle pratikleştirebilmek dışında farklı bir yoğunlaşması olmamalı.
Fakat bu yoğunlaşmanın içine girebilmesi için yaptığı işe inanması gerekir. İnanmadığın, kabul etmediğin bir amacın varsa savaşmak addedildiği gibi kutsal bir savaş olmaz. Bu nedenle savaşın kural ve kanunları da burada çok işe yaramaz. Amacı temiz olmayan bir ordunun yapacağı savaş da takdir edileceği gibi kirli bir savaş olur. Bundan sonra yürütülecek savaş da olsa olsa çıkar savaşı, rant savaşı olur. Eskilerin tabiriyle bir ganimet savaşı gündeme gelir.
Nitekim Kürdistan’da savaş dün olduğu gibi bugün de tamamen bir ganimet savaşı olarak yürütülüyor. Ortada ülkeye kasteden, ülkeyi “bölmek” ya da “parçalamak” isteyen bir saldırı olmadığından, bunun karşısında da “vatan savunması” gibi bir mücadele perspektifi geliştirilemez.
Savaşın karar vericileri bunu çok iyi bildiklerinden savaşan gücün performansını arttırmak daha doğrusu savaşmaya teşvik edebilmek için farklı yollar bulmalıdır. Günümüzün tanrısı rolüne bürünmüş olan para bunun için biçilmiş kaftandır.
Artık ordu ve bu savaşın karar vericileri vatan için değil, para için mücadele ediyor. Emrindeki gariban Anadolu evlatlarını önce işsiz ve parasız bırakıp sonra da para karşılığında savaştırmak belki de TC devletinin son yıllardaki en ‘akılcı’ yöntem zenginliğiydi. Çünkü askeri cepheye koşturduğunda onu harekete geçirecek, uğruna ölmeyi göze alacağı bir neden bulmak zorundasınız. Artık hiç kimse PKK’nin Türkiye’yi bölmek ya da bu ülkeyi yıkmak gibi bir amacı olmadığını bildiğine göre “vatan, sana canım feda” diyecek gençleri bulmak artık gittikçe zorlaşıyor.
Öyle söylendiği gibi profesyonelleşme deyimi de bir göz boyamadır. İstediğin kadar eğit, istediğin kadar tecrübeli hale getir ancak o kişiyi teknik anlamda güçlendirebilirsin. Ama herkes çok iyi biliyor ki savaş yürek işidir, cesaret ve fedakarlık işidir.
Bunu da en iyi gerillada bulabilirsiniz. Hem meşru, haklı bir savaş yürüttüğünden, hem de Kürt halkı gibi bir halkın desteği arkasında olduğundan attığı her adımda, yürüttüğü her savaşta başarı elde ediyor. Cesaret ve fedakarlığını, mücadele azmini ise Önder Apo gibi bir insanın varlığından alıyor. 13 senedir tek başına düşmanın elinde bulunmasına, 10 metrelik bir çukurda 13 aydır hiç kimseyle görüştürülmemesine rağmen dayatmalara, işkencelere, baskılara karşı tek bir geri adım atmayan Önderlerinin direnişçi tutumundan alıyorlar.
O yüzden gerilla karşısında savaşacak insanları bulmak için her şeyden önce haklı ve meşru bir gerekçeniz olmalı. Haklı ve meşru bir amacın insanda yarattığı duyguları ve düşünceleri hiçbir teknik donanım, nicelik, istihbarat yaratamaz.
Bu denli savaş gerçeğinden uzak bir ordu gücünün para ile ayakta tutulma çabasının ise nereye kadar yeteceği tabii ki sorulmalıdır. Hadi o para karşılığında gelen cahildir, anlamıyordur, ama ya ailesi? Ailesi yarın öbür gün sormaz mı, engellemez mi? Kaldı ki artık bu paralı askere alma işinin bile istendiği gibi gitmediği açığa çıkıyor. Bakalım bu paralı askerlik ardından neler çıkacak?
Ne çıkar bilmiyorum ama artık ne komutanı, ne askeri, ne siyasetçisi, ne bürokratı, imamı, ajanı, işbirlikçisi işe yaramıyor. Artık savaşı yürütecek tek güç kalmış, o da medya. Yalanın büyük bir silah olduğunun farkında olduklarından ve bu konuda epey tecrübe kazandıklarından buraya ağırlık veriyorlar. Ama bunun da bir yere kadar süreceğini söylemek yerinde olur.
Evet, insanlar gerçeklerle yüzleşmekten hep kaçınırlar. Bir dakikalık da olsa gerçekle yüzleşmemek için yıllarını perdeler arkasında geçirmeyi kabul ederler. Fakat vicdan ve toplum yaşamı denen olgunun varlığı bu insanları da elbet bir gün kendilerine getirecek ve gerçekler karşısındaki dirençlerini sorgulatacaktır. Artık neye güvenmesi gerektiğini, neye inanması gerektiğini soracağı bir zaman da gelecektir.
Hatırlar mısınız, bir dönemler anketlerde en güvenilir kurum hangisidir diye bir soru soruluyordu. Epey de yoğun işlenen bu anketlerin son yıllarda nedense hiç yapılmadığına dikkat ettiniz mi? Peki, dikkat ettiyseniz, nedenini hiç sorguladınız mı?
Evet, tabii ki artık güvenilecek bir kurum yok. E, güvenilecek bir kurum olmadığına göre, sahte de olsa “hangi kuruma güveniyorsunuz” sorusunu sormanın bir anlamı da yok.
Neyse, çok uzattım. Diyeceğim o ki, artık işgalcilerin, sömürgeci faşistlerin o çok güvendikleri ordu da ellerinden gitti. Artık bu savaşı nasıl yürütecekleri tam bir muamma. Arkadaşlarını satmayla ün yapmış ordunun başındaki adam emrindeki askerler teker teker düşerken hediye alma derdindeyse gerisini siz düşünün. Bu adam istediği kadar güçleri gezsin, moral vermeye çalışsın, “ben işimin üzerindeyim” izlenimi yaratsın, nafile.
Türk ordusu ve kirli savaşın karar vericileri bir kez daha yenilmiştir…
Pir Kemal
- Ayrıntılar