Dirilişin ve direnişin coşkusunu yaşıyoruz. Havada isyan olmuş ateşlerin kokusu ve toprak ananın göğsünde bayramlık elbiseler giyinmiş çiçekler…
Direnişin çocukları, oğulları ve kızları tuttukları dilanla kendilerinin, bin yılların ve var olma gerekçelerinin coşkusunu harlıyorlar bir kere daha iki bin altı yüz yıllık bir öyküyle. Az ileride dilan tutmuşlar, coşkuyla yaşama yaşam katmaya çalışıyorlar. Özgürlük mabetlerinde yeni olmaya yüz tutmuş bir günün sıcaklığı, dillerden dökülen ezgilere ve yüzlere sıkışmaya çalışan gülüşmelere konuk olmuşken, çağa hesapsız ve mağrur savaşçıların siluetleri hükmünü sürmekte bütün karelerde…
Bu yoğunluğun arasında aklım öz önce okuduğum kitaba gidiyor birden bire. Sevan Nişanyan’a ait olan “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitap işlediği konusu ve ortaya döktüğü tezleriyle, gerçekten de tuhaf ve bir o kadar da ele aldığı konuda marjinal bir çalışmadır.
Öteden beri okuduğum her kitapta yazara ait özgeçmiş bilgilerine ve kıssadan risale olan hayat hikayesine hep dikkat etmişimdir. Bu alışkanlığımla kitabın bir köşesinde yer almakta olan Sevan Nişanyan’ın geçmişine göz attığımda; Yale’de felsefe okumuş, Columbia’da siyaset bilimi master’ı yapmış bir aydın-entelektüel olduğunu anlıyorum.
Yaptığı çalışmanın en ilginç yeri ise; bilindiği veya ibraz edilmeye çalışıldığı gibi cumhuriyet faraziyelerindeki milli devletin bir güç unsuru olduğunu değil de, bir kan kaybı olduğunu savunuyor olmasıdır.
Yazar bu görüşlerini kuyuya taş atma ya da ipe un serme formatında söylemleriyle dile getirmiyor. Ortaya döktüğü bu savunular ciddi dayanaklara sahip, ayakları yere değmekte olan görüşlerdir.
Kitabı okuyan belirli kesimler tarafından bu söylemler daha ilk dakikasından itibaren büyük bir olasılıkla aforoz edilecektir. Ne de olsa kaleme almış olan diasporada yaşayan bir Ermeni’dir. Gündem de bu noktalar üzerinden sıcak tartışmaların, “kimin nerenin çıkarlarının savunulduğu”nun sorulduğu bu günlerde, milli şuurla kitap elbette ki belirli kesimlerin dart tahtası olabilir.
Sözünü etmeye çalıştığımız gibi yazara göre, Osmanlı bir gerileme yaşamamış. Bugün dahi birçok konuda iştahla ibraz edilmeye çalışılan çeşitli reformlar daha Osmanlı döneminde yani 1830’larda yaşamsallaştırılmıştır. Burada basit bir mukayese yapılabilir; örneğin Abdülhamit’in altı dil bildiği söylenir. Ki kendisi o dönemlerde yani 1830’larda Osmanlı da en tepedeki devlet adamıydı. İşte basit soru; günümüzde cumhurbaşkanından tutalım da, herhangi bir müsteşara kadar herhangi bir devlet adamı altı dil biliyor mu? Elbette dil bilmek belirleyici değildir muasırlık mertebesinde ama merak işte!
Yine kitapta dile getirilen önemli bir diğer noktada;
Milli devletin bir kan kaybı olduğu ve günümüzde katmerleşmiş birçok sorunun temelinde bu mantığın yatmakta olduğu olduğudur.
İşte ikinci basit soru;
Neden milli devlet bir kan kaybıdır?
Sürekli dile getirilen bir söyleşi ya da bir söylemi bu soruya cevap minvalinde bir çıkış noktası olarak kullanmak mümkündür. Anadolu ve Mezopotamya’nın geçmişten beri bir kültür ve etnik mozaiğe sahip olduğu belirtilmektedir.
Yani bu coğrafyada öteden beri yaşam suyu olan temel nokta çokluğun ve çoğunluğun bir arada olmasıdır.
İşte burada yazara katılmamak elde değildir ki, 1925’lerden itibaren günümüze değin yürütülen temel devlet politikası ve zihni formasyonunun temelinde, milli devlet şuuru içine kapanmış tek’leştirme siyaseti hakim olmuştur.
Bir bakıma var olan bu egemen siyaset anlayışında bu coğrafyanın kültürel ve tarihsel gerçekliği göz ardı edilerek, yaşam suyundan bağımsız ve tepeden bir yaklaşım esas alınmıştır.
Önderliğimiz de bu konuya dikkat çekerek; bu topraklarda yaşamakta olan halkların özgür birliktelik ve demokratik kardeşlik temelinde birbirine güç olabileceğini, bunların dışındaki siyasi yönelimlerin ve çeşitli manipülasyonların yıkım ve tahribatların dışında herhangi bir sermayesinin olmadığını vurgulamaktadır.
Nişanyan bu dönemin ardından gelişen 1925-50’li yıllarda özellikle tek partili dönemde bu durumun daha da ağırlaştığını ve birçok muhalefetin bu dönemde bastırıldığını ve sonrasında darbeler çağıyla bunun devam ettirilmek istenildiğine dikkatleri çekmektedir.
Son günlerde dile getirilen muhataplık “-ki bu konu tamamen farklı bir yazıda incelenebilir” söylemlerine de bu şekilde vurgu yapmak yerinde olur herhalde; devletin günümüzdeki ezberci olgusallığında ortaya çıkmış birçok sorunun temel muhatabı en başta tarihin kendisi olmaktadır!
Ötesinde milli devlet söylemleriyle birlikte, tek’çi siyasetin kendisinin sorunları çözümden ziyade temel karakteri basit bir göz boyama kitapçığı olmasıdır.
Bunları düşünüyorken, ileride bir arkadaş “şişli meydanında üç kız/biri çiğdem biri nergis” diye bir türkü söylüyor ve onun ardından bir diğer arkadaş da “berxwedan serî çiya/serhildan nava zindan” sözleriyle farklı bir türküyü söylemeye başlıyor.
Kitap biraz ötemde duruyor ve haklı olarak cumhuriyetin yanlışlıklarını sorguluyor. Direnişin çocukları hem “şişli meydanındaki nergisin” öyküsünü, hem de “keça xortên dilovan”ların gerçekliğini ifade ediyor.
Yani ve velhasılı; direniş ve dirilişin coşkusundayız. Yaşam her zamankinden çok kendi suyuna doğru akıyor ve Newroz gecesinin ateşiyle kendini arındırıyor.
- Ayrıntılar
Evler kendi başına kalmış, tenha tenha istrahata çekilmişler.
Sokaklarda dalga dalga insan kümeleri.
Akıyor Newroz meydanına.
Sahici özgürlük meydanına.
Kim tutabilir minnacık çocukları.
Kim tutabilir pamuk yüzlü dedeleri, ninni yüzlü nenelerimizi.
Kim tutabilir çocukların ellerinden tutup da Newroz meydanına akın akın gelen annelerimizi ve babalarımızı.
Ya kim tutabilir delikanlı çağındaki yiğit genç kızlarımızı ve genç erkeklerimizi.
Newroz çoşkusu, ruhu kanlarına işlemiş, yüreklerini özgürlük ateşiyle dağlamış.
Ses tellerine gürlük katmış.
Herkes gülüyor.
Herkes kaynama derecesinde insani duygularca, duyguca kaynıyor.
Herkesin damarlarındaki kan akışı bir başka ve daha hızlı.
Ve herkes sahici serhıldan meydanına koşarken.
Çıldırıyor bazıları Gever meydanındaki kıyamet kalabalıklara bakınca.
Çıldırtıyor bu Newroz ateşi AKP’li Yeşil Türk Irkçılarını.
Çıldırtıyor bu Gever’in Newroz ateşi AKP’li dewşirmeleri.
Çıldırtıyor bu Gever’in Newroz ateşi AKP’li hurafe rakkaseleri.
Çıldırtan Gewer ateşi bir bir Botan’dan Serhat’a, Serhat’tan Dersim’e, Dersim’den Amed’e ve dört bir ali cihana yayıldıkça çıldırtıyor düşmanı.
Hele giydikleri elbiselerlerle, Kürdili renklere bezenen ve doğayla bütünleşen Kürt kadınlarının öyle bir vakur duruşu meydanları kaplıyor ki, düşmanı bir o kadar çıldırtıyor.
Söyleyin bana ey bilcümle herkes; envai katliamlara, yıkıma, işkencelere rağmen dünyanın en dimdik halkı olarak direnen başka bir halk var mı ki bu dünya da?
Dünya halklarını işte direniş budur, işte özgürlük budur diyebilen başka bir halk var mı ki bu dünya da?
Devam edip sormak hakkımız değil midir ey bilcümle herkes!
Ya bu halka, bu coşkulu ve destansı direniş ruhunu aşılayan kimdir?
Ya bu halka, bu yenilmizlik umudunu aşılayan kimdir?
Ya bu halka, bu güveni veren ve cesaret aşılayan kimdir?
Bunları bilen düşmanı çıldırtmak bizim ve halkımızın hakkı değilmidir?
Ey bilcümle herkes!
Dedik ya bilcümle herkes.
Çıldırtır düşmanı Gever Ateşi.
Çıldırtır düşmanı Newroz Ateşi.
Coşturur Kürdü Gever Ateşi.
Coşturur Kürdü Newroz Ateşi.
Şahlandırır Kürdü ve çıldırtır düşmanı.
Sen nelere kadirsin ey Newroz ateşi.
- Ayrıntılar
Özgürlük ve sorunsallık, özgürlük sorunu toplumsal kriz vb’leri gibi birçok söylem öz itibariyle bir gerçeği (Hakikati) ifade etmekle beraber milyonları ilgilendiren bir gerçektir. Sorunun güncelliğini tartışmak kadar, tarihsel boyutunu da görmek mümkündür. Ancak açık bir gerçeklik ya da olayın trajik yönü ise herkesin peşinde koştuğu bu gerçeği neden tam anlamıyla ifade edemediğidir. Bu soruyla olguya bakıldığında, şöyle bir gerçeklikle karşılaşmaktayız: kurulu düzenin mikro tarih olarak formüle ettiği beş bin yıllık erkek egemenlikli tarih, insan zihninde ağır dogmalar oluşturmuştur. Ve mükemmele yakın bir ustalıkla doğal toplumu istismar etmiştir. Doğal toplum verili tarihte hep geri ve karanlık bir dönem olarak değerlendirilir. Mikro tarihle (egemenlerin tarihiyle) sanki tüm gelişmeler başarılar, güzel şeyler vb’leri bu tarihte iktidar olanlar tarafından yaratılmış gibi gösterilir. Çünkü erkek egemenlikli sistem yalan üzerine kurulmuştur. Ayakta kalması içinde yalanına devam etmek zorundadır. Bu yüzden de doğal toplum ilkel geridir, din geridir, felsefe hayalperesttir, öz itibariyle politik ve ahlaki toplum değerleri geridir. Sistemin bu yalanı kendini çeşitli yöntemlerle hep sürdürmüştür. Yeri gelince tanrılar icat etmiş, yeri gelince despotlar ve yeri gelince en yumuşak ve en uysal olmuştur. Buna tarihten bir örnek vermek hayli aydınlatıcı olabilir. Roma’daki arenalarda insanları aslanlara parçalatan sistem, zalim sistemin en vahşi halkası olmaktadır. Yine politik ve ahlaki toplumun bir halkası olan Hıristiyanlık vardır. Hıristiyanlık çok yönlü değerlendirilebilinir. Fakat konumuz açısından hümanist karakteri yeterlidir. Tabi Roma ne kadar zalimse, Hıristiyanlık o kadar insancıldır.
Ancak Roma nasıl oldu da önderini çarmıha gerdiği bir dini kabul etti? Bu dini resmi din olarak kabul etti. Elbette Roma bu dini kabul etmedi. Sadece ömrünü uzatmak için Hıristiyanlığı bir zırh olarak kullandı. Bu örnekte anlatmak istediğimiz sistemin gerektiğinde nasıl kılıf değiştirdiğidir. Tabi olguyu salt egemenlerin liberal karakteriyle değerlendirmek yanlış olur. Çünkü politik ve ahlaki geleneğe dayanan alternatif hareketler, sorunu çözmede kalıcı bir çözüm gücüne ulaştırmamaları sorunu ağırlaştırmıştır. Bu hareketlerin neden alternatif olmadıkları gerçeği ise sistemin mikro tarih anlayışını aşamamada yatar.
Reber Apo’nun son savunmaları üzerine eğitim görmeden önce bizde de sorunu köklü değerlendirme tam yaşanmıyordu. Örneğin pratiklerimizde eskiyi aşmama ve yeni paradigmayı yeterince pratikleştirmememiz kaynağında, mikro tarih kalıplarını aşamama vardır. Dolayısıyla zihniyet devrimini aşamama vardır. Örneğin özgürlük kavramını değerlendirme de hatalı yaklaşımlarımız vardır. Dolayısıyla çözüm yaklaşımımızda devletten, erkek egemenlikli sistemden tam anlamıyla kopamıyorduk. Ve cinsiyetçi paradigmadan kendimizi koparamadığımız için sistemi aşacak, dolayısıyla anti-uygarlık çözümünü teorik ve pratiğimizde tam anlamıyla uygulayamıyorduk. Tarihe bakıldığında anti uygarlık girişimlerinin bu yanılgılı yaklaşımlarını aşamamalarından kaynaklı yaratmış oldukları alternatifler sistemin mezhebi olmaktan kurtulamazdı. Dolayısıyla bu yanılgı bizi de bu tehlikeyle yüz yüze bırakıyordu. Bu da önderlikle aramızdaki mesafeyi gösteriyordu. Ancak özgürlük sorunsallığını Önderliğin son savunmalarının eğitimlerinden sonra şöyle bir gerçekliğe ulaştık; özgürlük arayışlarına girerken mutlaka erkek egemenlikli kalıpları kırıp, özgürlük olgusuna bu zihniyetle yaklaşmamız gerekiyor.
Önderlik son savunmalarda özgürlük için şu belirlemeyi yaptı; “özgürlük evrenin amacı mıdır?”, “özgürlük insan olgusuyla ele alınması dar ve hatalı bir yaklaşım olacaktır” yine “kafesteki kuşun çırpınışı özgürlük dışında neyle izah edilebilir?” ve daha birçok çözümleme, Önderlik tarafından geliştirildi. Bu gerçeklikte yaklaşmamızda insanın doğanın bir parçası olarak ele alıp, özgürlük sorunsallığını daha bütünlüklü ele alıp değerlendirmek gerekiyor.
Özgürlük sorunsallığının değerlendirmesine giderken şöyle bir soru ile karşılaşırız; ahlaki ve politik toplum ile uygarlık sistemi arasındaki mücadelede, özgürlük sorunsallığı neden bu kadar karmaşıklaştı? Doğal toplumu irdelerken bir özgürlük sorunuyla karşılaşmak mümkün değil. Toplumun yaşamanı sürdürme ve ayakta kalabilme sorununda, dolayısıyla mücadelesinden bahsedilebilinir. Ancak özgürlük sorunundan bahsedilemez. Klanlar arası çatışma dönemlerin de bile insanın özgürlüğünü elinden almak gibi bir durum söz konusu değildir. İnsanlar ya özgürce vardır ya da yoktur. Doğaya yaklaşımda bile tahakkümcü bir yaklaşım yoktur. Ancak ne zamanki kurnaz erkek ortaya çıktı, o zaman toplumu bin yıllarca uğraştıracak ve her türden katliam, ölüm, şiddet, köleleştirme vb’leri insanlık doğasıyla çelişen olgularla insanlığı yüz yüze getirecektir.
İktidar (erkek egemenlikli sistem) kendini süreklileştirebilmek için her tür hilekar ve baskı yöntemini geliştirirken, toplum ise sürekli bir direniş içinde olmuştur. Bu direniş, bazen dinle, bazen felsefeyle, bazen kurtuluş hareketleriyle, bazen feminizm ve çevre hareketleri ile bu direnişlerini sürdürmüştür. Politik ve ahlaki toplum olarak nitelendirilen bu oluşumlar özce bir gerçeği yani hakikati aramıştır. Hepsi de birbirine güçlü miraslar bırakmış, ancak toplumun özgürlük sorununa kalıcı ve köklü bir çözüm geliştirememiştir.
Reber Apo son savunmalarında Ortadoğu tarihi bir karşı devrim tarihidir belirlemesinde bulundu. Bu da bütün bir tarihin, bir direniş tarihi olduğunu gösterir. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkar; toplum bu kadar direnişe rağmen, neden özgürlük sorununu çözemedi? Ve bundan sonra bu sorunu nasıl çözecek? Bu soruya Reper Apo’nun savunmalarında geniş cevap bulmak mümkündür. Özetle Önderliğin devrim tanımlamasına bakmak yeterlidir. “Benim için devrim uygarlık sisteminin alanının gittikçe daraltılıp, ahlaki ve politik toplumun niteliklerini genişleterek yeniden topluma kazandırmaktır”. Bundan çıkardığımız sonuç ise toplumumuz üzerinde politik ve ahlaki değerlerle çelişen her türlü etkiyle mücadele etmek ve yeni paradigma temelinde toplumumuzun inşa çalışmalarında rol oynamak, kendimizi ve toplumumuzu özgürleştirmek olacaktır.
- Ayrıntılar
Emperyalistler bir telden özgürlük mücadelesine saldırıyorlar. Avrupa’nın geneline yayılan saldırı ve tutuklama furyasının bir yerden yönlendirildiği giderek daha netleşiyor. Sam amca söylüyor Sam amcanın torunları uyguluyorlar. Kendilerince de Kürtleri hizaya getireceklerini zannediyorlar.
Biz emperyalistlerin bize dönük saldırılarına hep anlam verdik. Çünkü biz emperyal sisteme karşı alternatif olduğunu iddia eden felsefik-ideolojik bir yaşam duruşun sahibi olan özgürlükçüleriz. Biz başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan sıra dışı olanlarız.
Bunu emperyalistlerin tümü bilir ama bir türlü bunu bilmeyenler, bilmek istemeyenler de maalesef vardır. Böyleleri daha çok sol cepheden yer aldıklarını söyleyenlerdir. Bize düşmanlık yapanlar bizi iyi tanıyorlar ya da iyi tanımışlardır. Biz kapitalist modernist yaşamla uyuşmayanlarız. Felsefik olarak da asla uyuşamayız. Pratik politika da insanlığın sorunlarını çözmek için oldukça esnek olabiliriz ancak yaşam ütopyamız, iddia ve ideallerimizden asla taviz vermeyiz. Bunu da emperyalistler iyi bilir.
Bilebilirler ancak bize ve bizim özgürlük çizgisine yakın duran ve özgürlük çizgisine girmek isteyen insanlara saldırmaktan da asla geri durmadılar, durmuyorlar ve öyle görülüyor ki durmayacaklardır.
Dediğimiz gibi Avrupa’da başlatılan bir saldırı dalgası oldu. Gerekçesi; PKK’nin gençleri zoraki ailelerinden almasıymış. Zoraki Kürt gençlerini kandırmakmış. Ve beyinlerini yıkamakmış…
Öncelikle şunu söyleyelim: Sizin o parlak yaşamınız sizin olsun. Biz kendi ülkemize sevdalıyız.
Öncelikle insanlık ailesinden her gün biraz daha uzaklaşan, bireycileşerek toplum dışına itilen yaşamınız sizin olsun. Biz kendi neolitik komünal ortakçı yaşamımıza sevdalıyız.
Öncelikle insanı cüceleştiren, nefesiz bıraktıran, robot haline getirerek karıncılaştıran, kimliksiz kılan, özünü boşaltan yaşamınız sizin olsun. Biz kendi ülkemizin özgür dağlarında insana saygıyı, sevgiyi, inancı, özgüveni ve kendini bilmeyi öğreten değerlere sevdalıyız.
Öncelikle insani manipülasyonlar, kandırmalar, göz boyamalarla etkileyerek kendi denetim sahasına alan yaşamınız sizin olsun. Biz özgürlük dağlarında aleniyete, güzele, doğruya, iyiye, şeffaf olan yaşama sevdalıyız.
Ve ekleyelim; sizin çalışma merkezlerinizde, o kadar maddi ve manevi imkânlarınız varken, insanlara o kadar vaatlerde bulunurken biz insanlara sadece ve sadece güzel bir dünyayı kurmanın mümkün olduğunu söyleyerek Kürt gençlerini ve tabii ki özgürlük arayışı olan tüm gençleri dağlara davet ediyoruz.
Sizler sahte parlak gelecekler vaat ederken, biz sadece ve sadece dağlara çıkarken onları bekleyen zor günlerin olacağını söyleyerek dağlara davet ediyoruz.
Sizler bin yıllık tecrübenizi kullanarak, Franco’nun üç F’siyle gençleri etkileyerek kendi kan emici sisteminiz içerisinde tutmaya çalışırken, biz sadece sihirli olan birkaç sözle dünyanın tüm gençlerini, kadınlarını Kürdistan dağlarına davet ediyoruz;
Özgürlük, özgürlük, özgürlük.
Adalet, adalet, adalet.
Eşitlik, eşitlik, eşitlik.
Paylaşımcılık, ortaklık, dayanışmacılık.
Ve tabii ki herkese kendi kişiliği ve iradesine saygı gösterildiği bir mekân, özgürlük mekânını da vaat ediyoruz. Ve diyoruz ki o kirlenmiş yaşamı terk edin. Özgürlük dağlarında kendinizi bulmaya gelin. Kendinizle barışık olmaya gelin. Kendiniz olmaya gelin. Kendi ayaklarınız üzerinde kendinizi gerçekleştirmeye gelin.
Evet, sizin yaşamınız sizin olsun biz özgürlük dağlarına sevdalıyız. Ve özgürlük dağlarına davet ederken hiçbir genci zoraki ailesinden, evinden, o kirli sisteminizden alamazsınız. O gençlerin büyük inancı olmazsa, büyük bağlılıkları olmazsa bir dakika dahi o kırk dereden su getirerek insanları kandıran sisteminizden koparamazsınız. Ne de olsa siz tarihin o meşhur Marduklarının torunlarısınız. Siz o meşhur başında çocuk doğuran Zeus’un torunlarısınız.
Evet, sizin yaşamınız sizin olsun ancak bizim özgürlükçü yaşamımız da bizim. Ve özgürlükçü yaşama gönül vermiş, yüreğinin bir köşesinde bu kıpırtıları yaşayan tüm gençleri bu saldırılara inat özgürlük dağlarına akın etmeye davet ediyoruz.
- Ayrıntılar
8 Mart’lı günlere doğru gidiyoruz. Ağırlıklı olarak bir kadın devrimi olan Kürdistan devrimi coşkulu günleri yaşıyor. Her 8 Mart özgürlük hareketi için bir başkadır. Kadınla simgeleşen bu günde kendi kadının yükselişini görmek, yaşamak, doyasıya tatmak müthiş bir heyecan yaratıyor. Ve bu heyecanı en çok yaşayanların başında özgürlük savaşçıları yani gerillalar geldiğini de abartmadan söylememiz gerekiyor.
Sanatçıların ince ruhlu insanlar olduğunu söylemiştik. Bu onların karakterine bir nevi ekilmiş belki de tabiatüstü olan bir bağışlamadır. Kadınların da ince ruhlu olduğu söylenir. Biz gerillalar olarak buna en çok inanan insanlar olduğumuzu da ekliyoruz.
Sanatçıları Kürdistan’a davet ediyoruz. Özelde de kadın sanatçıları davet ettiğimizi de ekleyelim. Son zamanlarda AKP’nin Türkiye’nin tanınmış sanatçılarını ‘açılım’ a destek sunmaları için bir araya getirmeye çalıştığını gördük. Kendi cephemizde bizim de söylediklerimiz oldu. Ancak birkaç hususu yaklaşan 8 Mart’tan dolayısı ile yine söylememiz yerinde olacaktır.
Kimi sanatçı arkadaş ‘Kürt halkını ve PKK’yi ayrı tutmak’ gerektiğini talihsizce dile getirmişlerdir. Kimisi de daha ileri giderek küçümseyen davranışlarda bulunmuşlardır. Alışılagelen resmi ideolojinin davranış kalıplarını sergileyenler de oldu. Hâlbuki biz biliriz ki sanatçı olmak resmi kalıplara gelmeyenlerin ortak karakteridir. Öyle olması gerektiğini her sanatçı kendisi de ifade eder.
Tuhaflık oradadır ki söz konusu Kürdistan, özgürlük hareketi oldu mu sanatçı karakteri yerine resmi ideolojinin kendi insanlarına ektiği o ırkçı, faşizan, bön, militarist karakter öne çıkıveriyor. Ha denilecek ki son yıllarda birçok sanatçı militarizme karşı görüş sunarak tavır almıştır. Evet, bu da doğrudur, ancak unutmayalım bu durumun oluşması için özgürlük hareketi ne kadar büyük bir mücadele vermiştir. Ne kadar büyük özverilerde bulunarak en zor olan kavgayı yürütmüştür.
Hâlbuki biz biliriz ki dünyanın başka yerlerinde olup bitenlere en duyarlı yaklaşanlar öncelikli olarak sanatçılardır. Bir bakın Fransa’nın Cezayir işgaline karşı Fransa’nın önde gelen Sartreleri nasıl sokaklara dökülerek sömürge politikalarına karşı duruş sergilediler. Hem de en ön cephelerde yer alarak.
Maalesef Türkiye sanatçılarında biz bunu göremedik. Bugünlerde gösterdikleri duyarlılığı küçümseme anlamında değil ancak geçmiş yıllarda binlerce faili meçhul olay yaşanırken, binlerce köy yakılırken, işkenceler günü birlik yaşam kalıbı haline biz Kürtler için getirilirken, sokaklarda çocuklarımızın kolları kırılırken, analarımıza onlarca polis saldırarak linç ederken maalesef çok az sayıda sanatçı dayanışma örneği göstermiştir. Büyük bir kesim sanatçı bu işin havasında bile olmamıştır.
Evet, bugün duyarlı yaklaşımlarını gerilla olarak küçümsemiyoruz. Önemli bir gelişme olarak ele alıyoruz. Ve biz eskiden beri sanatçıların yaşanan bu savaşıma müdahil olmalarını istedik. Dayanışma göstererek bir an önce bu acının, şiddetin sona ermesi için inisiyatif almalarını istedik. Ama maalesef bunu geçmişte çok az gördük. Şimdi gelişen kısmi bir duyarlılığı ise kimi sanatçının ‘PKK ayrıdır Kürt halkı ayrıdır‘ demesini de tuhaf karşıladığımızı da zaten söylemiş bulunuyoruz.
‘PKK’nin ayrı Kürt halkının ayrı’ olduğunun tespitini öncelikli olarak tüm sanatçıları 8 Mart’ı yaşadığımız bu günlerde Kürdistan’a çağırarak cevap veriyoruz. 8 Mart’ı yaşadığımız bugünlerde gelip Kürdistan’da Kürt kadınını görsünler. Kürt kadınının siyasete olan ilgisini görsünler. Toplumsallaşmada kadının rolünü görsünler. Kadının kendi rengini nasıl gelişen toplumsallaşmaya vurduğunu görsünler.
O sesi soluğu kesilen, hiç görülen, evinin eşiğinde dışarıya çıkamayan, sadece erkeğinin kadını olan, sesi duyulmayan, başı kapalı, alınıp satılan, gülmesi yasaklanan özcesi kapatılmış olan kadını gelip Kürdistan’da bugün görsünler. Siyaset sahnesinde belediye başkanı olarak görsünler, sivil toplum örgütlerinde en önde konuşan olarak görsünler, meydanlarda pos bıyıklı erkeklere rağmen haykırdıklarını görsünler, dağların doruklarında zılgıtlarıyla gerilla olarak görsünler ve yetmişlik anaların meydanlarda haykırışlarını görsünler.
Evet, sanatçıları Kürdistan’a davet ediyoruz. Gerillalar olarak dağlara yanımıza komünal, hümanizm üzerine kurulu olan yaşamımızı görmeye gelsinler diyeceğiz ancak bu belki de bazı sanatçı arkadaşlar için fazla özveri isteyen bir istem olabilir. Belki gelecek yıllarda bu istemimiz de gerçekleşir. Şimdilik biz Türkiye sanatçılarını Kürdistan’a davet ediyoruz.
Denilir ki bir toplumun düzeyini öğrenmek istiyorsanız kadının gelişim düzeyine bakın. Ve derler ki bir kadın ne kadar özgürse, özgürleşirse o toplum da o kadar özgürdür ya da özgürleşmiştir.
Evet, biz sanatçıları Kürdistan’a davet ediyoruz. Şimdiden bir haftayı aşkındır 8 Mart etkinlikleri sürüyor. Ve bu tempo giderek daha da yükselecektir. Ve şunu da ekleyelim; nerede bir Kürt kadını varsa orada bir 8 Mart mitingi, etkinliği, coşkusu, heyecanı ve kutlaması vardır. Ve nerede bir gerilla birliği varsa orada da bir 8 Mart yükselişi olduğunu da hiçbir komplekse girmeden ekleyelim.
Evet, Türkiye sanatçılarını bugünlerde Kürdistan’a kadın yükselişinin zirvelerde seyrettiği mekânlara davet ediyoruz.
Hem de en büyük istek olarak.
- Ayrıntılar
Avaz ve ses gibi, çığlık ve yakarış gibi, toprağa düşen bir çiğ damlası, tohum gibi, bahar ve tomurcuk gibi, kadın ve yaşam birbirinin tamamıdır. Sorgusuz sualsiz kimseler kuralını koymadan doğa kanunu olmuştur kadın ve yaşamın birlikteliği. Yaşam her anı ile kadının varlığı süregelmiş en önemli parçası haline gelmiştir insanlık tarihinin. Yaşamın her anı; kadın emeği, çabası, sevgisi ve alın teri ile yoğrulmuş, Yaşama anlam katılmıştır. Ta ki tarihin zalimleri; onun emeğini, çabasını çalana, sevgisini, duygusunu, düşüncesini, benliğini tutsak alana kadar yaşam içerisinde önemini korumuştur. Ama tutsaklığı, çalınan çabası ve emeği onu yaşamın gizli kurucusu yaptı, hep gizli kaldı, horlandı, dışlandı, dövüldü, köle pazarlarında satıldı, diline, düşüncelerine, yüreğine kilit vuruldu, bedeni ve ruhu tutsak alındı. Bekledi sessizce, bir gün yine o eski ihtişamına dönecekti ve artık asla gizli kalmayacak ve kimse onun emeğini çalamayacaktı…
Kadının yaşamla buluşması ancak isyana, başkaldırıya, özüne, toprağına, dağına, suyuna, bilincine yeniden dönmesiyle olacaktı. Artık bu gidişe bir dur demeliydi. Tutsaklığına, emeğinin çalınmasına ve köleliğine artık yeter demeliydi. Yaşamı ören analarımız, kadınlar, kızlar artık dirilişe geçmeliydi. Kürt kadını hep asiliği, isyanları ve emeği ile tarihe iz bırakmıştır. Kimseye boyun eğmeyi kendine yedirememiş, kimsenin tutsağı olmamak için kendini kayalardan atmış, bedenini ateşlere vermiş, kanını ırmaklara, taşkın akarsulara, hırçın Munzur’a, Fırat’a, Dicle’ye bırakmış, gözünü kırpmadan tutsaklık yerine ölümü kucaklamayı tercih etmiş. Yiğit Kürt kadınları, kızları asilikleri ile özgürlüğe sevdalarını, yaşama bağlılıklarını ve emeklerini toprak anaya bir tomurcuk, bir miras gibi kendilerinden sonraki nesillere bırakmışlardır.
Artık gün diriliş ve emeğine sahip çıkma günüdür. Kürt Kadını halkının kurtuluşunun sembolü, amacı ve ideolojisi olmuştur. Önder Apo kadın şahsında bir halkı diriltti. Kadın diri diri gömülmüştü ve artık o mezar açıldı. Bir halk diri diri gömülmüştü, köklerinden sökülüp atılmak istenmişti. Gün Kürt halkının ve kadının kurtuluş günüdür. Kadın 5000 yıllık tutsaklığından kurtuluşunun ışığını, güneşini gördü. Kadın ruhunu ve bilincini de tıpkı bedeni ve dili gibi esaretten kurtarmanın savaşını vermeye başladı. Önder Apo; onlara özgürlük ve hürriyeti tattırmıştı. Kim tutabilirdi ki onları? Kimin gücü yeterdi ki artık? Kadın kendi gücünün farkındadır, artık kadın yaşamın her yerindedir. Kadın meydanlarda, zindanlarda, dağlarda, mevzilerde elerinde silahları özgürlüklerinin peşindedir. Kimin gücü bu özgürlük tılsımını almaya yeter? Artık gün kadının diriliş günüdür.
Yaşamın yaratıcısı olan kadınlar artık savaşmayı öğrenmek, savaşarak kendini yaratmak zorundadır. Ancak savaşarak kendilerini dirilteceklerinin bilincindedirler. Şimdi dağlarda yaşam koşullarını yaratıyorlar, büyük bir emek ve aşkla. Onlar Dersim’de kendini kayalardan uçumlara bırakıp özgürlüğü kucaklayan kadınlardan miras almışlardı direnişi. Şimdi dağlarda özgürlük yürüyüşünde savaşan kadınlar, direnişin, mücadelenin ve özgürlüğün sembolü oldular. Şimdi Beritan olup kayalarda, zilan olup düşmanın kalbinde, Mizgin olup halkın arasında yarınlara fütursuzca açacak birer tomurcuk gibi patlıyorlar. Kadınlar özgürlüğü bir türkünün ritmi, mısraları gibi biliyorlar. Yaşamlarını özgürlük ateşi, güneşinin etrafında çember yapıp, özgürlüğün halayını tutuyorlar. Kadınlar Beselerin, Mizginlerin, Azimelerin, Berivanların, Meryemlerin, Fatmaların, Beritanların, Zilanların, Zeyneplerin, Nudaların, Yıldızların, Gülbaharların, Delilaların öncülüğünde yaşamın sevdalısı oldular. Kadınlar ölmek için ölmüyorlar, sevmek, yaşatmak ve yaşamak için ölümün yüzüne gülümsüyorlar. Bedenlerini kendilerinden sonraki yaşam kurucularına siper ediyorlar. Kadınlar şimdi vitrinlerde, köle pazarlarında, karanlıklarda değil, dağların doruklarında, engin vadilerde yaşamın orta yerinde filizleniyorlar.
Özgür dağlarda özgürlüğüne sevdalı, yaşamı yaratan kadınlar kimseye dayanmadan, kimselerden yardım beklemeden kendilerinden güç alarak ve emekleri ile var oluyorlar. Kadınlar kalacakları, yaşadıkları yerleri kendileri yapıyor, yaşam kavgasında sessizliği kırıyorlar. Yaşamın her anı kadın oluyor. Kadınlar kendilerini bilerek yaşıyorlar. Korkusuz, cesaretlice geceler boyu yürüyüp sabahın seherinde halaya duruyorlar. Yaşam bin bir sevinci kendisiyle birlikte sunuyor dağdaki kadına. Yardımı biliyor, yardımı seviyor, birlikte yaşamayı öğreniyor. Asker oluyor, öğretmen oluyor, öğrenci oluyor, avcı oluyor, tarımcı oluyor, yer yapıyor yaşamın her alanını kendi gücüyle örgütlüyor. Dağlardaki Kürt kadınlar, genç kızlar Önder Apo’nun fedaisi oluyor. Önder Apo’nun ideolojisi ve eğitimi ile bir halkı savunuyor, kendini savunuyor. Şimdi kadınlar özgürlüğe kanat çırpıyor. Kadın yeniden yaşam oluyor, yaşam kadında kendini buluyor.
- Ayrıntılar
Kış süreci gerilla açısından kendini eğitimlerde derinleştirme, inzivaya çekilerek kendini gözden geçirme sürecidir. Yaşama yansıyan ve yansımayan yönlerimizle kişiliklerimizi muhakeme ederek, arınarak yaşamayı esas alırız eğitimlerle. Yıl boyunca devam eden yoğunlaşmalarımızı daha fazla derinleştirme ihtiyacıyla, kendimize doğru hep kulaç atmaya ihtiyaç duyarız.
Eğitimlerimizin odağı ise şüphesiz Savunmalardır. Savunmalar ekseninde göreceğimiz eğitimler daha başlamadan önce, hepimizin kafasında, yüreğinde birçok şey iç içe yaşanmaya başlar, ta ki bitene kadar devam eder. Ne kadar anlama gücü göstereceğimize dair yaşadığımız kaygılardan tutalım, öğreneceğimiz ve derinleşeceğimiz konular karşısında yaşayacağımız heyecana, tarihin ve toplumun en acımasız gerçekleri karşısında yaşayacağımız büyük öfke ve derin acıdan, yakaladığımız yeni ufukların yaşattığı aydınlanmanın sevincine kadar kıyasıya bir mücadele ve kavgayı yaşayacağız.
Kavga bize belletilen ve düşüncelerimize hükmeden bütün kalıplara karşı, yani en çok kendimizle yürüttüğümüz hesaplaşmadır aslında. Yüzeysel yaklaşmadığımız her gün, her saat bu mücadelemiz bizi tarihin ve günümüzün en bildik ve hiç ulaşılamayan ücra coğrafyalarında yolculuğa çıkaracaktır. Önderlikle yürümek, onun yolunun yolcusu olmak bizi her şeyden önce zihnen çok zorlasa, yorsa bile buna güç getirmeyi öğrendikçe, kendimizde ve etrafımızda bu konuda büyük emek ve fedakârlık gösterdikçe, yürümenin büyük coşkusu ve hazzını yaşayacağız. Bazen yanılacağız “tamam anladık” diye kolaya kaçacağız ama öyle yağma yok, karşımızdaki gerçeklik buna hiç izin vermez. Böyle kolay ve ezber yaklaşmaya çalıştığımız anda, savunmalar bize çarpacak ve patlasa da daha fazla çalıştır kafanı ve sağlam tut yüreğini, diyen bir gerçekle kendimizi bir daha gözden geçirmemize çağrı olacaktır. Ya da bana ağır geliyor, ben çok büyük değerlerin bileşkesi olan bir Önderliğin ve hareketin militanı, gerillası olmaya katıldım ama onun temsil ettiği paradigmayı, ideolojiyi anlayamam, benim için zor geliyor demeye yelteneceğiz bazen. Tam böyle diyerek kaçışı denemek isterken, Önderliğin en sade, en somut, hikaye diliyle karşımıza çıktığında hakikat, bu sefer nereye kaçacağımızı bilemeden düz bir meydanın ortasında kendimizi bulacağız. Öyledir ya genel savunmalarda Önderliğin yaklaşımı her kesimin anlayacağı anlatım yöntemlerini iç içe zengin bir şekilde ele aldığını biliyoruz.
Hepimizin bazı yönleriyle yaşadığı yetersizlikleri daha da sıralayabiliriz ancak anlaşılması açısından her birimiz geçmiş süreçlerimizi gözden geçirirsek yeterli olur. Yalnızca niyetlerden bağımsız, hepimiz bunun gerekliliğinde kendimizi ikna edip bunun mücadelesini güçlü verme kararıyla hareket edersek, çok önemli mesafeler kat ederiz.
Önderliğimiz görüşme notların da özellikle belirtti bu konuyu. Kış eğitim sürecine çok güçlü yaklaşıp, eğitimlere yüzeysel yaklaşmadan ciddi bir yoğunlaşmayı esas almamız gerektiği perspektifini verdi. Evet, bu perspektif olmanın da ötesinde bizler açısından bir talimattır da aynı zamanda. Her seferinde hem bizlerin hem de dışarıdaki çevrelerin savunmaları ne kadar anlama çabasında olduğumuzu, bu konuda ne kadar ciddi yaklaştığımızı hep anlamaya dönük yaklaşımları var. Yaptığı en temel eleştirilerden biri de, savunmalara olan yaklaşımımızdır.
Önderliğimizin yıllarca hareketimizi geliştirme ve yürütmedeki en temel çalışması eğitimler oldu. Eğitimi hiçbir zaman salt teorik bir bilgilenme, entelektüel bir uğraş olarak görüp, yaklaşmadı. Eğitim anlayışında hep komple olma, insana-topluma dair tüm gerçekleri gözeterek, verilecekse bir mücadele bunun militanını, gerillasını Apocu esaslar temelinde yaratmaya dayalı bir tarzda ele aldı. Düşünceniz başka olsun, yaşamınız başka, ilişki anlayışınız başka, savaşta yürüteceğiniz pratik başka demedi hiçbir zaman. Her zaman “düşüncesi bizimle olmayanın pratiği de bizimle olmaz” felsefesinden hareketle, hem düşüncede hem de pratikte Önderlik Gerçeğine ve PKK’ye katılmamızın olmazsa olmaz bir gerçek olduğunu bize rağmen hep dayattı. Eğitimleri bizim algılayış biçimlerimize göre, ya da sıradan yaklaşımlarımız temelinde ele almadı. İnsanı yaratma, partiyi yeni bir hamleye hazırlama mekânı olarak ele aldı devreleri.
Her günü yeni bir gelişmeye vesile yapan bir yaklaşımla, kendi deyimiyle “nefes nefese yürütülen bir mücadele” ortamına kavuşturmayı esas aldı. Günlük bir çalışmadan tutalım, en derinlikli konuları çözümlemeye kadar, bir davranış biçiminden tutalım bir iş yapma tarzına, hitabetten tutalım tempoya kadar her şey bir eğitim konusu oldu Önderlik için. Öyle çoğu zaman içine düştüğümüz bir yanılgı olarak düşünce ve yaşamı, söylenenlerle davranışları birbirinden koparmadı. Her arkadaşın özgünlüğünü, kapasite ve düzeyini gözeten ancak hiçbir gerilik ve sınıfsal yaklaşıma teslim olmayan, hiç kimsenin değerleri kendisine göre ele alıp, oynamasına izin vermeyen bir tarzla kavganın en büyüğü olarak yaklaştı eğitimlere. Savaşların en çetini, en anlamlısı olarak gördü, kendini eğitme ve yeniden yaratma mücadelesini. Ne cehaleti meşrulaştıran ne de lafazanlığı dayatan yaklaşımları kabul etmeyeceğini çarpıcı bir biçimde hem eğitimde hazır olan hem de pratikteki arkadaşlara yürüttüğü mücadeleyle hep hatırlattı.
Yeni eski, savaşçı komutan, köylü okumuş gibi ayrımları yapmadan her alandan gelen kadro mozaiğiyle devreler oluşturdu. Tüm zorlanmalara rağmen her kesin eğitimlere ihtiyacı olduğu gibi eğitimlerde kendisini yaratabileceğini, yargılanmadan geçerek, kendi payına düşen hesabı vermesini bekledi. Konumu ve düzeyi ne olursa olsun, eğitim ortamlarının doğru değerlendirilmemesine bir gerekçe yapılmasına izin vermedi.
Bayan arkadaşlar açısından ise, bu konuda yaklaşımı hep daha fazlası olmalı, siz kendinizi daha çok eğitmelisiniz, beyninizi patlatırcasına bir çabaya gireceksiniz, biçimindeydi. Kadının en fazla düşünce dünyasından geri bırakılması, adeta düşünceden mahrum bırakılarak yine kendi düşüncesine göre kadın yetiştirme gerçeğine karşı, en fazla kadını geliştirme, kadında eski zihniyeti kırma mücadelesini çok yoğun yürüttü. Yapılanların tersine, her şeyden önce ideolojik bir yaklaşım sergiledi her zaman. Sadece Kadın Kurtuluş İdeolojisini yaratmakla da kalmadı, bugün savunmaların geneli kadın, toplum ve doğa eksenlidir. Elbette Önderlik, kadına dair tüm teorilerinin ve yarattığı muazzam ideolojik tespitlerin yaşamda da en amansız uygulayıcısı ve mücadele öncüsüdür. Bu konuda gösterilen samimiyetsizliğe, istismarcı yaklaşımlara ya da görüntüyü kurtarmaya çalışanlara karşı hep bizi duyarlı kılmaya, bu konuda örgütlü mücadele etme bilincini her zaman vermeye çalıştı. Yani bu konuda kadına verilebilecek en anlamlı değeri vererek, kadınla nasıl yaşanırın da tek yol göstericisi olmuştur. Bunun karşısında, savunmaların derinliği ile ele alıp kendi gerçekliğimizi sorguladığımızda her seferinde öz-eleştiri veriyoruz. Bu özeleştirinin pratikleşmesi ve gerçekten gelişime katkı sunmada bir akışı ifade etmesi için, Savunmalarda derinleşme, tıpkı eskiden olduğu gibi, genel içerisinde işlenen dersler dışında düşünsel emek ve çabamızı iki-üç katına çıkarmalıyız.
Evet, Önderliğimiz bu hareketi anı anına geliştirmeyi ve en üst düzeyde pratiğini yürütme görevini her zaman olması gerektiği biçimde verirken, eğitim ve pratiği bir birinden koparmadan yaptı. Çünkü PKK’de insanın kendisini eğitmesi, kendisini PKK’lileştirmesi her zaman ve her koşulda devam eden bir olgudur. Ne okullar içerisinde görülen eğitimlerle sınırlandıra bileceğimiz ne de pratiğin-yaşamın öğreticiliğiyle yetine bileceğimiz bir yaklaşımla ele alamayız. Yaşamımızın her anının öğretici derslerle dolu olduğunu göz ardı etmeden, ancak yaşamın güncel pratiğine de kapılan bir tarzdan ziyade hep en ileriyi hedefleyerek yaklaşmak daha gerçekçi olacaktır.
İmralı sürecinden sonra da Önderliğin bu tarzı ve mücadele yaklaşımı değişmediği gibi daha fazla derinleşti. Önce düşüncede, zihniyette yürüttüğü mücadele ve ardından bunun pratikte ne kadar yapıldığını hep takip edip, eleştirilerini yaptı. Bu gerçekliğe cevap olmayan, ters düşen yanlarımızı hem çözümleyip hem de çok sert, öfkeyle karşılayan değerlendirmelerini yapmaya devam ediyor.
Son süreçlerde yine aynı konuya eğilmesi, hemen hemen her görüşme notunda savunmaların okunup-okunmadığını sorması ve anlaşılmadığı için her kurum-kuruluşumuzun bir eğitim yeri haline getirilmesinden tutalım Türkiye’de Akademilerin oluşturulmasına kadar perspektif sundu. Gerilla için de somut kış üstlenme sürecini nasıl ele almamız gerektiğini belirtti. Bizim için Savunmaları anlama ve bunun için yürütülecek mücadeleye katılma en başta gelen görevimiz olarak önümüzde durmaktadır.
- Ayrıntılar
Tuzak kokardı sokaklar ve köyler.
Daha sabah sökmeden cellatlar kuşatırdı evleri.
Güneşin ilk ışınları ve usul usul ısıtan ilk ısısı vücudumuza vurmadan.
Köryılan soğukluğundaki potinli Türk cellatları girerdi evlerimizin avlusuna, bir bir odasına.
Tar u mar edilirdi her yan.
Annelerimizin kilitli kutilerinin zulasında, ziynetinden beşi birliğine, burmalı bileziğinden para-puluna kadar buldular mı doldururdu ceplerine köryılan soğukluğundaki potinli Türk cellatları.
Ninelerimiz ile dedelerimizin anne ve babalarımıza, onların da bizlere kan akıtarak, jilet gibi keskin ayaz soğuklarda, tendur sıcaklığında pişen ekmek gibi güneşin kızgın ve çıplak ışınları altında pişerken biriktirdiği ne varsa bir anda akardı düşman cellatların kasasına.
Daha bu ne ki,
Yaktıkları evlerimizin, bağ ve bahçelerimizin alevleri gökyüzünü kaplardı.
Ahırın kapılarını kapalı tutarak ahırlarla birlikte cayır cayır yaktıkları ineklerimizin, öküzlerimizin, kırlarda oynaşmaya fırsat bulamadan telef ettikleri buzağılarımızla kuzularımızın yanık et kokuları yılın ilk karı düşene kadar soluduğumuz havaya ölüm kokusunu yayardı.
Bir defaya mahsus değildi köryılan soğukluğundaki potinli Türk cellatlarının Kürdistan’ı viraneye çevirmeleri.
Ta Kürdistan’a girdiklerinden sonar onlarca yüzlerce sefer viranelere xarabelere döndürdüler Altın Hilal’imi.
Türk istila ordularının her istilasında xarabelere dönen Kürdistan hep şinwara döndü.
Onların eseri oldu xarabe.
Atalarımızın eseri oldu Şinwar Kurdistan.
Şeyh Said, Agıri, Dersim ve şimdi bir hem bu dualizm sürdü gitti.
Hala sürüp gidiyor.
Ve bu kader olmayacak.
Ta Şinwar Kurdistan ezelden ebede özgürleşene kadar bu kavga sürecek.
Hiç kimse zannetmesin ve kendini aldatmasın, istilacı çekirge sürüleri gibi Kürdistan’a giren azgın canilerden teşekküllü Türk ordusu caniliğini bırakmaz.
Hiç kimse zannetmesin ve kendini aldatmasın, gerillasız özgürlük olmaz.
Köryılan soğukluğundaki zehirli düşmanla kuşatılmış kentlerde gelecek hayali ile boşa geçecek ömürlerin hiçbir sevinci olamaz.
Köryılan soğukluğundaki zehirli düşmanla kuşatılmış kentlerde kendini yiğit görenin kafesteki aslandan farkı olamaz.
Kürdistan’ın labirentli doğal kaleleri olan görkemli dağları dururken, her gün çaresiz bir şekilde köryılan soğukluğundaki zehirli düşmanla birlikte yaşamanın kahrını çekmek zulümdur zulüm ey Kurdino!
Her anı ölüm kokan, yavaş yavaş çürüterek öldüren köryılan soğukluğundaki düşmanın hakim olduğu tuzak kokan sokaklardan umut aramak olamaz.
Umut aramanın ve özgürlük arayışlarının, yeniden canlanan doğanın canlandığı ay olan Newroz ayında ki gibi coştuğu zamanlarda, dağların zirvelerinde bulunmanın şerefine nail olan coşkulu özgürlük gerillasından başka hiçbir kimse bu kadar özgür olamaz.
Köryılan soğukluğundaki düşmanın kuşattığı tuzak kokan sokaklarda yaşamak ve çürüye çürüye ölmek mi yoksa dağların asi ve direngen ruhlu özgürlük gerillası olmak mı en yalın hakiki seçenektir?
- Ayrıntılar
Sanatçı insan ince ruhlu insandır. Toplumsal sorunlara karşı duyarlı duran ve yaşayandır. Ve belki de en büyük sanatçılık yaşanan toplumsal sorunları en çarpıcı bir şekilde dile getirerek bu sorunların çözümünde rol oynayandır.
Evet, sanatçı toplumsallığa en fazla katkı sunandır. Ve gelecek günlerin daha aydınlık geçmesi için de hayallerini özgür bırakarak toplumun hizmetine gönüllüce koşandır. Bunu yapmayana sanatçı demek herhalde bir zorlama olur. Komersiyel çıkarlar için sanatla uğraşana dediğimiz gibi sanatçı demek bir zorlama olmalıdır.
Biz gerçekten de sanatla uğraşanları sanatçılar olarak ele alıyor ve bu temelde bir değerlendirmeye gitmek istiyoruz. Bir gerilla olarak sanatçılara belki de en yakın duran insanlar olarak seslenmek yanlış olmayacaktır.
Yıllardır süren bir özgürlük mücadelesi vardır. Yıllarca inkar edilen, yok sayılan, imha edilen, hakaretlere uğrayan, katledilmeleri adeta normalleştirilen bir halktan bugün meydanlarda gür haykıran, kendisi olmuş, kimseye boyun eğmeyen bir halk yaratılmıştır. Boynu bükük, ezik, kendisine güvensiz olan bir Kürt’ten kendisine güvenen ve gittikçe de özgürlük yoluna giren bir Kürt yaratılmıştır.
Hiç şüphe yoktur ki özgürlük yoluna girmek için çok ağır bedeller ödenmiştir. Binlerce gerilla canını bu özgürlük uğruna feda etmiştir. Yine Türk devleti tarafından da binlerce asker ölmüştür. Tahribatı olmayan savaşlar yoktur. Her savaşın tahribatları mutlaka vardır. Zararları da vardır. Ancak bir yerde onursuzluk dayatılıyorsa buna karşı yapılacak başka herhangi bir yol kalmamışsa onurlu olmanın bir yolu olarak özgürlük savaşı yürütmek, özgürlük savaşçısı olmakta bir o kadar yerinde olan bir insan olma tavrıdır.
Dediğimiz gibi savaşların mutlaka zararları vardır. Bunun için denilir ki her savaşın bir barışı vardır. Ya da her savaşın barışı mutlaka olmalıdır. Yaratılmalıdır. Bu barışın oluşması için her insanın mutlaka görevleri vardır. Olmalıdır.
Bir yerde bir sorun varsa, bir yerde bir çatışkı varsa, bir yerde bir savaş varsa bunu durdurmak için duyarlı insanların bir araya gelerek elinde geleni yapmaları insani bir görevdir. Toplumda en duyarlı insanlar olarak bilinen sanatçılar ve aydınların sorunları çözmede asli bir görevi üstlenmeleri gerçekten de insani bir görevdir.
Bunun için sanatçıların Kürt sorununun çözümünde görev üstlenmeleri anlamlıdır. Duyarlılıklarına işarettir. Saygı duyulması gereken bir tavır ve davranıştır.
Her şeyden önce dediğimiz gibi Kürt sorununu çözmek asli bir görevdir. Türkiye de Kürt sorununun çözülmesi yaşanan onlarca sorunun hızla çözülmesi demektir. Akan kanın durdurulmasıdır. Kardeşlik atmosferinin yeniden yeşermesidir. Kırgınlıkların, daralmaların, çelişkilerin giderilmesidir. Özcesi barışın adım adım tesis edilmesidir. Böylesine kutsal bir göreve duyarlı yaklaşmak dediğimiz gibi gerillalar olarak sadece ve sadece saygı gösterilebilir.
AKP hükümeti ya da AKP ne amaçla sanatçıları bir araya getirmek istediğine girmeden bir iki hususun altını çizmek istiyoruz; biz Kürt sorunun çözümü için yapılacak her türden çalışmayı gerillalar olarak destekleriz. Biz sürdürdüğümüz silahlı mücadelenin yapması gerekenleri fazlasıyla yaptığına ve fazlasıyla var olan sorunları açığa çıkardığına inanıyoruz. Ve artık savaşın değil barışın inşa edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Halkların kardeşliği için ne gerekiyorsa onun yapılması gerektiğine de inanıyoruz. Bu bağlamda kim hangi amaçla Kürt sorununu çözmek isterse istesin, bizim için önemli olan Kürt sorunun onurlu bir barış temelinde çözülmesidir. Dediğimiz gibi akan kanın durmasıdır.
İşte sanatçılar akan kanın durdurulmasına katkılara olacaksa biz buna sadece ve sadece saygı duyarız. Ne var ki saygıyla andığımız ve gerilla da zevkle dinlediğimiz kimi sanatçı Kürt sorunu ile PKK’yi ayrı tutmak gerektiğini belirtmişler. Bazıları daha ileri şeylerde söylemişler.
Öncelikle şunu söyleyelim; Kürt halkıyla PKK arasında bağı öğrenmek isteyenler Diyarbakır’da Newroz kutlamalarına gelsinler.
15 Şubat günü Kürt halk önderliğine sahiplenişine baksınlar.
Daha birkaç yıl önce Kürt halk için toplanan imzaların sayısına baksınlar.
Ve belki de daha görkemli olarak; barış gurubu olarak Türkiye sınırlarına girdikleri andan itibaren yüz binlerce Kürt insanı tarafından karşılanan gerillalara bakarak PKK ile Kürt halkı arasındaki ilişkinin örülmesine baksınlar.
Onurlu, özgür Kürt ile PKK etle tırnak gibi birbirine bağlanmıştır. Sıfırın altında seyreden bir halkı, hiç kimseye boyun eğmeyen bir halk haline getiren PKK’dir. Yine sıfırın altında isminden söz edilmemişken bugün devletlerin resmi gündemine girip sanatçılardan bu sorunun çözümü için yardım isteniyorsa bunu yaratan yine PKK’dir. Ve onun gerillasıdır. Kürt halkı bunun için gerillasından ve PKK’sinden ayrılmaz. Ayrıştırılamaz. Halkımızın o; ‘PKK halktır halk burada’ sloganı incelemeye değerdir.
İşte bunun için diyoruz ki; sanatçılar doğru yerde durmalıdır. Bu duruş, onurlu sanatçı olmanın da bir gereğidir.
- Ayrıntılar
Öyle bir dünya ki hep birine muhtaç kılma üzerine kuruludur. Ya el öp ya da el öptür.
El öpmek çok onursuzlaştırıcıdır. Ancak el öptürmede el öpmek kadar onursuzlaştırıcı ve kirleticidir.
El öpme bir saygı gösterisi olarak alınır. Bir büyüğe gösterilen saygı. Eğer bu bir toplumun ahlaki normları üzerine kurulu ise bir nebze de olsa kabul edilebilir. Ancak bir hiyerarşi ve büyüklük gösterisi için yapılan bir eylem ise çok mu ama çok düşürücüdür. Başka bir deyimle onursuzlaştırıcıdır.
El öptürme ise daha onur kırıcı bir eylem. Çünkü karşındakine boyun eğdirmek esasen bireyin boynuna takılan bir boyun eğdirmişlikçiktir. Birine boyun eğdiren birine boyun eğmiştir. Birine el öptüren birinin ellini çoktan öpmüştür. Yani onursuzlaşmıştır.
Kürdistan’da en çok boyun eğdirilenler kadınlardır. En çok kadın üzerine el etek öpmeler uygulanır. En çok kadınlar onursuzlaştırılmaya çalışılır. Ne de olsa onlar hep birilerine muhtaç kılınmıştır. Onlar hep birilerine monte edilmiş ve yamalanmıştır.
Kadın bu durumu nasıl aşacaktır? Kadın nasıl kadın olacaktır? Kadın nasıl hak ettiği toplumsal statüyü elde edecektir? Toplumun en dinamik olan kesimi nasıl toplumda başat hale gelecektir?
Bir kere şunu peşinen söyleyelim: düşürülmüş kadın düşürülmüş toplumdur. Düşürülmüş kadın çoktan düşürülmüş erkek ve erkeklerin topu sülalesidir. Muhtaç kılınmış kadın muhtaç kılınmış erkektir. İradesi alınmış ve çalınmış kadın iradesi alınmış ve çalınmış erkektir. Bir yazarın yazdığı gibi: Kopyaya kaynaklı eden sonuçta kendisi kopya olacaktır. Sen kadının muhtaç olmasına göz yumarsan sonuçta kendin muhtaç olursun.
Şunu herkes bilecektir: bir yerde kadın dip noktaya getirilmişse orada erkeğin dip noktaya getirilmesi çoktan başlamıştır. Orada erkeğin adım adım-ne kadar kendini beğenerek naralarda atsa-karılaştırılması çoktan başarılmıştır.
Gelelim yeniden sorularımıza; kadın nasıl muhtaç olma konumundan çıkacaktır?
Öncelikli olarak başkalarına muhtaçlık emaresi gösteren ne kadar şey varsa hepsinden kendini arındıracaksın. Başka bir deyimle; “kişilik sahibi olan her insanın, başkasında bulmak istediğini önce kendisinde yaratmayı esas alması kaçınılmazdır” felsefesini esas alacaktır.
Öyle ki şairin dediği gibi: “Yaşamlar vardır sevda, türkü, acı tadında, yaşamlar vardır binlerce kez ölümleri öldüren yaşamlar, yaşamlar vardır ki gerçekten yaşadım diyen yaşamlar.”
İşte böyle yaşamlar ancak ve ancak kendine yeten tarzda olabilir. Hiçbir güce dayanmadan sadece ve sadece kendine dayanarak, kendi cinsine dayanarak başarılabilir. Bir kadın önce kendisine güvenecektir. Yaşamda ayakta kalabileceğine inanacaktır. Öyle sanıldığı gibi birilerinde koparsa ortada kalmayacaktır. Birisinde boşanırsa dünyanın sonu gelmeyecektir. Elbette zorluklar olacaktır. Ancak her zorluk yeniden bilenme demektir. Yeniden çelikleşmek demektir. Ve yeniden kendini yaratmak demektir.
Kendine yeten kadın demek öncelikli olarak kendi ayakları üzerinde duran kadın demektir. Kendi gücünü kendisini tanıması demektir. Ve kendisini tanıdıkça güç alacağı kaynakları bilen demektir.
Kendine yeten kadın olmak öncelikli olarak toplumsal zorluklara kadın gücüyle karşı koymak demektir. Bugün Kürdistan’da zorluk çeken binlerce yüz binlerce kadın vardır. Bu kadınlarla ortak noktalarda buluşarak kendisi olmanın yolunu aramak demektir. Bu ortaklaşmış kadın yaşamları anlamına gelecektir. Yani komünal olarak tüm geriliklere, zorluklara, erkek egemenlikli yaklaşımlara ve tabii ki tüm muhtaçlıklara başkaldırmak demektir. Bunlar zor mudur? Elbette çok mu ama çok zordur?
Ama unutmayacağız, kendisi olmak demek zor bir iştir. Hele hele kendisi olan ya da olmak isteyen kadın olmak demek daha zordur. Ve kendisine yeten kadın olmak demek ise zorluklarında zorluğu demektir. Ancak kendisine yeten kadın olmak demek ise tüm bu zorluklara karşı dimdik direnmek demektir. Ölüm yokluksa bizde bunun adı ve yeri olmamalıdır. Ölümleri öldüren bir gerçeklik olmalıdır ki yeniden yeniden yaşamı filizlendirsin.
Bir atasözü vardır derki: “En insani davranış, bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir.”
Evet, kendisi olmak isteyen bir kadın öncelikli olarak utanılacak duruma düşürülen kadını bu durumda kurtarma görevi vardır. Ve yine şairin dediği gibi:
“Öpülesi güneşin kızıl çehresindesiniz
Nede olsa özgürlük delisiyiz biz
Ne zincire vurulabilir bu yürek
Nede pazarda satılır
Hayalî sanılsa da düşüncemiz
Kadınla büyür, kadınla özgürleşir tüm insanlık”
- Ayrıntılar
