Basına ve Kamuoyuna!
1. 15 Ocak günü 22:00-23:00 saatleri arasında Medya Savunma Alanlarımızdan Kandil bölgesi sınırları içinde bulunan Silê köyüne yönelik işgalci TC ordusu savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir. Silê köyünde bulunan 6 evin tamamen isabet alınarak vurulduğu saldırıda birçok evde tahrip olmuş ve kullanılamaz hale gelmiştir.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 13 Ocak günü saat 14.00’da Mardin’in Nusaybin ilçesinde bir görev amacıyla bulunan Akif yoldaşımızla işgalci TC ordusuna ait özel harekat güçleri arasında bir çatışma yaşanmıştır.
- Ayrıntılar
10 Ocak günü Paris’te Kürdistan Enformasyon Bürosu’nda üç yoldaşımız katledildi. İsmi Sakine, ismi Fidan, ismi Leyla.
Sakine Cansız yoldaşın henüz PKK saflarına katılmadan önce ismini duyduğum ve yazılarını okuduğum bir PKK militanıydı. Özgürlük hareketini ilk günden başlayarak kadınlara farklı yaklaşan bir hareket olarak tanıdığımız için Sakine Cansız ismi anıldığında her zaman saygı uyandıran ve heyecan yaratan bir durumu yaşamışımdır. Bir dönemler Sakine arkadaş için Almanya’da özgürlüğüne kavuşması için bir dernek kurarak kampanya çalışması yürütmüştük.
Evet, Sakine yoldaşının böyle ismiyle büyüdük. Hayran olduk. Ve bizim olacaksa bir Roza’mız bu olur dedik. Ve bu duygularla Sakine yoldaşı 1991 yılında Bekaa’da Mahsum Korkmaz Akademi'sinde tanımıştım.
Hatırlıyorum bilgi gelmişti Sakine arkadaş bırakılmış diye. Önce Almanya’ya gitmiş ardından da Şam ve Şam’dan da Mahsum Korkmaz Akademi'sine gelecekti. O gün önderlikle birlikteydik. Aynı bu gün gibi aklımdadır, önderlik; “bugün yarın, bir militan göreceksiniz. Devrimciliğin ne olduğunu göreceksiniz. Yiğitliğin ne olduğunu göreceksiniz. Birde kendinizi göreceksiniz. Sakine Cansız yoldaşımız geliyor” derken gözleri gülüyordu. Sevinci zirvelerdeydi. Ve Sakine yoldaş gelmişti. İsmi Sara’ydı. Tanışma şansı bulmuştum. Almanya’daki kampanyamızı anlatmıştım. Yine o zaman Berlin’de çalışırken annesine ve kardeşlerini tanıma şansımda olmuştu, onları konuşmuştuk.
Sonra Sakine yoldaşı yani Sara yoldaşımızı Botan’da gördüm. Yanılmıyorsam Besta’ydı. Hareketli taburda yönetim düzeyinde yerini alıyordu. 1996 yılında ise Zap'ta yaşamını ele alan kitap çalışmasını yazarken basın mangasında yeniden görmüştüm. Bolca özlem gidermiştim. Sonrada hep gördük, güzel gülüşünü ve sıcak içten konuşmalarını ve bize yol göstericiliğini yaşadık. Ve Sakine yoldaşı en son 2010 yılında yine alanımıza geldiğinde görmüştük. Misafirimiz olmuştu.
Belki onu bazı yoldaşlar gibi anlatamam. Ancak onun benim için ve çoğumuz için ne ifade ettiğini dille getirebilirim. Sakine yani Sara yoldaşımız bizim için, benim için her zaman bizim Roza’mızdı. Roza Luxemburg’umuzdu. Roza’ya sadece direnişiyle, bilinciyle ve dirayetliyle benzemiyordu. Roza’ya dış görünüm olarakta benziyordu. Roza Luxemburg’un yaşam öyküsünü yani biyografisini okuduğumda Sakine yoldaşımızın gerçekten de bizim biricik Roza’mız olduğunu yeniden görmüştüm.
Bizim Roza’mız önderliğimizin dile getirdiği; “genç başladık, genç başaracağız” sözünün tam manasına göre olan bir militandı. Öyle ki yılların yıpranmışlıklarını şöyle ya da böyle birçok yoldaşta, -bunlar gençte olsa -görsekte bizim Roza’mız her zaman gençti. Zindanlar, dağlar, metropoller bir gün bile onu bu duruşunda soğutmamış, geri adım attırmamış, tam tersine örneğin en son 2010 yılında dağlarda yeniden gördüğümde bu performansını çok ileri düzeyde korumuştu. Neredeyse tüm gerilla güçlerini birim birim, birlik birlik dolaşarak yeni süreci anlatmıştı. Bizim bulunduğumuz güce de bu aktarımları yapmıştı.
Roza’mız böyleydi. Biz onun direnişçi yönüne, onun irade güçlü yaşamına, onun dil gücüne, kalem gücüne hiç değinmeyeceğiz. Çünkü bu yönleri fazlasıyla biliniyor. Diyarbakır zindanlarında halen ihanetçi olarak yaşayanlar bile onun zırnık bir milim geri adım atmadığını, düşmanlara ifade vermediğini, işkencelerde dik durduğunu anlatıyorlar. İradesinin çelikten oluşunu ise kendim dağlarda gördüm. Kalemini yine dil gücünü bizatihi hayranlıkla izleyen biri olarakta biliyorum.
Evet, böyle güzel ve hepimizin şöyle ya da böyle için için hayran olduğu büyüğümüz, sembolümüz, Roza’mızı bizden alıp götürdüler. Ama bilmiyorlar ki “genç başladık, genç başaracağız” sözünü nasıl pratikte tatbik ettiğini gören onun yeni nesil militanları olarak, ona yaraşırcasına inadına bizlerde bu ruhu koruyacağız. Bizlerde inadına Roza’mıza bağlı yaşayarak, onun o güzel insani ve devrimci meziyetlerinin tümünü kendimize ekerek devrimci direnişimizi sürdüreceğiz.
Birde Fidan’ımız vardı katledilen. Rojbin.
Dağlarda iki kez karşılaştım. Bir kez birkaç gün, bir defasında ise birkaç saat. Ve birde yazışmalarım olmuştur.
Avrupa Parlamentosu Sol Grup'un Fransız üyesi Marie-Christine Vergiat’ın “Hüzün ve acımı ifade edecek hiçbir söz bulamıyorum. Rojbin Fidan Doğan, benimle Kürt sorunu hakkında konuşan ilk insandı. Yaşam sevgisinin bireye indirgenmiş haliydi. O gülüşünü hiçbir zaman unutmayacağım” sözlerini okurken, bu sözleri ne kadar paylaştığımı ve gözlerimin dolduğunu da.
İlk merhabayla sanki yıllarca birlikte kalmışsınız gibi, sanki ona “önceden tanışıyor muyuz” sorusunu sormak gibi. Avrupa’da büyüdüğü halde sanki yıllarca dağların kızıymış gibi bir sıcaklık, güven ve rahatlık içinde. Bir insan ancak bu kadar güzel olabilir dedirtecek tarzda insana yakın sevgisiyle.
Onu çok anlatamayacağım ancak “Yaşam sevgisinin bireye indirgenmiş haliydi” sözleri ne kadar da ona uyuyor. Yine bir Türkiyeli gazetecinin yazdığı gibi: “Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen –yanılmıyorsam 9.’su idi- ‘Kürt Konferansı’nda herkesin yardımına hızır gibi koşan görevlilerden biriydi. Otel rezervasyonundan taksi ya da araç temini ile Avrupa Parlamentosu’na gidiş-gelişler, havaalanı transferleri, lokantalara ulaşmak gibi işleri gören, her tür uluslararası organizasyonda ‘olmazsa olmaz’ işlevi gören ‘meçhul askerler’in başında geliyordu.
Rojbin (yani Fidan Doğan), tıpkı gazete sayfalarına yansıdığı gibi, bembeyaz dişlerini açıkta bırakan sürekli gülümser haliyle, kıvır kıvır saçlarının altında sımsıcak bakan gözleriyle insanın içini ısıtıveren, alçakgönüllü ve son derece hareketli, sevimli, candan bir genç kız olarak canlandı hafızamda. Elbistanlı bir Alevi-Kürt kızı. Bizim toprakların gurbette yaşayan bir çocuğu.”
Bizim toprakların çocuğuydu Rojbin. Bunun için tanıştıktan sonra -tanışmadan önce de başka kanallarla selamlaşmamız oluyordu-her zaman ona selam göndermişimdir. Her zaman sormuşumdur. O güzel gülüşü, canlılığı, kıvrak zekayı, pratikçiliği, insan sevdalı duruşunu, insanı bir saniyede hemen kendine bağlayan sevgi selini unutmak mümkün değildir.
Böyle güzel bir insana kim kıyabilir? Hem de hiçbir ahlaki değerde yeri olmayan bir tarzda hunharca…
Bir Fidan’ımız kaydı gökyüzünde, unutulması ve kabul edilmesi mümkün olmayan…
Şunu belirtelim ki, Roza’mıza, Fidan’ımıza ve Leyla’mıza bizler onların özlemi olan özgürlük değerlerine sonuna kadar Kürdistan gerillası olarak bağlı kalacağız. Bağlı yaşayacağız.
Hiç kimse ama hiç kimse bizim Roza’mızı, Rojbin’imiz ve Ronahi’mizi unutacağımızı beklemesin. Bu vahşeti uygulayanları, çirkince saldırıyı gerçekleştirenleri asla ama asla af etmeyeceğimizi herkesin bilmesini de isteriz.
Dünyanın öyle sanıldığı kadar büyük bir dünya olmadığını da herkesin hele hele böyle pırlanta olan yoldaşlarımıza el uzatanların, dil uzatanların bilmesini isteriz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
İlkokula başladığım günü bugün de anımsıyorum. Kapalı, tek düze dünyamda yaşadığım farklı bir gündü. Merak, heyecan, şaşkınlık, sevinç, kaygı yüklü karmaşık duygular… O ilki yaşayan herkes bilir… Kahkahalar içinde gülmeye de, çığlıklarla ağlamaya da hazır halde sıralarında oturan öğrencilerin yazgısı artık öğretmen ve onun zihniyetine bağlıdır. Karşımızda kara tahtanın önünde ayakta konuşan yetişkin birini dinliyor, fakat söylediklerini bir türlü ayrıştırıp, anlayamıyorduk. Devletin bizi eğitmek, babamın deyimiyle “adam” etmek için yolladığı bu yetişkin kişinin o durumda neler hissettiğini bilemem. Fakat bizim duygularımızın toplamı büyük bir şaşkınlıktı.
Bir süre sonra bize hariçten gazel okuyarak sonuç alamayacağını anlamış olsa gerek ki öğretmen, üst sınıflardan bir öğrenciyi tercüman olarak getirdi. Kimin oğluydu anımsamıyorum ama bu tercüman öğrenci, öğretmenin bize ana dilimiz Kürtçeyi yasakladığını, yine ana dilimiz Kürtçe ile duyurdu. Tercümanımızın ana dilimiz Kürtçe ile bize bir bir izah ettiğine göre: bundan böyle derste, teneffüste birbirimizle; evde, anne, baba ve kardeşlerimizle Kürtçe konuşmayacaktık (!).
Öğretmen herhangi birimizin Kürtçe konuştuğunu görür ya da duyarsa bizi şiddetle cezalandıracağını, döveceğini söylüyordu. Dahası öğretmen kendisinin olmadığı, ulaşamadığı her yerde başkaları tarafından bu konuda izlenip, gözleneceğimizi, bu kişilerin Kürtçe konuştuğumuzu kendisine bildirmesi durumunda da bizi cezalandırıp, döveceğini söylüyordu.
Devlet bizi eğitmeye, bizi zor yoluyla ana dilimizden vazgeçmeye zorlayarak; ana dilimizi bize zor yoluyla unutturarak başladı. Devletin bize verdiği ilk ders bizim, devletten aldığımız ilk eğitim bu oldu.
Sen söyle okuyucu: bize terörist demekten, mazoşistlere özgü garip bir haz duyan devletin bu uygulamaları terör değilse nedir? Bundan daha zalim ve alçakça bir terör olur mu? Devletin bu yolla kişiliğini parçaladığı Kürt çocuklarının sayısı kaçtır? Bu yolla kişilikleri parçalanan Kürt çocuklarının toplumsal yaşamdaki durumları, sorunları nelerdir? Bu sorular Türkiye’nin ve dünyanın pedagoglarınca ele alınıp, işlenmesi gereken bir insanlık sorunudur. Daha okulun ilk günlerinde öğretmenin devlet adına koyduğu ana dil yasağına rağmen okulda, teneffüste ana dilimle Kürtçe konuştuğum için öğretmenin içimizden örgütlediği arkadaşlar tarafından ihbar edildim. Sınıfta öğretmen tarafından cezalandırılmak üzere arkadaşların karşısına kara tahtanın önüne çıkarıldım. Dört kişiydik; teneffüste okulun önünde kendimizi kaptırdığımız oyunda çığlıklarımız bile Kürtçeydi…
Ana dillerini konuşmaktan suçlu yedi yaşındaki dört çocuk olarak bak nasıl cezalandırıldık okuyucu: Kürtçe konuştuğumuz için bizi cezalandırmak üzere kara tahtanın önüne çıkaran öğretmen elinde esaslı bir sopayla başımıza dikilmiş vahşi bir öfke içinde:
Domalın ulan! Diye hırlıyordu.
Anlamı neydi, ne demekti bu? Bilmiyorduk. Öğretmenden ve onu bizi eğitmek için yollayan devletten çok geri (Botan vahşileri) olduğumuzdan anlayamıyorduk. Biz korku içinde ne yapacağımızı bilmez halde bön bön öğretmene bakıyorduk. O yani eğiticimiz pedagog da hırlama ötesine geçmiş, öfkeden öte cinnet içinde:
Domalın dedim ulan! Diye uluyordu.
Öğretmen (ama ne öğretmen…) kendisiyle dil birliğinden yoksun olduğumuz için; derste bize anlattığı şeylerin esasını bir de vücut diliyle anlatır, jest-mimik hareketleriyle olmadık maymunlukları, şebeklikleri yapardı.
Kendini Kürt çocuklarını Türkleştirme çalışmalarına adamış bu ülkücü büyük Türk pedagogu pandomim sanatından tatmin edici bir sonuç alamazsa, resim sanatına başvurur, küçük ‘vahşiler’ olarak bir türlü anlayamadığımız konuyu, ‘büyük uygar’ olarak o, birde kara tahta üzerinde beyaz tebeşirle çizdiği çizgilerle anlatırdı bize. Bu büyük Türk münevverine bir plaket olsun verilmiş midir acaba? Devlet bencil ve nankördür. Böylelerini alır, önce ekonomik olarak düşürüp, mahkum eder; sonra ideolojik kültürel olarak balon gibi şişirir, ardından da göreve atayarak, üç-beş kuruşa eşşek gibi çalıştırır. Sonra da egemen yaşamda ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak her bakımdan domalmış halde bir kenara fırlatıp atar onu.
Bu domalma bahsinde öğretmen hırlayıp, uluyor fakat nedense bir türlü uygulamalı izaha girişmiyordu. Bunun yerine çılgın bir öfke cinnet içinde ve iğrenç küfürler eşliğinde:
Domalın ulan! A…. S… min…. Sıpaları diye haykırarak, elindeki sopayla kıyasıya vuruyordu bize.
Fakat biz, bizden istenenin ne olduğunu ve nasıl olduğunu bilmediğimizden iyice perişanlıyorduk okuyucu.
Sonunda kan-ter içinde çaresiz kalan ittihatçı büyük pedagog, üst sınıftan Türkçe bilen bir tercüman getirdi. Ona sorunu anlattı. O da bize uygulamalı olarak tercüme etti: buna göre;
Avuçlarımızı diz kapaklarımıza bastırıp, gövdemiz ve başımız yere paralel oluncaya dek belimizi kırıp, eğiliyorduk. Batı merkezli örgütlü egemenlerin Prusya ekolünden İttihatçı pedagogu da elindeki sopayla kalçalarımıza vuruyor, vuruyor, sonunda hırsını alamayıp, tekmeyle girişerek, bizi yere yıkıyordu.
İşte okuyucu bu İttihatçı pedagog öğretmen ve onu bize yollayan “yüce” devletten aldığımız ikinci ders bu oldu.
İkinci ders konumuz devşirme ittihatçı resmi Türk argosunun çocuk eğitimi (pedagojisi) ile ilgisinin ne olduğunun izahı elbette ki kuralsız asimilasyoncu devlet kurumuna düşer. Eğer yaşıyorsa, kendiside devlet tarafından ekonomik, psikolojik, toplumsal olarak domaltılıp, bir kenara atılmış olduğu kesin olan o zavallı, öğretmene değil.
Bu kadar değil okuyucu, konu ne denli kokuşmuş ve iğrenç bir konu olursa olsun, yine de ele alıp, kabaca irdelemek zorundayız.
Devlet görevlisi öğretmenin ana dilimiz Kürtçeyi konuştuğumuzda bize uyguladığı cezalardan biri de, kendi deyimiyle “eşek tranşıydı”. Devletin öğretmeni, o gün ya da o an eşşek saatinde değil de eğer “eşref” saatindeyse, ana dilini konuşma suçunu işlemiş olan erkek öğrencileri sınıfın önüne çıkarıyor, elindeki makas ile onların saçlarını çeşitli biçimlerde mesela bir favoriden ötekine, alından enseye kadar kesip kırparak “haç” işareti yapıyordu.
Ana dillerini konuşma suçunu işleyen kız arkadaşlar da, devlet öğretmeninin evine su ve odun taşıma, temizlik vb. angarya işleri yapmakla cezalandırılıyordu.
Bir de bu her bakımdan terbiyesiz hergele zıpçıktı İttihatçı devlet sıpası, hem hepimize toplu hem de her birimize ayrı ayrı “kırolar ve kıro” diye hitap ediyordu. Adabı ittihattan geliyor ya…
Bu konuda senin durumun nedir okuyucu? Devlet senin üzerine öğretmen kisvesine büründürdüğü hangi zebanisini yolladı? Ve ana dilini konuşma suçunu (!) işlediğinde sen daha yedi yaşındayken o küçücük ya da kepçe fakat kesinlikle pespembe saydam kulağından tutup körpe başını kara tahtaya çarptığında, o yaşta sana neler olduğunu bu güne dek anlayabildin mi? yalnız ve yalnızca ana dilini konuştuğun için seni nasıl dövdü? Sana hangi hakaretleri etti? Anımsıyor musun? Mutlaka anımsa ve asla unutma; nedenlerini, sonuçlarını anla, anlat va aş okuyucu!
İçimizdeki bu dert çok ağır ve çok derindir okuyucu… O yaşta uğradığımız derin kişilik kırılmalarımızın zaman içinde kişilik parçalanmalarına dönüştüğünü; bu konuda bütün yaşam süreçlerimizi belirleyen çok derin, çok ağır ve üstelik örtülü (bilincinde olmadığımız, ayrımına varmadan yaşadığımız) köklü kişilik sorunlarına neden olduğunu görüp anlamalıyız okuyucu.
İnsan kişiliğinin, yaşamının bütün süreçlerinde baştan sona belirleyici olan, toplumsal kültürel genleri üzerinden gelen kalıtsal ve bunun üzerine çevresine daha ana rahmindeyken sağlamaya başladığı edimsel alt yapı değerlerinin oluştuğu, sıfır altı yaş arası çekirdek birikimini alçakça kırıp, dökerek; bize “Türkleştiğin ve benim gibi olduğun oranda toplumsal yaşama katılabilirsin! Değilse sana yaşam hakkı tanımam. Kendini Kürt olarak ifade edemezsin!” diyen ve bu dediğini devlet zoruyla, şiddetle uygulayan bir zihniyetin hakim olduğu yaşama-düzene; kırılıp, parçalanmış bir kişilikle yedi yıl geriden başlamanın kendimizde, halkımızda ve insanlıkta yarattığı sonuçları anlatalım, ortaya koyup, tartışalım. Birbirimizin terapisti olalım, bu dertle, bu yükle yaşanmaz okuyucu…
Yaşadıklarımızın çocuklara uygulanan bir İttihatçı devlet terörü olduğunu haykıralım! Böyle bir terörle uğradığımız kişilik parçalanmaları ve kişilik sorunlarımız içinde egemen dünyada kendimizi toplumsal ifade çabamızın sonucu “arabeskliğimizi” anlayalım ve aşalım…
Böylesine ağır ve korkunç devlet terörü altında sürdürmeye çalıştığımız toplumsal yaşamda, çocuğun insanın sonradan kazanabileceği toplumsal yetenekleri, becerileri kazanamayıp, devlet terörüyle savrulduğumuz metropol varoşlarında heba olduğumuzu… Anlayalım ve herkese haykırarak duyuralım.
Doğanın insana lütfettiği, toplumsal, kültürel genlerimizdeki, potansiyel yeteneklerimizi açığa çıkaramadığımızı ve bizde yüklü bu harikulade insanlık değerlerinin açığa çıkmadan yitip, gittiğini, halkımızın ve insanlığın bu bakımdan tahmin edilemeyecek kayıplara uğradığını haykıralım! İç Asya’dan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Anadolu ve Mezopotamya’ya gelen devşirme birileri, geldikleri yerlerde uğradıkları kimlik yıkımının kompleksini, güçlerinin yettiği herkesi kimliksizleştirip, kendine benzetme çabası içindekiler ulus devlet kurup, temel güdülerini doyuracaklar diye, bize reva görülenlerini bütün çıplaklığıyla bütün dünyaya anlatalım.
Gerillanın Kaleminden
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
7 Ocak tarihinde Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Karataş karakolu yönelik gerillalarımız tarafından yapılan eylem de işgalci TC ordusunun yoğun bombardımanları sonucu birliğinden kopan 6 Gerillamızın şahadete ulaştıklarını netleştirmiş bulunuyoruz.
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna!
Özgürlük hareketimiz Kürdistan da milyonların yüreğinde duruş ve kararlılıklarıyla taht kuran binlerce yiğit savaşçı militan yetiştirmiş ve onları özgür yarınlar uğrunda fedaiane bir kararlılığın sahibi olarak tanıyarak şehitler kervanına uğurlamıştır.
- Ayrıntılar
Birinin doğru söyleyip söylemediğini, en iyi, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki çelişkiye ya da uyuma bakmak gerekir.
Söz ile eylem bir ise o zaman söylenenler kuru sıkı söylenmemiştir. Yok, eğer söylenenler ile yapılanlar arasında farklar hatta uçurumlar ve tezatlıklar varsa orada vuku bulan tamamen bir aldatma ve iki yüzlülüktür.
Bugün Rojava’da Kürtler 19 Temmuz’dan bu yana çok ciddi ve köklü bir kalkışı yani devrimi yaşıyorlar. Bu devrim Kürtler için beraberinde birçok kazanımı getirmiştir. Kürtler bu parçada ilk kez kendilerini idare edecek bir pozisyona kendilerini getirdiler.
Elbette bu kadar kazanımın bedeli ağır olmuştur. Kimilerinin ikide bir temcit pilavı gibi, “Esat ile anlaştılar” yalanına karşı onlarca değerli insan bu mücadelede ve bu değerlerin ortaya çıkmasında canını verdi, halende vermeye devam ediyorlar.
Kürtler Rojava’da kendi yönetimlerini ellerine alırlarken birçok Kürt çevresi, “yardım edelim, birliği güçlendirelim, arka çıkalım” gibi birçok söz sarf ettiler. Hatta kimisi sözde Kürtlerin ve Kürt hareketlerin arasını düzeltmek için Hewler’lerde toplantılar üzerine toplantılar yaptılar. “Birlik olmalısınız, başkalarının kuyruğuna takılmamalısınız, her şeye rağmen beraber çalışmalısınız” diyerekte bolca nasihatler da verdiler.
Bunlar söylenmeye söylendi ancak peki pratik nedir diye sormamız umarız yanlış sorulmuş bir soru olmaz.
Birlik ya da beraberlik kimin için kime karşı? Herhalde birliği kendi içinde, karşıtlığı ise Kürtleri parçalamaya kalkanlara karşı olarak söylenmişti.
Ne var ki bakıyoruz ki birileri ısrarla Kürtleri parçalamak için her türden oyunun içinde yer almayı kendilerine marifet biliyor. Bu marifet bilmeyi biz nereden biliyoruz diye sorulabilir.
Evet, söyleyelim, bugün Rojava’da Kürtler, Kürtlerin özgürlük hareketleri, Kürtlerin değerlerini korumak isteyen ne kadar güç varsa hepsi ayakta kalmak için müthiş direniyorlar. Esat’a karşı direndiler, çetelere karşı direndiler, TC devletinin çok çeşitli kirli oyunlarına karşı direndiler ve bugünlere geldiler.
Ancak öyle görülüyor ki bu direnci kırmak isteyenler rojava Kürtlerinin en nazik yerinden vurmak istiyorlar. Rojava Kürtlerinin en nazik yeri ekonomileridir. 2 yıldır kıran kırana bir savaş yaşanıyor. Yine Türkiye devleti Kürtlerin bulunduğu yerleşim yerlerine ambargo uyguluyor. Kaldı ki daha önceki yıllarda Suriye devleti Kürdistan’a tek bir yatırım yapmamıştı. Sonuç itibariyle bu durum Kürtler için ciddi sıkıntılar demektir.
Evet, şimdi ise hep birlikten beraberlikten dem vuranlar rojava sınırlarını kapatmışlardır. Hem de kesinlikle TC devletinin istemleri üzerine. Sınırı kapatma yetmemiş bu kez tel örgüler yapılıyor. Yani Kürtler rojava Kürtlerinin etrafı tümden sarılmak isteniyor. Bir yandan Türkler, diğer yandan Güney’de KDP. Kürtleri kendilerince kıskaca alarak her türlü kirli politikayla yapamadıkları bu kez rojava Kürtleri aç bırakarak yapmak istemektedirler.
Evet, şimdi soralım sözünüz ile eylemleriniz arasındaki bu kadar yaman çelişkileri neyle izah edeceksiniz?
Her gün her ortamda Kürtlerin birliğine ve beraberliğine vurgu yapan sizlere bu halk artık ne diyecek?
Her ortamda Kürtlerin değerlerini temsil ettiğinizi söylediğiniz o büyük sözlere peki artık kim inanacak? Hem de rojava ile sınır tel örgüleriyle kapatılırken.
Özcesi sözleriniz ve eylemleriniz bir değildir. Bir olmadığı için de Kürtlerin vicdanlarından giderek siliniyorsunuz.
Kasım Engin
- Ayrıntılar
90'lı yılların başından itibaren Tükiye metrepollerinde yaşamak zorunda bırakılmış Kürtlere karşı zaman zaman ırkçı ve faşist saldırılar yapılmaktadır. Çanakkele'nin Bayramiçi ilçesinde ilk kez Kürtlere karşı bir linç kampanyası başlatılmıştı. Daha sonra çeşitli il, ilçe ve kasabalarda Kürtlere karşı saldırılar artarak devam etmişti. Son birkaç yıl içerisinde ise saldırılar daha fazla yoğunlaşmıştır. İnegöl, Dörtyol, Bursa-Yıldırım, İstanbul-Şişli, Kocaeli, İzmir, Karadeniz bölgesinde mevsimlik işçilere ve Ahmet Türk'e dönük saldırı bu kapsamda değerlendirilebilir.
28 Aralık 2012 tarihinden bu yana Afyon'un Sultandağı ilçesi ve Karabük'te Kürt öğrencilere dönük yapılan saldırılar hala devam etmektedir. Bu saldırıların sömürgeci türk devletinin başbakanı tayyip Erdoğan’ın son açıklamaları bu saldırıları başlattı.
Yansıdığı kadarıyla halende Sultandağı ilçesindeki kardeşlerimiz tam bir abluka altında kalmış bulunmaktadırlar. Fırıncıların ekmek dahi vermediği, esnafın herhangi bir satış yapmadığı belirtilmektedir. Hatta yer yer de evler kurşunlanmaktadır. Hasta olanlar, hastaneye gidememektedirler. İlçenin kaymakamı ise Kürtleri ilçeyi terketmeye zorlamaktadır.
Sultandağı'ndan kuşatma ve tehdit altında bulunan Kürtler kaç gündür üst üste çağrı yapmaktadırlar. Ancak bu çağrıları ne duyan nede harekete geçen vardır. Bir iki BDP'li milletvekilinin açıklamasından ve birkaç Türkiye'li parti ve örgüt temsilcisinden benzer içerikte açıklama gelmiştir. Hepsi o kadar.
Kahredici bir sessizlik, tepkisizlik vardır. Neden? Acaba sömürgeci Türk devletinin başbakanı T. Erdoğan'ın "görüşmeler oluyor" demesinin yarattığı hava mı etkili oldu? Görüşmelerin olması demek, linç saldırılarına karşı sessiz olmak anlamına mı gelir? Yoksa Kürtler bu saldırılara bulundukları her yerde karşılık verirlerse sahta solcular tarafından "milliyetçi", sahte müslümanlar tarafından "ümmetin birliğini parçalayanlar" olarak adlandırılacaklarından mı çekinmektedirler? Yoksa "duygusal kopuş gelişir” türü özünde sömürgeci sistemin Küdistanda ve Kürtler üzerinde sürgit devam etmesini isteyen yaklaşımlar mı etkili olmaktadır. Nedir mesele?
Yani her türlü saldırı, linç, asimlasyon, soykırım, küfür, hakaret karşısında Kürtler boyun eğerse, iyi, Kürt kardeş, tersi olursa, yani karşılık verilir ve direnilirse kötü Kürt ve lanetlenmek. Artık bunu Kürtlere kabul ettirmek mümkün değildir.
Ama Kürtlerin, özellikle Kürt gençlerinin bu saldırılar karşısında sessiz kalmalarını anlamak mümkün değildir. Kürtler böylelikle metrepollerde korkutulup sindirilerek örgütsüzleştirilerek, Türkleştirme ve Türkleşmeye açık bir duruma getirilmek istenmektedir. Unutulmaması ve görülmesi gereken şey, sömürgeci soykırım politikası linçlerle sürdürülme gerçeğidir. Bu saldırıların öyle üç-beş gencin veya faşistin işi olarak görmemek gerekir. Yada bir anlık öfkenin veya galeyana gelmenin sonucu olarakta görmemek gerekir.
1910'lardan sonra, özellikle 1920'li ve 1930'lu yıllarda iskan kanunu çerçevesinde göçertilen Kürtlerin asimile edilerek Türk ulusu içerisinde eritilmesi hedeflenmekteydi. 90'lı yıllarda yapılan soykırım göçleri bu amaçla yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda Kürdistan'da izlenen ekonomik politikayla Kürtler açlığa, yoksulluğa ve işsizliğe mahkum edilerek göçe zorlanmıştır. Bununla da, Kürtler asimlasyona açık hale getirilmişlerdir. Fakat Kürtler Türk devletinin planlarını alt-üst edince bu kes korkutup sindirmeyle,dışlamayla etkisizleştirme yöntemini seçtikleri anlaşılmaktadır. Bunun çok iyi hazırlanmış bir plan olduğu da çok açıktır. Yani her iki yöntemle de Kürtlerin yokedilmesi, fiziki ve kültürel soykırımın tamamlanması hedeflenmektedir.
Dolayısıyla Kürtlerin bu saldırıları olayı sıradan basit bir kavga gibi ele almaları yanlış ve yanıltıcıdır. sömürgeci Türk devletinin tehlikeli soykırım planından habersizliktir. Öncelikle Kürt ulusunun ve bireylerin bu planın bilincinde olmaları gerekir. Ancak bu temelde bir karşı koyuş gelişebilir. Tüm bu gerçekliklerden hareketle başta Kürt halkı, gerçek devrimci ve gerçek müslümanlar bu saldırılar karşısında sessiz kalmamalıdırlar. Protesto eylemlerini yükseltmelidirler. Kendi varlığını, kendi milletine ve ulusuna ait insanları saldırılara karşı korumak hem hak hemde görevdir. Eğer Kürtler demokratik ulus olma iddialarını sürdüreceklerse ve Kürdistan'da özgür bir yaşam kurma kararında kesinlerse öncelikle bu saldırlara karşı kendilerini savunmalı ve hatta misilleme haklarını kullanmalıdırlar. Bu konuda bazı sol çevrelerin ve hatta Kürtler içerisinde sözümona kendisine sosyalistim, müslümanım diyenler bu tür karşı koyuşları "milliyetçilik vb" biçimde ucuz değerlendirebilirler. Zaten AKP sömürgecileri sözümona hem Türk hem Kürt milliyetciliğine karşı olduklarını söylemiyorlar mı?
İnsanın düşmanından onay, övgü aldığı veya beğenisi kazanmış olduğu görülmüş müdür? ya da böyle bir beklenti içinde olmak ne anlama gelir? Kürtler olarak kendimizi Türk egemenlerine mi, sahte solcularına mı, özümsenmiş kemalist Kürt solcularına mı yada sahte müslüman AKP tırşıkçısı, yardakçısı G. Ensarioğlu ve benzerlerine mi beğendireceğiz? Unutmayalım varlığı, kimliği, vatanı, ekonomisi, savunması özcesi özgürlüğü olmayanın hiçbir değeri yoktur. Kürtler soykırım kıskacında bir halktır. İşte Sultandağı, Karabük vb. yerlerdeki saldırılar bu soykırım çarkının nasıl kuvvetle çalıştığını gösteriyor. Biz Kürtler öncelikle bu mekanizmanın dişlilerini kırmaya, mekanizmayı bozmaya ve kendimizi özgür ve demokratik bir ulus olarak Kürdistan topraklarında ebediyen yaşayacak bir varoluşu gerçekleştirmeye adamalıyız. Diğerlerinin dikkate alınacak, dinlenecek hiçbir yönü yoktur. Türk sömürgecileri, faşist sivil ve askeri sürüleri insanları kıyım kıyım doğrarken kardeşlik inşa ediyorlarsa ve Kürtler kendilerini korumak için buna karşı koyduklarında kardeşlik bozuluyorsa bu kardeşliğin nasıl zalimane bir kardeşlik olduğunu, sahte, aldatmaya dönük bir demogoji olduğu açığa çıkmıyor mu? Eğer böyleyse bu kardeşlik bir an önce son bulmalıdır! Eğer Kürtler kendilerini savunduğunda din kardeşliği bozuluyorsa o da biran önce son bulmalıdır. Biz Kemal PİRLERİN, Deniz GEZMİŞLERİN ve Haki KARERLERİN, Mihri BELLİLERİN kardeşliğini istiyoruz. Yokoluşumuza, kadeh kaldıran sahte solcuların ve amin diyen sahte Müslümanların kardeşliğine artık son diyoruz.
Kürt ulusu olarak kendi topraklarınızda varsanız, barışınız ve kardeşliğiniz olabilir. Yokolanla kimse eşitlik peşinde koşmaz, gerçek anlamda kardeşleşmez! Direnişiniz yoksa, kimse sizi ciddiye almaz!
Metropollerde yaşamaya zorlanmış Kürtler, öncelikle yönlerini Kürdistan'a çevirmeli ve ülkeye dönüşü gerçekleştirmelidirler. Bunun için de birliklerini, örgütlülüklerini kurup geliştirmeli, dilini-kültürünü korumalı, savunmalı ve her türden ırkçı-faşist saldırılar karşısında güçlü bir biçimde karşılık vermelidir. Kürt ulusu olarak varlığını koruma ve özgürlüğünü savunmanın yolu da buradan geçer!
Herdem SERHILDAN
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
Kürdistan Özgürlük hareketinin 2013 zafer ve başarı yılına darbe vurmak amacıyla kış aylarındaki saldırılarını yoğunlaştıran işgalci TC ordusunun hazırlıklarına karşı gerilla güçlerimiz tarafından 7 Ocak günü gerçekleştirilen eylemde canlarını fedai ruh ile ortaya koyan 8 yoldaşımız kahramanca direnerek özgürlük şehitleri kervanına katılmışlardır.
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
7 Ocak günü saat 18.30’da Hakkari’nin Çukurca ilçesine bağlı Karataş karakolu ve güvenlik tepesi, Çele Tugayı ile Gire askeri üssüne yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir.
- Ayrıntılar