Basına ve Kamuoyuna!
24 Aralık günü saat 20.15’te Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı (evciler)Qasrok karakoluna yönelik gerillalarımız tarafından bir eylem gerçekleştirilmiştir. Karakol binası, nizamiye ve gözetleme kulesine yönelik eş zamanlı gerçekleştirilen eylemde gözetleme kulesinde 2 düşman askeri öldürülmüş, karakol ve nizamiyesindeki ölü ve yaralı asker sayısı ise tespit edilememiştir.
- Ayrıntılar
34 yıl önce Maraş’ta alevi Kürtlerin unutamayacakları bir katliam yaşadılar. Devletin, devlet partisi olan CHP’nin, askerin, polisin ne olduğunu uzun yıllar aradan sonra ilk kez yeniden yalın bir halde gördüler.
Maraş katliamı alevi ve Kürtlere yapılan en vahşi saldırılarından biri olduğu muhakkaktır. Kiminin özenle, bilinçlice bu katliamı bazı paramiliter güçlerinin üzerine yıkması beyhudedir. Maraş’ta alevi Kürtlerimizin katledilmesinde ülkücüler kullanılmışlardır, bu doğrudur. Ancak Maraş katliamını sadece bu ülkücülere yıkmak çok fazla naiflik yani saflık olur.
Bunun böyle olmadığını yani sadece ülkücülerle izah edilemeyeceğini bilincine varmak için o dönemin devlet yetkililerinin halen bugünde aynı devlet görevlerini sürdürdüklerine görmek yeterli olabilir.
O yıllara geri gidecek olur isek emniyetin olayların sakinleşmesi için karışmadığını, askeri karışmadığını, hükümetin ses çıkarmadığını herkes görmüştür. Yani bu devletin herhangi bir yerinde bir katliam oluyor ancak güvenlik güçleri bu katliamı durdurmak için tek bir kılları bile kıpırdamayacak.
Halbuki bilenler bilir ki bu devlet dünyanın tüm devletlerinden daha fazla devleti savunan bir savunma refleksine sahip olduğu için en küçük bir olaya en sert müdahale eden bir geleneğe sahiptir. Ancak ne hikmetse Maraş katliamına müdahale etmemiştir.
Bilakis tersi doğrudur, katliamın daha etkili olması için müdahale etmek isteyen askerleri engellemiş, ne kadar doğrudur bilinmez ama dönemin Valisinin şimdilerde yaptığı açıklamalara bakılırsa devletten bu olayları durdurmak için yardım isteğinin karşılanmadığınıdır. Yani devlet bu katliamın daha etkili yürütülmesi için ellerini ovmuştur.
Arada tam 34 yıl geçmiştir, bu katliamın devlet eliyle bilinçli yapıldığını görmek için bugüne bakmak iyi olur. Ve yine cümle cemaat bu katliamın bir devlet katliamı olduğunu anlamak içinde bugüne bakmak önemli olacaktır.
Geçmiş yıllarda bizler Maraş katliamının çeşitli nedenlerini sıralamıştık:
-Türkiye’de giderek gelişen bir sol dalga
-Kürdistan’da gelişen bir Apocu hareket
-Maraş gibi Alevi çevrelerin sadece solculukla yetinmeyerek ulusal kurtuluşa gösterdikleri ilgi
-Objektif olarak gelişen bir yeni aydın gençlik dalgası
Bu yukarıda sıraladıklarımız nedenleri olurken birde bu katliamın amaçladıklarını da sıralamıştık:
-Türkiye’de gelişen sol dalganın bu olayla durdurulması
-Yeni kurulmuş olan PKK hareketine gözdağı verilmesi
-Alevilerin PKK'ye kayışını engellenmesi
-Maraş başta olmak üzere Antep ve Adıyaman’da Apocu yani PKK hareketine karşı gelişen ilginin durdurulması
-Maraş başta olmak üzere adım adım gelişen ve yoğunlaşan bir aydın gençliğin gelecekte tehlike olmaması için kaçırtılarak yurtdışına çıkartılması
-Kürdistan’a müdahale edebilmek için bir provokasyona ihtiyaç duyduklarını
dile getirmiştik.
Dikkat edilirse nedenleri açıktır ancak daha açık olan ise amaçlarıdır. Hele Maraş katliamı sonrası olup bitenlere bakılırsa söylediklerimiz daha iyi anlaşılacaktır elbette:
1-Maraş boşaltılmıştır, kaçan adeta kaçana diye bir gerçeklik yaşanmıştır.
2-Kürdistan’da sıkıyönetim ilan edilmiştir.
3- 12 Eylül faşist darbenin en etkili gerekeçi oluşturulmuştur.
4-Ulusal kurtuluş sahasına açılan bir Maraş ve aleviler hedeflenerek gözdağı verilmiştir.
5-Devletin sert potini herkese hissettirilmiştir.
Evet, bunları geçmişte de söyledik. Ancak ikna olmayan birçok çevre hep oldu. Bunların arasında bir kısım alevi her zaman vardı. Söylediklerimizin ne kadar doğru olduğunu görmek için bugüne dönüp gerilere bakabiliriz.
Örneğin 2012 yılındayız. AKP'nin Maraş belediye başkanı katliama sayılı günler kala, sözde çok sayıda “devlet sivil toplumlarıyla” yaptıkları açıklamaları ve etkinlikleri vardı. Bu mesajları gören birisinin en son dün Maraş’a yürümek isteyenlerin, katledilenlerin anısına saygı duruşuna geçerek birer karanfil bırakmalarına izin vermeyeceğini görebilirdi.
AKP’li Maraş belediye başkanı, “biz dışarıdan ilimize gelmek isteyenleri kabul etmiyoruz” demişti. “Biz artık böyle anılmak istenmiyoruz” demişti.
Dikkat edilirse dün ise Maraş’a gitmek isteyenlere bırakalım izin verilmemsi, Ankara’nın çıkışında otobüsleri durduruldu. Tüm hatlar onlar için kapatıldı. Anmaya gitmek isteyenlere yine biber gazı ile tazyikli su sıkıldı. Şimdi iktidarda AKP var, Maraş belediyesi ise AKP'nin, bu unutulmamalıdır.
Tüm bu olup bitenler neyi gösteriyor: Bu katliam bizatihi devletin yaptığı bir katliamdır. Yani sadece birkaç ülkücünün yaptığı bir olay değildir. Ülkücüler kötü kullanılmışlardır, dini duyguları tahrik edilerek provoke edilmişlerdir. Ülkücülerin ve kimi İslami çevrelerin bu olayda maşa olarak kullanılmışlardır.
Devlet:
1-Maraş’ı boşalttı mı, boşalttı.
2-Alevileri Kürt özgürlük hareketinden soğuttu mu, soğuttu. Korkuttu mu, korkuttu. (Bu olayları destekleyen bir CHP’nin halen büyük bir alevi kitlesi tarafından desteklenmiş olması manidardır.)
3-Türkiye solu bu olayla terbiye edildi mi, edildi.
4-Büyük bir aydın gençlik buralarda kaçırtıldı mı, kaçırtıldı.
5-Aleviler, Kürtler, gençler ürkütüldüler mi, ürkütüldüler.
Özcesi, TC devlet geleneğinden olan halkları, muhalifleri, farklı toplumsal kesitleri hizaya getirmek için gözdağı vermek Maraş katliamıyla çok etkili bir şekilde uygulanmıştır.
Bunun için diyoruz ki eğer gelecekte Maraşların önü alınmak isteniyorsa öncelikli olarak faşizmi derinlikli yaşan bu devlete karşı durmak önemli olacaktır. Yine bu devletin temsilciliğine gelen, getirilen iktidar erklerine karşı durmamız gerekir.
Bu durumda ilk tavır alınacak olan kurum devlet ve onun şimdiki sahipleri AKP’dir.
Devlet ve AKP'ye karşı etkili mücadele edebilmek için ise öncelikli olarak;
-Yeniden terk edilmiş topraklara dönmek gerekiyor.
-Alevi Kürtlerin CHP’de uzaklaşmaları gerekiyor.
-Alevilerin yeniden özgürlük hareketiyle buluşmaları gerekiyor.
-Aydın gençliğin yeniden daha etkili bir şekilde bura insanın faşizme karşı direnç gösterebilmesi için görevlerine sarılması gerekiyor.
-Türkiye demokratik çevreleriyle faşizme karşı tek vücut olarak karşı durmak gerekiyor.
Maraş katliamını yeniden anarken, bu katliamda yaşamını yitiren tüm insanlarımızın önünde saygıyla eğiliyoruz.
Kasim Engin
- Ayrıntılar
Miladî 2012 yılının sonuna geldik. Herkes geçen bir yılda yaşananları değerlendirmeye çalışıyor. Yılın sonundan dönüp yıl boyunca yaşanan olaylara bakıyor. Kendi penceresinden bakarak 2012 yılının bilançosunu çıkarıyor. Yeni yıla bu temelde hazırlanmak ve 2012 yılının birikimi ve dersleriyle girmek istiyor. Herkes yaptığı ve adet olduğu üzere biz de kendi penceremizden bir 2012 panoraması çıkartmak istiyoruz.
Kürtler açısından 2012 yılının büyük bir savaş ve devrim yılı olduğu tartışma götürmüyor. Kuzey’de devrimci savaş, Batı’da ise özgürlük devrimi sürece damgasını vurmuş bulunuyor. Yılın aktif parçalarının Kuzey ve Batı Kürdistan olduğu çıplak gözle görülüyor. Kuzey Kürdistan’da devrimci halk savaşı 19 Haziran Oramar-Şıtaza devrimci operasyonuyla start alıp Eylül ayında tüm coğrafyaya yayılırken, Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz özgürlük devrimi tüm Kürtlere yeni bir umut ve heyecan kazandırmış görünüyor.
Kuzey Kürdistan’ın 2012 yılına ağır savaş koşulları altında girdiğini zaten herkes biliyor. 12 Haziran 2011 genel seçiminde aldığı yaklaşık yüzde ellilik oy oranına güvenerek Kürt Özgürlük Hareketini bitirme hayaline kapılan AKP’nin, ABD ve NATO’dan da aldığı destekle topyekûn özel savaş konsepti temelinde yıl boyu saldırı içinde olduğu biliniyor. Bu soykırım saldırısında ordudan polise, uçaktan medyaya, ekonomiden diplomasiye, dönek solcudan işbirlikçi-hain Kürde kadar herkesin ve her şeyin kullanıldığı yine biliniyor.
Kürtler işte böyle bir saldırıya karşı yıl boyu direniş içinde oldular. Topyekûn özel savaşa karşı halk ve özgürlük hareketi olarak topyekûn devrimci direniş yürüttüler. İmralı’da Kürt Halk Önderi direndi, zindanlarda özgürlük tutsakları direndi, sokakta Kürt gençleri, kadınları, çocukları direndi, meclisten zindana kadar Kürt demokratik siyaseti direndi, dağda özgürlük gerillası direndi!... Bu topyekûn direnişte büyük zorluk ve acı yaşadılar, yüzlerce şehit, yaralı ve esir verdiler… Ama sonuna kadar özgürlük direnişinde kararlı oldular ve de kazanmayı bildiler.
AKP-Kürt savaşında 2012 yılının kazananının Kürtler olduğu tartışmasızdır. Bunu herkes, AKP içindeki birçok çevre bile itiraf ediyor. AKP’nin “PKK’yi bitirme” hedefinin tümden başarısız kılındığı netçe görülüyor. Yine AKP hükümetinin on yıllık iktidar döneminin en zor ve sıkışık anını yaşar hale getirildiğini herkes kabul ediyor. AKP’nin silah zoruyla PKK’yi yok edemeyeceğini anlayarak Eylül sonundan beri politika değişimine yöneldiği, en azından söylem düzeyinde yeniden hile ve oyalama anlamına gelen “Görüşme ve çözüm” kavramlarını dillendirmek zorunda kaldığı birçok çevre tarafından değerlendiriliyor.
Bunlara açlık grevi ile gerilla eylemlerinin sonuçları da eklenebilir. Cezaevlerinde 12 Eylül’de başlayarak 68 gün süren açlık grevi direnişinin “Öcalan’a Özgürlük” hedefini bir tartışma olmaktan çıkararak, bir avuç şoven-faşist çevre dışında herkes tarafından kabul edilir hale getirdiği netçe belirtilebilir. Yine gerillanın aylarca bazı alanların denetimini elinde tuttuğu, Botan ve Zagros’un birçok alanında ikili yönetimin yaşanır hale geldiği, bazı çevrelerin de ifade ettiği gibi “PKK’nin savaşabileceğini bir kez daha kanıtladığı” ifade edilebilir. AKP faşizmine karşı yeni Kürt direnişinin başarıyla gelişmekte olduğu söylenebilir.
Kuşkusuz Kürtler açısından 2012 yılının en önemli olayı Batı Kürdistan’daki 19 Temmuz Devrimidir. Batı Kürdistan son altı ayda sadece Kürdistan’ın değil dünyanın en özgür alanı durumundadır. Bu gelişme, içinde yaşanan ve yapanlar da dâhil hiç kimsenin ihtimal vermediği ve adeta herkesi şoke eden bir gelişmedir. Ama bir gerçektir, hem de yıkılmaz ve silinmez bir gerçek.
Altı aydır Batı Kürdistan halkı, o birkaç milyonluk toplum harikalar yaratmaktadır. Kürt gençleri ve kadınları özgür ve demokratik yaşamı ilmik ilmik örmektedir. Herkese gerçek bir özgürlük devrimi, halk devrimi, demokratik devrim dersi vermektedir. Tam bir seferberlik halinde yarattığı bilinçlenme ve örgütlenmeyle her türlü komplo, provokasyon ve saldırı karşısında kendini yiğitçe savunmaktadır. Başta AKP olmak üzere birçok çevreden gelen oyunu rahatlıkla bozmuş bulunmaktadır.
Ne var ki, başta Kürtler olmak üzere tüm halklar açısından çok değerli ve tarihi önemde olan bu devrime doğru yaklaşıldığı ve sorumlulukların yerine getirildiği söylenemez. Bunu en başta Güney Kürdistan Yönetimi açısından belirtmek gerekir. Bırakalım somut destek vermeyi, bir ticaret kapısı bile açmamakta adeta ısrar etmektedir. Bu da Rojava’ya dönük kuşatma ve ambargonun bir parçası olmaktadır. Yine başta BDP olmak üzere Kuzey Kürtlerinin zayıf ilgisi ve destekleyici aktif çaba harcamaması anlaşılır gibi değildir. Bilinmeli ki, birkaç açıklama ve gösteri yeterli destek sayılamaz. Daha Batı Kürdistan’ın kentleri, Afrin, Kobani, Derik doğru dürüst ziyaret bile edilmemiştir. Ne yazık ki, bu durum tersten de geçerlidir. Kuzey Kürtleri AKP kadar bile ilgi göstermezken, Rojavalı Kürtler de Kuzey ile ilişki ve dayanışma geliştirme adımlarını bir türlü atmamaktadır.
Sözkonusu eksikliklere rağmen Batı Kürdistan Özgürlük Devrimi bir gerçektir ve en zor dönemleri de geride bırakmıştır. Önümüzdeki yılda rolü ve önemi daha iyi açığa çıkacaktır. Hem demokratik Suriye’nin yaratılmasında, hem de Kürt sorununun demokratik ulus çözümünün gerçekleşmesinde etkin rol oynayacaktır.
2012 yılı Doğu ve Güney Kürdistan parçalarında kısmen hareketsiz geçmiştir. Doğu Kürdistan’da çatışmasızlığı korumak bir yandan ideolojik ve politik çalıştırmaları geliştirmeye zemin sunarken, diğer yandan Kuzey ve Batı Kürdistan’daki devrimci adımların desteklenmesine de imkân vermiştir. Güney Kürdistan sınırlı birkaç çatışmayla sükûneti korusa da, genelde gergin bir siyasal ve askeri ortam hep var olmuştur. Bağdat yönetiminin tehditleri karşısında gösterilen birlik ve direniş tutumu tüm Kürt halkını olumlu etkilemiştir.
Yurtdışında, özellikle Avrupa’daki Kürtler 2012 yılında daha aktif ve mücadeleci olmayı başarmışlardır. Kürt halkının ve Özgürlük Devriminin temsilciliğini daha güçlü yapar hale gelmişlerdir. Özellikle Kuzey Kürdistan’daki savaşın ve Rojava’daki devrimin halk üzerinde heyecan yaratıcı etkisi olmuştur. Bu gelişmeleri desteklemek için de yurtdışındaki halkımız büyük çaba harcamıştır. Özellikle geliştirilen imza kampanyası ve özgürlük nöbeti “Önder Abdullah Öcalan’a Özgürlük” kampanyasına büyük güç katmıştır.
2012 yılının en aktif ve hareketli halkının Kürtler olduğu tartışmasızdır. En zor koşullarda verilen bu özgürlük mücadelesinin, teorik ve pratik bakımdan tüm insanlık için yeni bir umut ve heyecan kaynağı olduğu ortadadır. Herkes Ortadoğu’nun en dinamik halkı olarak Kürtleri, hareketi olarak da Kürdistan Özgürlük Hareketini görmektedir. 2012 yılı bu gerçeği daha da perçinlemiştir.
Elbette böyle zorlu bir mücadele basit ve bedelsiz olmamıştır. Acı, kan ve gözyaşı bütün yıla damgasını vurmuştur. Kürt halkı en değerli ve bilinçli evlatlarını böyle zorlu bir mücadele içinde şehit vermiştir. Ama bunların karşılığı da yaşanan gelişmelerle alınmıştır.
Bu temelde 2012 yılının kahraman şehitlerini saygıyla anıyor, tüm halkımızın yeni yılını kutluyor ve 2013 yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüten herkese başarılar diliyoruz!..
Selahattin Erdem
Yeni ÖzgürPolitika
- Ayrıntılar
Önderlik gerçeği, hiçbir iç ve dış kaynaklı yetmezliğe, gaflete, saptırmaya yaşama şansı vermemek kadar, doğrultusunu da tüm bu yönlü engellemelere karşı egemen kılma çabaları, hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar büyük bir çabayla bu dönemde sonuç alacaktır. Savaşımızın en can alıcı yönünün; insan yaklaşımı, onun amaçla bağlantısıyla birlikte, amacını gerçekleştirecek, başta düşünce, ideolojik güç olmakla birlikte onu tamamlayacak, onun başarı şansını artıracak, teknik donanımı da morali de kesin verecek gücü vermektir.
Görülen o ki, Önderlik gerçeğinde tamamen saptırılan, boşa çıkarılan, en esaslı çalışma bu oluyor. Bütün tasfiyeciler, oportünistler her boydan yetmezler ve gafiller, esasta bu işin gereklerini yerine getirme yerine, kendi şeytani emelleriyle ucu-bucağı belli olmayan, iyi veya kötü niyet ne olursa olsun, mutlak yapılması gereken işi yerine getirmeyip sonuçta sözüm ona bireyciliğini, sınıfsal şu veya bu amacını, küçük hesabını yapmakla hayata geçirmekle uğraştığı için, PKK Önderlik gerçeğinde haketmediği çok büyük yaralar aldı. Darbeler yedi, çok önemli zaferleri de yakalamaktan ve yaşamaktan alıkonuldu.
Çok net anlaşılmıştır ki, en büyük oyun bu konu üzerinde oynanmıştır. Yani düşmanın açık saldırı cephesinden insanımızı bozmak için, bir hayvandan daha beter kullanılır hale getirmek için ne gerekiyorsa, ne kadar çaba ve ideolojik savaş gerekiyorsa, hepsini yapmış. Sonuçta düşman kendisi için birey yaratmışsa; bizim içimizdeki Önderlik gerçeği ile bir türlü yol almasını bilemeyenler, onunla uyuşamayanlar, onunla örgütün ideolojik-örgütsel birliğine kendini yatıramayanlar da bu işi içten yapmışlardır. Hatta belki de açık savaşan, cephede daha tehlikeli bir biçimde kapalı, muğlak çok çeşitli ruh halleriyle en can alıcı yerinden bu savaşı düşman lehine olabilecek bir biçimde, sözüm ona kendi küçük hesaplarını da yaşayabilecek, yine incir çekirdeğini doldurmaz planlarla, alışkanlıklarla, güdülerle işin altından çıkmaya çalışmışlardır. Kendini böyle affedilmez bir biçimde açığa çıkartan en temel hususlarımızdan birisi bu.
Nasıl bu durumu yaşadınız? Nasıl göz yumdunuz? Hatta buna nasıl öncülük, sözcülük ettiniz? Bunları biraz açığa çıkarttığımız gibi, daha da canına okuma işine, bu çalışmalarda acımaksızın devam edeceğiz. Kimsenin adına-şanına bakmaksızın, ya o kesin can alıcı noktada rolünün sahibi olacaktır, ya canına okunacaktır. Bunun için yetmezlik, “şu özelliğim yetmedi, şu yanım el vermedi, eğik kaldı, bozuk çaldı” gibi sözlerin asla kabul görmeyeceğini, kesin size anlatacağız. Artık benim de aklım başıma geldi. Ne mutlu ki, bu günlere ulaşıp canına okuyabilecek gücü, halk adına yakalayabildik. İmkan ve olanakları fazlasıyla elde ettik. Büyük bir öfkeyle ben de, bu halkın Önderlik gerçeğinin canına okuyanların canına okuyacağım. Ayıp olmasın, hepinizden bunun hesabını soracağım.
Ya çok sağlam bir halk önderi olacaksınız, ya da yaşatılmayacaksınız. Bunun ayıbı, kaybı, kusuru olamaz! Ya halk için yaşamasını bileceksiniz, ya da hiç yaşamayacaksınız! Zaten yaşamayacağınızın da düşmanla bağlantısını göreceksiniz. En azından kendi gafletinizi aşacaksınız. Bıktık artık, kangrene döndürdünüz. Düşünüyorum, her an kesinlikle önemli bir başarı imkanı her militan için vardır. Her birisi düşman için çok önemli bir darbeyi planlayabilirdi. Ama her birisi Kürt’ün namussuzluk geleneğini sonuna kadar izleyerek, maalesef bu darbenin sahibi olamadı.
Bunu çözmeye çalışıyorum şimdi. Bu hastalık neden bu kadar derin ve sürekli her tarafı kapladı gitti? Faşizm neden bu kadar egemen oldu? Devrim ne kadar çaptan, gözden düştü? Savaşacağım konu bu. Ya bu ikiyüzlülüğü, yalancılığı aranızdan kaldıracaksınız, ya da sizinle asla uyuşmayacağız ve bizimle yaşamayacaksınız.
Bıktık artık ucuz laflardan, gerekleri yerine getirilmeyen kararlardan, çok bencil hesaplarınızdan, yiğitliğe hiç yakışmayan bütün tutum ve davranışlarınızdan! Bir köy fethedecek kadar gücü olmayanların, bir-iki insanını bile doğru kazanacak gücü olmayanların, kendileri için bir saygıdan, bir hürmetten asla bahsetmemeleri gerekir. PKK adı altında bakıyorum bir çok baş belası ortaya çıkıyor. Asgari görevlerine saygısı yok. Olanakları var, “yiyelim, içelim ve diğerlerini de alıp kaçalım” diyor. Bunlara çare bulacağız. Artık ihanetin kolay kolay olmayacağını, gizli veya açık sonuç almayacağına kesin çare bulacağız. Bu ağlamanıza, sızlanmanıza bir son vereceğiz, kesin çare bulacağız. Yıllardır en basit siyaset için gerekli bir dil gücünü bile kazanamıyorlar. Etkili bir hitap dilini bile kazanamıyorlar.
Neden, bu da mı çok zor? Adam gibi kalkıp bir toplantıda amaçlı ve etkili bir konuşma yapmak neden zor olsun? Bir toplan-tının anlam ve önemini yıllardır en önemli bir çalışmada bile gündemleştirme neden gerçekleştirilmiyor? Gözler önünde yapılması gereken bir çok iş var. Hiçbirisine ilgi duyulmuyor. Peki kimin adına varsınız, neye varsınız? Ucuz yaşayacaksanız, buna geçit olmaz. Suç ortaklığı yapmayacağız. Bir çok yaklaşımı kökünden değiştirmek istiyoruz. Kendimiz için artık bir tarih yazmanın imkanları ortaya çıkmıştır. Yıllardır hamalca verdiğimiz çabalardan, hiçbir sonuç yok. Böylesine tarihi bilinç için de çaba verme gücünü göstereceksiniz.
PKK’de bir tarz yaratılmış, gece-gündüz kendime “bu kimin tarzı” diyorum, ben halen anlamıyorum. Benim tarzım olmadığı kesin. Kim bu dalavere işini yürütüyor? Anlatıyorlar bir eğitime gidiyorlar, herkesi uyutuyorlar. Bir eyleme gidiyorlar, en olmadık kayıplara yol açıyorlar. Bir yaşamları var, fitne-fesat dolu. Bir halka gidiyorlar, halkı sömürgecilerin memurlarından daha saygısız ele alıyorlar. Bunları kim size aşıladı böyle. Bu benim işim midir? Ben mi size bunları öğrettim? Bu bir özgürlük anlayışı mıdır? Hangi ideolojide bunun yeri var? Yok! Bunun artık anlaşılması gerekiyor. Hiç kimse uyduruk gerekçelerle, nedenlerle bu gerçeklerin üstünü örtbas etmemelidir. Nedenlerini ve çözüm yolunu gerçekçi ortaya koymalıyız. Bizim kendimizi mutlak yetiştirmek gibi bir görevimiz olduğunu kimse inkar edemez. Çok belli ki, asgari konularda bile takılıyorsunuz. Bunun kesin aşılması gerektiğini de hiçbiriniz inkar edemezsiniz. Bu yaşa gelmişsiniz, bir çareniz olacak.
PKK Önderlik gerçeğini anlamama var. Böyle gelmişse böyle gidemez, bu bir. Bu kadar laubali, neredeyse uygulanan her türlü geri yöntemle devam edilemez, iki. “Hiç anlamaya gerek yok, önüne ne konulursa ye, iç” anlayışına evet denilemez, üç. “Bizden hayır çıkmaz, adam olacağımız da yok, her şey çoktan kaybedilmiştir, bunu değiştirmeye ne güç yetişir, ne de gerek vardır” yaklaşımı kesinlikle affedilmez, kabul edilemez, bu da dört. “Çok çabalarız, bazı doğrular var ama, ancak onların uğruna övünülür, onların fazla yaşam değeri yoktur” gibi bir iddiada bulunulamaz, beş. “Bir yaşam imkanı yakaladık, biraz örgüte bir şeyler veririz, ama çoğunu kendimize yontarız” yaklaşımına da asla fırsat verilemez, altı.
En doğrusu, kendimize insan varlığının çok temel toplumsal ve günümüze doğru geldiğimizde ulusal gerçekliğini inkar etmeksizin, belli bir özgürlük bilinciyle, kendinde bir yaşam heyecanı, tutkusu yaratarak ve bunun için gerektiğinde kendi kimliğinde karar kılarak, varsa düşmanlara karşı da mücadele etmenin doğru yol ve yöntemlerine sahip çıkarak, doğru kurtuluş yolunu, amaç ve örgütlenme araçlarına bağlı kalınarak, onun gerekçesi, gerekirse çok şiddetli bir savaş çabasını esirgemeyerek, kendinde yaratarak bu biricik doğru yolda çok kararlı yürümektir. Eğer ölünecekse bu temelde ölmek, eğer yaşanılacaksa bu çabanın sonunda yaşamaktır. Yaşam kararınız olacaksa onun da makulünü böyle yapacaksınız. Bunun dışındaki bu uydurmalarınızdan artık nefret ediyorum!
Bu eşittir, partileşme, ordulaşma anlamına geliyor. Adam gibi yaşama, hatırı sayılır, başı dik size ekmek sudan daha gereklidir. Neredeyse merkezimizden tutalım her tür birime kadar, toplumumuzun bile yaşadığı o zayıf olabilecek kahredilesi yaşamdan daha sefil, başı bozuk, kuralsızdır. Herkesin nerdeyse kendi keyfine göre kural dinlemediği bir ortam. Özgürlüğü böyle yozlaştırma, en rahat yapılabilecek işlere koşmamak kadar, en küçük hesaplarınız bir örgütü yıkacak kadar peşinde koşma. Bunları terk edeceksiniz. Öyle adımız var, ünümüz var veya “şöyleyiz, böyleyiz” deyip de tehlikeli bir yaklaşım içine kesinlikle giremezsiniz. Çok kötü bir ölüm teorisine yatırarak da olmuyor, “başarı imkanı yok, iyisinden ölünür” yaklaşımını da lanetle karşılıyoruz. Hiç kimsenin bu teoriyi şu veya bu biçimde aramızda yaymaya asla hakkı olamaz. Şımarıklar var, gözü açıklar var. Bunların hepsi haddini bilecektir.
Biz insana güveniyoruz. Bugün ulusal kurtuluş bizim için bütün insanlığın arkasında kalmış bir sorundur. Dünyanın sonundayız. Herkesin kullandığı yöntemlerin hepsi bizim tecrübe hanemizde kayıtlı. Partimizin de büyük bir tecrübesi var. Bunları görmeyeceksin, halen de en olmadık, anlaşılmaz oyun oynayacaksın. Hayır! Ben bunlara “dur” diyorum ve ilk yapılacak iş de budur. Eskiden bir töre vardı, görevinde başarısız oldu mu “başını getirin” derlerdi. Biz bu kaba anlamda başınızı istemeyeceğiz ama, başarmayan da olduğu yerde anında görevden düşsün. Yıllarca başarısızsa halen komutan, halen yönetici olmasına izin vermiyoruz, bu ahmaklığa devam edemeyiz. Başaramayan anında düşer. Bir çalışmada başarılıysan devam edeceksin. Bunları anlamak zor mu? Uygulamak zor mu?
Utanmadan hepsi başarısızlık için ne gerekiyorsa onu birbirine dayatıyorlar. Peki düşmanla uğraşmaya gerek var mı? Bu yaklaşımın kendisi her şeyi bitirmeye yeterli değil mi? İnsanlığınızdan, Kürtlüğünüzden gerçekten bir şey anlayamıyorum. En kötüsü de, ben yol açtım bu çıkışlarınıza, sorumluluk üstlendim, ama bu kadar ters gelişmesine bir türlü anlam veremiyorum. Görünüşte hepsi Başkana bağlı, öl dese hepsi ölür. Öze bakıyorsun, hepsi Başkanın düşmanından bile daha saygısız düşmanları. Gel de bu işin içinden çık! Bunu kim icat etti, bu size ne zevk veriyor? İnsan bencildir diyelim, biraz “ben”i, yani egosunu yaşamak ister. Ama böyle egonuzu da yaşayamazsınız. Çünkü bunun içinde en daracık “ben”in bile imhası vardır ve bu çok nettir.
En önemlisi anlamaya yanaşmıyorsunuz. Zaten bu en büyük silahınız. Bir, anlamaya yanaşmamak; iki, ciddi olmamak; üç, demagoji geliştirmek; dört, bin bir türlü cıvaları gevşetmek. Hiçbir şey birbirini tamamlamasın, her şey oluruna ve keyfine göre gitsin! Bunlar sizin dayanılmaz hafifliğinizdir. Sanmıyorum başka bir olgu veya gerçeklikte bunun başka bir örneği olsun. Herhalde derin sömürgecilik, insanımızın bütün direnç damarlarını böyle kırmış ve sizler de bunu şimdi rahat rahat kusuyorsunuz.
Değiştireceğiz! Devrimcilik eşittir; değiştirmedir.
Neyin değiştirilmesi? Bu durumun değiştirilmesi! İnsanını bu ihanet ortamından zaptetmeyen, bir kişide bile ihaneti durduramayan nasıl karşımıza çıkabilir? Her birinin komutası veya sorumluluğunda yüzlerce insan kaçmıştır, düşmana gitmiştir. Bir-ikisini bile durduramadınız. Peki nasıl kendinize insan sever veya yurtsever diyeceksiniz? Hiç bu soruları kendinize sormayacak mısınız? Yalancılar! En temel iş, insanı lanetli, haince işten alıkoymak değil midir? Onları ayakları üzerine dikip hedefe yöneltmek değil midir? Peki siz, şimdiye kadar bunu yaptınız mı? Neyle uğraştınız? Birbirinizle! Meşhur Kürt felsefesi! Felsefe de değil, felsefenin de, dinin de, imanın da bittiği, fitne-fesat, her türlü münafıklık, umudunu yitirmişlerin, yaşamsal tüm konularda kaybetmişlerin inanılmaz hafiflikleri, iddiasızlıkları. Ben bunu iyi anlıyorum.
Çocukluğumda çok dolaşırdım. Pek ürün vermeye elverişli olmayan kıraç toprakları gezerken sizi hatırlıyorum. Bir-iki damla su tutmayan sevdasılar vardı. Onlardaki kurumuşlukları hatırlarken sizi görüyorum. Daha yeşermeden, hele hiç ürüne gelmeden kuruyan bitkileri hatırlarken sizi görüyorum. Bir cemaatle otururken, hiç umut vaat etmeyen boş laflar kalabalığını görürken, sizleri hatırlıyorum. Bunlar benim bütün yaşamımı bağlayan bu toplumun kara kabuslu yanlarıydı. Siz bunları değişik bir lisanla dayatıyorsunuz, yani o kabusu bana yaşatmak istiyorsunuz. Halbuki ben bu kabusları çoktan aştığıma inanıyordum. Hoşunuza gidiyor. Önderlik gerçeğine yaklaşımınızı bu kelimeler ele veriyor. “Ne olur kendimizi böyle yaşatsak?” diyorsunuz. İşte bu kabuslu, bu hiç ıslah etmeyecek yaklaşımlar. Size göre özgürlük bunların cirit atmasıdır.
Burada kıyamet koparacağız, geçit vermeyeceğiz. İnsana güveneceğiz ve mutlaka en bitik yer de olsa, bir kaya parçası da olsa onda kök salacağız. Önderlik gerçeğinin bu olduğunu bileceksiniz. Biz kayalara kök salın demiyoruz. En mümin topraklara sizi ektik, reddediyorsunuz kök salmaya. Mutlak gelinen nokta, Afrikalı siyahın diasporasından* daha aşağılık, daha köleci bir biçimde, yine asırlar ötesi biçilen insan topluluklarından daha tehlikeli bir biçimde dağılmayı felsefe haline getiriyorsunuz. Tarihin son döneminin gerekçesiz, anlaşılmaz sorunların halkasına en son halka olarak eklenmek istiyorsunuz. Bunların büyük tehlike olduğunu öğrenmeniz gerekir. Hiç bunlardan haberiniz olmayacak mı?
Her gün düşmanın hitap ettiği bazı alışkanlıklarınız var, korkmadan, utanmadan onlara yer arıyorsunuz. Oysa sizin biricik dersiniz budur Önderlik gerçeğidir. Ya bu dersi doğru anlayıp gerekeni yapacaksınız, ya da bu sınıftan atılacaksınız. Ya bu dersin ciddiyetine inanacaksınız, ya da bu okuldan çıkacaksınız. Hasret kaldık bir mevzi çalışması yapana, bir saygılı iş yapana.
Eskiden diyordum; bunların yiyeceği yok, silahı yok, güvenecek arkadaşları yok. Bunların hepsini oluşturdum. Nasıl ki eskiden bütün yollar Roma’yaydı, şimdi bütün yollar Kürdistan’a dedik, onu da gerçekleştirdik. Halen şanlı bir tek ses yok. “Burada yaşanmaz” diyor, ya nerede yaşanılır? “Böyle yaşanılmaz” diyor, ya nasıl yaşanılır? Söyleyin bana! Avrupa, Afrika, Arabistan, Orta Asya’da nasıl yaşanılacağını ispatlayın. Yer var mı, yok mu? Bir araştırma yapın; orada yaşam yeri olabilir mi, olamaz mı? Bakın birbirinizin yüzünüze ve anlatın nasıl yaşadıklarınızı. Karınızla, kocanızla, çocuklarınızla nasıl yaşadığınızı birbirinize anlatın. Varsa bir sevdanız anlatın. Yüzlerinize bakın; biz maymun muyuz, insan mıyız diye.
Birbirimizden ne kadar bir şeyler anlıyoruz, anlatacaksınız birbirinize. Bunları doğru anlatmadan sizleri bırakmayacağım. Yaşama ihanet edemezsiniz, uyduruk yaşayamazsınız. Yaşama mutlaka saygıyı göstereceksiniz. En sorumlularımız büyük bir öfkeyle düşmana karşı yol alması gerekirken, işleri bozmayla uğraşıyorlar. Aklın içine tuz ekmişler adeta, kireç ekmişler, kurutmuşlar. Olmaz, bir tek benimle olmaz!
Bunları şunun için söylüyorum; okulumuzun öğrencilerisiniz ve bu okulun öğrencilerinin esas dersi Önderlik dersidir. Halk önderliği; halkın bütün ulusal, toplumsal, ekonomik, kültürel işlerinde yol gösteren olmak, düşmanın bentlerini yıkmak, halkın yaşamının gereklerine inşa gücü olmaktır. Ders budur, bu dersten geçmeniz gerekiyor. Başka hiçbir işiniz olamaz. İlkesi kadar belli bir işbölümü dahilinde, uygulama esaslarında çaba sahibi olacaksınız. Düşmanın size taktığı yüreği koparacağız. Kendi Önderlik gerçeğimizin akıl ve yüreğini gerekirse özel operasyonlarla, ameliyatlarla takacağız. Bol bol burada ameliyat yapacağız. Davamızın önemi azsa söyleyin, büyük çaba harcamayalım. Başka işler önemliyse, onu da bana anlatın, beni bu azaptan kurtarın.
Dikkat edin, son yıllarda yalnız bu konuları işliyorum. Eskiden derslere başlarken objektif gerçeklikleri ele alırdım, tarihten başlardım, sömürgecilik, toplumlar tarihi, askerlik, siyaset, kültür-sanat derslerini verirdim. Şimdi bunlara hiç değinme gereği bile duymuyorum. Bıraktım son yıllarda bunları. Neden? Yeni doğuşun bütün sancılarını taşıyorum bir ulus için, hatta insanlık için. Bizim yeniden ulusal direniş çok şey kazanacak. Nasıl ağır, önemli, komalık bir hastanın başında bütün hastanenin hekimleri koşar ve herkes pür dikkat bütün maharetlerini göstererek kurtarmak isterlerse, bin defa bizim ağır komalık, ama çok önemli bir konuda bütün hünerlerimizi gösterip bu hastayı kurtarmamız gerekiyor. Bu kadar çabadan sonra bir bakıyorum ki, herkesin yaptığı neredeyse değer hırsızlığı veya “boş ver, benim değil, nasıl olursa olsun” yaklaşımıdır. Halkın en yüce değerlerine sigaraları kadar değer vermiyorlar. İnanılmaz bir şey!
Önderlik dersinde bu mutlaka çözümlenecektir. Beni artık yanlış tanımayın. Size bütün verileri sunuyorum, inceleyin, kendi payınıza sonuç çıkarın. Belli ki ben zorla hiç kimseyi tutamam, ama hiç kimse de herhangi bir dayatmayla, zorbalıkla, kurnazlıkla beni sökemez. Hiç olmazsa şimdiye kadarki çalışmalarımla kendimi koruyacak gücüm oluştu diyeyim. Belki eskilerde beni istediği gibi zorlamak mümkündü ama, bu büyük çabadan sonra, sanırım beni hiçbirisi, özellikle de kendi öz sahamızda, herhalde kolay yıkamaz, aldatamaz. Kaldı ki, sizin görevleriniz beni yıkmak, beni aldatmak değildir. Sanmıyorum böyle bir görev önünüzde yok. Sizin göreviniz öyle tahmin ediyorum ki, en azından tartışmak ve bazı doğrularda özlüce karar vermektir.
En çok öğrenilen; kim PKK’de birbirini boşa çıkarır, kim birbirini zayıf düşürür, kim Önderliği boşa çıkarır oluyor. Resmen geçen yıl adını koydular; “yaptığımız savaş Önderliğe karşı savaştır” dediler. Hem de çok yaygın ve genel bir savaş! Peki siz bunun icazetini kimden aldınız? Kim size bu fetvayı verdi? Düşmanın çağrılarından başka bir kaynağı var mıydı? Bu savaşımın veya kendi sınıf eğilimlerinizin kaynağı ne? Sanki mal bulmuş mağribi gibi, herkes kendinde bir kıymet bulduysa “Önderliği boşa çıkaralım” demekle uğraşıyor. Sanki başka yapacakları iş yokmuş gibi. Derdiniz ne? Sıkıştıklarında “sen olmazsan biz yaşamayız” diyorlar. Zor koşullarda tümüyle bana dayanacaksınız, en ufak imkan elinize geçse de canımıza okuyacaksınız. Bu ne biçim yoldaşlık oluyor?
Ses tellerinizi bile doğru işler için ayarlayacaksınız. Ama siz kendi basit dünyanızı yaşamaya gelince istediğiniz gibi davranıyorsunuz. Bu cüretti nerden buluyorsunuz? Hangi hukuk kitabında böyle bir hak anlayışına yer vardır? Bu lümpenizmin sınır tanımaz edepsizliğidir. Başıboşluğun, haddini bilmezliğin, edepten anlamazlığın utanmazlığıdır. Veya cahilliğin ulu orta kendini yere atmasıdır, ortaya sermesidir.
Sizlerle ciddi bir çalışma yürütmek istiyoruz. Ciddi çalışma yürütmek için süreci iyi ayarlamışız. Artık yaşınız-başınız bu işe gelmiş. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u yirmi üç yaşında fethetti. İskender, Makedonya’dan Hindistan’a, Mısır’a kadar otuz üç yaşında fethetti. Düşünün, siz bir kulübeyi inşa edemiyorsunuz. Naylon çadırdan başka bir şey kurmak elinizden gelmiyor. Dört bin yıl önce, insanlarımızın hiçbir düşmanın giremeyeceği dağlardaki kazıdıkları mağaralar var, kovuklar var, henüz onlara bile girecek gücü kendinizde bulamıyorsunuz. Düz ovada sonunuzu getiriyorsunuz. Bunlar gerçek! Dört bin yıl önceki atalarımızın o topraklarda gösterdikleri çabaları gösterememek bir kader midir? Onların inşa ettikleri kaleler var, mezarlar var, yaşam yerlerinizden bin kat daha değerli ve kutsaldır. Mezarları bile yaşadıklarınızın yerinden bin kat görkemlidir.
Düşman öyle bir yenilgi felsefesi egemen kılmış ki, nasıl izah edeceğiz bu yenilgi felsefesini? İsterdim ki bir edebiyatçı bunu işlesin. Hiçbir şeye gücü yetmeyenin romanını kim yazacak? Babacığımı hatırlıyorum şimdi. Hiçbir şeye gücü yetmediği zaman birkaç iş yapardı. En büyük eylemi “ne yapayım Abdullah” diyordu, çıkıyordu damın başına, kapıyordu gözünü, açıyordu ağzını, kendi kendine küfürler yapıyordu. Tam bir acayip hal! Neye, kime küfür ettiği de belli değildi. Ondan sonra kahraman gibi o damın köşesinden inerdi. En ufak bir hedefe gerçekçi olarak yürüyemiyordu. Çaresizdi, güç getiremeyeceğini tamamen öğrenmişti. Bir eşeği vardı, o da yaramaz bir eşekti, zor-bela ona biraz binip, gidip tarla işlerinde çalışıyordu. Onu da fazla başaramıyordu. Bunun hikayesini bana anımsattırıyorsunuz. Sizin bu kavgacılığınızın bütün hikayesi, bunda mevcut. Ben dersimi o zamandan beri aldım. Ah bu babam olmasaydı diyordum, benim de şu çocuk gibi babam olsaydı ne olurdu? Bu en zavallı babayı kim bana baba yaptı? Anam daha değişikti. O da zurnanın bambaşka bir deliğinden çalıyordu, inanılmaz bir ses çıkarıyordu.
Ders çıkardım, böyle yaşanılmaz diye. Hem de o çocuk yaşımızla. Yeteneklerim fazla güçlü olmamakla birlikte akıllıca derslerimi öğrenmeye çalıştım. Yaşayacaksam, öğrenecektim. Tek bir doğru sözcük nerdeyse dört elle sarıldım. Birisinin en ufak bir ilgisine canı gönülden minnet borcu duydum. Gözümün gördüğü her şeyi okumaya çalıştım, anlam vermeye çalıştım. Koştum durmaksızın. Yüreğimin anlamaya çalıştığı her şeye ilgi duydum. Hepsi de çok yetersiz. Değil sizlerle, tek bir insanla yanlış tek bir iş yapmamayı esas ilke belledim. Zararlı hayvanlardan başka, her şeye, bir yeşillik de olsa onu ezmemeye özen gösterdim. Yeter ki zarar vermesin, hain olmasın. Dağların diliyle dağlarla konuştum. Düşmanımızın çocuklarıyla konuştum. Bütün bunları yedi-on yaş arasında yaptım.
Sizin gibi baylara ve bayanlara bakıyorum; hiçbir şeyi ne anlamak istiyorlar, ne dinlemek istiyorlar. Doğrusu nerede? Ne ona ulaşmak istiyorlar, ne ondan kopmak istiyorlar. Yanlış nerede? İşte o sizin dediğiniz toplumsal çabanın yansımaları böyle size egemen olmuş. Tabi bunun nedeni; dediğim gibi siz çok kötü büyütülmüşsünüz. Benim buna karşı tepkim de her zaman kanun niteliğindedir. Hammurabi kanunu gibi yazılmıştır bir defa, bozulamaz. Böyle olacağınıza hiç olmayacaksınız. Kanun bu! Anlayın! Devrilmeye kadar veya hükümden düşünceye kadar bu kanun yürüyecektir. Bakıyorum, bu size zor geliyor ve çok ince yollardan kanunu bozmaya çalışıyorsunuz. Ama unutmayın ki, ilk defa bu ülkede kanun sahibi olacak bir gücü yakalamışız. Kanunu bütün özellikleriyle anlayacaksınız.
İşte ders! Gece-gündüz bunu anlayacaksınız. Ben anlattıklarımı bile yeterli görmüyorum. Bu kanun nedir diye anlayacaksınız. Anlamak şurada kalsın, işiniz-gücünüz kanunu bozmak. Hiç olmazsa bu bozma işini, benden sonraya bırakın. Hammurabi olsaydı, kanunu bozdunuz diye çoğunuzu keserdi. Ben gerçekten vicdanlı birisiyim. Tam bir peygamber sabrı! En çok ikna eden Hz. İsa gibi, hatta daha fazlasını yapmaya çalışıyorum, Hz. Musa gibi yapmaya çalışıyorum.
Kanun kanundur. Bunu biliyorsunuz; yaptırım gücü vardır, uymayana mutlaka yaptırım gücü uygulanır. O gücün ne olduğunu size söylüyorum. “Kanun demiri keser” veya “şeriatın kestiği parmak acımaz” derler, bizim kanunumuz da en az bunlar kadar şiddetlidir. Kanun, nizam tanıyacak duruma geleceksiniz. Ve uydurukça değil, sandığınız ahbap-çavuş yöntemlerle değil, kanunların ruhuna uygun olarak yapacaksınız.
İlk defa Kürt olayında, kanun-nizamın geliştirilmesi vardır. TC’nin büyük bir hukuksuzluk olduğunu ve kanunlarının da zulüm kanunları olduğunu biliyoruz. Bizim kanunlar öyle değil, bizim kanunlar insanlığın doğal gelişme esaslarına dayalı kanunlardır. Ama böyle olduğu için de çok ciddi kanunlardır. Bu ülkeyi artık kanun-nizama göre yöneteceğiz. Çok mu görüyorsunuz bize? Hep düşmanın zulüm kanunlarına göre mi yaşayacağız? Kendi insani yaşam temellerine dayalı kanunlarımız gelişmesin mi? Bu konuda birkaç kişi kafa patlatmayacak mı? Halkına, insanlığına bir-iki sözü olmayacak mı? Kanun-nizam ruhuna ne zaman sahip olacaksınız? Bunun böyle olması için, örgütümüzün bazı kanunları, kuralları var, bir kaç tane işleyiş esasları var. İçtenlikle ne zaman uyacaksınız? Bunun için hiçbir çabanız olmayacak mı?
İsterdim, kanunsuzların romanı da yazılsın. Kanunsuz adam! Bunlar hep ciddi edebiyat konuları. Kanunsuz adam kimdir, nasıl yaşar biliyor musunuz? Zaten yaşamınız iflas halinde. Bir kaç taneniz kanunlarımızın ruhuna uygun bir çabaya sahip olmayacak mı? Askeri kanunlarımızın veya askeri çizgimizin esaslarını bir tarafa bırakıyorum. Temel yaşam kanunlarımızdan bahsediyorum.
Ayıp değil, benim de kendime yaptığım iyilik; devrimciyim biliyorsunuz, düşman kanunlarını boşa çıkarmanın önderiyim. Ama aynı zamanda halkların doğru hukuk normlarına da saygılıyım. Alman anayasa koruyucusu geldiğinde dedi ki, “sen bizim kanunlarımızı ve demokratik esaslarımızı bozuyorsun”. İlk verdiğim cevap; “ben böyle saygısız bir insan değilim, sizin hükümetiniz TC’den sonra bizim halka karşı en çok savaşı destekleyen hükümettir, ona karşı çıkmakla birlikte, sizin kanun ve demokrasi esaslarınıza saygılı olmak gerektiğine eminim” dedim. Bunu böyle taviz almak için, anlaşma yapmak için söylemedim. Halkların meşru gördüğü yaşam tarzlarına, onların hukukuna saygıdan ötürüdür. “Savaşı daha değişik yürüteceğim sizinle” dedim, “gücüm yeterse bir gün verdiğiniz zararları size ödettireceğim” dedim. Bunları bir çırpıda anladık. TC’ye karşı da öyle kendi hukuklarını tanınmaz duruma getirenler kendileridir. Ama halen bizim savaş hukukuna uymayı, onlardan daha anlayışlı yürüttüğümüzü söyleyebiliriz. Biz bir tek askere, esire fiske vurmadık. Bu bir ölçüdür.
İsterdik ki, tümüyle böyle olsun. Siz hukuk anlayışına, insanlarımızın en doğal yaşama gereklerine bile saygılı olamıyorsunuz. Komutanlarımızın hukuktan, nizamdan haberleri yok. Canı gibi koruması gereken değerleri, en başta savaşçısını, büyük bir hata ve kuralsızlık yüzünden kaybediyor, sonra da “kurtuldum” diyor. Bundan daha zalimane yaklaşım var mıdır? Destanlar yazması gereken kendi biriliğini, kuralsızlıktan ötürü çürütüyor, çökertiyor. Bunun hesabını görme gereğini bile duymuyor. Yine bundan daha ağır bir suç var mıdır?
Ne zaman biz suç ve ceza kavramına anlam vereceğiz? Hemen her sözünüz diken gibi insanın ruhuna batıyor. Ne zaman insanın moral değerlerine saygıdan bahsedeceğiz? Acaba bunların direkt düşman dayatmaları olduğunu ne zaman öğreneceksiniz? Yoldaşlar hiç birbirlerine böyle yüklenirler mi? Tüm bunlar Önderlik dersidir. Mutlaka öğreneceksiniz. Öğrenmeye niyetiniz varsa kalacaksınız. “Yok, işin altını üstünü birbirine karıştıracağız, kanun-nizam dinlemeyen öz tahribatına sonuna kadar devam”, hatta birilerinin dediği gibi, “ne kadar Önderlikten öğreniyorsak, o kadar canına okumak için uyguluyoruz” gibi geri öğrenme metodunu değiştireceksiniz.
Bize karşı savaşmanız için size öğretmiyoruz. Biz en zor durumda bizden yardım talep eden şehit analarına, ilgi gösterilmesi gereken insanlarımıza bakamıyoruz, tüm gücümüzü size veriyoruz. Siz de böyle yaparsanız, kendini bu temelde disipline edemediğinizden asla partileşme, ordulaşma derslerine giriş yapamazsınız. Bu temelde Önderlik esprisini yakalayamayan, hiçbir dersi öğrenemez, öğrense de çok tehlikeli olur.
Dediğiniz gibi, bize karşı savaşta, şu anda sanki emeğinin sahibini yenmek için bütün sınıflar içimizde hortluyor. Sizin göreviniz, emeğin sahibinin çabalarıyla sağlanılan gelişmeyi, karşı bir sınıf saldırısıyla yenmek değildir. Çünkü siz bu amaçla bu örgüte, bu okula girmediniz. Verdiğiniz söz, aldığınız karar, bu okulun temel öğretilerine, felsefesine, siyaset ve savaş tarzına sonuna kadar bağlı kalacağınıza dair yemin içerek başladı, herkes söz vererek giriş yaptı. O zaman hiç kimse “şu nedenden ötürü anlayamadım, sözüm bir tarafa, kendim bir tarafa” deme cüretini gösteremez..
Bu ne anlama geliyor? Şimdiye kadar başaramayışımız büyük kusurumuzdur. Temel Önderlik gerçeğimize göre davranmayışımız büyük kötülüktü. Ama artık bir savaştır yaptığınız diyorum. Bu savaşta bizim de bir yerimiz var. Adım atmak, yaşamda da ileri adım atmak istiyorum. Esasta bizim yol arkadaşımız olmak isteyenler adına da, kararına da uygun olarak tutarlı günlük çabalarıyla göstereceklerdir. Bunun anlaşılmayacak hiçbir yanı yok. Nasıl düzen okullarında, düşmanın zehir zemberek kustuğu okullarda akıllı öğrenci olduysanız, PKK’nin temel okulunda da saygılı bir öğrenci olacaksınız.
Bu okul ki, elimizden alınan insanlığı kazanmadır.
Bu okul ki, insanlığı kazanmak için yol yöntemleri edinmedir.
Bu okul ki, savaş sanatının tüm inceliklerine ulaşmadır.
Öğrenebileceğiniz kadar, hedeflerinize ulaşabileceğiniz kadar öğrenin. Bana göre ortam elverişli. Halk okullarında bu kadar fazla bile. Bu yaşamı, savaşı kazanmak için veya en azından namusluca ölmek için ne gerekiyorsa tartışabilir. Tartışma özgürlüğü sonuna kadar hepiniz için vardır. Asırlık sorunlarınızı, konuşma imkanınız vardır.
Erkek-kadın bir aradasınız, her sınıftan insanlar olarak, hatta her ulustan komşular olarak bir aradasınız, ne alıp vereceğiniz varsa haykırın! Burada kimse korkmasın, içimde ne bitiyorsa, yaşam hakkı için hangi hayaller varsa, onu tartışmaya sokabilir. Bir tek şart var; tartışmanın disiplinine uyacaktır, bozmayacaktır, ajanlık yapmayacaktır. Temel amaca ve yaşam hakkına, hepinizin hemen hemen birleştiği içinizden kopan özgür yaşam hakkına saygılı olmaktır. Bunu istemek çok doğal ve çok haklı olan da ısrar etmektir.
Savaşı büyük tartışabilirsiniz. Binlerce olay var elinizde ve bu yüzden binlerce kayba yol açmışsınız. Yorgun musunuz? Ben bu halimle neden bu kadar tartışıyorum? Sevmek istemişsiniz, ilişkileriniz olmuş. Onları da tartışın, çünkü içinde ihanet var, kaçış var, çirkinlik var. Benim de var. Ben neden kendimi bu kadar tartışmaya açmışım? Neden korkuyorsunuz? Korkmayın! Genelevden bile gelen biri olsa, özgürce tartışırsa, onun benim başımın üstünde yeri vardır. Yeter ki, dürüstlük sözü versin, onun da başımızın üstünde yeri vardır.
Biz insanları kazanacağımıza inanıyoruz. Bu kadar kendimize güvenen bir hareketiz. Neden korkuyorsunuz? Biz burada her türlü hastalığı tedavi edecek güçteyiz. Tartışma hakkınızı kullanın. Ama tedavi olma gereğini de kesin öğrenin. Benim de var, ben de kendimi tedavi etmek için uğraşıyorum. Ayıp olan, hastalıkların çürütücü etkisi altında can vermektir. Yaşamımıza kasteden mikrobu temizlememektir. Ayakta gezen ölüler olmaktır. Bundan daha dehşetli tehlike var mıdır? Hepimizin yaşamı üzerinde büyük kabuslar, belalar, zalimler ve haksızlıklar vardır. Bunları yerle bir etmekten daha değerli ne olabilir? Müthiş çirkinlikler, zavallılıklar var. Bunlar akıyor adeta çehrenizden. Bunları temizlemekten daha değerli ne var?
Yaşamayalım mı? Hep utanmazlığı mı kader bilelim? Bir güzelliğe yol almayacak mıyız? Hep başkalarının uşaklığına mı oynayalım? Hep ağlayalım mı? Bozuk mu atalım birbirimize? Bu okulda bunlar sürdürülebilir mi? Bastıralım mı birbirimizi? Yüce kutsal bazı gelenekler geliştirmek istiyoruz, onları çiğnemek mi, uyanıklıktır?
Görüyorsunuz ki bu okul, halk ve devrim için yaşam okuludur. Dostların da yardımıyla, büyük bir özveriyle bu okulu hizmetinize soktuk. Bundan daha değerli ne var? Düşmanımız her yerde müttefiklerini de kullanarak en olmadık belalarını yağdırmıyor mu? Kullanmadığı silah kaldı mı? O halde büyük bir özverinin sonucu olarak kendinizi yeniden yeniden kararlaştıracak, düzenleyecek okul imkanını, çok büyük bir değer olarak hedefleyip düşman için ne kadar gerekliyse, yaşam için ne kadar gerekliyse öğrenip çıkış yapacaksınız.
Ben buna tutkunum mesela. Bir okulumuz olsun da, varsın hiçbir şeyimiz olmasın dedim. Oldum olası ben kaya altında, ağaçlar altında yer eşeledim hep. Benim hep okul deneyimlerimdi bunlar. Halen yaptığım yüzlerce okul yerlerimi hatırlıyorum. Bütün kaldırımları okul yaptım. Bütün yol güzergahları benim için okuldu. Bütün tanıdığım ağaçlar da benim için bir dershaneydi. Hiçbir şey gösteremezsiniz ki, orada bir öğretici işi yapmayalım. Bunu kendinize uygulayın, tam tersi geçerli. Halbuki bu halka en gerekli olan bu okul sistemiydi, PKK buydu.
Hatırlarım, Hakilerin, Kemallerin, Hayrilerin, Mazlumların da sistemi; kesinlikle benim bu geliştirmek istediğim okul sistemidir. Mazlum nereye gitse bir okul öğretmeniydi. Kahve, yol, yatak yeri bile bir okuldu. Hayri kesinlikle öyleydi. Haki, Kemaller tümüyle ayakta yürüyen öğretmenler gibiydiler. Bir tek saatlerinin bile boşa geçtiğini hatırlamıyorum. Bunlar bizim PKK’deki ilk öğretmenlerdir, yani propagandacılardır. Daha sonra bir çok sahte komutan peydahlandı. Altı ay geçiyor bir tane ders vermiyor. Binlerce pırlanta gibi fedai genç geliyor, onlara açmıyorlar, öğretmiyorlar. Zaman da yıllarca var. Peki bunları PKK’nin kutsal değerleriyle nasıl bağdaştıracaksınız?
Bir çoğu “imkanlar boldur, Önderlik çalışıyor yeter bize” diyor. Bunda büyük bir adaletsizlik yok mudur? Yalnız benim öğretmem yeterli mi? Kaldı ki ben esasları belirlerim, benim görevim biraz budur. Geniş propaganda ordumuz ise, silahlı propaganda ve hatta gerilla birliklerimizde propaganda ordusudur, gerçekleri açıklama gücüdür. Bu işi sizler yapacaktınız. Bir bakıyorum, hepsini benden istiyorsunuz. Alışmışsınız. Bazen hayretler içinde, “sen şu çeneni biraz patlatsan kıyamet mi kopar?” diyorum.
Tarihe bakın, bütün anlı-şanlı komutanlar, devrimciler birer etkili hatiptirler. Çoğunuzun sesi sinek vızıltısına benziyor. Büyük bir kısmı muğlak ve anlaşılmazdır. Bunu kabul etmiyoruz. Düşman dilinizi tıkamış, siz bunu burada sergiliyorsunuz. Dili olmayanın eylemi de olmaz! Birisinin dili ne kadar güçlüyse, eylemi de o kadar güçlüdür. Tutarlıysa, yalancı demagog değilse eyleminin yolu açıktır. Tabii PKK’ye türemiş bir çok hırsız var. Objektif, subjektif bir çok ajan sızıyor PKK’ye. Çünkü diyor ki, “PKK Kürdistan’ı ve onun halkının kaderini aldı götürdü”. Düşmanımız çok, hemen hemen dünyanın bütün belli başlı devletleri var, bir de bir çok hain-fesat var. Bütün yaşamları ihanet temeline bağlı. Bunlar büyük bir ayaklanma içinde. Ve her yöntemle sızma geliştiriyorlar.
Farkında olmadan sizler de onun sızmasısınız. Bu halinize bakın, ezici bir çoğunluğunuz objektif ajan konumundadır. Bakın, yetmeyen diliniz, yetmeyen davranışlarınız, yetmeyen anlayış kabiliyetinizin hepsi objektif olarak, Önderlik kuramına göre dolaylı düşman zeminidir. Mutlaka düşman bu zemini kullanacaktır. Nitekim çok da kullanıyor. Yakamızı bunlardan sıyıramayacak mıyız? O zaman yiğitlik nerde kaldı? Halk önderliği nerde? Hemen her yeriniz geçit veriyor düşmana. Açık söylemeliyim; duygularınızın büyük bir kısmı düşmanın geçit noktalarıdır. Düşüncelerinizin darmadağınıklığı, düşmanın kırk yerden geçidi haline gelmiştir. Temponuzun zayıflığı, Çanakkale boğazı gibi geçit veriyor düşmana. Örgütsüz kişiliğiniz, düşmana her yerden istediği gibi vurma imkanı veriyor. Ufkunuzun darlığı, hesaplarınızın küçüklüğü düşmanın bütün planlarının burnunuza değecek kadar etkili olma şansı veriyor.
Siz bunları öğreneceksiniz! Yoksa beni aldatamazsınız. Aldatırsanız ne olur? Benim de kendi tarzlarım var, kötülükte kimse benimle yarışamaz. Bu kadar kendini taşıyan bir kişi, herhalde sizin sandığınız gibi biri değildir. Düşünün, an be an düşmanına karşı ayakta kalmak için, her türlü hüneri gösteriyor. Nasıl size karşı yenik düşecek, sizi anlamayacak veya sizi affedecek?
Bundan çıkaracağınız tek sonuç; mütevazı, iyi bir öğrenci olmak, varsa komutanlıkta gözünüz, bunun esaslarına, kanunlarına ve kurallarına kesin anlam vermek, tüm sorunlarına kusursuz bir değer katmak, kazandırmak, görevi böyle talep etmektir. Bu okuldan çıkış başka türlü olamaz! Ben ölüleri neden savaşa göndereyim? Kuralları alt-üst edecek birini neden savaşa göndereyim, neden önemli görevler vereyim? Asla! Sanırım ilk defa bu devrede bunu deneyeceğim. Görev adamlarımızı, tamamen kanunların ruhuna uygun, biçim özellikleri kadar, an be an görevinin gereklerine ne kadar yeterlilikle yürüyecek? Bunları göz önünden geçirip ve bizi ikna ettikten sonra, görev adamı olmanıza karar vereceğiz.
Aslında başta bunu yapmalıydım. Yıllardır düşünüyorum, şimdi yapacağız. Biriniz gelecek, “ben görev istiyorum” diyecek. Okulumuzun öğretisini ne kadar iliklerine kadar öğrendiğini, her adımda nasıl başarıdan başka bir şeye fırsat vermeyeceğine dair gösteri yapacak, ant içecek ve ne kadar tetikte olduğunu günlük olarak gösterecek. Ancak bu temelde biz yetkiyi ona vereceğiz; insanlarımızı, savaşçılarımızı, silahlarımızı ona teslim edeceğiz.
Öyle kurnazlar türemiş ki, hiçbir silaha sahip çıkmaksızın, hiçbir savaşçıya değer vermeksizin komutanlık taslıyorlar. Hatta daha fazlasını istiyorlar. Artık buna kesin son verilmiştir. Komutanlık niyeti olanlar gerektiğinde kendine işkence bile ederek kendilerini hazır hale getirecekler. Ben artık bu komuta belasından kurtulmak istiyorum. Olmayacaksa olmasın. Binde bir isyan grubu olarak da savaşırız. Kaçacağımıza, teslim olacağımıza basarız bir şehri, vururuz. Onun da bir şanı, şerefi vardır. Gerilla komutanı olamıyorlarsa, isyanın kalabalığı olabilirler. Biz isyancılar, asiler grubu olarak girebileceğimiz yerlere gireriz.
Hesabınızı çok iyi yapın, gücünüz varsa görev talebinde bulunun. Şimdiden başlayın buna, daha devreye başlamadan bu işe başlayın. “Ben neyin komutanı olabilirim?” diye sorun kendinize. Bana proje geliştireceksiniz. Hangi dağda, bölgede, hangi kişilerle, silahlarla ne yapabileceğinizi belirleyeceksiniz. En son hepsini birleştirdim. Düşmanı bile hesapladım, bir plan koydum. Önümüze koyacak, ona göre onaylayıp onaylamadığımızı söyleyeceğiz. Komuta sistemi bundan sonra böyle yürüyecek ve haftalık bakacağız pratiğine. Ne kadar yürütüyor? Denetimcilerimiz olacak, rapor verecekler, biz de durumuna göre karar vereceğiz. Ya tamam devam et diyeceğiz, ya da ciddi bir aksaklık varsa, birincisinde uyaracağız, ikincisinde yol göstereceğiz, üçüncüsünde aynı durum tekrarlanırsa çok ağır cezalandıracağız. Bundan sonra kurallar böyle konuşacaktır. Bunlar temel derslerdir.
Dikkat edin! Önderlik dersleri ardından, onun daha bir somut ifadesi olan komuta dersi veya komuta çözümlenmesi böyle ele alınacaktır, somutluk kazanacaktır. Başka dersleri de burada görüyorsunuz. Temel bakış dersi, yani felsefeden, ekonomiye kadar nasıl yaşayacağız diyeceksiniz. Bunları da Önderlik ve savaş esaslarımızla bağlantılı ele alacaksınız. Yine yaşamın diğer zamanları vardır. Yani yaşam her an çarpışma değildir, her an ideolojik savaş değil. Bir de normal sosyal davranışlardır. Birbirine saygıyla hürmet, sevgiyle yaklaşım esaslarıdır. Bunlara da açıklık kazandıracağız. İncelikle, güzellikle, iyilikle olacaktır. Bunları da öğreneceksiniz. Okulun temel derslerinden biri de bu olacaktır. Terbiyeli yaklaşımın her sözün yoldaşlar için bir şeker olma gerçeğini bilmek gerekir.
Birçok yıkılacak yanlar var, ama yerine inşa edilecek olanı koyarak, sosyal etkinliğimizi de çok güçlendireceğiz. Hatta fiziki vücut derslerini de alacaksınız. Çünkü Yunan’dan beri “sağlam düşünce sağlam vücutta bulunur” sözü geçerlidir. Çoğunuzun vücuduna bakıyorum, kamburlaşmış. Bunlar da temel öğretiye terstir. Komuta yürüyüşü dik yürüyüştür. Engini görür, alnı açık ve havadadır. Tabii bu demek değildir ki, attığı adımların önündeki tuzağı görmez. Tam tersine, adımları da çok planlı atar. Söz ve adımı birleştirmede milim milimine ustalıklı hareket eder. Fiziğinizi bu anlamda doğrultacaksınız. En güzel insan figürleri boşuna Yunan’da, Roma’da görkemli heykellere nakşedilmemiştir. En güzel kadın ve erkek vücutları Roma ve Yunan heykellerinde vücut bulmuştur. Bunlar hâlâ görkemlidir ve klasik değerdedir.
Kendi gerçeğimize baktığımızda, her şey bunun tam tersidir. Bunları da aşacağız. Ayıptır, tabudur adı altında kendi ilkelliklerinize sevdalanmayacaksınız. Estetik, bir ders de bu okulda göz önüne getirilecektir. Buna hitap dersini de eklemiştik. Bu ezop dilini kesinlikle aşacaksınız. Tüm ünlü komutanların, siyasilerin çok etkili bir dili vardır. Bu dersi de mutlaka öğreneceksiniz. Toplu yapamıyorsanız, tek tek çekileceksiniz bir köşeye konuşacaksınız. Hangi dilde becerikliyseniz, o dilden konuşacaksınız. Biz her dili kabul ediyoruz. Yeter ki o dilin hitap gücünü kazanalım. Çoğunuzun bu sinek vızıltısı gibi anlaşılmaz ezop dilinizi artık dinlemek istemiyorum.
Bu temelde bir ders programınız vardır. Ben fazla müdahale etme gereği duymuyorum. Kendine güvenen herkes bu dersleri işleyebilir. Sınırlama koymuyoruz. Ama çerçeveyi de ortaya koymuşum. Buna göre olacak ve amacına ulaşacaktır dersler. Dersi veren kişi kendini sonuna kadar katacaktır. Bazen kulak kabartıyorum derslerinize, bana hiç çekici gelmiyor. Bir derse kendini doğru veremeyen asla komutan olamaz. Derslerin amacını inanarak, kanıtlayarak, özümseterek, kesinleştirerek vereceksiniz. Yoksa sırf can sıkmak için ders verilmez. Okulumuzda asla bu yaklaşıma yer olmaz.
Belki bazılarınız çok genç, böyle bir akademik çerçeveyi anlamayabilir. Ama anlayanlar var. Anlayanlar anlamayanlara rehberlik edecekler. Her öğrenci çok isteklidir ve çerçeveyi anlayabilecek yetenektedir. Yeter ki biraz rol sahipleri rehberlik görevlerini yerine getirsinler. Ben bu halimle bu halk okulunu tek başıma geliştirdim. Size bu kadar güç verdikten sonra, bu kadar malzeme, belge sunduktan sonra, hanginiz bir dersi yeterince veremem diyebilir? Dağlar kadar belge yığdık önünüze. Tecrübeyi de yaşattık. O açıdan artık bu devremiz bir zafer devresi olarak tamamlanacaktır.
Eski Kürt kimliğindeki bitmiş, yenilmiş insan yerle bir edilmiştir. Onun yerine, gözünü günümüzün en büyük devrimine dikmiş ve onun başarısı için gerçekten sınır tanımaz ufku, azmi kazanmış bir militan olup çıkacaksınız. Bundan daha değerli ne olabilir, bundan daha çok ne yaraşabilir? Bundan daha başka türlü biz neye yarayabiliriz? Karın doyurabilecek kadar bir iş var mı ülkemizde? On sekiz saat çalışsak, acaba bir somunu kazanabilecek miyiz? Hayır! Kazanılmadığını başkentimiz Diyarbakır’a bakın, anlayın. Bir çorba için yüzlerce binlerce kişi kuyruğa giriyor. Bu yaşam yolu olabilir mi? Bu toprakları da, bu topraklardaki insanlık kültürüne de en büyük düşkünlük bu değil midir? Bu yaşamayı hiç bilememek demek değil midir? İnsanlık bu kadar mı düşmeliydi?
Dolayısıyla, bizim için yegane olan, hem tek yaraşır, hem tek kabul edilir, hem de başka türlüsünün olmadığı bu işe, bu kutsal ve her şeyin kaynağı olan işe, büyük bir azimle, istekle, inançla ve bilinçle yaklaşım göstereceğiz ki, yaşamın yolunu açalım. Bu utanılası, lanetli yaşamın ve ölümün kefenini yırtalım. Bunun için mütevazı olun. Ama aynı zamanda başarı için gerektiği kadar ihtiraslı olun. Burası politik okuldur aynı zamanda. Gerekli esnekliği, kıvraklığı gösterin. Belki kesin nihai zafer için hepinizin gücü yetmeyebilir ama, eminim ki bu okulun izleyicileri er-geç bu temelde kesin zaferi yakalayacaklardır.
REBER APO
17 Aralık 1996
- Ayrıntılar
Basına ve Kamuoyuna!
1. 23 Aralık günü 19.00-20.00 saatleri arasında güney Kürdistan’ın Diyana kasabasına bağlı geliye Reş ve Bêrmizê köyü çevresine yönelik işgalci TC ordusuna ait savaş uçakları tarafından bir bombardıman düzenlenmiştir.
- Ayrıntılar
Gizemdir gerilla. En göz önündeki zamanlarda bile aslında görünmezdir gerilla. En çok beklenen yerde karşınıza çıksa bile, gizemli bir sürprizdir gerilla. Gizem bir taktik yada bir strateji değildir gerilla için. Onun varolma biçimidir gizem. Bu öyle belli bir dönemin, belli bir zamanın askeri örgütlenme biçimiyle alakalı değildir. O, ezilenlerin tarihten süzülerek gelmiş bütün direnme biçimlerinin bileşkesidir. Sadece ulusların, sınıfların yada herhangi bir toplumsal kesimin, kendini varetmek için başvurduğu bir savaş ve ordu biçimi değildir.
O, içinden çıktığı her toprağın rengini alan, biçimini alan, ruhunu alan, herşeyiyle tam bir gizemdir. Onun gizemi, gizemli olma çabasıyla alakalı değildir. Onun gizemi, bilinen aklın dışında varolmasıyla alakalıdır. Bilinen akıl mülkiyetin, tahakkümün, zülmun aklıdır. Bilinen akıl, egemenlikçidir, cinsiyetçidir, doğa düşmanıdır. Bilinen akıl, sonuna kadar zülumkardır, hilekardır, yalancıdır. Bilinen akıl, güce tapar, maddeyi esas alır, ruhsuzdur. Ve bu yüzden bilinen aklın sınırları içinde akıl üretenler için, büyük bir gizem, bir muammadır gerilla.
Kontr-gerilla diye bir savaş taktiği ve onun kütüphanelere sığmayan teorilerini geliştirseler de, hep yenilmişlerdir gerillaya karşı. Ve en çözdük dedikleri zamanda bile, habire yeni teoriler üretmelerinin nedeni, herşeyiyle bir gizem olmasındandır gerillanın. Özgürlüktür gerilla. Doğayla bütünlük, toplumsal eşitliktir gerilla. Zülme karşı başkaldırı, zalimin korkulu rüyasıdır. Savunduğu toprak kadar toprak, savunduğu toplumun herkesiminden birşeyler taşır kendinde.
Ezilen sınıftır gerilla. Ezilen cinsttir, ezilen halktır, ezilen çocuktur ve talan edilen topraktır gerilla. Beş bin yılın bütün direnme biçimlerini kendinde bir ruh haline getiren en gizemli direnişçi olan kadın cinsinin taa kendisidir gerilla. Egemenler için bu kategorilerin hepsi yeniktir çünkü adı üzerinde, ezilendir onlar. Yenilmişsen, ezileceksin doğal olarak. Fethedilmişsen, sömürüleceksin doğal olarak. Sömürülüyorsan, susacaksın, boyun eğeceksin,merhamet dileneceksin, şükredeceksin hatta.
Egemen akıl, iktidar aklı bunu bilir, bunu söyler, bunu emreder. Bunun dışındaki hiç bir düşünme biçimi akılcı ve gerçekçi değildir. İşte tam da bunun için gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın ve gerçeğin dışında ve ötesindedir gerilla. Bu, onun tarihsel varolma biçimidir. Egemenlerin tarihi onları hep öcü, şeytan, cadı, terörist ve bir sürü adla tanımlamışlarsa da, onlar halkın bağrında hep yer bulmuşlardır kendilerine.
Dağların derinliklerindeki direnen aşiretin kahraman süvarileridir onlar. Çölün en fırtınalı yerinde bir bedevi atının sırtındaki heybetli Ali’dir onlar. Amazonlardaki orman hayaletleri Zapatistalardır onlar. Karacadağ’ın eteklerindeki Hedwan’ın süvarisi Derwêşê Evdi ve on iki süvarisidir. O yüzden egemenlerin kitaplarında korku kaynağı ve kötülük simgesiyken gerilla, halkların masallarında, efsanelerinde ve destanlarında tanrısal gizemin yenilmez kahramanlarıdır onlar.
Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında bir akılla vareder kendini. Zülme karşı direnişin, adaletsizliğe karşı eşitliğin, iktidara karşı özgürlüğün aklıyla düşünür. Hürafelerin ve küfrün diline karşı, masalın ve efsanenin dilidir onlar. Çünkü bütün haramların, günahların kaynağında yasak elma vardır. Bilgisizlik üzerine inşa edilir iktidar. Bilgisizlikle beslenir zülum. Ve bilgisizlikten doğar bütün teslimiyetler.
Gizemdir gerilla. Çünkü Adem babalarının izinden gitmiştir. Bütün bilgi ağaçlarının bütün bilgi meyvelerinden süzülmüş bir aklın sahibidir gerilla. Toprağın çocuğu, ormanın kardeşi, börtü böceğin oyun arkadaşıdır o. En gizli çeşmenin, en saklı meyvenin, en sağlam sığınağın usta bilicisidir o. Gizemdir gerilla. Çünkü bilinen aklın dışında, bilinen hayatların dışında, bilinen yaşam biçimlerin dışında kendini varetmenin ustasıdır o.
Ol bu sebeple, gizemin dışında kalanların gerillaya ilişkin söyledikleri her söz beyhude bir yalan, çaresiz bir laf kalabalığının ötesine geçemez. Ve yine ol bu sebepledir ki bu gizemin dışından gelenler için gerillayla savaşmak, sadece gölgelerle savaşmaktır. Bu savaşı yaşayanlar bilirler, o yüzden en gelişkin silahlar, en ileri teknolojiler, en kale kalekollar kurtaramaz onları gecenin gizemli savaşçılarından. Vurulur belki en kıyıcı silahlarla, en atom teknolojilerle ama eksilmez, hep çoğalır gerilla. Çünkü kurumayan çeşmenin, dinmeyen rüzgarın ve bereketli toprakların çocuğudur gerilla.
Yenilmez, hep çoğalır. Çünkü hiç bir masalda, hiç bir destanda, hiç bir efsanede yenilmez kahramanlar. Bilir bunu, onu bağrında besleyen halk, kucağında besleyen toprak ama bilmez, zülmun aklı ve akıldaneleri. Zülum hep zalimin elindeki kırbaç ve kurşunla konuşur. Gerilla ise hep sabır ve sessizlikle örer direnişini. Çünkü bilir o, hiçbir zülmun kırbacı işlemez sabra ve hiç bir mermi işlemez gününü bekleyenlerin suskunluğuna. O yüzden sabırla ve suskunlukla örer gerilla, zalime karşı mazlumun gazabını. Ve o, kendi gizeminde bilgesidir zaferin. Zafer gazapla gelecekse, o bilir, en büyük gazap mazlumun ahıdır. O boğuk, o derin, o öfke dolu ah, birikir de birikir gizemli sessizliklerde, sabırlı suskunluklarda. Sonra çatlar sabrın taşı ve çığlığa dönüşür suskunluk.
İşte gizemi gerillanın çatlamış sabır taşı ve zülum sessizliklerindeki ahın çığlık hali olmasıdır. İşte bundandır mazlumlar için en tanıdık bir evlat olarak kucaklanan yüreğinin bir parçası, gözünün bebeğidir gerilla. Hep gözlerinin önünde hep görülebilen, hep duyulabilen bütün gözlerin ve kulakların duyup görebildiği bir gerçektir gerilla. Zülmun azap askerleri için ise bütün zamanların gizemi, tanrıların acımasız yıldırımıdır o. Mazlumlar için nerde görseler onları, ‘hoşgeldiniz, biz de sizi bekliyorduk’ denilip ekmeklerini bölüştükleri sevgili evlatları, umut dolu yarınlarıdır. Zalimler ve savaş borazancıları için ise hep ‘nereden çıktı bunlar’dır.
Gizemdir gerilla. Mazluma hep aşikar olan, zalimi kör eden...
Bir yıldan fazladır Kürdistan dağlarının bir çok yerinde bir gizemi paylaştım gizemin çocuklarıyla. Olup bitenler hep gözlerimin önündeydi. Cehennemi acılarını ve bütün cehennemlerin, yanında sönük kaldığı suskunluk zamanlarını paylaştım. Bir bahar ve bir kış paylaştım. Bir kışın bu kadar ateşten ve can yakıcı olabileceğini ve insanların yüreklerinde bu kadar gazap biriktirebileceklerini büyük bir hayret ve hayranlıkla izledim. Ve yazdım bunları.
Onlarca canlarını kışın amansız donduruculuğu içinde çağın bütün ölümcül teknikleriyle canlarına can kattılar bereketin topraklarına. Kahpe pusularda en güzel oğullarını ve kızlarını bembeyaz kara gömdüler. Komutan Rûbar’ı, komutan Hamza’yı, komutan Brûsk’u, komutan Arjin’i, komutan Berfin’i, komutan Armanc’ı, komutan Rûken’i ve onlarca canlarını bembeyaz kara ve derya yüreklerine gömdüler.
Cehennemler demlediler yüreklerinde. Gazapla emzirdiler akıllarını ve yüreklerini. Bahara cehennemler sığdırma sözüyle beklediler, dağların gelinliklerinden soyunmasını. Bütün kış boyunca onlar paylaştılar bunları benimle. Ve ben defalarca yazdım. Bu baharın ateş halaylarına gebe olduğunu. Baharla birlikte onlar düştüler yollara. Ben de peşlerine düştüm.
Yaşadığımız topraklar herşeyiyle baharı yaşıyordu. Baharların en bereketli toprakları ise çöl suskunluğunda kalsın istiyordu zulüm sistemlerinin sahipleri. Oysa zamanı gelmişse baharların, kimse güzelliklerin filizlenmesini engelleyemeyecekti bu topraklarda. Arjîn ve on beş güzel yoldaşının o kahpece katledişleri bile milyon bahara gebeydi. Bu kadar bereketli tohum düşecekti toprağa, hem de en bereketli toprağa ve çöl kısırlığı beklenecekti bu topraklardan. Bu ancak zalim kafaların kısır akıllarının bekleyebileceği bir kör hayal olabilirdi. Toprağın bereketli aklı olan çocuklar sadece zamanını beklediler baharın.
Baharla birlikte düştüler yollara. Bereketli akılları ince ince, derin derin ustaca cehennemler örmüşlerdi zulmün piçlerine. Bu topraklar kabul etmez piçleşmenin hiç bir biçimini. Baharda budanır ağaçlar piçlerinden. Temizlenir toprak ayrıksı piç otlardan. Ve kalekollarında yanılgılı güvenlerinde zulmün piçliğinden beslenen kiralık tetikçiler örülen cehennemlerin farkında değildirler. Oysa bütün kış, çığ çığlığında örülmüştür cehennem. Toprağın anaları bütün sevecenlikleriyle ertelenmesini istemişti baharı. Zalime bile şefkat tükenmiyordu onların yüreklerinde.
Biliyorlardı, eriyen karlar sadece boz renkli sular akıtmayacaktı ovalara. Kana boyanmış kardan kan selleri akacaktı ovalara ve analar, bütün şefkatlerinin bile bu sellere engel olamayacağını biliyorlardı. Sokaklardaki çocuklar, bahar oyunlarının, dağdaki oyun arkadaşlarının oyunlarına karışacağını biliyorlardı. O yüzden boş şişeler ve avuçlarını dolduracak taşlarla doldurmuşlardı zulalarını. Gizem mendillerini yüzlerine örtmenin binbir şeklini icat etmişlerdi.
Yani herkes öngörmüştü bu baharı. Kaçınılmazdı ateş halayları. Dağdan kopan ilk selle birlikte başlayacaktı halay. Zaten adet değil mi bu topraklarda, hep halaylarla karşılanır bahar. Ve en güzel halayları, ateşin ve güneşin çocukları Newroz ateşinin etrafında tutarlar. Ve Newrozla birlikte başladı ateşin halayı. Sonra dağlardan usul usul halaylar inmeye başladı ovalara. İşte o zaman gizemi göremeyen iktidar körleri ‘nereden çıktı bunlar’ diye başladılar tiz çığlıklar atmaya. ‘Kimin halayı bu’ diye anlamsız sorular sordular. ‘Neyin halayıdır diye bu’, anlamsızlıklara boğmak istediler bütün akılları.
Oysa halay başında bu halayın Rûbar vardır, Hamza vardır, Brûsk vardır, Armanc vardır, Rûken vardır, Mahir vardır, Berfin vardır, Arjin vardır. Toprağın bereketine bereket katanların ateşten halayıdır bu. Onlar halay başı, peşlerindekiler sevinçli halayın çocuklarıdır sadece. Nereye baksam bu gerçekler gün gibi aşikârdı.
Eylem hazırlığında günlerce, haftalarca yürüyen gerilla hangi köye, hangi zoma, hangi mahalleye inse yediden yetmişe tek bir cümleyle karşılıyordu onları, ‘Hoşgeldiniz heval. Gözlerimiz yollarda kaldı.’ Ve hemen herkes görev bilinciyle ve büyük bir disiplinle harekete geçiyordu. Çocuklar hızla köşe başlarına nöbete koşuyorlar. Analar kıştan ördükleri çorapları çıkınlarına koyuyorlar. Genç kızlar ve gelinler tandır başlarında ekmek pişirmeye gidiyorlar. Delikanlılar hemen kuşanıyorlar ve kurye olmanın, milis olmanın ciddiyeti ve disipliniyle kulaklarına fısıldanan görevlerinin başına geçiyorlar.
Her şey halay uyumunda. Sevinçli karşılamalar, fısıltılı işbölümleri ve uyumla hareket eden yediden yetmişe bir halk. Hepsi herkesin gözleri önünde ama bunu sadece gizemi çözenler biliyor, görüyor. Gizemin dışında kalanlar ise sağır ve kör. Bir gerilla komutanı kılık değiştirerek bir karakolun içine giriyor. Keşfini yapıp çıkıyor. Herkes görüyor bunu, karakolda kalanlar dışında.
Sonra düşüyoruz yollara. Her yol boyunda gizli işaretler, gizlenmiş erzaklar ve cephaneler, küçük pusulalar ve benim de tam anlayamadığım ve sormaya çekindiğim bir kişinin taşıyamayacağı büyük demir parçalar. Bunları kim, ne zaman ve nasıl bıraktı buralara, şaşırıyorum. Bazen yanımda yaşlı bir komutana, ‘heval kim ve ne zaman bıraktı bunları’ diye soruyorum. Gülümsüyor. ‘Reşkê şevê’ diyor. Anlıyorum ki tarihin derinliklerinden yardıma gelmiş gecenin cinleri.
Her türlü tekniğe karşı o kadar ilginç tedbirler geliştiriyorlar ki deşifre olmuş şemsiye taktiği dışında bilgi veremiyorum burada. Duysalar o tekniği geliştirenler, tekniklerinin bu kadar basitçe boşa çıkarılabileceğini, kilit vururlardı fabrikalarının kapılarına.
Yürüyoruz. O kadar uzun yürüyoruz ki, bu her yaştan gerillaların takatı nereden bulduklarına şaşıyorum. Bazen saatlerce iniyoruz derin bir vadiye. Tamam, her halde vadiye inecektik, yolculuk bitti, diyorum. Bu sefer başlıyoruz dimdik bir yokuşu çıkmaya. Saatlerce, günlerce yürüyoruz. Bir bakıyoruz bir zozandayız. Koskoca kar kevilerin yanında, yemyeşil çimenlerin ortasında, bir gölün kıyısında mola veriyoruz. Herkes düzlüğün kenarındaki kayalıkların arasına bırakıyor çantalarını. Çaylar yapılıyor. Erzaklar çıkarılıyor.
Çay ve yemekten sonra bu yorgunlukta fırsat bu fırsat herkes bir kayanın dibinde uyuyup dinlenecek diye bekliyorum. Artık orta yaşı biraz devirmiş olan kadın bir gerilla, çevresindekileri tahrik etmeye çalışıyor. ‘Heval’ diyor, ‘Allah bu meydanı birrê için yaratmış sanki’ diyor. ‘Birrê’ lafını duyunca bütün yorgunluk uçup gidiyor. Zaten böyle durumlarda tahrike gelmeyen oportünist sayılıyor. Ve hemen takımlar belirlenip dünyaya tepeden bakan bu zozanlarda nöbetçiler çıkarılıp eyleme hazırlanan gerilla grubu başlıyor birrê oynamaya. Öyle bir keyif ve ciddiyetle oynuyorlar ki, oportünist damgası yememek için ben de dalıyorum oyuna. Kan-ter içinde kalıyoruz. Birrê bitiyor, ara veriyoruz. Bir çay içiyoruz.
Sonra eskilerden biri mendil kapmaca öneriyor. Kadın gerillalar zaten hazır. Bu oyunda kendine fazla güvenli erkek gerillalar, kaptırıyorlar mendili çoğunlukla. Ben iyice yoruluyorum. Kahkahalar eşliğinde bitiriyoruz mendil kapmacayı. Oturuyoruz. Komutanların çoğu bir tarafa çekiliyor. Birşeyler planlıyorlar, belli. Diğerleri bir tarafa çekilip silahlarını temizliyor, raxtlarını kontrol ediyorlar.
Akşama doğru, nereden çıkıp geldiklerini anlayamadığım başka başka gruplar geliyor. İçlerinde yüzü puşilerle örtülü, tam donanımlı sivil giyimli olanların da olduğu oldukça kalabalık bir güç birikiyor orada. Her şey bir eylem hazırlığının olduğunu gösteriyor. Kısa bir toplantı yapılıyor. Böyle bir zamanda yapılacak eylemin tarihsel, siyasal ve askeri hedefleri anlatılıyor. Ama somut hedef eylem anına kadar gizli tutuluyor hep. Eylem başlayana kadar Şitazina ve Oramar karakolları olduğu aklına gelmiyor hiçbirimizin.
Eylem başladıktan sonra o kadar çok yerden ve o kadar değişik silahlarla ateş altına alınıyorlar ki, haftalardır bu gruplarla dolaşmama rağmen yine de şaşıyorum, bu kadar çok güç ve bu kadar ağır silah nasıl taşındı buraya diye. Oysa belki de onlarca karakolun arasından ve hep tepemizde olduklarını bildiğimiz her türlü keşif uçağı ve uyduların altında yürüyerek gelmişiz buraya. Hepsine karşı öyle ilginç tedbirler alınmış ki, bu koskoca ordu ve en gelişkin teknik kör ve sağır kalmış. Yada belki de gerçekten beraber yürüdüğüm, ekmeğini paylaştığım, beraber oyun oynadığım bu insanlar sadece hayalet belki. Yada gecenin gölgeleri onlar. Neticede ben de görerek anlıyorum ki ne kadar gözümün önünde olsalar da, ne kadar herşeylerini paylaşsalar da benimle, gizemdir gerilla. Ve bu gizemi sadece yaşayanlar anlayabilir.
Fazla uzun sürmüyor saldırı. Düşüyor karakol. Giriyorlar içine. Eylemlerini tamamlayıp yerleşiyorlar araziye. Günlerce sürüyor çatışmalar. Kuşatılmış karakollara ve tutulmuş araziye girmek için her türlü yol deneniyor. Ama öyle tedbirler alınmış ki nereye adım atsa, görünmez bir duvara çarpıyor işgalci askerler. Hangi dağı dolanmak isteseler, adeta ateş fışkırıyor toprak. Gözlerimizin önünde dört helikopter düşüyor. Sonradan onlarca askerin cenazesi gelen başka helikopterlerce alınıp kaçırılıyor adeta.
Şitazina ve Oramar’da yapılan devrimci operasyon günlerce devam ediyor. Gücün bir kısmı geri çekilirken, arazinin derinliklerinde arazi hakimiyeti kuran güçler iyice sağlamlaştırıp mevzilerini yerleşiyorlar bölgeye. Olup bitenler askeri taktik ve siyasal etkiler bakımından güçlü sonuçlar yaratıyor. Ama hepsinin ötesinde, bahara tek bir eylem yapamaz halde çıkması beklenen gerilla, bu toprakların baharının halaybaşı olduğunu gösteriyor bütün dünyaya.
Fabrikalar uçaklar üretebilir. Tanklar, toplar üretebilir. Çağın zulüm orduları en profesyonel eğitimlerle, en gelişkin tekniklerle donatılabilir ama hiç bir teknik ve hiç bir profesyonel ordu, topraktan filizlenmesini önleyemez bir çiçeğin. Kış bitmiştir. Dağlar soyunmuştur gelinliklerinden. Ve ekilen tohum bire bin fışkırmıştır bu bereketli topraklardan. Ve yine devrimci operasyonlarda baharın bereketli bağrına güzel oğulları ve kızları düşüyor bu halkın.
Baharın ardı yaz ve sonbahardır. Bu topraklarda daha hangi ateş halaylarının ince ezgisi derinden derinden bir halay hazırlığındadır, bilinmez. ‘Ne yapmak istiyor, neden yapmak istiyor ve nasıl yapacak gerilla’ diyenlere, sorularınız beyhudedir demek gerekir. Çünkü başlamıştır halay ve halaybaşları dışında kimse bilemez bir sonraki oyunu. Bu oyun, gerilla oyunudur. Öngöremezsiniz sonrasını. Çünkü gizemdir gerilla...
Jêhat Bêrtî
- Ayrıntılar
Halkımıza ve Kamuoyuna
12 Aralık tarihinde Medya Savunma alanlarımızda tüm müdahalelere rağmen Soran Aras - Celal Evliyan yoldaşımız geçirmiş olduğu rahatsızlık sonucu özgürlük şehitleri kervanına katılmıştır
Halkımıza ve Kamuoyuna
12 Aralık tarihinde Medya Savunma alanlarımızda tüm müdahalelere rağmen Soran Aras - Celal Evliyan yoldaşımız geçirmiş olduğu rahatsızlık sonucu özgürlük şehitleri kervanına katılmıştır.
- Ayrıntılar
Devletler kirli yapılardır. Kirli yapılar olmalarının en temel nedenlerinden bir tanesi halkların ceplerinden varsa biriktirdikleri birkaç şeyi zoraki çalmalarıdır.
Dünyanın neresine giderseniz gidin devlet olmanın en büyük özeliği halkların cebinde bulunanları çalma özelliğidir. Hangi devlet daha çok sınırları içerisine aldığı halktan zoraki para topluyorsa o devlet büyük devlet oluyor.
Örneğin tabiat ananın insanlığa bahşettiği bir su vardır. Ancak büyük devletler bu suyu parayla hem de önemli bir yekûnla tabiat ananın karşılıksız verdiğini insanlara satarlar.
Orman tabiat ananın insanlığa bahşettiği başka bir zenginliktir. Ancak ormanı kesip odun haline getirerek, ya da başka bir şekle getirerek insanlığa satarlar.
Tabiat ananı bize bahşettiği güzel ve bol oksijenli coğrafyaları vardır ancak bu kirli devlet yapıları onları ziyaret etmemiz karşılığında ellerini ceplerimizin derinlerine bırakarak biriktirilen birkaç kuruşa da öyle el koyarlar.
Biz hiç denizlere girerken suya girme paralarından bahsetmiyoruz. Doğal gaz faturalarından söz açmıyoruz. Elektrikten hiç konuşmuyoruz bile. Böyle konuşmadan geçtiğimiz o kadar çok şey var ki buna rağmen devlet yakamızı bırakmıyor. Ümüğümüzü sıktıkça sıkıyor hatta ümüğümüzü sıkmayı kendisine ait bir marifet biliyor.
Bu devlet öyle kirli bir yapıdır ki bizim istemediğimiz halde bizim adımıza birilerine savaş bile açabiliyor. Hiç haberimiz yokken, hiç istemezken bir de bakmışız ki etrafımızda birçok komşu halkla düşman oluvermişiz. Sadece düşman olmamışız, aynı zamanda milyarlarca para harcanarak silahlar alınmış ve bize yakın olan komşu insanlarımız hedef haline getirilmiştir.
Tuhaftır ama halkları katledecek silahlar alınırken yine ceplerimize el atılıyor, yine çoluk çocuğumuzun nafakatından keserek devlete vermişizdir. Daha doğrusu devlet zoraki vergi diye almıştır.
Örneğin askerlik için de mesele böyledir. Milyonluk ordular salt bize yıllarca komşu olan insanları öldürmek için kurulur, donatılır, beslenir. Evet, doğru anladınız milyonluk ordular bizim cebimizden çıkan vergilerle beslenir, kuşanır ve insan öldürmeye gönderirler.
Bunlar yetmez bizi askere zoraki alırlar. Sonrada başka halkların kurtuluşu için mücadele edenlere hakaretler yağdırarak “vay çocuk kaçırıyorlar” diye figanı feryat ederler.
Milyonluk orduya gönüllü katılan kaç kişi vardır dersiniz? Ya da soruyu farklı bir şekilde soralım, birkaç faşist ve ırkçı dışında ve tabii birde birkaç para kazanan militaristin dışında gönüllü olarak orduya giden kaç kişi vardır? Ya da TC ordusuna kaç kişi gönüllü gidiyor diye daha somut bir soru soralım?
Vereceğimiz cevap, gönüllü olarak TC ordusuna gidenlerin sayısı sıfır oranına yakın bir sayıdır. Çünkü kimse durduk yerde gidip birilerinin çıkarları için canını vermek istemiyor, istememekten de haklıdır.
İnsanların askerliğe gitmeme istemini bilen devlet daha doğrusu TC devleti insanların cebindeki parayı nasıl daha fazla alırım hesabının peşinde koşuyor.
Örneğin:
“Milli Savunma Bakanı Yıldız, 15 Aralık 2012 tarihinden bu yana bedelli askerliğe başvuranlardan, 2 milyar 4 milyon 780 bin lira gelir elde edildiğini söyledi
Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, bedelli askerlik için 69 bin 320 bin yükümlünün başvurduğunu ve bugüne kadar 2 milyar 4 milyon gelir elde edildiğini söyledi” haberinde gördüğümüz gibi binlerce insan açıkça askere gitmek istemediğini söylüyor. Binlercesi söyleyemiyor çünkü kendisini askerlikten azade edecek parası yoktur. Ordunun ve de ordu çalışmalarıyla ilgili olanlar ise daha fazla halkın cebinde para çıkarmak için bildikleri tüm kirli oyunlara başvurmaktan geri durmuyorlar.
Sözü çok fazla uzatmadan, özgürlük savaşçılarının kendi halkından aldığı birkaç kuruşu –ki bu bir devlet için deveden kulaktır-her gün işleyerek, “bu kadar para topluyorlar, bu kadar para kazanıyorlar” diyerek özgürlük savaşçılarının kendilerince anti propagandasını yaparlarken, devlet denilen kirli aygıt durduğu yerde vergiler adı altında bunlar yetmedi mutlaka bir yolunu bulup halkın cebindeki birkaç kuruşu almaktan geri durmadan günlük olarak hırsızlık yapıyor.
Evet, yeniden söyleyelim devlet ve devletler kirli yapılardır. Kim ki devletin cazibesine kapılıp büyük devlet olmak peşinde koşmaya yönelmek isterlerse o ya da onlar kesinlikle en büyük hırsız ve en büyük ahlaksızdırlar.
Nedeni açıktır, insanlık tarihinde devlet yapıları kadar kirli ve ahlaksız herhangi bir yapı bu güne kadar icat edilmiş değildir.
Hayri Engin
- Ayrıntılar
Son zamanlarda Türkiye basınında hatta kimi politik çevrelerde-bunlar özgürlük savaşına karşı olan kesimler olduğunu hemen peşinen belirtelim-“dağa çıkardım” sevdası gelişmiştir.
Bir müddet önce Mümtazer Türköne: “Anadilimi yasaklasalar bende dağa çıkardım” demişti. Şimdi ise Akepe hükümetinin ağır toplarından olan Bülent Arınç: “ben de aklıma gelse dağa çıkardım” deyi verdi.
Bu sözleri sarf edenler ne yazık ki dağa çıkmanın, silaha sarılmanın, direnmenin hatta hızlarını alamayarak Che tarzı gerillacılığın zamanının geçtiğini söyleyenlerdir de.
Biliniyor, Che gerillacılığın en tanınmış simasıdır. Belki çok uzun bir süre Che gerillacılıkta yapmamıştır. Ancak gerillacılığa en içten, zulme ve baskılara karşı bir direnme tarzı olduğuna inanmış olan biridir. Boşuna “emperyalizme karşı yegane direniş kültürü gerillacılıktır” dememiştir.
Kürdistan’da da gerillaya çıkışlar, yani dağa çıkışların da bir nedeni vardır. Öyle kimse istediği için dağların doruklarına çıkmıyor. Zor şartlarda, en ağır yaşam koşullarına boşuna direnmiyor. Dünyanın egemenlerinin neredeyse topu onlara düşmanlık ederken onlar boşuna dağların doruklarında direnmiyor, tek bir adım geri adım atmadan boşuna “inadına direniş” diye haykırmıyorlar.
Hatta Che’nin o meşhur olan sözünü: “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi” dillerine alarak ölümlere kafa tutarak, ölümlerle alay ederek, ölümlerin üstüne gitmiyorlar.
Evet, Kürdistan’da iş olsun diye kimse dağların doruklarına çıkmıyor. Her dağa çıkanın bir öyküsü ve hikayesi vardır. “İnsan, biyolojik değil, biyografik bir varlıktır. Bir kişi olmak, anlatılacak bir hikâyeye sahip olmaktır. Benlik her zaman anlatısal bir yapıdır.” “Hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat-hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir.”
Ne var ki Kürt halkının ve onların evlatlarının bir kişi ve bir benliklerinin olduklarını görmek istemeyenler, onların tüm hikayelerini söndürmek için ellerinde gelen her şeyi geçmişten yapmaktan geri durmadılar, aynen bugün durmadıkları gibi.
Kürtlerin anadilleri dün yasak olduğu gibi bugünde halen eğitim dili olarak -bırakalım görülmeyi -bir sürü hakaretlerle karşı karşıya kalıyor. Hatırlayanlar bilir Bülent Arınç’ın kendisi her ne kadar sonradan söylediklerini geri çekse de;“Kürt dili de medeniyet dili midir?” diye küçümseyici ve horlayıcı yaklaşımlarda bulunmuştu.
Ancak Hz. Ali’nin o meşhur sözüyle cevap verecek olur isek: “söz ağzınızda iken o sizin kölenizdir, ancak söz ağzınızdan çıkmış ise siz onun kölesisiniz” misali artık söylenenler sizin zihniyet yapınızı ele verir. Derler ya “fikri ne ise zikri de odur” diye, aynen öyle.
Yukarıda zikrettiğimiz kişilikler “dağa çıkma” edebiyatı yaparlarken hep geçmişte Kemalist devletin yaptıklarını, Dersim’i ve özelde de 12 Eylül faşist cuntanın uygulamalarını örnek vererek “bende dağa çıkardım” demektedirler.
Dikkat edilirse dilleri geçmişlidir. Yani “Kürtlere geçmişten Kemalistler çok kötü şeyler yaptılar ve onların gençleri de bunun için dağa çıktılar” gibisinden gerekçeleri sıralarlar.
Hiç şüphe yoktur ki Arınç ve diğerlerinin söyledikleri hepsi doğrudur. Belki az da dille getiriliyordur. Ancak Kemalistlerin yaptıklarını bugün Yeşil Türkçüler bu kez yapıyorlar. Başka bir kavramlaştırmayla, Yeşil Türkçü Faşistler yapıyorlar.
Kürtlerin anadilleri serbest mi? Serbest ise mahkemelerde yaşanan sorunlar nedir? Serbest ise Kürtlerin anadilde eğitim istemlerine “hayallerinde göremezler” sözleri ne anlama geliyorlar?
Kürtlerin isimleri, dağları, şehirleri, coğrafyası derken tüm adlandırmaları yasaklandı. Şimdi ise daha dün Erdoğan “Roboski demeyin Uludere” deyin diyerek aynısını uygulamıyor mu?
12 Eylül faşist cuntası binlerce Kürt direnişçiyi tutuklattı. Şimdi ise Akepe 10 binden fazla kürdü hem de silahlı direnişe bulaşmamış, evinden barkından olan siyasetçiyi, sivil toplumcuyu, sendikalıyı, öğrenciyi, genci, feministi, kadını, anayı derken imamları içeriye atılmıştır.
Diyarbakır zindanlarında Kürt gençlerine işkenceler yapıldı, tecavüzler yapıldı. Şimdi ise Pozantı’da erkek çocuklarına, Siirt Pervari’de YİBO’larda kız çocuklarına tecavüz ediliyor.
Evet, dün olduğu gibi bugünde Kürtlerin ve onların evlatlarının dağa çıkacakları çok gerekçeleri vardır. Günlük olarak olup bitenlere, TC devletinin TV ekranlarına birkaç dakika bakarak TC devletinin Kürdistan’da kullandığı biber gazını, tazyikli suyunu bu sonbaharın dondurucu ortamında bakmak, dağa çıkmaya yeter de artar da.
Kasım Engin
- Ayrıntılar